Şişme Kozmolojisi
“Oluş”u, hareketi tetikleyen şeyin ne olduğu sorusu ilkçağ filozoflarından bu yana süregelmektedir ve her bir fikir, farklı bir “neden” öne sürmektedir. Miletos Okulu düşünürlerinden Thales, her şeyin kendisinden meydana geldiği ve yine kendisine döneceği şey’in, arkhe’nin SU olduğunu düşünmüştür. Hareketin nasıl meydana geldiği yani SU’dan tüm varolanların nasıl oluştuğu mevzuuna ise her şeyin ruhlarla, tanrılarla dolu olduğu şeklinde bir açıklama getirmiştir.
Yine Miletos Okulu düşünürlerinden olan Thales’in öğrencisi Anaksimandros’a göre, ilk sebep, arkhe “apeiron”dur. “Peiron” sözcüğü Yunanca “sınır” anlamına gelen “peras” sözcüğünden türemişken, “a” ön-eki ise, birlikte kullanıldığı sözcüğe olumsuz bir mânâ katmaktadır. Bu durumda Anaksimandros’un apeiron’u sınırsız, ezelî ve ebedî olan şey anlamına gelmektedir. Apeiron tüm karşıtları içinde barındırır ve bu yüzden de var olanların tüm özelliklerini içinde barındırmaktadır. Anaksimandros’a göre tüm varlıklar apeirondan ayrılarak, görünüşler alanında bir görünüş hâline gelirler. Bununla birlikte Anaksimandros da apeiron’dan varlıkların oluşumunu tetikleyen hareketin ne olduğu sorusuna yeterli bir cevap verememiştir.
“Oluşum” mefhumunu var eden şeyin ne olduğu sorusu insanlık tarihi kadar eskidir. Yakın geçmişten bu yana bu soruya cevap arayışları bazı fikirlerin ortaya çıkmasına da vesile olmuştur. Dünya’nın oluşmasını Big Bang (Büyük Patlama) Teorisiyle açıklayan bilim adamları, bu patlamayı tetikleyen şeyin ne olduğu sorusuna birtakım cevaplar öne sürmüşlerdir. Patlama neden gerçekleşti, bu “oluş”u tetikleyen şey neydi? Bunun sebebini açıklama çabalarından birinin meyvesi “şişme kozmolojisi” olmuştur. Şişme kozmolojisi kısaca şu şekilde tarif edilebilir; bildiğimiz yerçekimine nisbetle bir “yeritimi” mevzuu söz konusu ve bu itim gücüyle uzay dışarıya doğru genişliyor, büyüdükçe biriken enerji çok güçlü bir patlamayla salınıyor ve bu enerjinin maddeye dönüşümüyle yıldızlar, gezegenler, galaksiler dolayısıyla evrenimiz oluşmaya başlıyor. Bilim adamları bu enerjinin bir seferde kullanılıp tükenen bir enerji olmadığını ve uzayın farklı yerlerinde de bu tür patlamalar neticesinde başka evrenlerin de oluşma ihtimalini göz önünde bulunduruyorlar. Bu düşünce çoklu evrenler fikrinin bir dayanağı olarak görülüyor. Kozmik Enflasyon Kuramı (Şişme Kuramı)’nı 1980 yılında ilk ortaya atan bilim adamı, Massachusets Instıtute of Technology Fizik bölümünde Victor F. Weisskopf Fizik Profesörü ünvanını taşıyan Alan Guth’dır. Bu konu hakkında MIT News Dergisi’nin kendisiyle yaptığı röportaj aşağıdadır:
MIT: İlk olarak 1980 yılında öne sürdüğünüz kozmik enflasyon kuramını açıklayabilir misiniz?
A.G.: Genelde enflasyon kuramını Büyük Patlama’nın PATLAMA aşamasını açıklayan bir kuram olarak tanımlarım; açmak gerekirse, bu kuram evreni Büyük Patlama adını verdiğimiz muazzam genişleme evresine sürükleyen tetikleyici mekanizmaları açıklamaktadır. Orijinal hâliyle ise, Büyük Patlama kuramı hiçbir zaman söz konusu patlama evresiyle ilgili bir kuram olmadı. Neyin patladığı, neden patladığı ya da patlamadan önce neler olduğuyla ilgili hiçbir şey söylememekteydi.
Dolayısıyla, Büyük Patlama Kuramı’nın ortaya atıldığı ilk hâli, bu sorulardan çok patlamanın sonrasına dair açıklamalar getiriyordu. Bu kuram; hâlihazırda sıcak, yoğun ve muazzam bir oranda genişleyen evrenin genişledikçe nasıl soğuduğunu ve genişlemesinin kütle çekim kuvveti tarafından nasıl yavaşlatıldığını tarif ediyordu.
Enflasyon kuramı ise, evrenin ilk olarak genişlemeye başlamasının, kütle çekim kuvvetinin itici bir formu olan kütle itim kuvveti tarafından tetiklendiğini öne sürmektedir. Newton’a göre, kütle çekim mutlak olarak çekici bir kuvvettir, ancak bu durum hakkındaki anlayışımız Albert Einstein ve genel görelilik kuramının keşfiyle değişti. Genel görelilik, kütle çekimi bir kuvvet olmaktan ziyade uzay ve zamandaki bozulmalar olarak ele alır, dolayısıyla kütle itim olasılığına imkân tanır.
Modern parçacık kuramları, çok yüksek enerjilerde maddenin kütle itim ibda eden formlarının oluşması gerektiğini dikkatlice ortaya koyuyor. Enflasyon kuramı ise, yeni doğmuş evrenin en azından çok küçük bir parçasının bu gibi kütle itim yaratacak bir maddeyle dolu olduğunu öne sürer. Söz konusu bu bölgenin boyutları ilk hâliyle muhtemelen son derece küçük, 10-24 santimetre gibi düşük bir mertebede, yani bir protonun kapladığı alandan 100 milyar kere daha küçük. Ancak, son derece küçük olan bu bölge kütle itimin etkisiyle üstel (eksponansiyel) mertebede genişlemeye, her 10-37 saniyede bir hacmini ikiye katlamaya başladı. Evrenimizin günümüzdeki hâline ulaşabilmek için bu bölgenin en azından 80 kere hacmini ikiye katlamış olması gerekir ki, bu yaklaşık olarak boyutlarının 1 santimetre mertebesine ulaşmış olması demek oluyor. Bu sayıdan çok daha fazla hacmini ikiye katlamış olabilir, ancak en azından bu sayı gereklidir.
Böyle bir üstel (eksponansiyel) genişleme dönemi sırasında var olan sıradan maddenin giderek seyrekleşmesi, yoğunluğunun neredeyse hiçliğe varacak kadar azalmaya başlaması beklenirdi. Ancak, bizim durumumuzda çok daha farklı bir davranış gözlemliyoruz. İçinde bulunduğu uzay ne kadar genişlerse genişlesin, kütle itim etkisi yaratan bu madde aslında her daim sabit bir yoğunlukta kalmaktaydı! Bu durum her ne kadar bariz bir biçimde enerji korunumu yasasının ihlaliymiş gibi görünse de, esasında kusursuz olarak tutarlı bir durumdur.
Bu garip durum aslında kütle çekimin özgün bir özelliğine dayanmaktadır: Kütle çekim alanlarının enerjisi negatiftir! Evrenin kütle itim yaratan maddeyle dolu olan parçası sabit bir yoğunlukta genişlemeyi sürdürdükçe, madde formunda sürekli olarak pozitif enerji oluşturuluyordu. Aynı zamanda da, mevcut kütle çekimsel alanlar vasıtasıyla negatif enerji de oluşturulmaktaydı. Dolayısıyla, toplam enerji olması gerektiği gibi sabit kalmıştır ve bu yüzden de miktarı düşük bir mertebededir.
Esasen, evrenin toplam enerjisinin tam olarak sıfır olması da mümkündür ki, bu durumda madde formundaki pozitif enerji ile kütle çekim alanı formundaki negatif enerji birbirini dengelemektedir. Her zaman söylediğim gibi, evren aslında bedava bir öğlen yemeği gibidir. Çünkü evrenin oluşabilmesi için aslında herhangi bir enerji gerekmemektedir.
Kütle itim yaratan madde bir noktadan sonra kararsız duruma geleceği için bir süre sonra enflasyon evresi sona erdi. Daha sonra bu maddeler sıradan madde parçacıklarına bozunacak ve o andan itibaren bilindik evrenimizi, alışılagelmiş Büyük Patlama kuramının başlangıcını oluşturan sıcak ve yoğun madde-enerji çorbasını meydana getirecekti. İşte tam olarak bu noktada kütle itim sona ermiş oldu, fakat evren milyarlarca yıl boyunca genişlemesini sürdürdü. Şu hâlde, evrenin doğum anından sonra gerçekleştiği şüphesiz olsa da, enflasyon döneminin kozmologların Büyük Patlama adını verdikleri dönemin öncesine tekabül ettiğini söylememiz mümkündür.
(…)
MIT: Peki, bu hafta duyurulan yeni sonuçlar nelerdir, enflasyon kuramına hangi kritik katkılarda bulunmaktadırlar?
A.G.: Enflasyon evresindeki muazzam genişlemeden dolayı oluşan genleşme etkisi büyük ölçekte düzensiz yapıları daha düzenli hâle getirme eğilimi gösterir ki, bu kozmoloji için oldukça iyidir. Keza, patlama evresi geçirmiş bir evren muhtemelen oldukça dağınık ve gözenekli bir hâlde olacaktır. Kozmik Mikrodalga Arkaplan Işınımı gözlemlerinden görüldüğü kadarıyla da evren buna uygun olarak ilk anlarında oldukça homojen bir yapı göstermekteydi, öyle ki yoğunluk 100000’de 1 derecesinde farklılık payıyla evrenin her yerinde aynıydı.
Maddenin evrendeki dağılımında var olan söz konusu bu çok küçük farklılıklar, kütle çekimin de etkisiyle daha da derinleşmeye başladı. Öyle ki, yoğunluğun biraz fazla olduğu bölgelerde daha güçlü bir kütle çekim alanı oluştuğundan dolayı bu bölgelere daha çok madde çekildi ve bu o bölgedeki kütle çekim alanını daha da kuvvetlendirdi. Topaklanan bu maddelerin herhangi bir yapı oluşturabilmesi için, görüldüğü üzere enflasyon evresinin sonunda maddenin uzayda dağılımında az da olsa yoğunluk farklılıkları olması gerekmektedir.
Enflasyon modellerinde, daha sonra maddenin topaklanarak yıldızları, galaksileri ve evrenin genel yapısını oluşturmasına ön ayak olan bu yoğunluk farklılıkları kuantum kuramına atfedilir. Kuantum Alan Kuramı, çok küçük skalalarda her şeyin oldukça çalkantılı bir durumda olduğunu öne sürer. Eğer yeterince güçlü bir büyütecimiz olsaydı ve onunla boşluğu gözlemleseydik, boşluk olarak tasvir ettiğimiz uzayın o kadar da boş olmadığını görürdük. Mevcut elektrik ve manyetik alanların şiddetli bir biçimde dalgalandığına, hattâ elektron ve pozitron çiftlerinin boşlukta birden meydana gelip aniden yok olduklarına tanık olurduk. Enflasyon dönemi ise, yarattığı muazzam genişleme etkisi ile boşluktaki bu kuantum dalgalanmalarını gözle görülür ölçeklere taşıyan bir faktör oldu.
Kozmik mikrodalga arkaplan ışınımındaki sıcaklık farklılıkları ilk olarak 1992 yılında COBE uydusu tarafından ölçüldü ve ölçüldüğü günden bu yana gerçekleştirilen yer, balon ve uydu bazlı deneylerle ölçümler çok daha hassas bir biçimde tekrarlandı. Bu ölçümlerin tümü enflasyon kuramının öngörüleriyle uyum içerisindeydi. Ancak, yine de bu ölçümler enflasyonun kanıtı olarak genelde kabul görmedi, zira bu sıcaklık farklılıklarına yol açabilecek tek etmenin enflasyon olduğu belirsizdi.
Bununla birlikte, hatırlatmak gerekirse enflasyonun genişletme etkisi aynı zamanda uzayın geometrisine de etki eder. Uzay, genel görelilik kuramına göre esnek kabul edilir, sıkıştırılabilir, uzatılabilir, hattâ bükülebilir bile. Aynı zamanda uzay geometrisi küçük skalalarda kuantum etkileşimlerinden dolayı dalgalanmalar gösterir ve enflasyon bu dalgalanmaları genişleterek evrenin ilk anlarında kütle çekim dalgaları oluşturmuştur.
John Kovac ve BICEP2 grubu tarafından yayınlanan yeni sonuçlar ise bu kütle çekim dalgalarının yüksek bir doğruluk payıyla ölçümüne dayanmakta. Ölçümleri yapan grup doğrudan kütle çekim dalgalarını gözlemlemedi, ancak bunun yerine gökyüzünün belli bölgelerinde kozmik mikrodalga arkaplan ışınımının oldukça detaylı bir polarizasyon haritasını çıkardılar. Gözlemledikleri şey polarizasyon haritasında yer alan “B modu” adını verdikleri türbülans desenleriydi ki, bu desenler yalnızca evrenin ilk anlarındaki kütle çekim dalgaları veya modern evrendeki mevcut maddenin yol açtığı kütle çekimsel mercek etkisiyle oluşabilirdi. Ancak, evrenin ilk anlarında oluşan kütle çekim dalgaları mercekleme etkisiyle oluşanlardan ayırt edilebiliyordu, keza daha büyük açısal skalalarda mevcut olma eğilimleri vardı, dolayısıyla BICEP2 grubu kararlı bir biçimde sonuçları ayrıştırabildi. Bu gözlemler söz konusu kütle çekim dalgalarının dolaylı da olsa keşfedildiği ilk veri olma niteliği taşımakta, dolayısıyla kütle çekimin kuantum mekaniksel özelliklerini gözlemlediğimiz ilk anı yaşamaktayız.
(…)
MIT: Bu yeni bulguların önemini nasıl tanımlarsınız, bunlar hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
A.G.: Bu bulgular muazzam bir önem arz etmektedir. Öncelikle, enflasyon kuramının öngördüğü resmi çok önemli bir ölçüde doğrulamaktadırlar. Bildiğimiz kadarıyla, gözlemlenen kütle çekim dalgalarını enflasyon dışında üretebilecek bir olay mevcut değil. İkincisi, bu gözlemler bize enflasyon hakkında bilmediğimiz birçok detayı gösteriyor. Özellikle, daha önce üzerinde değişik tahminler yürütülen enflasyon dönemi sırasındaki evrenin enerji yoğunluğu, bu ölçümlerle birlikte bir kesinlik kazanmış oldu.
Enflasyon aşamasındaki evrenin enerji yoğunluğunun belirlenmesiyle, bu sonuçlar aynı zamanda bize daha önceki mevcut ayrıntılı enflasyon modellerinin hangilerinin geçerli hangilerinin geçersiz olduğu hakkında önemli fikirler veriyor. Şimdiki sonuçlar tam olarak nihai olmasa da, enflasyon dönemini modelleyebilmemiz için bize izlememiz gereken yolu göstermekte.
Son olarak ve belki de en önemlisi, bulunan bu yeni sonuçların hikâyenin sonu olmadığı, hatta bize yeni pencereler açtığıdır. Söz konusu B modlarının bulunmasıyla artık BICEP2 grubu ve diğer araştırma grupları bu konuda çalışmalarına devam edecekler. Böylelikle evrenin ilk zamanlardaki davranışını, enflasyon dönemi de dâhil olmak üzere çalışmamız için bize yeni araçlar sağlayacaklardır.
Ben ve diğer meslektaşlarım 1980’lerin başında kuantum dalgalanmalarının etkilerini araştırdığımız zaman, bir gün bu etkileri birilerinin herhangi bir şekilde ölçebileceğini aklımın ucundan geçirmemiştim. Bana göre, meslektaşlarımla bu dalgalanmaların teorik olarak nasıl bir davranış gösterecekleri sadece bir oyun gibiydi. Dolayısıyla, özellikle BICEP2 takımının ve diğer astronomların bu ufak etkileri ölçmede kat ettikleri mesafe karşısında söyleyecek bir söz bulamıyorum. Diğer tüm deneysel sonuçlarda olduğu gibi, bu sonuçları da kesin olgular olarak ele almadan önce diğer araştırma grupları tarafından da doğrulanmalarını beklememiz gerekir. Ancak BICEP2 son derece dikkatli ve temiz sonuçlar elde etmiş gibi görünüyor, dolayısıyla büyük bir olasılıkla doğrulanacaklarını düşünüyorum. [1]
***
Karanlık Enerji
Kütleçekim, cisimlerin birbirini çekmesi esasına dayalı bir fikirdir. Ancak Einstein’ın kütleçekim teorisine göre, cisimler birbirini itebilir de. Einstein’ın matematiğine göre, uzay homojen dağılımlı bir enerjiyle dolu ve bu enerji cisimleri birbirinden uzaklaştırıyor. Bu enerjiye “karanlık enerji” denmektedir. 1929 yılında, astronom Edwin Hubble’ın galaksilerin gitgide bizden uzaklaştığını keşfetmesiyle birlikte, uzayın genişlediğine yönelik bir fikir ortaya çıkmıştır. Tıpkı havaya atılan bir topun belli bir yükseklikten sonra yerçekiminin etkisiyle yavaşlaması gerektiği gibi, uzayın genişlemesinin de yavaşlaması gerektiğini düşünmüşlerdir. Ancak bunun böyle olmadığı, aksine uzayın gittikçe hızlanarak genişlediği gözlemlenmiştir. Ve bu hızlanan genişlemenin altında yatan sebep “karanlık enerji” kabul edilmektedir, ancak bu enerji nedir? Astronomlar, uzayın ne kadarlık bir kısmının bu enerjiyle dolu olduğunu hesaplamak istediklerinde ise, inanılmaz derecede küçük bir sayı elde etmişlerdir. “Peki, neden bu sayı?” sorusuna sıra geldiğinde ise, çoklu evrenler fikrine bir dayanak kabul ettikleri şöyle bir düşünce öne sürmüşlerdir: Eğer uzayın farklı yerlerinde de başka evrenlerin oluşması söz konusuysa ve biz neden o evrenlerden birine değil de şu an içinde bulunduğumuz evrene düştük sorusu aklımıza geliyorsa, diyebileceğimiz şey şudur ki, yaşadığımız evrenin yaşam formlarına elverişli bir yer olabilmesini sağlayan o karanlık enerji miktarı diğer evrenlerde ya daha küçüktür dolayısıyla evren içine doğru çömelir ve bu gezegenlerin, yıldızların vs. oluşmasına mâni olur, ya da daha büyüktür ve evren o kadar hızlı genişler ki galaksilerin oluşması için gereken birleşmeye engel olur. Dolayısıyla bizim evrenimizdeki karanlık enerji miktarı, her türlü “oluş”a vesile olacak bir düzeyde…
Peki, ama bu miktar neden- çoklu evrenler teorisini kabul edersek eğer- başka bir evrende değil de bizim yaşadığımız yerde ve dolayısıyla neden “insan” oralarda bir yerlerde değil de dünyamızda? Bunu izah edebilecek bir “mantık” geliştirilebildi mi? Bütün bu varsayımların farklı birçok keşfe bir vasıta rolü üstlendiği bir gerçek, ancak görülüyor ki hiçbiri İZAHI İZAH EDİLEMEYENLERİN EN BÜYÜĞÜ’nü, KÂİNATIN TEK VE MUTLAK İZAHI’nı ihata edemiyor. Bütün bu SIR kapısına açılmak mecburiyetinde kalan mevzuları mantıkla izah edebileceğini zannetmek ve insan aklının her şeyi ihata edebileceğini düşünmek yanılgısı ve dolayısıyla “meçhûl” diye bir şeyin varlığını inkâr cehdi, sonunda şu fikri kabul etmek zorunda; “bilgi” bilinmezden devşirilendir, o hâlde “meçhûl” vardır ve hangi noktaya varırsan var o “sır” hâlini sezmekten başka varılacak kapı yoktur, yani bütün bilinenleri, “bilinen zannedilenleri”, ve meçhulleri “Mutlak Fikre” nisbet etmekten başka varılabilecek bir kapı yok. Karanlık enerji bahsi açığa kavuşturulsa bile, “neden böyle de, başka türlü değil?” ve “bu kaydı koyan kim?” sualleriyle başbaşa kalmaktan ve bir Mutlak’a bağlamaktan başka çıkış yok. Nitekim İbda Mimarının şu sözleri bu bahsi izah eder:
– “Bilgi, bilinmezden devşirilen, sırrın önünde duruştur. Farz-ı muhal “bilinmez”in tükenişi, “bilgi”nin bilinmez oluşudur ki, bilgisizlik bilgisi halinde, kolayca anlaşılır mânâdaki “bilgi”nin mevzuunu kaybedişi ve SIRDIR. Aklın “anlamak” mevzuunun geride kaldığı zevken idrak davası; tam bilgisizlik… Kısaca, BİLGİ’nin hem sebebi, hem de gayesi olan bilinmezlik olacaktır ki, bilgi olsun.” [2]
Bütün bu “bilinmezden devşirilen” keşifler ve daha bilinmeyenler ve ayrıca asla bilinemeyecek olanlarla birlikte her şey Allah’ın bilinmek iradesinden dolayı… “Bizim Allah’ı bilmemiz, Allah’ın bilinmek iradesinin bizdeki görünüşüdür; bilinen O, bilmek O’nun için, bilmek O’nunla…” [3]
Sicim Teorisi
Sicim teorisine göre, maddenin herhangi bir parçasını çok küçük bir boyutta incelediğimizde önce moleküllere ardından atomlara ve atom altı parçacıklara ve sonra da titreşen küçük enerji ipliklerine, titreyen sicimlere rastlarız ve her bir maddenin sahip olduğu bu “sicim”lerin titreşimi farklıdır ve bu farklılık bir maddeyi diğerinden ayırmaktadır.
Bu noktada Brian Greene’nin Sicim Teorisi hakkındaki şu sözlerine kulak vermek yerinde olacaktır:
– “Her şeyden önce, sicim teorisi nedir? Einstein’ın hayali olan bir birleştirilmiş fizik teorisini, evrende geçerli olan tüm kuvvetleri açıklayabilen tek ve kapsayıcı bir çerçeveyi gerçeğe dönüştürmek için oluşturulan bir yaklaşım. Sicim teorisinin merkezindeki fikir aslında gayet açık. Diyor ki, maddenin herhangi bir parçasını çok küçük boyutta incelerseniz, öncelikle moleküllere rastlar sonra da atomları ve atom altı parçacıkları bulursunuz. Ama teoriye göre daha da ince detaya girerseniz, şu anki teknolojiyle yapabileceğimizden daha küçük boyutta, bu parçacıkların içinde farklı bir şey bulursunuz; titreşen küçük enerji iplikçikleri, küçücük titreyen sicimler. Ve tıpkı bir kemanın telleri gibi, farklı motiflerle titreşerek farklı müzikal notalar üretebilirler. Bu küçük temel sicimler, farklı motiflerle titreştiklerinde farklı çeşitlerde parçacıklar üretirler. İşte elektronlar, kuarklar, nötrinolar, fotonlar, ve diğer tüm parçacıklar titreşen sicimlerden ortaya çıktığına göre hepsi tek bir çerçeve içinde birleştirilmiş oluyor. Bu çok cezbedici bir tablo, bir nevi kozmik senfoni gibi, dünyada etrafımızda gördüğümüz tüm zenginliğin bu küçücük tellerin çalabildiği müzikten ortaya çıkmış olması…”
“(…) Hepimiz uzayın olağan üç boyutunu biliyoruz. Ve bunları düşünebiliyorsunuz; yükseklik, genişlik ve derinlik. Ama Sicim teorisine göre inanılmaz küçük ölçeklerde, tespit edemediğimiz şekilde öylesine minikçe, içine kıvrılmış, ek, birtakım boyutlar var. Ama boyutlar gizlenmiş olsa bile, bizim gözlemleyebildiğimiz şeyler üzerine etkisi olacaktır, çünkü bu ek boyutların biçimleri sicimlerin ne şekilde titreşeceğini sınırlıyor. Ve sicim teorisinde, titreşim her şeyi belirler. Öyleyse parçacıkların kütleleri, kuvvetlerin direnci ve en önemlisi, karanlık enerjinin miktarı bu ekstra boyutların şekli tarafından belirlenecektir. O halde eğer bu ekstra boyutların şeklini bilebilseydik, bu özellikleri hesaplamamız mümkün olacaktı, karanlık enerjinin miktarını hesaplayabilecektik.”
“İşin zorluğu bu ekstra boyutların şekillerinin neye benzediğini bilmiyoruz. Elimizdekiler matematiğin elverdiği ölçüde aday şekillerin bir listesi. Bu fikirler ilk geliştirilmeye başlandığında sadece beş farklı şekil adayımız vardı, dolayısıyla gözlemlediğimiz fiziksel özelliklerden çıkarım yapmak üzere, onları birer birer inceleyebileceğinizi hayal edebilirdiniz. Ama zamanla araştırmacılar başka adaylar buldukça liste genişledi. Sayı başta beşken, sonra yüzlerce ve daha sonra binlerce oldu. Büyük, ama hala analiz etmek üzere toparlaması mümkün, çünkü sonuçta yüksek lisans öğrencilerinin yapacak işe ihtiyacı var. Ama liste büyümeye devam etti, milyonlarca ve bugüne kadar milyarlarca oldu. Aday şekillerin listesi 10 üzeri 500’lere kadar fırladı. Öyleyse, ne yapacağız? Bazı araştırmacılar ümidini kaybetti, ek boyutların şekilleri için çok fazla aday olması ve bunların her birinin farklı fiziksel özelliklere yol açıyor olması sebebiyle sicim teorisinin asla sınanabilir ve açıklayıcı tahminler yapamayacağı sonucuna vardılar. Ama diğerleri konuya olağandışı bir boyut kazandırdı ve bizi çoklu evrenler olasılığına götürdüler. Fikirleri şuydu. Belki de bu şekillerin her birinin eşit bir dayanağı var. Her biri farklı ekstra boyutlara karşılık farklı şekillere sahip pek çok evren olduğu düşünülürse, her bir şekil diğerleri kadar gerçek.”
Bu ek boyutların farklı şekillerde olması her maddenin sicimlerinin titreşiminin farklı olmasını, dolayısıyla bir maddenin diğerinden farklı özelliklere sahip olmasını gerektirmektedir. Çoklu evrenler teorisini kabul edersek örneğin, bizim evrenimizin ek boyutlarının sebep olduğu titreşim türüyle diğerlerininki farklı ve bu titreşimler bizim evrenimizde hayat olmasına vesile olacak şekilde… Neden bizim evrenimiz ve buna muhatap olan neden “insan”? Derinlere inildikçe, daha fazla suâle kapı açan ve bir Mutlak’a nisbet edilmediği takdirde, mihraksız tümevarımın zafiyetine uğrayan, bir bedahet ve zevken idrâk davası!
“Fikirlerin sadece ilmî çemberi içinde kaldığımız müddetçe, dünya bize düzgün bir nizâm içinde ve ebedî kanunlarla idare edilen bir mekanizma gibi görünür:
– “Fakat kâinatın doğumu ve ölümü öyle bir hududa dayanır ki, orada bu tasavvurun değeri kalmaz… Onları anlamak için ilmin bilmediği ve dinin tefsir ettiği bazı gerçeklerin veçhelerini nazarı itibara almak lâzım gelir.” [4]
Netice itibariyle, SIR davasına hürmet etmeyenin, içinde bulunduğumuz âlemi izah etme cehdinin boşa çıkacağı aşikâr. Meçhûle hürmet etmediği hâlde keşfedebilenler ise havada asılı kalan bilgi kalabalığına yenisini eklemekten başka bir şey yapamadığını fark edecektir. HAYRET davası ki, her bilinmezi aralayan ve daha da derinlere inme cehdiyle başka bilinmezlere kapı açan…
“Şapşal taaccüb değil, hayret; hayret bilgiden doğar ve “insanın ruhuna yarayıcı iş” anlamınadır…” [5]
En nihayetinde “neden” sorusu kapıyı tıklar ve bir nisbet noktası olmadığı takdirde, bilgi havada kalmaya devam eder. “Bilinmezden devşirilen bilgi”nin, zevken idrak mevzuu bakımından huzur getirmesi gerekirken, bir nisbet noktası olmadığından kaosa sebep olduğunu yaşadığımız şu çağda bariz bir şekilde görebilmek mümkün. Bununla birlikte asla “hallettim, bitti” söz konusu olamaz, zira biz hakikati tam anlamıyla ihata edemeyiz. Bilginin sonuna gelindiğini söylemek, Yaratıcı’nın kudretine azametine bir had çizmektir ki, muhâl!.. Bilinebilecek her şeyi bildiğini veya gördüğünü iddia etmek, karanlığa yuvarlanmayı beraberinde getirir. Hâlbuki bilinebilecek ve bilinemeyecek o kadar çok şey var ki, SIR DAVASI!
Nitekim Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, “göz” yanılgısı bahsiyle, sır ve ruhîlik mefhumlarını tüttüren şu sözlerle bahsi mühürler:
– “(…) Fazla olarak insan zekâsı, en çok göze bağlı ve her şeyden evvel gözle terbiye edildiği için, ortaya atılan bu ilk atom faraziyesinde, ona en uygun gelen, şekilli, durumlu, hareketli cisimlerin tasavvur ettirilmesinden daha tâbiî bir şey olamazdı; göze mülayim gelen tasavvurlar, akla da uygun geliyor… Madde ve âlemin esasında da bu akla yakınlığı aramak icap ediyor. Bu suretle göz için adeta bir bedahet olan şeye madde deniyor ve biz de onu bir bedahet gibi kabul etmeğe son derece mütemayil bulunuyoruz. Gözle görülemeyen, biçim verilemeyen şeylerin de yok olduklarına kolayca inanabiliyoruz… Evet, duyularımız arasında en aydın ve berrak olanı şüphesiz gözdür; fakat aynı zamanda, akıl ve zekâmızı, daima görünürlük ve aydınlığa alıştırması ve her şeyi aydınlıkta tasarlaması bakımından, bizi en çok aldatan da odur. Eğer gözümüze inanmakta ısrar etseydik, astronomi ve mikroplar âlemi gibi daha nice varlıklar meçhulümüz kalacak; görünen âlem de, göründüğü şekilde sanılacak ve bir bedahet kabul edilecekti.(…) Hâlbuki yeniçağda göz, basit ve iptidaî çapta telkin ettiği itimat fakültesini kaybediyor ve görünmezler âlemine bir nevi sed çekişiyle, göstermenin değil, saklamanın âleti oluyor… En nihayet has idrak çerçevesinde, madde ve maddeciliğe “inanma”nın, hiç de ruha ve ruhçuluğa inanmadan müşahhas olmadığını gösteren şu tesbit:
-“Ruhun ne olduğunu bilmiyoruz; şuuraltı diye adlandırmamızın sebebi ise nitelenenin gerçekten şuurumuzun dışında olmasındandır. FİZİKÇİ MADDE HAKKINDA NE BİLİYORSA, BİZİM RUH MEVZUUNDA BİLEBİLDİĞİMİZ DE O KADAR. Madde mevzuunda yalnız varsayımlar var, yani tanımlar, tek kelimeyle işaretler. Bir süre tariflerine uygun olarak var sayılıyorlar, ardından bir önceki kavramı yere çalan yeni bir buluş geliyor. MADDE Mİ DEĞİŞMİŞ OLUYOR, YOKSA GERÇEKLİĞİ Mİ ZAYIFLIYOR?” [6]
Eğer gözlerimiz gibi yalnızca duyu organlarımızın algıladığı şeyi “hakikat” kabul etmeye devam etseydik, içinde yaşadığımız şu dünya uçsuz bucaksız bir düzlük olarak görülmeye devam ederdi; halbuki biz duyu organlarımızla yetinmedik, sezgilere de inandık ve dünyanın hiç de sanıldığı gibi düz olmadığını gördük. Ve dahası nasıl oluyor da bu yuvarlak dünyada, biz dümdüz bir yolda gidebiliyoruz, hayret ettik!..
“Newton fiziği ve onun doğuşuyla ortaya çıkan bütün teknolojik gelişmelerden verim alabilmek için Kartezyen dünya görüşü gerekliydi, fakat Hristiyanlık sonrası kültürde bu görüş insanlığa hem felsefî hem de mânevî anlamda çok yavan gelmiştir. Modern insanın ruhu daha fazlası için, kendi ötesinde bir duygu anlayışı, kâinatı evimiz gibi hissetme anlayışı için feryad ederken, tecrübelerimizden daha iyi mânâlar çıkarmayı ısrarla istemektedir. Şuur, tecrübenin aslıdır ve şuura hesab veremeyen bir felsefe veya ilim dalı, mutlaka tamamlanmamış ve yarım kalmış bir felsefe veya ilim dalıdır. Bu, kendi alanlarındaki gelişmeleri daha anlamlı kılma mücadelesi veren kuantum fizikçileri için artık neredeyse temel hakikattir, ama henüz bizim genel entelektüel bakış açımıza nüfuz etmemiştir.” [7]
Girişilen her bir tecrübe, elde edilen her bir KEŞİF bizim şuurumuza hesab vermek zorundadır. Ve bu tecrübe Mutlak bir Fikre nisbet edilmediği takdirde o hesabı veremeyecek, havada asılı kalmaya devam edecek, tamamlanamayacak ve o ilmin “hakkını veremeyecektir”.
Brian Greene’nin bir de şu sözlerine kulak verelim:
– “Sonuç olarak tüm bu fikirlerden yola çıkarak çok uzak bir gelecek için çarpıcı bir çıkarım yapacağım. Gördüğünüz gibi, evrenimizin durağan olmadığını, uzayın genişlemekte olduğunu, bu genişlemenin de giderek hızlandığını ve başka evrenler de olduğunu, hepsini uzak galaksilerden bize ulaşan yıldızların o noktasal zayıf ışıklarını dikkatlice irdeleyerek öğrendik. Ama bu genişleme hızlandığı için, çok uzak bir gelecekte, bu galaksiler çok hızlı bir şekilde iyice uzaklaşıyor olacak ve artık onları göremeyeceğiz -teknolojik sebeplerden dolayı değil ama fizik kanunları sebebiyle. Bu galaksilerin yaydığı ışık mümkün olan en yüksek hızda, ışık hızında seyretse bile aramızdaki sürekli açılan bu mesafeyi kat edemeyecek hale gelecek. Yani uzak gelecekteki astronomlar uzayın derinliklerine baktıklarında durağan, zifiri bir kör karanlıktan oluşan sonsuz bir uzamdan başka bir şey görmeyecekler. Evrenin durağan ve değişmez olduğunu, kendilerine de ev sahipliği yapan, maddenin bu tekil ve merkezi vahası dışında bir yerleşim olmadığı sonucuna varacaklar — işte bu, kozmos’un tamamıyla yanlış olduğunu bildiğimiz bir tablosu. Ama belki de bu gelecekteki astronomların elinde önceki dönemlerden kalma, tıpkı bizimki gibi, genişleyen galaksilerle dolu bir kozmos fikrini onaylayan kayıtlar olacak. Ama acaba geleceğin astronomları bu tarihî bilgilere inanacak mı? Yoksa o karanlık, durağan ve boş evrende yalnızca kendilerinin o en gelişmiş gözlemlerinin sonuçlarına mı inanacaklar? İkincisinin olacağından kuşkulanıyorum. Bu da demek oluyor ki şu an inanılmaz derecede ayrıcalıklı çağlarda yaşıyoruz, kozmos hakkında belli derin gerçekliklerin halen insanların keşfetme arzusu tarafından ulaşılabilir olduğu çağlardayız. Görünüşe bakılırsa bu her zaman böyle olmayacak.”
Eğer uzay gittikçe hızlanan bir şekilde genişliyorsa, galaksiler bizden gittikçe hızlı uzaklaşıyorsa, belli bir zaman sonra astronomlar uzaya baktıklarında bir karanlıkla karşı karşıya kalacaklardır. Gözlemleyip irdeleyecekleri ve derinine inecekleri bir mevzuları kalmayacaktır. O hâlde içinde bulunduğumuz çağ, her açıdan “zamanın maksatlılığı”nı haykıran çağ… Zira insan eşya ve hadiseleri teshir etmesi için bir halife olarak yaratılmıştır, teshir edilecek bir şey kalmazsa vazifeye ne olur? Bir de şu açıdan düşünelim; demek ki insanoğlunun ilk yaratıldığı çağlarda, gökyüzüne baktıklarında görebildikleri şeyler bizimkinden çok daha fazlaydı diyebilir miyiz? Diyebilirsek eğer, iş, “Peygamberler olmasaydı, medeniyet olmazdı” mevzuuna kadar gider. Nitekim biz ayrıca biliyoruz ki, astronomi ilmini bize öğreten Hz. İdris (as)’dır.
Müdahil İnsan
Klasik Fizik’te insan, objektif nesneyi yalnızca müşahede eden ve müdahil olmayandır. Kuantum Fiziği’ne gelindiğinde ise insan, müşahede ettiği, dâhil olduğu olguyu saptıran, tayin eden, dolayısıyla pasif değil aksine son derece aktif bir hüviyete sahiptir. Müdahil insan mevzuunu Schrödinger’in kedisi bahsinden sezinleyebiliriz:
– “Kedi, hayvan tecrübeleri için kullanılan bir kafese, tecrübenin sonuna kadar görülememek üzere yerleştirilir. Kafesin içine bir parça radyoaktif madde konur; %50 yukarıya %50 aşağıya ateşleme ihtimali olan bir cihaz kurulur. Bu parçacık yukarıya ateşlenirse, kedinin yemeğine zehir bırakan bir anahtar çalışır ve yemeği yiyen kedi ölür. Eğer parçacık aşağıya ateşlenirse, kedi önüne gelen yemeği yer; hayatta kalır. Olacakların bu seçimi, -yukarısı ölüm, aşağısı hayat-, bizim günlük hayata bakışımızla, beklediğimiz bir neticedir. Ama ana kuantum teorisine göre, kedi hem canlı ve hem de ölüdür. Hani şu “iki durumun üstüste bulunması” meselesi… (…) Müşahede edilmemiş, gözlenmemiş kuantum hâdisesi, gözlenmiş olandan farklıdır. Bu, Schrödinger’in kedisiyle ilgili hikâyenin ana noktasıdır. (…) Kedi, ölü bulunmadı, ona bakıldığı ânda öldü; kediyi müşahede öldürdü.” [8]
İnsan müdahil olduğunda değişen gerçekler ve “Âlemde hiçbir şey yoktur ki, insanda ondan bir iz olmasın” hakikati göz önünde bulundurulduğunda mesele şu kapıya çıkar: İnsandan murâd kimdir? “İnsan”dan murâd topyekûn zaman ve mekânın “emrine” verildiği, “Gaye İnsan ve Ufuk Peygamber”dir. O hâlde âlemde meydana gelen her “oluş”, tek bir gayeye ulaşmak cehdindedir; “Topluluk hakikatini” inşâ eden Kâmil İnsan’ın memuriyetini ve bu memuriyette tüten yüce mânâyı bütün insanlığın “bilgi”sine sunmak ve böylece eşya ve hâdiseleri teshir vazifesini icrâ eden “topluluğu”n yeniden oluşumuna vasıta olmak…
Netice itibariyle, “âlemde bir şey kımıldıyor”… Uzaklaşan gezegenler, kaynayan ve sönen volkanlar, sarsılan faylar, her yeni keşif ve bu keşifle beraber gelen çok daha yenileri ve asla bitmeyecek olan yenileri, her bir ilmin havada asılı kalma buhranı içinde Tek Bir Mutlak’a nisbet edilme ve mânâsını bulma hasreti, akan sular, “yürüyen dağlar”… Alemde her şey, tek bir şeye doğru akıyor: Topyekûn zaman ve mekânın sahibindeki o mânâya, zamanımızın maksadına, daire sırrına!..
Notlar
1- Steve Bradt, MIT News Office, Tercüme: Serdar Bilgili, Mart 20, 2014.
2- Salih Mirzabeyoğlu, İslama Muhatap Anlayış –Teorik Dil Alanı, İbda Yayınları, İstanbul 1987, s. 155, 156.
3- Salih Mirzabeyoğlu, İslama Muhatap Anlayış, s. 156.
4- Salih Mirzabeyoğlu, İslama Muhatap Anlayış, s. 115, 116.
5- Salih Mirzabeyoğlu, Sefine – Suveri Hayal Alemi, İbda Yayınları, İstanbul 2003, s. 160.
6- Salih Mirzabeyoğlu, İslama Muhatap Anlayış, s. 178, 179.
7- Salih Mirzabeyoğlu, Sefine, s. 273.
8- Salih Mirzabeyoğlu, Sefine, s. 259, 260.