Bir sufî inkılâpçı; Necip Fazıl… İslâm Tasavvufu yolunda Büyük Kapıdaki büyük velilerden birinin, «Altun Silsile»nin 33. mânâ kahramanı Abdulhakîm Arvasî Hazretlerinin kanatları altına sığınan ve hakiki şâir hüviyetine, bu yolda, kaynayan çile kazanında bürünen şahsiyet… “Yol” belli…
Nefsinin gürültüsünden sağır olmuş kulaklara hakikati nidâ eden, gözlerine inmiş perdeyi kaldırarak gidilecek yolu gösteren, niye yaratıldığını hatırlatıp varoluş bunalımına bir anlam kazandıran büyük nûr huzmelerinin çepeçevre sardığı, köşelerde nöbet tuttuğu ihtişamlı yol… Tasavvuf… Mânâ kahramanlarının kılavuzluk ettiği Bâtın yolu…
Tasavvuf: Bâtın yolu: 576… Safvet: Sâfilik, temizlik, pâklık: 576… Şuur: Anlayış, idrâk, “KENDİ VARLIĞINDAN HABERİ OLMA”… Tasavvuf, kendi varlığından, varoluş sebebinden, yaratılış gayesinden hakikatler şakıyan, geçilmesi zor, sarp ve dolambaçlı yol…
Tasavvufun ne olduğundan haber veren büyük mânâ kahramanı Beyazıd-ı Bestami Hazretlerinin, mübarek ağızlarından dökülen şu sözler;
“Nefsi kulluk alanına almak, kalbi Allah’a bağlamak, güzel olan her huyu uygulamak, tümüyle Allah’a nazar etmek, hizmet ve gayret kemeri kuşanmak ve bedeni disiplin altına almaktır.”
Sofîler ise “yol”dakiler… Mutasavvıflar… Mutasavvıf: Tasavvufla uğraşan: 616… Rü’yet: Göz ile veya kalb gözü ile görmek: 616…
Ebu’l Hasen Harkaanî Hazretleri; “Sofî, gündüzün güneşe, geceleyin ay ve yıldıza ihtiyacı olmayandır. Sofîlik, varlığa ihtiyacı olmayan yokluktur.” (1)
Sofî, görmek için göze ihtiyaç duymayan, kalb gözü ile gören…
Engelleri aşarak, ruhunda taht kuran putları birer birer devirerek, varoluş ızdırabını, cımbızla derisinin tek tek kopartılmasından daha büyük bir acıyla hissederek mertebeleri bir bir yürümek… Seyri sülûk… İnsan; selim bir fıtrat üzere yaratılan… Ancak ruh nefsle birleşince onda kötü istekler doğmuş ve o saf fıtrattan uzaklaşmış… Sâlik yaratılışındaki altın gibi saf o fıtrata geri dönmek için her türlü imtihana, ilâhî terbiyeye tâbi tutulan…
Seyri Sülûk, kötü hâlden iyi hâle, kötü ahlâktan iyi ahlâka, masiva’dan mavera’ya urûc etme… Yaradan’ın ahlâkıyla ahlaklanmak ve böylece vuslata ermek gâyesiyle, bir Kâmil Mürşid’in yardımıyla, yol’a çıkma…
Sâlik: Bir yolda giden. Bir tarikat yolunda olan: 111… Esenn: Acı ve sızıdan inleyiş: 111… Simya: Adi madenin altuna çevrilmesine uğraşan çalışma: 111… (Sâf fıtrata geri dönüş?..)
Necip Fazıl’ı “Kaldırımlar” şairinden “Çile” şairine inkılâb ettiren, “gâibi kurcalayan adam” hüviyetine sahip olmasına vesile olan yürüyüş… Haddimizi bilerek zannımız şu ki; yaşanan Üstad’ın seyri sülûku…
Necip Fazıl, çocukluğundan itibaren içinde bulunduğu ruh buhranının farkında, fakat bir anlam verememekte… Anlamın olmadığı yerde, istikamet de yok… İbda Mimarı’ndan öğrendiğimiz veçhile; “Aradığının ne olduğunu bilmeyen, bulduğunun da ne olduğunu bilmez.” …
Bir bakışla yangın yerine dönen bir kalb var, lâkin o bir şey arıyor ama aradığı şeyin ne olduğu şimdilik meçhul… Müthiş bir kafa, ruhunda beliren her şeyi tüm adalelerinde kuvvetli bir şekilde hissetmesine sebep olan fevkalâde derin bir anlayış… Ancak, “öz”üne yabancılaşmış… Tâ ki kurtarıcısını bulana dek… Kurtarıcısı Sultanını bulduğu ânda seyri sülûku başlar… Yine tarifi imkânsız, yola girilmeden anlaşılması muhâl çileler ancak bu sefer bir anlamı var… Yüce bir anlam… Sır! Kendi sırrı peşinde ŞAİR…
Çile şiirinin her harfine nakşettiği “Ben Kimim?” sorusuna cevap arama mücadelesi… Bu hâli şöyle ifade eder Üstad;
“Gâiblerden bir ses geldi: Bu adam /Gezdirsin boşluğu ense kökünde/ Ve uçtu tepemden birdenbire dam/ Gök devrildi, künde üstüne künde…”
Mânâ ikliminden gelen bir nidâ ile seyri sülûk’a davet… Eşref-i mahlûkat olarak yaratıldığını ve vazifesini ifâ etmesi gerektiğini kulaklarına haykıran bir çığlık… Öyle bir çığlık ki, nice büyük oluşlara gebe… Öyle bir çığlık ki, tüm varlığı gözünün önünden sildiren; gördüğü, duyduğu, dokunduğu her şeyi birer birer yok eden, “yok” olduğunu ihtar eden, ancak O’nunla var olabileceğini müjdeleyen… İşte başlıyor Üstad’ın çilesi ve var olma mücadelesi…
Şeyh’ül Ekber İbnî Ârabi Hazretleri; “Var mısın ki, yok olmaktan korkuyorsun?”!..
“O’nun ayetlerinden biri de gece ve gündüz uykunuzdur.” ayeti kerimesi… Gündüz uykusu?..
Yaşarken aslında uykuda olmak… Uykuda ve bir rüyâ hâlinde… Bu yüzden te’vile muhtaç… Öyle bir ses ki gelen, uykudan uyandıran… Zâhirde değil; Bâtında uyandıran… Rüyâdan uyanmakla ayaklar altından kayan yer ve devrilen gök… “Hakikat”e uyanmak!..
“Yola girmek isteyen, tam bir iç ve dış temizliği içinde, Büyük Kapı’nın bekçileri «Altun Silsile» kahramanlarına yönelecek ve yalvaracak:
-Beni de bağlılarınızın, hesabı görülmüşlerinizin arasına alın!
Kim bilir nasıl; dağları ve kayaları eritici bir yangınla içi kavrularak yalvaracak…” (2)
Gâiblerden gelen ses ile O “bağlılardan, hesabı görülmüşlerden”… Mısralar artar da; denizler durulmaz dalgalanmadan. Âşık, aşk delisi olmadan maşuka selam duracak, ne mümkün!..
“Pencereye koştum: Kızıl kıyamet!/Dediklerin çıktı, ihtiyar bacı! /Sonsuzluk, elinde bir mavi tülbent/Ok çekti yukardan, üstüme avcı.”
Öyle bir hâl var ki dışarıda… Âlemde her şey bir yöne doğru yürüyor; kimse yanındakinin farkında değil… Âlem yürüyor!.. Çoğu nereye yürüdüğünün farkında değil… Ağlayana neden ağladığını soran yok… Arayana ne aradığını soran yok!.. Kelimelerin bir anlamı yok; kalbi sökülmüş çağın cesetleşmiş kelimeleri, yetmiyor anlatmaya dertleri!.. Ağlayan bebeklerin sesleri gökyüzünde yankılanıyor; sağır olmuş kulakların gönlünde duyulmuyor!.. Öyle bir hâl ki; KIZIL KIYAMET!.. Âlem, yana yakıla Kurtarıcısı’nı arıyor!..
Bir de “ölmeden evvel ölme” hakikatini her zerreciğinde yaşayan kişinin hâli… Kızıl kıyamet, BÜYÜK KIYAMET… Her ân yok oluş, MUTLAK BİR’de fâni oluş… Kılavuzsuz gidilemeyen bu yolda O’na ışık; Mavi tülbent-Üç ışıkla süslenen bayrak, işaret, iz!..
“Ateşten zehrini tattım bu okun/ Bir anda kül etti can elmasımı/Sanki burnum, değdi burnuna ‘yok’un / Kustum, öz ağzımdan kafatasımı.”
Manevî yürüyüşünde nefsi ile olan mücadelesinin O’nda sebep olduğu zindan… Ruhunun en derinine saplanan bir okla gerçeğe uyanışı ancak O’nu tekrar uyutmak isteyen nefsin sesini duymamak için sağa sola koşuşu… Her türlü dünyevî alâkalardan sıyrılma… Öyle bir inceliş ki, “can elması” bir anda kül…” (…)Süryanice, D’LO BUSORO METHAŞBONUTO-Mutlak Fikir: 1540=541: QASTURONUTO-Süryanice, “idam”. Can tende emanet. (…)” (3)
O, “vazife verilenlerden”… Bu yüzden, kendi canından ziyade muhabbet beslediklerinin canı daha kıymetli… Muhabbet besledikleri ise, “Büyük Doğu” ideâlini ruhlarında yeşertmek istediği gençler…
“Dediler: Bir gece Hoca Bâki’nin acısı vardı. Uyuyamadı. Ben de onun acısı yüzünden uyuyamadım. Alâkalı olduğu insanın acısından ıstırap duymayan insan, son derece katı ve kabadır. Bu yolda olanlara gerektir ki, canlılardan hangisine bir ıstırap gelse, aynını kendi çekecek kadar incelmiş olsun… Bir kere merkebi öyle dövmüşler ki, sağrısından kan gelmiş. Bir de bakmışlar ki, orada bulunan Beyazıd-ı Bestamî Hazretlerinin baldırlarından da kan iniyor.” (4)
“Ensemin önünde bir demir balyoz / Kapandım yatağa son çare diye/Bir kanlı şafakta, bana çil horoz /Yepyeni bir dünya etti hediye.”
İbda Mimarı’nın “Furkan-Lûgat-ı Sâlihûn” isimli eserinden, tedâîlerle;
Balyoz: 56… Müjde: Sevinç haberi: 56… Kastalanî: Ok atmak. Şafak kızıllığı: 260… Ka’s: Ölüm, mevt: 260… Ats: Aksırık, Şafak sökme: 139… Avabis: Müthiş, çetin günler: 139…
Gecenin karanlığında O’na derinliğine ve genişliğine her oluşta ideâlinin yeşereceğini müjdeleyen bir ses… Zahmet çekilmeden, rahmet yok… Doğacak olan şafak, yeni bir dünya, yaşanabilir bir dünyanın habercisi… Ancak kanlı şafak… Çetin günlerden sebat ve sabırla geçilmeli ki, nûr her yere ve her şeye nüfuz etsin… “Allah, nurunu tamamlayacaktır.”… Şafağı bekleyen, kanlı şafağa da hazırlıklı olmalı…
“Niçin küçülüyor eşya uzakta?/ Gözsüz görüyorum rüyada, nasıl?/ Zamanın raksı ne, bir yuvarlakta?/ Sonum varmış, onu öğrensem asıl?”
Yaratılan her şeyde bir mânâ arayışı… Dünyevîleşen insanın koşuşturmacaları arasında farketmediği, olağan gibi gördüğü, olağanüstü hakikatleri “anlar gibi olmak” çabası… Zaman da kader gibi sırlardan bir sır… O’nun seyrinde, sırlar âlemine akan bir ruh…
Dünya hayatı da aslında bir rüyaysa, gözsüz görmek rüyada?… Görmek için göze ihtiyaç duymayan, ruhuna akan, akıtılan ilhâmlarla sezen Şâir…
İbda Mimarı’nın “Furkan-Lûgat-ı Sâlihûn” isimli eserine müracaat ettiğimizde;
Şair: 571… Şari’: Şeriatı meydana koyan: 571… Büyücü: 710… Cezbe: İstiğrak: 710… Müterekkin: Mânen kuvvet bulan: 710…
Şair; büyücü, mütefekkir, meçhulü veren adam, rüyâ tabircisi… Yaşadığı çağın nabzını yakalayan, çağının gördüğü rüyayı tabir eden mütefekkir…
“Yalvardım: Gösterin bilmeceme yol!/ Ey yedinci kat gök, esrarını aç!/ Annemin duası, düş de perde ol!/ Bir asâ kes bana, ihtiyar ağaç!”
Musa: 116… Asasıyla denizi ikiye bölen ve ümmetini zalim Firavun’un zulmünden kurtaran Musa Peygamber (AS)… Asâ, kurtuluş vesilesi… İslâm Tasavvufu ve Batı Tefekkürü arasında kanat geren “Büyük Doğu” kurtuluş reçetesi… O, güneşi cebinde unuttuğu için karanlıkta kalan ruhları aydınlatacak vesileyi aramakta…
“Benim yanıma bugüne kadar hep budala hayranlık tavrı gösterenlerden başka kimse gelmedi… İş yok!.. Benim için bana karşı gelecek, arkamdan kavgamı yapacak, fikrini ileriye sürecek… Başımı dizlerine koyup yatarken, sırtımdan emin olabileceğim bir dost… Çok şükür buldum!”
“Elime bir genç geçti, pir geçti; kendi geldi! İnşallah seni ben yetiştireceğim!”
İbda Mimarı’nın “Furkan-Lûgat-ı Sâlihûn” isimli eserinden iktibasla;
Mirzabeyoğlu: 1302… Basir: Basiret sahibi, anlayışlı olan. Kalb gözü ile gören: 302… Mirzabeyoğlu: 1312… Muabbir: Rüyâ tabir eden. Görülen rüyâlardan mânâ çıkaran: 312… Mirzabeyoğlu: 322… Kariha: Fikir kabiliyeti. Zihin kudreti. Düşünme istidadı. Her şeyin evveli. Kuyudan çıkarılan ilk su: 323: 1322… Mürcif: zelzele: 323:1322… Tilki Günlüğü!..
“Ufuk bir tilkidir, kaçak ve kurnaz; / Yollar bir yumaktır, uzun, dolaşık, / Her gece rüyamı yazan sihirbaz,/ Tutuyor önümde bir mavi ışık.”
Ufuk; ulaşılmak istenen yer… Gâye, Allah Sevgilisine indirilen ve ceplerde unutulan Güneş’i, İslâm dinini her sahada dalgalandırmak… Gâye, anlayışı yenilemek… Gâye, Mutlak Hakikate ulaşmak… “Ufuk ile Hafiye” Mirzabeyoğlu’nun Tilki Günlüğü adlı eserinin alt başlığı. Teşbih; Mirzabeyoğlu Günlüğü.
“Furkan-Lûgat-ı Sâlihûn”dan, tedâîlerle;
Vavi: Vav harfine mensub. Tilki: 23… Ahyed: Allah Sevgilisi’nin Tevrat’taki bir ismi: 23… Heytal: Tilki: 54… Mahv: Beşerî noksanlıklardan kurtulma hâli: 54… Rubah: Tilki, kurnaz: 214… Dürud: Dua, medih, tahiyye, selâm: 214… Selâm… İSLÂM…
Ulaşılması arzulanan gâye için durmadan aramak, aradıkça bulmak ama her defasında bulamadığını fark etmek… Nefse soluklanma payı vermeden aramaya devam etmek… “Doğsun Büyük Doğu, benden doğarak…” “Büyük Doğu”, ufuk için bir vâsıta!..
Efsa: Sihirbaz. İnsanı teshir edici:142…
“(…)Kürtçe, Hişin-Mavi Renk. “Kelime-i Tevhid nurundandır.(…)” (5)
“Lûgat isim ver bana halimden/…/ Aynalar, söyleyin bana, ben kimim?”
Ayna; mü’min, Mürşid… “Mü’min, mü’min’in aynasıdır”…
“… Bir rivâyette şöyle denilir: ‘iman müminin kalbinde bereketlenirken mümin ancak bir müminle bereketlenir.’ Çünkü mümin için diğer mümin birbirini tutan binanın tuğlaları mesabesindedir. Duvar tuğlaların birbirine eklenmesiyle güçlenip inşa edilirken mümin de diğer müminlerin vasıtasıyla yücelir. Bu itibarla el-Mü’min Allah’ın isimlerindendir.” (6)
Diğer müminlerin vasıtasıyla yücelen mümin… Mürşidinin yardımıyla ilâhî terbiyesinin mertebelerini bir bir aşan sâlik… “Ben kimim diye sormak; ölüm nedir diye sormakla birdir” hakikati… “Kendini bilen, Rabbini bilir” düsturu…
“Akrep, nokta nokta ruhumu sokmuş/Mevsimden mevsime girdim böylece/Gördüm ki, ateşte, cımbızda yokmuş/ Fikir çilesinden büyük işkence”
Fuzûli’den bir beyt; “Akreb mehn-i münire vatandır dedim- Dedi vehmeyle ki hatarlı kıranundur senin!”
Mehn-i münir: parlak ay… Vehim: vesvese, suya dalmak… Kıran: Birleşme, yıldız birleşmesi…
Mehtaplı gecelerde akrebin zehrinin çoğalması… İki yıldız, kıran hâlindeyken, tesirler yönünden hâkim olana göre, sa’d (uğurlu) veya nuhs (uğursuz) telâkki edilmesi… Akreb burcu ay ile kıran hâlinde iken, kırân-ı nuhseyn…
Seyri sülûkunda ilerleyen Üstad’ın, mertebeleri aştıkça, müşahedeleri arttıkça, hakikat kapısının gıcırtısı duyuldukça ruhunda ışıyan nûr… Dolunay’dan daha aydınlık, parlak, daha büyük bir nûr… Üstad’ın ruhunun derinliklerinde ay doğmakta… Dolunay varsa gecede, akreb daha habîs… Üstad’ın içinde doğan ay, akreblerin azmini arttırmakta… Akreb, tehlikeli; nefs, daha tehlikeli… Akreb burcu ay’da olduğu vakit artan fitne, sıkıntılar, üzüntüler… Üstad’ın maneviyatında ay yükseldikçe, nefsi karanlığa boğmak için uğraşmakta… “Tohum çatlarken ve hayvan doğururken, belli başlı bir oluş çilesi içindedir. Kaldı ki insan…” Kurtarıcısı Efendisi’yle karşılaşana dek öğrendiği bütün gerçeklerin, yaşadığı hayattaki değerlerin O’nunla birlikte tepetaklak olması… Bütün sahte oluş ve duyuşların bir ânda farkına varması ve hepsinin birden karşısına dikileceği günler için bir yürüyüşün başlaması… “Benim Efendim! Çocukluğumda ve ilk gençliğimde, masal gibi bir rüya ikliminden topladığım karanlık ve karışık haberlerin, apaydınlık ve dümdüz gerçeğini bana sen verdin…” (7) Öğrenilen her yeni hakikatle birlikte, kalbine ilham olunan her bir sırla birlikte, yeni bir oluşa memur ve mecbur olunduğunu kuvvetle hissetmesi… Bu hissin kudretiyle, kurtuluş reçetesi olacak FİKRİN bütün ihtişamıyla görünmesi…
Furkan-Lûgat-ı Sâlihûn’dan tedâîlerle;
Beda’: Fikir, rey… ÇÖLE ÇIKMAK: 8… Üstad’ın fikir çilesi; çölde suya KANMAK!..
Tasavvufta su; marifet, ilâhi feyz, kâmil nefis, ruh-ı azam… Üstad, seyri sülûkunda MUTLAK BİR’de fâni olmuş, yolda olmayanların anlayamayacağı bir hâleti ruhiyede… BENliğini yok ettikçe açılan MARİFET KAPISI…
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri; “Kalblerin büyüklüğü aslında birdir; lâkin onlardaki marifetlerin büyüklüğü başka başka…” Kapı açıldıkça, çile de artmakta; O, bir nevî riyazette…
Alâeddin Attâr Hazretleri; “Riyazetten gâye, madde ve cismanî ilgilerden kesilip ruh ve hakikat âlemine geçit bulmaktır.”
“O günlerden 20 küsur yıl sonra; eteğine yapışmak saadetine ereceğim, mürşidim Abdulhakîm Arvasî Hazretleri’nin: -«Keşke bu kadar zeki olmasaydın!» buyuracağı 7-8 yaşlarındaki çocuk, işte o seri hastalıklar içinde, kendi kendine böbürlenişini değil, bir daha yakasını bırakmayacak olan belâ çapında hastalığını haber veriyordu.” … Fikir Çilesi!..
“Ben ki toz kanatlı bir kelebeğim/ Minicik gövdeme yüklü Kafdağı/ Bir zerreciğim ki, Arş’a gebeyim/ Dev sancılarımın budur kaynağı!”
İbda Mimarı’nın “Furkan-Lûgat-ı Sâlihûn” adlı eserinden iktibasla;
Pervane: Geceleri ışığın etrafında dönen kelebek. Haberci, kılavuz: 264… Sirac: Işık, fener, mum. Kandil. Güneş ve ay mânâsına: 264…
-Aşka uçma, kanatların yanar. (Sadi Şirazi)
-Aşka uçmadıktan sonra kanatlar neye yarar? (Hazreti Mevlâna)
-Aşka vardıktan sonra kanadı kim arar? (Yunus Emre)
Tırtılın kelebek olması; ikinci doğum… Kelebek, ölmeden önce nefsini hesaba çeken… Yaratılışındaki altın gibi saf fıtrata geri dönmek için ilahi terbiye altına giren Mürid, böylece bâtınında ikinci kez doğan… Yunus (as)’da fiilî olarak tecelli eden ikinci kez doğumu, maneviyatında yaşayan…
İnsan; zayıf… Fakat aynı zamanda “Ben âlemi insan, insanı da kendi marifetime ulaşsın diye yarattım” Kudsî Hadisine muhatab… Elbette ki “insan”dan kasıt; Allah’ın Sevgilisi… “Levlake levlak lema halaktül eflak”… “Sen olmasaydın, sen olmasaydın alemleri yaratmazdım”… O alemler ki, “O” yaşayacak diye var olmuş ve “O” yaşadı diye var olmaya devam etmekte… Gâye; Allah’ın Sevgilisi’nin gittiği yoldan MUTLAK BİR’e ulaşmak… Her insan, kâmil insan olmak memuriyetinde… Seyri sülûkunda Üstad, bu memuriyetin farkında… Her doğum bir sancıya gebe… Nihayetinde Allah çilesini çektirmediği nimeti vermez…
“Büyücü, büyücü ne bana hıncın?/Bu kükürtlü duman, nedir inimde?/Camdan keskin, kıldan ince kılıcın,/Bir zehirli kıymık gibi, beynimde.”
Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun “Furkan-Lûgat-ı Sâlihûn” adlı eserinden, tedâîlerle;
Cadu: Büyücü, cadı. Hortlak. Acuze. Çok güzel göz: 14… Ehva: Nefsin istek ve arzuları. Muhabbetler. Kastetmek: 14… Zev’ : Ölüm sebebiyle gelen sıkıntı, keder: 14… Iztırap: Acı, elem, sıkıntı, vesvese, azab: 1013: 14… Vehel: Vehim, kuruntu: 41… Habil: Sihirbaz. Büyücü. Kementle yakalanan canavar: 41… Gugird: Kükürt: 250.. Hamra: Çok kırmızı, kızıl renk. Şiddet ve meşakkatli geçen yıl. Şiddetle olan ölüm: 250…
Nefsin istek ve arzularına karşı şiddetli bir direniş… Ruhunu kapkaranlık kanatlarıyla sarıp ele geçirmek isteyen düşmana karşı koyuş… “Ölmeden önce ölmek” için, her zerreciğinde “şiddetli ölümü” tadış…
“Bir devre ki, hayatımda 1940, fırının ta yanına geldiğim halde kendimi o «nâr-ı beyzâ» girdabına atamıyorum; en küçük «cız» edişle irkilip arkamda bekleyen nefs zebellâhisinin kucağına düşüyorum. Ve boyuna gidip geliyorum, boyuna gidip geliyorum.” (8)
“Allah’ın sana gayenle çelişecek bir işle acı vermesi ve sıkıntı çektirmesi, sadece acıyı kaldırması için O’na dua etmeni irade etmesinden kaynaklanır.” (9)
“Nizam köpürüyor, med vakti deniz;/ Nizam köpürüyor, ta çenemde su./ Suda bir gizli yol, pırıltılı iz;/ Suda ezel fikri, ebed duygusu.”
Furkan-Lûgat-ı Sâlihûn’dan iktibasla;
Meyeh: Su, mâ:55… Tamme: Kıyamet vakti. Belâ. Keskin çığlık:55… Atme: Ateş kaynağı, krater: 55… Bine: Her nesnenin aslı ve kökü: 55…
“Suda ezel fikri ve ebed duygusu”… Fikir ve his… Zâhir ve Bâtın… İki büyük denizin birleşmesi… İki denizin birleştiği nokta; Hızır (as) ve Musa (as)’ın buluştuğu yer… Zahiri ve bâtıni ilimlerin kavuştuğu mekân… Niyazi Mısrî Hazretleri; “Bil ki ahiret yolcusuna iki ilim lâzımdır: zâhir ilim, bâtın ilim… Birinci ilim, aklın cehaletini giderir ama nefs-i emmârenin kibir, kendini beğenme, kin, hased gibi kötü sıfatlarını yeşertip artırır. İkinci ilim, nefs-i emmârenin sıfatlarını giderir. Ruhun affetme, eziyete tahammül, kötülük edene iyilik, herkesin iyiliğini istemek gibi sıfatlarını arttırır… Birinci ilim sadefleri kuvvetlendirir. İkinci ilim incileri semizleştirir ve onları sadeflerinden çıkarır. Eğer bu iki deniz birleşirse sahibi Macmau’l Bahreyn olur.” (10)
Üstad’ın maneviyatında iki büyük deniz birbirine doğru koşmakta…
“Benim avuçlarımdan süzülen, işte o kaynaktan aldığım sudur; ve bu suyun eğer bulanık bir tarafı varsa nefsime, nurâni özü de O’na aittir. Bugünün, yeşillikler ve pırıltılar içinde suyu arayan ceylân gençliği o pınara koşsun!” (11)
“Açıl susam açıl! Açıldı kapı;/Atlas sedirinde mâverâ dede./Yandı sırça saray, ilâhî yapı,/ Binbir âvizeyle uçsuz maddede”
“Aç bana Kapı’yı, artık aç! Allah’tan izin iste ve ardına kadar aç!.. Ebediyen köpeğin olarak kendi köpekliğimden çıkayım ve insan olayım… Allah izin verirse eğer, O Kapı’dan içeriye, topyekûn insanoğlunun; atom ve füze devrinde, inkâr ve ihtilâç asrında muhtaç olduğu fikir ve ruh hamulesini kervanlaştırıp geçireyim… Bu, senin papucunu silmekten daha değersiz bir hizmettir kapıya…” (12) Ve açıldı kapı!… Büyük Doğu- İbda Fikir Manzumesi?.. Derinliğine ve genişliğine ferd ve toplum meselelerinin hâlli davasında, “anlayışı yenileyerek”, kurtuluş reçetesini ruhlarda lif lif örgüleştirmek!..
“Kaçır beni âhenk, al beni birlik;/Artık barınamam gölge varlıkta./ Ver cüceye, onun olsun şairlik,/Şimdi gözüm, büyük sanatkârlıkta.”
Büyük sanatkârlık… Şiirlerinin her harfinde hakikati yaşamak, ruhlara merhem olacak bir yol aydınlatıcısı görevi görmek… Kelâm plânına döktüğü hakikatlerle, başka ruhları da “canlı kılma” keyfiyetinde olmak…
“Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök!/Heybem hayat dolu, deste ve yumak./Sen bütün dalların birleştiği kök;/ Biricik meselem, Sonsuza varmak…”
Nefse diz çöktürmek!.. Üstad’ın visâli!..
“Hayvanla üstün insan arasına gerilmiş/bir iptir insan/ tehlikeli bir geçiş/insanda büyük olan/bir köprü olmasıdır onun-bir gaye değil/sevilebilecek olan insanda/ bir karşıya geçiş/ bir fâni oluş!” (13)
Üstad’ın, köprü olma memuriyetinin bilincinde olarak bu “yol”a girmesi, zahmet ve belâlarla imtihan edilerek kapıların ona açılması ve fikirde, sanatta ve aksiyonda mutlu sona eriş!..
İstifade Edilen Kaynaklar
1-Necip Fazıl Kısakürek, Başbuğ Velîlerden 33, sh.42
2-Necip Fazıl Kısakürek, O ve Ben, sh.148
3-Baran Dergisi, Salih Mirzabeyoğlu, Ölüm Odası B Yedi – 341
4-Necip Fazıl Kısakürek, Başbuğ Velîlerden, sh.189
5-Baran Dergisi, Salih Mirzabeyoğlu, Ölüm Odası B Yedi- 340
6-İbni Arabi Hazretleri, Fütuhatı Mekkiyye, c.18, sh.160
7-Necip Fazıl Kısakürek, O ve Ben, sh. 256
8-Necip Fazıl Kısakürek, O ve Ben, sh.175
9-İbni Arabi Hazretleri, Fütuhatı Mekkiyye, c.16, sh. 48,
10-Niyazi Mısrî, Mevâidü’l İrfân, sh.105
11-Necip Fazıl Kısakürek, O ve Ben, sh. 257
12-Necip Fazıl Kısakürek, O ve Ben, sh. 255
13-Salih Mirzabeyoğlu, Münşeat
Aylık Dergisi 148. Sayı, Ocak 2017