– Habertaraf İnternet Sitesinden İktibas –
İBDA-C Terör Örgütü Lideri olduğu iddiasıyla 1998’de gözaltına alınarak yargılandı ve müebbet hapis cezasıyla cezalandırıldı. 56 tane kitabı bulunan Salih Mirzabeyoğlu’nun avukatı Ali Rıza Yaman, müvekkilinin yıllardır insanlık dışı bir işkenceye maruz bırakıldığını söylüyor. Engin Çeber’e yapılan işkenceyi gündeme getirenlerin ve özellikle İslâmcı çevrelerin Mirzabeyoğlu’na yapılan işkenceler karşısında suskun kalışlarına anlam veremiyor. Salih Mirzabeyoğlu’nun tutuklanma ve yargılanma süreci dahil, kendisine yapıldığı iddia edilen işkenceleri avukatı Ali Rıza Yaman ile konuştuk. (HABERTARAF)
Samed Doğan’ın Röportajı
Salih Mirzabeyoğlu’nun tutuklanmasından bu yana geçen süreyi kısaca özetler misiniz?
Salih bey 1998’in sonunda tutuklanmış, Metris Cezaevi’ne götürülmüş, 25 Ocak 2000 yılının gece yarısında hapishane duvarlarının delindiği, kimyevî gazların kullanıldığı, ölümlerin gerçekleştiği bir operasyonun ardından Kartal Cezaevi’ne, daha sonra da Bolu F Tipi Cezaevi’ne konulmuştur. Hâlen Bolu F Tipi Cezaevi’nde, 5 yıldır kaldığı tek kişilik hücresindedir.
Ne kadar ceza aldı?
Salih bey idam cezası aldı. Ceza, AB müktesebatı çerçevesinde yapılan düzenlemelerle ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çevrildi.
Salih Mirzabeyoğlu tam olarak neyle suçlanıyor?
Tam olarak neyle suçlandığını, hangi suçtan dolayı ceza aldığını biz de bilmiyoruz. Herkes herkese suç isnad eder. Ancak mühim olan şahsın o suçu işleyip işlemediği, bunun tesbiti ve verilecek cezanın o suça uygunluğudur.
Biraz açar mısınız?
Salih bey, “mevcut anayasal düzeni silah zoruyla değiştirmeye teşebbüs etmekten ve örgüt liderliği”nden yargılandı. Yargılama, bunun üzerine bina edildi. Ancak gerek kendisinin, gerek avukatlarının yaptığı savunma bir tarafa, İddianame ve Gerekçeli Karar’da geçen ifadeler dahi Salih Bey’e üzerine atılı suçtan ceza verilemeyeceğinin isbatı niteliğindedir.
Karışık bir hukuk süreci olmuş anlaşılan…
Aslında hiç karışık değil. Türkiye’de kadîm iki yanlış gelenek var… İlki fikir adamlarına ‘bölücü, yıkıcı’ yaftalarını asıp, mahkûm etmek. Diğeri de maalesef bir maşa mesabesinde olan kanun maddelerini hukuk zannetmek. Kanun maşasını elinde tutan, karşısındakine yöneltir. İstediği gibi yargılar, istediği gibi hüküm verir. Biliyorsunuz ki, Salih Bey’in tutuklandığı süreç 28 Şubat’ın hemen ertesi bir dönemdir. En ibtidâî anlamda dahi hukukun olmadığı bir süreç. Bu süreçte hukuku da etkileyen, yön veren kara propaganda her yerdedir. Kara propaganda Salih Bey’in emniyet güçlerince alındığı ândan itibaren başlamıştır.
‘Örgüt evinde yakalandı’…
Meselâ o cümle… Salih Bey o dönemde sanki 41 tane eser vermemiş, sanki illegal bir adammış, kaçıyormuş, bir yere sığınmış da polisin yaptığı operasyonla kaçtığı yerde yakalanmış gibi bir hava…
Oysa ki?..
Oysa ki Salih Bey, eşi ve çocuklarının yanından alınmıştır. Alındığı yer de çocuğunun okulunun önüdür. Eşiyle birlikte o zaman için ilkokula giden çocuğunu okuldan almaya gidiyor. Polisler geliyor ve hiçbir arama, yakalama izni olmaksızın Salih Bey’i ve eşini ilkokulun önünden alıyor. Daha sonra evde arama yapıyorlar. Medyaya da “örgüt evinde yakalandı” diye servis ediliyor.
Daha sonra…
Daha sonrası, sorgulama safhası… Burası mühimdir. Polis sorguluyor. Sorgu zabtını istediği gibi tertib edip, kurguluyor ve o kurgu savcının önüne gidiyor. Ve koskoca DGM Savcısı da polis sorgularını maalesef aynen kabul edip, iddianamesini mahkemeye sunuyor. Aynı hatayı mahkeme de işleyerek iddianameyi kabul ediyor ve polis sorgu tutanaklarının üzerine hüküm bina ediyor. Dikkat edin; hukukî süreçten değil, hukuk adına işlenen cinayetlerden bahsediyoruz. Bu süreci özetleyen çok güzel bir olayı anlatayım izninizle…
Buyrun…
Polis sorgusunda Salih Bey’e aynen şunlar söyleniyor: “Yukarıdan bastırıyorlar, sen İBDA-C örgütünün lideri olduğunu mecburen kabul edeceksin!”
Yukarısı?..
Yukarısına geliriz… Sorgulama esnâsında Salih Bey’e söylenen şeylerden birisi de şu: “Biliyoruz. Tamam, hiç kimseyle görüşmediğini ve tanımadığını kabul ediyoruz; talimat da vermediğini kabul ediyoruz… Gelelim şu liderlik mevzuuna…” Salih Bey de; “hiç kimseyle görüşmemişim, talimat vermemişim, bunu siz de biliyorsunuz. Ben bu durumda illegal bir örgütün nasıl başı olabilirim ki?” diye mukabelede bulunuyor. Aynı polis ısrarla devam ediyor: “Gel sen şunu güzellikle kabul et. Hem biz sana kötülük yapmak istemiyoruz. İsteseydik evinin bahçesine eroini gömer, ‘eroin yakaladık’ derdik.” Salih Bey bu ‘cazib’ teklifi kabul etmeyip, fikir adamlığından bahsedince aynı polis, hukukun Türkiye’de nasıl işlediğini gösteren fevkalâde bir lâf ediyor: “Aslanım, Savcı senin kitablarını okuyacak değil ya… Buradan önüne ne giderse o.”
Oradan ne gittiyse aynıyla İddianameye konu mu olmuştur?
Aynen öyle olmuştur. İddianamede Salih Bey için; “örgüt mensublarının gerçekleştirdiği eylemlere doğrudan doğruya katıldığı tesbit edilmemiş olmakla beraber…” ifadesi mevcuttur.
Tesbit edilemediyse, nasıl bir müşahhas suçlamayla yargılanıyor ve ceza alıyor öyleyse?
Tesbit yok, münasib görme var. İBDA-C markasıyla illegal faaliyet gösteren örgütler var. Bu örgüt mensubları; hiç kimseden emir ve talimat almadan “kendinden zuhur diyalektiği”ne göre iş yapıyor. Vakıa bu. Bu vakıa karşısında iddia makamı; “Lidersiz bir örgüt düşünülemediği gibi, örgüt mensublarının gerçekleştirdiği eylemlerden de örgüt liderinin sorumlu tutulmaması eşyanın tabiatına aykırı düşer. İBDA-C adlı örgüt mensublarının gerçekleştirdiği tüm eylemlerden örgüt lideri de sorumludur. İBDA-C örgüt mensublarının Kumandan kod adlı sanık İzzet Erdiş’e bağlılığı…” diyor. Ortada hiyerarşik bir ilişki yok. Hiyerarşi olması bir tarafa tanışıklık yok. Eylem yok. Talimat yok. Fikrî bir yakınlık, bağlılıktır sözkonusu olan. O gün için 41 tane eser vermiş bir yazarın fikirlerinin etkisinin olmasından daha tabiî ne olabilir? Kaldı ki, tanışıklık da olabilir. Çocukların bile bildiği üzere, suçlar şahsîdir. Meselâ AK Parti’li bir belediye başkanı adam öldürüyor. İşlenen bu suçtan dolayı, sırf o partiye mensub diye “Sanık AK Parti’lidir. Tayyib Erdoğan ile aralarında hiyerarşik bir bağ vardır. Talimatı ondan alması kuvvetle muhtemeldir. Madem hiyerarşik bir bağ sözkonusudur, o zaman Tayyib Erdoğan da suçludur.” denilebilir mi?
Salih Mirzabeyoğlu’nun davasında böyle mi denilmiş oluyor?
Gayet tabiî… Salih Bey’in davasındaki hukuk mantığı, verilen örnekten daha kötü bir şekilde işlemiştir. Hiyerarşi yok, eylem yok, eylem talimatı yok, tanışıklık yok… Buna rağmen ‘olsa olsa budur’ mantığı üzerine bina edilen bir hüküm var. Bu sakat mantıkla verilen karar idam olmuştur. İdam kararı “ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası”na çevrildi. Ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasının da üzerinde ayrıca durmak gerek.
Şu sıralar, cezaevlerinde yaşanan işkencelerin, gayri insanî uygulamaların kalktığı ve sıkı bir denetim altında tutulduğu söyleniyor. Siz Mirzabeyoğlu’nun uzun zamandır işkence gördüğünü ve hattâ şu ânda da kendisine işkence edildiğini iddia ediyorsunuz. Bunlar ne tür işkenceler. Anlatır mısınız?
Türkiye’de işkencelerin kalktığı sadece söylentiden ibarettir. İşkence şeklinin değişmesi, işkencenin kalktığı anlamına gelmez. İşkence deyince herkes kaba dayağı anlıyor. Ve artık kaba dayak yok deniliyor. Kaldı ki, kaba dayak da kalkmış değil. Yakın bir zamanda yaşanan ve sonu ölümle biten Engin Çeber hâdisesi gibi nice hâdiseler var. İşkence kalkmadı, şekil değiştirdi, daha sofistike, daha sinsi usûllerle yapılıyor. Bu çerçevede F Tipi Cezaevlerinin bizatihî kendisi işkencedir meselâ. Salih Mirzabeyoğlu’na gelirsek… Kendisi 98’in sonunda tutuklandı. 11 yıldır cezaevinde. 11 yıllık esaret hayatının son 10 yılı TELEGRAM işkencesine maruz kalarak geçmiştir. Ve bu işkence kendisine hâlâ yapılmaya devam edilmektedir.
TELEGRAM işkencesi nedir?
TELEGRAM, düşünce formunun, sistem zihniyetinin dışarıdan değiştirilmesi teşebbüsüne ve bu maksatla irâdenin, kimliğin, kişiliğin parçalanmasına yönelik olarak yapılan bir işkence türüdür. TELEGRAM’ın hedefi; insan iradesinin teshir ve zabt altına alınıp, istenildiği gibi yönlendirilmesidir. Hâl bu olunca, içiçe bahisler hâlinde TELEGRAM’ın birçok veçhesi ortaya çıkmaktadır…
Biraz daha açabilir misiniz?
Hedef; insan iradesidir. ‘İnsan iradesi’ni hedef alan bir işkenceyi anlamak, anlamlandırmak, mukavemet etmek, ciddî bir fikrî seviyeye sahib olmayı gerektirir. TELEGRAM’ın felsefî, fizikî, ruhî, ilmî, tıbbî, teknik, mühendislik, metafizik, psikolojik, parapsikolojik, nörofizyolojik, vs, vs… bir çok yönü var… Şayet bir adamın bu alanlara dair asgarî bir malûmatı yoksa, şapşallığının tezahürü hâlinde dalga geçip, “böyle bir şey olamaz” demesi tabiî… Teknolojiden hiç haberdar olmayan birine cep telefonunu gösterip, ‘bu kutu gibi şeyi kulağına götür ve dünyanın öbür tarafındaki adamla konuş’ derseniz sizi anlar mı? Anlamaz. Bir de sizinle dalga geçer. Niye? Çünkü görgüsü onu anlamaya müsait değil.
TELEGRAM daha ziyade Salih Mirzabeyoğlu ile konuşulmaya başlandı. Özellikle kendisine uygulanmasının sebebi nedir? Bir de şikâyetlerini soracağız…
Hem Salih Bey’in hem de bizim en büyük şikâyetlerimizden birisi de; meseleye psikiyatr edâsıyla yaklaşılıp, “evet, şikâyetiniz nedir?” denilmesidir. İşkence burada başlıyor. Zira en büyük işkence; işkencenin bildik ve hâkim isbat mantığıyla isbatlanamaması, işkenceye muhatab kalan şahsın meseleyi ifade edememesi ve en nihayetinde kendi içinde boğulmasıdır. TELEGRAM’ın birçok çeşidi var. İsbatı en zor ve dolayısıyla en garanti ve fakat en pahalı usûl, elektromanyetik dalgalarla yapılanıdır. İlaçla yahud başka usûlle yapılanın isbatı nisbeten daha mümkün. Alaattin Çakıcı’nın “bana mektub geliyordu, adamıma açtırıyordum, bir gün yine bir mektub geldi, adamım açtı ve öldü.” beyanındaki sözlerini ve bu sözlerin üzerine gidilmesi gerekirken niçin üstünün örtülmek istendiğini bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Elektromanyetik dalgalarla yapılan işkenceyi bildik ve hâkim isbat mantığıyla isbatlamak pek mümkün değil. Zira diyalog en basitinden şöyle gelişecektir: Şikayetin nedir? Derdini anlat… İşte şöyle oluyor, böyle oluyor… İsbatlayabilir misin? Psikolojik sıkıntılarından dolayı böyle söylüyor olabilir misin? Malûm hapishane şartları insana sıkıntı verir, psikolojisini bozar… Kişinin dili döner ve meseleyi ifade ederse söylemesi gereken şudur: Bahsettiğim elektirikî dalgaları elimle tutup size gösteremem ya, nasıl bir isbat istiyorsunuz?
Kendi içinde boğmak…
Aynen… TELEGRAM’cıların mantığı şu: İşkence nasıl olsa isbatlanamaz. İşkenceye muhatab kalan ısrarla meseleye dikkat çekerse kestirmeden ‘majör depresyon’ teşhisi konulur, alttan alta da ‘kafayı sıyırmış.’ düşüncesi zerkedilir. Majör depresyon teşhisinde bulunan doktor bile meseleyi izah etmeye kalkan hastasını daha ilk cümlesiyle boğar: “Siz böyle bir şeyin olabileceğine gerçekten inanıyor musunuz?” Bu söze muhatab kalan kişi eğer Salih Mirzabeyoğlu değilse, yaşadıklarını anlamlandıramaz, kendinden iyice şübheye düşer ve işkenceden maksat hâsıl olur: İşkence katlanarak artar, insanın iradesi esir alınır, kişinin en başta kendisine, daha sonra ailesine ve tedricen çevresine yabancılaşması sağlanır.
Fizikî tezahürleri nedir?
İşkence aynı zamanda fizikîdir de. İnsandaki arazın, hastalığın ortaya çıkarılması suretiyle gerçekleşiyor bu saldırılar. Salih Bey’in kendi kendine tesbit ettiği bu hâdiseyi, Cerrahpaşa Tıb Fakültesi’nden bir profesöre anlattığımızda Salih Bey’i doğrulamış ve “bir noktaya teksif edilen elektro-manyetik dalgalarla o bölgedeki rahatsızlık azdırılabilir, belli yerler bloke edilebilir” demiştir.
Akla hayale gelmedik ahlâksızca ifade ve görüntülerden, vurma, yakma, bloke etme, kaşıntı verme şeklinde gerçekleşen fizikî saldırılara kadar işkencenin her türlüsünü yaşayan Salih Mirzabeyoğlu’nun günlerce uyumadığı da oluyor. Uyuyabildiği dönemlerde de fizikî olarak tazyik sürüyor, uyku ile uyanıklık arasında bir hâlle karşılıklı cedelleşme devam ediyor. ‘Deliksiz ve rahat’ bir şekilde 2 saatlik uykunun ardından ‘tamam, bu kadar yeter!’ denilerek yine uyandırılıyor. Gerek görüntülü ve gerekse fizikî saldırı en çok da namazda yapılıyor. Akla hayale gelmedik ahlâksızca ifadeler, küfürler Salih Bey namaz kılarken ediliyor, yine aynı nisbette ahlâksızca görüntüler namaz kılma esnasında veriliyor. Öyle ki namazın bozulduğu dahi oluyor.
Dehşet verici…
İşkence türlü türlü… Mevzuunda ihtisas sahibi olanların da teyid ettiği türden usûller:
Her insanın kendine has bir elektriği var. Sevinçli, hüzünlü, sinirli… Her hâlde değişen bu elektriğin/enerjinin tesbit edilmesi ve daha sonradan insana giydirilmesi…
Yâni?
Şöyle… İnsanın hüzünlü ânında tesbit edilen elektrik, başka ve farklı bir ânında yine kendisine veriliyor. Ve insan meselâ hiç de hüzünlü değilse bile birden hüzünlü bir hâle bürünüyor. Salih Mirzabeyoğlu’na sıklıkla yapılmak istenenlerden biri de budur. Meselâ telefon görüşmesi yaparken ve hiç de hüzünlü bir hâli yokken yapılan saldırı ile hüzünlü bir hâle sokulmaya çalışılıyor. Bu, en ‘masum’ saldırı… Gerek suretine ve gerekse bedenine yapılan bunun gibi nice saldırıdan haberdar olduğu için Salih Mirzabeyoğlu mukavemet edebiliyor. Mukavemet edemezse işkencenin tezahürü belli: Durup dururken ağlamalar, yahud gülmeler, yahud sinirlenmeler… Hiçbir saldırının olmadığı ve insanın kendi hâlini kritik ederken düştüğü çelişkiler… Bu çelişkilerle birlikte kendi benine yabancılaşma… Akla-hayale gelmedik ve ancak ensest çocuklarının yapabileceği türden ahlâksızca saldırılarla meydana gelen düşünceleri kendi ‘ben’inden zannetme… Bu düşüncenin hâsıl olması ile birlikte yaşananlardan kendini mes’ûl tutma ve ardından kendinden iğrenme… Ve işkenceciler açısından mesud netice: Kendi benine, ardından aileye, ardından çevreye yabancılaşma… Herkese ve her şeye, en başta da kendi benine yabancılaşan mağdurun bütün bu süreçte iradesinin teslim alınıp, istenildiği gibi sevk ve idare edilir hâle gelmesi, güdülmeye teşne bir nesne olması…
Eğer bu uygulama varsa…
Var olduğu için konuşuyoruz…
Bir ihtiyat payı bırakarak konuşmak durumundayım. Bu tip işkencelerden kimlerin haberi var?
Kasdettiğiniz, devlet yetkilileriyse; durum her türlü vahim. Zira; yetkililerin haberi yoksa, kendi sorumluluk alanında yaşanan bir hâdiseden haberdar olmadıkları için sorumludurlar. Şayet haberleri varsa ve buna rağmen bir şey yapmıyorlarsa yine sorumludurlar.
‘YILLARDIR ŞİİR YAZAMIYOR’
Sonuçta Mirzabeyoğlu Müslüman ve İslâmî bir ideolojiyi savunduğunu söylüyor. Peki neden bu durum İslâmcı çevrelerce hiç gündeme getirilmiyor?
Söylediğiniz doğru… Salih Bey, Müslüman ve İslâmî bir dünya görüşünü teklif eden bir fikir adamı. Bu teklif, bir kesime değil, herkesedir. Unutulmasın ki; Salih Mirzabeyoğlu bir fikir adamıdır. Cezaevine konulduğunda 41 eseri vardı. Çok kısaca ve kabaca anlattığım süreçte her şeye rağmen 15 tane daha eser verdi… Konuşmaya buradan başlayalım: 55- 56 eserin altında imzası olan bir fikir adamı niçin cezaevindedir? Kim, hangi mantıkla kendisini mahkûm etmiştir? Ve bu haksızlık karşısında niçin ısrarlı bir suskunluk sözkonusudur? Biz, Dreyfus’u Emile Zola’dan tanıyoruz. Siz de biliyorsunuz ki; ‘entellektüel’ kelimesi, hak edilmesi gereken bir sıfat olarak Dreyfus davasından sonra kullanılmaya başlanmıştır. Buradan da anlamak gerekir ki; bir aydını aydın yapan, haksızlığa karşı takındığı tavırdır. 12 Şubat 2010’da yaptığımız avukat görüşünde kendisi; “Ben yıllardır şiir yazamıyorum. Bu durum, bu dilden anlayan kimseye birçok şey söylemeli.” demişti. Her şeye rağmen fikir imâl etmekte ısrar eden ve 56 tane eser yazan bir fikir adamı, maruz kaldığı işkenceden dolayı yıllardır şiir yazamıyor! Bilirsiniz, II.Dünya Savaşı’nda, Polonya’da, Auschwitz’de yaşananlardan sonra Adorno, “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır” demişti… Türkiye’de bu dilden, böylesine bir hassasiyetten anlayacak namuslu aydın sayısı maalesef çok değil. Salih Bey’in yaşadıkları karşısında vicdanların çatlaması gerekmez mi? Bu haksızlığı dile getirmek için kim neyi bekliyor, inanın biliyor değiliz.
KAYNAK: Habertaraf İnternet Sitesi [http://www.habertaraf.com/haber/24881.html (9 Mart 2010)]