Çaturanga

Satranç oyunu ile siyaset ve savaş birbirinin aynıdır derler.

Esâtir o ki; Troya kuşatması sırasında Palamadis bu oyundan ilham alarak “tahta at” ile tuzak kurma fikrini bulmuş. Kartacalı Hannibal, satrançtan mülhem, Romalılar’a karşı fillerle kuzeyden saldırma stratejisini geliştirmiş.

Bunlar tabiî esâtir.

Yazılı tarihe göre, satrancın tarihçesi 5. yüzyılda Hindistan’da başlıyor. Oyunun tertib ve düzeni de o zamanki Hint ordusunun aynı.

Hint ordusu dört kısımdan oluşuyormuş; filler, atlar, savaş arabaları ve piyadeler…

Sanskritçe’de “dört” demek olan “çatur” ile “kısım” anlamına gelen “anga” kelimelerinden mürekkeb, bu oyuna “çaturanga” denilmiş; “dört kısım”…

Çaturanga, yüz yıl sonra İran’a girdiğinde “çatrang”; ve Araplar’ın İran’ı fethiyle “şatranc” olmuş.

Ortaçağ’da, çağın medeniyet önderleri olan müslümanlar, Avrupa’ya satrancı da öğretmişler.

Satranç, Avrupa’da, Endülüs müslümanları vasıtasıyla önce İspanya ve Portekiz’de benimsenmiş.

Harun Reşid, Fransa Kralı Charlemagne’ye bir satranç takımı armağan etmiş.

Said İbn-i Cubayr, satrancı körleme oynarmış.

İlk satranç problemi, Bağdat’ta Halife Muttasım Billah tarafından hazırlanmış.

Firdevsî, meşhur Şehnâme’sinde satrançtan hayli bahsetmiş.

Kilise, 1061’de satrancı, İslam kültürünün bir parçası olarak ilan etmiş ve satranç oynayan hristiyanları aforoz etmeye başlamış.

Satranç, doğumundan 500 yıl sonra Bizanslılar, Ruslar, Çinliler ve Vikingler tarafından da oynanmaya başlanmış.

Arap el yazmalarından sonra ilk satranç kitabı İspanya’da yazılmış.

Rönesans döneminde İtalya’dan Polerio ve Greco’nun adları öne çıkmış.

Kristof Kolomb, Marco Polo’nun Doğu seyahatnâmelerinden çok etkilenmiş; denize açılırken satranç takımını da mutlaka yanına alırmış.

15. asırda Avrupa’da oyuna Kraliçe (Vezir) ve Papaz (Fil) dahil olmuş.Şah’ın kafasına da Haç konmuş; böylece satrancın İslâm kültürünün bir parçası olduğu gerekçesiyle Kilise tarafından uygulanan aforizma kaldırılmış.

Yavuz Sultan Selim henüz şehzade iken, Safevî Devleti’nin başındaki Şah İsmail ile meşhur satranç karşılaşmasını yapmış. Savaşın provasını yapmış zâhir; nitekim er meydanında da mat etmiş. Yavuz, 1514’de Safevî Şahı’nı yendiğinde, arşiv belgelerine göre, elde edilen ganimetler arasında 8 bin adet çok değerli satranç takımı da varmış.

18. yüzyılda Avrupa’nın öne çıkan ülkesi Fransa olmuş ve satranç da orada güçlenmeye başlamış. Napolyon da boş zamanlarını bu oyuna ayırırmış.

Velhasıl satranç oyunu ile siyaset ve savaş birbirinin aynıdır denmesi boş değil.

Satranç bir sistem, bir diyalektik, bir metod, strateji ve taktik; ve aksiyon sanatı; ve bir kültür… Zannedilebileceği gibi vakti bol olanların oyunu değil; ayak oyunu değil. Nitekim çok fukahâmız, boş vakitler oyunla heder olmasın, insanlar işi gücü bırakıp oynaşmasın diye mekruh demişler satranç için.

Şu hâlde satrancın oyun kısmını bırakalım ve sadede gelelim.

Türkiye’nin 80 yıldır oynadığı satrancın kısa bir analizini yapalım…

Hoş analiz yapılacak bir şey de kalmamış ya; bütün piyadelerini kaybetmiş ve böylece bunlardan birini vezire terfi ettirme şansı kalmamış.

Şah ise açmazda.

E bu durumda iki hamle sonra mat kesin!

Peki bu hâle nasıl gelmiş?

Bir kere oyuna çok kötü bir açılış yaparak başlamış, ki bıraksan düşman yapmaz. Öyle, görülmemiş derecede berbat bir açılış… Hemen vezir çıkmış, ama veziri koruma ihtiyacı duymamış bile yani resmen harcamış. Sonra hemen kalelerini oyuna sokabilmek için bir sürü piyade feda etmiş ve kalelerini oynattığı için rok şansını da kaybetmiş. Kaleleri koruyabilmek uğruna atları ve filleri de harcamış. Şu anda kalenin biri vezirin önünde; yani açmazda. Rakibin atla da, fille de, piyonla da yeni bir şah çekme imkânı var. Bürokratik oligarşi kalesi son bir savunma hamlesi daha yapabilir. Peki sonra?

Sonra mat!

Bakın nasıl bir açılış yapmış ve o günden bugüne sırf şah (rejim) ve kaleler (ordu ve bürokrasi) uğruna nasıl harcamış bütün taşlarını?

“İngilizler Harb-i Umûmî’de çok Hindli asker kullandılar. Bunlar Halife ile yâni Türkiye ile harb etmeyeceklerini söylediler. İngilizler bunları “hayır, siz Almanya ile harb edeceksiniz” diye kandırdılar. Irak vs. her yerde Türkiye aleyhinde kullandılar. Mütâreke olunca Hindliler İngilizlere “siz bizi aldattınız, Halife aleyhine harb ettirdiniz” dediler. Hind’de büyük bir hareket başladı; “Türkiye’nin bir karış toprağına dokunmıyacaksınız” dediler. Mecûsî Hindliler de buna iştirâk ettiler. Nihayet Hindistan vâli-i umûmîsi “Montagü” de halkın arzusunu teyidle İngiliz Kabinesi’ne bildirdi. Lloyd George sıkışmış idi. Fakat yine aldırmıyordu. Montagü’nün raporunu İngiliz nâzırlarından biri matbuâta verip neşretti. Bu da büyük bir gürültü ve istifasını mûcib oldu. Hindû hareketleri herhâlde İngiltere hükümeti üzerine lehimize büyük bir tesir yapmıştı. Bu sûretledir ki; İngiltere aleyhimizde daha hafif herekete mecbûr olmuşdu. Hilâfetin hiç bir faydası yok diyen Mustafa Kemâl buna ne diyecek? Bu bâbda çalışan Hind Komitesi -Hilâfet Komitesi- dir. Bunun müsellâh şahısları Mehmet Ali, Şevket Ali, Mecid ve emsâlidir ki, Hindliler bize çok para yolladılar. Yarım milyon İngiliz Lirası kadar olan bu paraya da Mustafa ne diyecek, ki el’an kendi yed’i ihtilâs ve sirkatindedir, millete sarf etmemiştir.” (Dr. Rıza Nur, Hayat ve Hâtırâtım, c.3, s. 554)

“(Mustafa Kemal’in telgrafının) son cümlesi pek mühimdir: ‘İstiklâl-i Millî uğrunda mücâhede-i milliye ve diniye ilân etmek…’ Bu adam bununla dinin böyle zamanlarda işe yarayacağını söylüyor demektir. Sonra dini baltalamıştır. Asıl cehâlet, hıyânet işte budur. Bir gün yine din lâzım olursa ne yapacağız acaba?! Bu nokta çok mühimdir. (age, c.3, s. 572)

“(Nutuk’da) Sh. 273’de Meclis’in açıldığına dâir bir tamîmi var. Bu tamîm dikkatle okunmaya lâyık ve ibretli bir şeydir. Bütün dini ele alarak siyâsete alet etmiş. Ona sığınmışdır. Bunu kendi yazmışdır. Sonra dini siyâsete âlet etti diye patır patır adam asacakdır. Hâlbuki kendi yaptığı şey. Asıl bunda şu nokta mühimdir: Demek bu millet dindardır, hâlâ yine tamâmiyle öyledir. Bir millet bir günde din değiştiremez. Hem bir millete din ve itikat behemehâl lâzımdır. Böyle bir buhranda ona sığınması, onun ne büyük kuvvet olduğunu kendi de itiraf ediyor demektir. O hâlde üç beş yıldır bu adam bir düziye bu dini nasıl tepeledi?! Ya bir gün yine lâzım olursa, ki olacaktır; ne yapılacak? Bu millet harbi de din kuvvetiyle yapıyordu. Bir harb zuhûrunda ne olacak?! Bunun işleri insana öyle bir zan veriyor ki, bu adam Türk milletinin düşmanıdır. Çünkü ilk hamlede dinine musallat olmuştur. Din harstandır. Bir milletin temel taşları harsdır. Bu adam ve emsâli Türk harsını yıkmakla meşgûldür. Bu hâlde hâindir!” (age, c.3, s. 589)

Peki hiç mi bir yolu yok?

Var! Oyun dışına atılmış taşlar kendi karelerine geçip, “biz bunları tanımıyoruz, bu oyunu da saymıyoruz” diyebilirlerse…

Yeni bir Çaturanga!

15. 6. 2003 / Nisi

 

Kaynak: “Akademya’ya Doğru Sitesi”, 2001-2005.

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR