Cemil Meriç’in Hatırlattıkları

SANSÜRLENEN CEMİL MERİÇ VE PEYAMİ SAFA

Haziran… Cemil Meriç, Peyami Safa, Dündar Taşer gibi üzerimde bir dönem derin tesiri olan fikir ve sanat adamlarının, Nazım Hikmet gibi asla yabana atmayacağım bir şairin, Cahit Zarifoğlu gibi kıyısından köşesinden okur gibi yaptığım ama aslında hep yabancısı kaldığım ve bir türlü tad almayı başaramadığım bir başka enteresan şahsiyetin toprağa verildiği ay…

Cemil Meriç… Onunla ilgili altını çizeceğimiz ilk ölçülendirme Üstad Necib Fazıl’ın Bâbıâli’de vurguladığı ifadedir: “Allah’ın iç gözü daha iyi görsün diye dış gözünü kapattığı sahici münevver örneği Cemil Meriç…” [1] Tabiî, bu ifade Üstadın vefatından sonra, eserlerinden tek bir kelimenin dahi çıkarılmamasını istediği vasiyetine rağmen, maddede mirasçısı oğulları tarafından makaslanmış, sansüre uğramıştır.

Aynı zihniyet, Büyük Doğu Mimarının “Hadiselerin Muhasebesi” başlığı ile tâ 1940’lı yıllarda tamamen o günün aktüel hadiselerine dair karaladığı yorumları “para kaygısıyla” kitablaştırırken, Yeni İstanbul gazetesinde 1960’lı yılların ortalarında kaleme aldığı çerçeveleri hiçbir tasnif kaygısı gütmeden toplarken; sıra 15 Haziran 1965 tarihli ve Peyami Safa’nın vefatının 4. yıldönümü vesilesiyle yazılmış fıkraya gelince çark etmiş ve derledikleri kitaba almamıştır. Halbuki bahsi geçen “Peyami Safa İçin” başlıklı bu yazı, onu bütün mânâsıyla birkaç cümlede kuşatıcı ve ileride bu sıradışı zekâyı inceleyecek araştırmacılara pusula görevi üstlenecek nefis bir fıkra örneğidir. [2]

Üstadın bu türden çocukça “korumalara” ihtiyacı yok. Siz kimi kimden esirgiyorsunuz? Aslolan Üstadın vasiyetidir. Yok efendim; Cemil Meriç Üstadın ardından şöyle laflar etmiş, filanca bunu söylemiş… Bunlara verilecek cevab; Üstadın eserini tahrif etmek değil, o eserin mânâsı dairesinde fikir ortaya koymaktır. Şunu hatırlatayım; Peyami Safa en meşhur romanı Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nu Nazım Hikmet’e ithaf etmiş, sonraki yıllarda bu ikili kanlı bıçaklı olmuş, birbirlerine söylemedik söz bırakmamış, ama Peyami o ithafı geri almamıştır. Alabilirdi ve bunu kimsenin yadırgamaya da hakkı olmazdı. Ama Peyami bunu yapmamış; “o ithaf günün şartları içinde değerlendirilsin” istemiştir. Bu tavır kendine ve eserine güven ifadesidir. Komplekssiz bir duruştur. Üstadın kim ve ne olduğunu, hayatının bütün girinti ve çıkıntılarına ibret gözüyle bakılması gereken bir mânânın sahibi misyonu taşıdığını bilselerdi ne onun eserini tahrife yeltenebilirler, ne de böyle ucuz “korumacılıklara” tenezzül ederlerdi.

Üstad Necib Fazıl bir vakit gelir, meselâ X kişi hakkında, onun aslında hiç lâyık olmadığı bir iltifatta bulunabilir. Burada aslolan bunu söyleten ihtiyaçtır. O kişi, Üstadın iltifatına lâyık olabilirse ne mutlu; olamazsa, Üstadın ifadesinde “olması gerektiği” hâli görsün ve başını taştan taşa vursun. Biz o ifadeyi “olunması gereken hâl” noktasından ele alır ve o kişiden muaf tutmasını biliriz.

Cemil Meriç’e dönecek olursak… O, vefatından sonra bizzat İBDA mührü ile zamanın Tavır dergisinde rahmet dilenen iki isimden birisidir. Yine İBDA Mimarının Büyük Muztaribler adını verdiği “düşünce tarihi”nin ilk cildinde “Yıldızlar Kuşağı”na işaret olarak gösterilen bir seviye ifadesidir.

DÜNYA İRFANINA AÇILAN SEYYAH

70 yıllık ömrünün yarısını gözleri açık, diğer yarısını ise okumak, okumak ve ısrarla okumak sevdasıyla gözlerini kaybedip yaşadı. Koyu bir karanlığa gömüldü diyemiyoruz; çünkü asıl eserlerini, esas okumalarını hep gözlerini kaybettikten sonra gerçekleştirmiştir. Yakınları ve dostlarının yardımıyla, okumaya hiç ama hiç ara vermeden, daha bir tutku ve ihtirasla kitablara sarılır. “Kimim ben?” diye soruyor ve cevabını yine kendisi veriyor: Hayatını Türk irfanına adayan münzevi ve mütecessis bir fikir işçisi…” [3]

Kapısını çalmadığı düşünce, anlamak için çabalamadığı fikir adamı kalmamıştır Cemil Meriç’in. Onu okuduktan sonra ne Doğunun sandığımız kadar kısır, ne Batının sandığımız nisbette yekpare olduğunu gördük. Onun kaleminden Marx’ı okumak, onun durduğu yerden Hind’e açılmak, Osmanlıyı keşfetmek her zaman bir ayrıcalıktır. Avrupayı tanımamak, gaflet. Avrupa’yı tanıyan, ülkesinden kopuyor. Bu lanet çemberini nasıl kıracağız” diyor ve ekliyordu: “Gerçeği görmek, hatayı sonuna kadar yaşamakla mümkün. Yığın Avrupalılaşırken, aydınlar Türkleşmeli.” Çünkü ona göre; “Tanzimattan bu yana Türk aydınının alınyazısı iki kelimede düğümleniyordu: Aldanmak ve aldatmak.” [4]

O, bu aydın eleştirilerinin ortasında kendi misyonunu da haykırıyordu:

“Bir çağın vicdanı olmak isterdim, bir çağın, daha doğrusu bir ülkenin, idrakimize vurulan zincirleri kırmak, yalanları yok etmek, Türk insanını Türk insanından ayıran bütün duvarları yıkmak isterdim. Muhteşem bir maziyi, daha muhteşem bir istikbale bağlıyacak köprü olmak isterdim, kelimeden, sevgiden bir köprü. San’at düşüncenin, düşünce mukaddeslerin emrinde olmalı. Hakikat, mukaddeslerin mukaddesi…

Hafızasını kaybeden bu zavallı nesilleri biz mahvettik, bu cinayet hepimizin eseri, hepimizin, yani aydınların.” [5]

Bir konferansta ona bizde niye büyük düşünür çıkmıyor” diye soruyorlar. Cevab harikadır: Elli senelik tarihin düşüncesi mi olur evladım?” Bu sebeble harf devrimini  yerden yere vuranların ön saflarındadır. Gençliğinde komünist diye tutuklanır, son yıllarında Nurcu diye soruşturmaya uğrar. Halbuki onun işi tecessüstür. Kime iltifat etse “tecessüsü geniş” benzeri bir ifade kullanır. Merak, öğrenme iştiyakı; olmazsa olmaz kriteridir. Bunun önüne kim çıkarsa balyoz gibi cümlelerin hedefi olur:

“Her aydınlığı yangın sanıp söndürmeye koşan zavallı insanlarım. Karanlığa o kadar alışmışsınız ki, yıldızlar bile rahatsız ediyor sizi!  Düşüncenin kuduz köpek gibi kovalandığı bu ülkede, düşünce adamı nasıl çıkar?” [6]

O bizim için her daim kütübhanelerde yolculuk yaparken bir kılavuz olarak kalacak. Bütün zaaf ve tezatlarıyla birlikte Cemil hoca bizim için bir değerdir. Kocaman bir kütübhane ve soylu bir münevver örneğidir. Ama o bilgi malzemesine rağmen asla üstün tecride varamamış, büyük bir terkibçi olamamıştır. Her daim  Büyük Doğu-İBDA’nın tahkik ve tecridine muhtaç olarak okunacaktır.

FİKİR SAVAŞÇISI ÜSTAD, FİKİR İŞÇİSİ MERİÇ

Sırada madalyonun diğer yüzü var. Dikkat çekmek istediğimiz bir başka husus: Yeni moda İslâmsız İslâmcılık ne zaman sıkışsa Necib Fazıl ve onun şahsında İBDA’yı gölgelemek için hemen Cemil Meriç ve benzeri değerlerin kapısını çalar ve Üstadımızı onun sırtından vurmaya kalkar. Halbuki Cemil Meriç ve Kemal Tahir gibi isimlerin heyecan uyandıran her tesbitinde doğrudan veya dolaylı Necib Fazıl’ın mührü vardır. Bu ayrı bir inceleme mevzuu olup, belki rahmetli Cemil Meriç’in şahsî sohbetlerinde sık sık Üstadın gıyabında menfî ifadelerle konuşmasının ardında yatan saik de budur. Özellikle bir dönem sekreterliğini yapan Halil Açıkgöz’ün yayınladığı sohbetlerde Cemil hocanın Üstad Necib Fazıl’ı ne kadar çok kıskandığını apaçık görüyoruz. [7]

Peki niye? Biz iddia ediyoruz ki, Cemil Meriç ve benzerlerinin İslâmcı kesimde hayranlık uyandıran ne kadar soylu tesbit ve teşhisi varsa, hepsinde doğrudan veya dolaylı Necib Fazıl ve Büyük Doğu‘nun mührü vardır. Bu ve benzeri isimler etrafında Necib Fazıl etkisini tek tek maddelendirmeden sağlıklı bir düşünce tarihi yazılamaz.

Hatta bir adım daha atıp şunu da iddia edebiliriz: Necib FazılCemil Meriç‘in hayâlindeki aydın tipidir; olmak isteyip de, bir türlü olamadığı ve olamayacağı üstün münevver örneğidir. Üstad hakkında, çeşitli not ve konuşmalarında ileri sürdüğü safsataların hepsi –kıymetli bir usta hakkında böyle bir tesbit belki pek hoş olmasa da- işte bu kıskançlıktandır.

İsbatı mı? Cemil Meriç‘e en yakın aydın tipi Hilmi Ziya Ülken‘dir. O da tıpkı Meriç gibi zengin bir ansiklopedidir. Fildişi kulesinden bakar meselelere… Tıpkı Saint-Simon yazarı gibi binbir çeşit kilisenin kapısını çalmıştır. İşte böyle bir Cemil Meriç, böyle bir Hilmi Ziya hakkında şunları yazıyor:

Kaç kişinin şuurunda bir kıvılcım tutuşturabildi? Bir kıvılcım, bir fecir veya bir yangın. Hangi büyük düşüncenin -daha doğrusu hangi düşüncenin- taşıyıcısı veya ibdâcısı olabildi? Temsil ettiği veya kurduğu içtimaî bir mekteb var mı?

Bir kütübhane adamıydı o, bir fikir donjuanıydı. Ne bir iddianın, ne bir inkârın temsilcisi. (…) Kütübhane raflarını çökerten eserlerinde, kendisine ait tek kanaat bulamazsınız; bulamazsınız, çünkü o her gün yeni bir kanaatin taşıyıcısıydı. Her okuduğu kitabta yeni bir hüviyet kazanan, seyyal bir şahsiyet.

(…) O nesle mâbedin bekçisi olmak düşerdi, mâbedin, yani tarihin. Hangi değerin bekçisi oldu o nesil? Hangi haksızlığa dur diye haykırdı? (…) Maziye ihanet etti, istikbali kurmadı. Hilmi Ziya, olayların pek çabuk fosilleştirdiği o zümrenin en tipik temsilcisidir. Yetmiş yıllık hayatında tek kavga yoktur. (…)

Hilmi Ziya, ülkemizin yangınlar içinde kıvrandığı bir devirde yaşadı. Daha doğrusu sükûtuyla kurulu düzeni müdafaa etti. Hayattan kitablara kaçarak mesuliyetten kurtulacağını sandı. Filhakika, onda eksik olan şey kahramanlıktı, kahramanlık ve mesuliyet duygusu.”

Meriç‘in bu Hilmi Ziya eleştirisi, gözlerini kaybetmiş olmasından kaynaklı mazeret payını kabullenmekle birlikte, aslında genel itibariyle kendi kendisinin eleştirisidir. Ve bu eleştiriyi tersine çevirin; karşınıza kocaman bir Necib Fazıl portresi çıkar. Şuurda yangın tutuşturan, hem bir iddianın (Büyük Doğu) hem bir inkârın (Batıcı rejim ve yalancı tarih) temsilcisidir O. Mâbedin bekçisi olmuş, “durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak” diye haykırmıştır. Ülkemizin yangınlar içinde kıvrandığı bir devirde hayattan kitablara kaçarak mesuliyetten kurtulamayacağının farkındadır. Çünkü o bir kahramandır ve adı Necib Fazıl‘dır.

Necib Fazıl, bütün bu çizgileriyle Cemil Meriç‘in hayâlindeki üstün aydın örneğidir demiştik. Yine Cemil Meriç‘in aynı yazısından:

“Yaşamak, çevrenin suallerine doğru cevablar bulmak demek. Düşünmek, muammaları çözmek, karanlıkları aydınlatmak… Düşünmek savaşmaktır. Bir nesil uğruna, bir medeniyet uğruna savaşmak. Mukaddeslerin emrinde olmayan her düşünce, şuursuz bir debeleniş, fikrî bir istimnâ.

(…) belli savaşları kabul etmesi, belli tehlikeleri göze alması lâzımdır. Bir devrin şuuru olmak zorundadır o.  Başlıca vazifesi: bütün hakikatleri yoklamak, bütün yalanların maskesini yırtmak, kalabalığa doğruyu göstermek. Bazen yangın kulesindeki nöbetçi olacaktır, bazen engine açılan geminin kılavuzu. Sokakta insanlar boğazlanırken, düşüncenin asaletine sığınarak elini kolunu bağlamak, düşünceye ihanettir.” [8]

İşte Cemil hocanın idealleştirdiği mütefekkir tipi ve işte Necib Fazıl!.. Ve yine, “mütefekkir yetiştiren mütefekkir” olarak Necib Fazıl’ın fikir ve aksiyon “çile”sinin takibçisi Salih Mirzabeyoğlu!..


DİPNOTLAR:

[1] Necib Fazıl,  Bâbıâli, Büyük Doğu Yay., 2. Baskı, İstanbul 1976, s. 350

[2] Necib Fazıl, Çerçeve-3, Büyük Doğu Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 1991  (Not: Bu derleme eserde, 13 Haziran tarihli  çerçeveden hemen sonra 15 Haziran tarihli Peyami Safa için yazılan ve tarihe düşülmüş not değerindeki çerçeve atlanarak, 17 Haziran tarihli yazıya geçilmiştir.)

[3] Cemil Meriç, Jurnal, c. 2, İletişim Yay., 2. Baskı, İstanbul 1993, s. 189

[4] Cemil Meriç, Mağaradakiler, Ötüken Yay., 2. Baskı, İstanbul 1980, s. 323

[5] a.g.e.,  s. 324-325

[6] a.g.e., s. 320-321

[7] Halil Açıkgöz, Cemil Meriç ile Sohbetler, Seyran Yay., İstanbul 1993

[8] Cemil Meriç, Mağaradakiler, s. 297-302 arası…

PEYAMİ SAFA İÇİN

Kafası vardı.

Kültürü vardı.

Cümlesi vardı.

Üslubu vardı.

İç dünyası vardı.

Hafakanları vardı.

Çilesi vardı.

Metafizik arayıcılığı vardı.

İmanı vardı.

Şüpheleri vardı.

Nefs murakabesi vardı.

Estetiği vardı.

Diyalektiği vardı.

Cesareti vardı.

Hasılı bir fikir ve sanat adamına gereken vasıflardan birçok payı vardı.

Onun yokluğunu, ölüm tarihi olan bugün, bu vasıfların yokluğunda seyrediyoruz.

Necib Fazıl / Yeni İstanbul – 15 Haziran 1965

Büyük Doğu Yayınları, edebiyat araştırmacıları için bir kaynak olabilecek ehemmiyette olan yukarıdaki yazıyı Çerçeve-3 adıyla derledikleri esere almamıştır. Sırayla bütün yazıları almışlar; sıra 15 Haziran’a gelince bu yazıyı atlamışlardır. Halbuki Peyami Safa vefat edeli tam dört yıl olmuş ve Üstad mecbur olmadığı hâlde sadece bir kıymet ölçüsü ortaya koymak için bu fıkrayı yazmıştır.

15 Haziran 2010… Peyami Safa‘nın ölümünün 49. yıldönümü…

Aylık Dergisi, Haziran 2010

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!

İlginizi Çekebilir