Hazret-i Peygamberin hemşehrisi, kıymetli kardeşim Ahmed’e ithafen
GİRİZGÂH – KAHRAMAN
Büyükşehirlerdeki “tower”lardan uçacak gökyüzü bulamayan kuşlarla, “center” ve “AVM”lerden yaşayacak toprak bulamayan karıncalar… Kendimizden başkasını gör(e)meyen bir göz ve gönül planı. Her türlü sözde lüks imkânın içinde, en yeni ve en iyi “yaşam merkezleri” inşa edilme yarışında, ruhî inşa bir kenara bırakılmış, en iptidaî insanın bile malik olduğu madde ve mânâ kuvvetine sahib olmayan, zevksiz-estetiksiz daha da önemlisi UFUKsuz bir vasatta, insanoğlu güya modern bir hayat sürmektedir. Köşe dönücülüğün itibar telâkki edildiği ve baş sermayesinin de döneklik olduğu bir toplumda, Resûllullah’ın ezelî ve ebedî YILDIZLAR KADROSU unutularak, her köşe başında “hop star”, “pop star”, “mega star”dan geçilmeyen bir “star” asrında (!), “lider markalar”dan, “lider oyuncular”a kadar her sektör ve her meslekten “star”lık ve “lider”lik iddiasının alıp başını gittiği; çıplak poz verenlerin “cesur”, sahnede rol kesenlerin gençliğe “rol model” olduğu günümüzde, bulanıklaşmış ve haddinden fazla “internet”leştiği için “net”leşememiş zihinlerin de bir parça billurlaşmasına vesile olma ve mevzuya destursuz giriş yapmama adına, -“Bu millet ölmeyecekse, bu Fatih dirilecektir!” hitabıyla, yazımızın başlığına da ilhâm kaynağı olan- Büyük Doğu Mimarı’nın kıymet levhalarıyla konumuza bir girizgâh yapacağız.
Öncelikle, “kahraman”ın tanımı ile başlayalım. Zira, uluslararası markaların çakmasının bile itibar sayıldığı günümüzde, her şeye sahtesinin musallat olduğu hakikatince, çakma kahramanlar da zihin dünyamızda cirit atıyor. Hâl böyle olunca da, çağın insanının büyük bir kısmının, ne tecrit altında tutulan fikir ve aksiyon kahramanlarından, ne de tarihin sayfalarında unutulan şanlı kumandanlardan haberi var. Yazımızın da muradını daha en başta bu şekilde mühürlemiş olalım. Ve tüm bunların bitişiğinde şu ölçü: ‹‹Kıymet hükmüne erdirilemeyen hâdise, bilinse de bilinmiyor demektir.›› [1]
İşte bu noktada sözü Büyük Doğu Mimarı Üstad Necib Fazıl’a bırakalım:
– ‹‹Her ferdin içinde, şuurlu veya şuursuz, hesabı görülmemiş bir kahramanlık ideali, rüyası, hasreti yatar. Her fert kendi dünyası içinde bir kahraman arayıcısıdır; nefsinde ve haricinde… Her meslek içinde o mesleğin sahiplerince kahraman zannedilen tipler vardır. Meselâ boksöre sorarsanız, onun için kahraman Mehmed Ali… Madde kuvveti bizim için değersiz; ama, bu adam bugün bir vuruşta çökerttiği, birtakım, medeniyet ve kuvvet taslayan insanları, iman kuvvetiyle yendiğini söyleyecek kadar kahraman… Asıl kahramanlığı burada… Bir futbolcuya sorarsanız, kahraman diye size en iyi şut çeken adamı gösterir. Kendi mesleği içinde kahraman odur onun için… Her meslekte böyle… (…) Kahraman, ufak tefek meslekî faaliyetler içinde onu aşmaya, sınırlarını geçmeye başlamış insanda tecellisini gösteriyor. Oradan seziyoruz ki, derecenin üstüne çıkma cehdiyle başlıyor. İşinin ufuk noktasına varabilmeyi, insan, kahramanlık sayıyor. Nitekim Türkçedeki, “her yürekte bir arslan yatar” tabiri, kahramanlık iştiyakının ne güzel ifadesidir! Çünkü arslan hayvanların kahramanıdır.›› [2]
– ‹‹Kahraman, her sahada ve bütün hareket tecellilerinde üstün varlığa, üstün oluşa yol açan, kendisini ve cemiyeti yoğuran ve nefslerini aşmaya davet eden, zamanı delen ve mekânı yırtan, hamle örneği üstün insan…›› [3]
– ‹‹Kahraman üç sınıftır. Maddede, yalnız maddede kahraman… Mânada, yalnız mânada kahraman… Hem madde ve hem mânada kahraman… Üstün sınıf üçüncüsü… Herşeyi birden toplayan ve dâvasını en üst mânalardan alıp cemiyete nakşeden, kazıyan…›› [4]
– ‹‹Kahraman, birbiri üstünde yedi kubbe hâlinde, şu vasıfların sahibi olan insandır: (…) Evvelâ samimiyet, sonra iman, sonra vecd ve aşk, fikir, ahlâk, cehd ve şecaat… Bu vasıfların hepsi birden toplandığı ve iman da hakikatına istinat ettiği yerde, kahraman tamamdır ve kâmildir.›› [5]
Üstad’ın kahramanların özelliklerini zikrettiği bu levhalara ek olarak da, lüpçülüğü işaretlediği, Mütefekkir Mirzabeyoğlu’nun “Necib Fazıl’la Başbaşa” isimli eserinden bir paragraf:
– ‹‹Mücerret mânâsıyla kahramanlar, HAZIRA KONMAZLAR, HAZIRLARLAR. Hepçidirler, muvazaacı (yalandan iş görücü) değil. Cesedi, sağlığında bir dağ yavrusu gibi omuz kabartırken alnının tâ ortasından vurup yere serenlerdir, LÜPÇÜLER gibi ceset mezara girdikten sonra üzerine üşüşen kurtçuklar gibi hazıra konan değil. Lüpçülüğün biricik vasfı, ÇİLESİZLİK, BEDAVACILIK, KOLAYINA GETİRİCİLİK…›› [6]
“Dünya tarihi büyük liderlerin-kahramanların biyografisinden başka bir şey değildir.” diyen İngiliz tarihçi Thomas Carlyle da, bir kahramanda ana cevherin ve baş sermayenin “samimiyet” olduğunun altını çizer.
Hayreddin Soykan da “Halkın Kahraman veya Rol Modeli İhtiyacı Üzerine” isimli makalesinde, “kutup yıldızı”nın etrafında kümelenen yıldızlara-ideal gökyüzüne kavuşmaya vasıta rolü görecek, “üstün şahsiyetler”in önemini vurgular:
– ‹‹Ne var ki, daha ziyade basit işlerin ve gündelik fiillerin “failleri” olan “küçük” veya “vasat” örnekler değildir asıl muhtaç olunan. Aksine, bir toplumu bir arada tutan, o toplumun ferdlerini “ortak” bir duygu ve düşünce, “ortak” bir ideal ve aksiyon merkezinde halkalayıp “yaşar” kılan, o toplumun bugünüyle beraber belki daha çok istikbâldeki ihtişâmının teminatı olan “pusula” kıymetinde “yıldızlar” da vardır. İşte bu şekilde, bir “kutub yıldızı”nın etrafında kademe kademe halkalanarak “ideal” göğünün haritasını çizen “yıldızlar”a, bir toplumda kalb ve beyin fonksiyonu görüp diğer organları da kendisine bağlayan “üstün şahsiyetler”edir halkın asıl ihtiyacı. İsterse onları “örnek” kılıcı aksiyon ve eserleri zâhiren dünyaya mıhlı olsun, hiç fark etmez; o iş ve eserlerde bağlısı ve mümessili oldukları kalb ve zihnin en ulvî, en hakiki ve en muhteşem tezahürü pırıldayan seçkin “organlar”dır onlar. Bu yüzdendir ki, başlarını göğe çevirenler için, “dereceler” hâlinde yine “kalb ve beyin” kıymeti taşırlar.›› [7]
Tüm bu şerhler altında, “tarihin bir masal albümü değil, bir kıymet hükmü tablosu” olması hakikatince, bizim için kıymet-i harbiyesi âli olan bir İslâm kumandanını, vefatının 65. yılında hayır dualarıyla zikretmek istiyoruz. I. Dünya savaşında meşhur İngiliz casusu Lawrence’in “Çöl Kaplanı” dediği Ömer Fahreddin Paşa ve silâh arkadaşlarının Medine Müdafaası’nı istidadımız ölçüsünde anlatmaya çalışacağız. Konu hakkında malûmat sahibi olduğumuz temel eseri ve müellifini de hemen belirtelim. Savaş yıllarında Medine’de bulunmuş, tahliyeden sonra da Kızılay Heyeti ile birlikte orada kalmış olan Feridun Kandemir’in günü gününe tuttuğu notlardan derlediği, “Peygamberimizin Gölgesinde Son Türkler” alt başlıklı bir kitab: “Fahreddin Paşa’nın Medine Müdafaası”. Merhum Feridun Kandemir Bey, kitabı hazırlarken kendi müşahedeleri yanında, başta Fahreddin Paşa’nın vesika ve notlarını evlatlarından temin etmiş, Sadrazam Talât Paşa’nın hanımı vasıtasıyla da önemli belgelere ulaşmıştır. Bunun dışında, kitabta Cemal Paşa’dan General Allenby’e, Lawrence’den Ali Fuad Erden Paşa’ya kadar, dönemin birçok önemli şahsiyetinin kaleme aldığı anılardan da çeşitli iktibaslar yer almaktadır.
BİRİNCİ CİHAN HARBİNİN İLK YILLARI
Osmanlı Devletinin iç isyanların yanı sıra Trablusgarb, Birinci ve İkinci Balkan Savaşlarının da ağır yaralarıyla katıldığı Cihan Harbinde, birçok maddî imkânsızlığa rağmen Mücahid Mehmetçiğin destan yazdığı Çanakkale ve Kut’ül Amare cebhelerinden başka, bir de Medine Müdafaası vardır ki, Müslüman Anadolu o kahramanları rahmetle anmaktadır.
1915 yılında, savaşı bir ân önce bitirme gayesiyle Osmanlı’nın payitahtını hedef alan İtilâf kuvvetleri, yüz binlerce kişilik orduyla Çanakkale’ye yüklenmişlerdi. Kendilerince bu harekette başka esaslı amaçları da vardı. Birkaçını zikredecek olursak:
– Rusya’nın silâh ve mühimmat gereksinimini karşılamak,
– Rus petrolünü Boğazlar üzerinden Avrupa’ya taşımak,
– Balkanlardaki devletleri İtilâf Devletleri safına çekmek,
– Osmanlı’nın Mısır ve Süveyş Kanalı’na yönelik tehdidini ortadan kaldırmak,
– Avrupa’daki savaşın kanlı çatışmalara rağmen kesin sonuç vermemesinin, Almanya’nın müttefiklerinden birine saldırma fikrini çekici hâle getirmesi…
Ve tüm bunların yanında, derin kaygı duydukları bir sebebleri daha vardı; Teşkilât-ı Mahsusa’nın İslâm topraklarında yürüttüğü bir siyaset: “İttihad-ı İslâm!” Zira, Osmanlı ve halifenin iradesi, İslâm hakikatiyle sahnede olduğu sürece, YENİ DÜNYA DÜZENCİLERİNİN kurgulamaya çalıştıkları oyunlar için baş tehditti. Ne Ortadoğu’da İsrail diye bir devlet var olabilirdi, ne de ümmetin toprakları rant ve sömürü mevzuu edilebilirdi.
Özellikle İngilizlerin -Avustralya, Yeni Zelanda, Hindistan gibi- sömürgelerinden getirdiği askerlerle takviye edilmiş ve döneminin en ileri silâh ve teçhizatına sahib bu birlikler, Mehmetçiğin iman dolu direnişi karşısında Çanakkale’de büyük bir yenilgi alırken, bundan sonra güçlerinin büyük bir bölümünü Osmanlı Devleti’nin güneyine doğru kaydırmışlardır. İngilizlerin sömürge yollarını da açık tutma ve Osmanlı’yı arkasından çevirme maksadıyla; Mısır, Süveyş Kanalı, Hicaz, Yemen daha fazla önem kazanırken, Irak, Suriye, Filistin cebheleri de Birinci Cihan Harbinin akıbetini etkileyecek hâle gelmiştir.
Temmuz 1915’te Bağdat’ı işgal etmek için hücuma geçen İngilizler 28 Eylül’de Kut’ül Amare’yi ele geçirerek, Bağdat’a iki koldan yürümeye başlar. Osmanlı birlikleri tarafından 22 Kasım’da durdurulan bu hücum sonunda, İngiliz birlikleri geri çekilmek zorunda kalır. 23 Kasım günü ise Osmanlı akını başlar ve aylarca çok çetin şartlar altında savaş sürer. Nisan 1916’ya kadar süren çarpışmalarda Kut’ül Amare, 20 binden fazla şehid veren Osmanlı Devleti’nin hâkimiyetine yeniden geçer ve savaş kesin zaferle noktalanır. 13 bin askerinin ve 500’e yakın subayının esir alındığı, binlercesinin de öldüğü İngilizler başta olmak üzere, müttefikleri de şaşkındır. Bu zafer, Avrupa’yı tam mânâsıyla şok etmiştir. Yabancı basın, Osmanlı’nın destanını yazmak zorunda kalırken, İngilizler için de “Çanakkale’den sonra yine büyük bir hezimet alındı” diye başlıklar atılır.
Halk türkülerine de yansıyan, “gidenin dönmediği” cebhelerde, yıllardır maddî ve mânevî büyük kayıblar vermiş, yıpranmış, her türlü imkânı kısıtlı olan Osmanlı kuvvetleri için, bundan sonra YENİ DÜNYA DÜZENCİLERİ tarafından, yeni bir strateji yürürlüğe sokulmuştur. YENİ DÜNYA DÜZENCİLERİ tabirimizin kimseye şaşkınlık vermemesi açısından, bu noktada terkibî birkaç izah getirelim. Hayreddin Soykan, TAVISTOCK İnsanî İlişkiler Enstitüsü için meâlen şöyle bir tanım getirir: “Masonik-Siyonist-Satanist-Şamanist-Paganist seçkinlerin çatı örgütü, dünya hâkimiyetinin ‘üst tasarım’ının ve tatbik metodlarının müellifi, Telegram mucidi, zihin kontrolü, psikolojik savaş, davranış bilimleri teorisyeni TAVISTOCK!..”
General Sir John Rowlings-Reese tarafından, Bedford Dükü Tavistock’un Londra’daki binalarından birinde resmî olarak 1921 yılında kurulmuş olsa bile, bu kurucu irade, açıktır ki binaya tabela asmadan önce de, belli bir niyet ve hedef sahibidir. Sir John Rowlings-Reese’in İngiliz Ordusu Psikolojik Savaş Bürosu başkanı olması; Çanakkale’den kolayca Boğazları geçerek Osmanlı’nın çarçabuk teslim alınabileceği fikrini ortaya atan ve Gelibolu’da savaşan komutanlardan biri olan Winston Churchill’in Tavistock ile yakın ilişkileri; David Rockefeller’in 1940’lardan sonra bu enstitüyü yeniden dizayn etmesi; ABD’nin en önemli devlet adamlarından Yahudi Henry Kissenger’ın, Tavistock’ta Sir John Rowlings-Reese’in talebesi olması; I. Dünya Savaşı sırasında İngiliz istihbaratı bünyesinde olan “tek din-tek dil-tek dünya devleti” teorisyeni H.G. Wells ve onun talebesi olan (bu ELİT’in yine önde gelen teorisyenlerinden) İngiliz istihbaratçı-yazarı, Hollywood senaristi, uyuşturucu havarisi, Cesur Yeni Dünya romanının da müellifi Aldous Huxley… Evet, tüm bunlar ve modern satanizmin kurucusu Aleister Crowley’e kadar daha niceleri, aşikârdır ki tesadüfî olarak bir araya gelmiş değildir.
Medine Müdafaası vesilesiyle, yazımızın ilerleyen paragraflarında, bu ELİT’in, İngiliz-Yahudî işbirliği hâlinde nasıl kara ve gri propagandalar yaptırdıklarını, casusluk faaliyetlerini, para ve mevkii için ne gibi çapraz anlaşmalara girildiğini zaten müşahede edeceğiz.
Bu perspektiften bakıldığında görülecektir ki, Çanakkale’den Medine Müdafaası’na kadar verilen mücadele, sadece maddî bir güce karşı, toprak kazanma veya kaybetmeme meselesi değil, bu maddî gücün ardındaki şeytanî niyet ve plânlara karşı, aynı zamanda bir mânâ savaşı ve o mânâ mevziine karşı alınmış bir zaferdir.
1.Cihan Harbiyle birlikte, 700 yıllık Osmanlı’nın tarihten çekilişinin son yılları büyük kahramanlıklar, büyük yıkımlar, büyük hainlikler ve büyük acılar barındırır. Müslümanların mukaddes toprakları Mekke ve Medine, 1517’de Yavuz Sultan Selim Han tarafından Osmanlı idaresine geçerken; Yavuz Sultan Selim Han kendisini Hicaz’ın ‘hâkim’i değil ‘hadim’i, yani hizmetkârı olarak nitelendiriyordu. Osmanlı’nın bölgedeki varlığı işte bu şuur ile tam 400 yıl sürdü. Hac ibadetinin güvenliği için İslâm âleminin mânevî başkentinin titizlikle korunması ve düzeninin sağlanmasına özel bir önem veriliyordu. Bölgenin idaresi mahallî ‘Emir’lerce yürütülüyor, mukaddes emanetlerin bakımı için de hazineden her yıl yüksek miktarda tahsisat gönderiliyordu. Osmanlı, Hicaz bölgesini bütün dünya Müslümanları adına, gözbebeği gibi kollayıp, gözetmekteydi. Hâkimiyeti altında bulunan diğer şehirlerden daima bir adım ilerde tuttuğu bu mukaddes beldelere her konuda yardım elini uzatıyor; Hicaz demiryolu gibi dev bir projeyi de yine bu dönemde hayata geçiriyordu. Lâkin, Cihan Harbiyle birlikte bölgeye ait niyet ve plânlar değişmiş, bölge dinamikleri farklılaşmış, İngilizlerin yaptığı istihbarat çalışmaları (daha sonraları meşhur casus Lawrence’in Arabistan’daki etkinliği) ve propaganda faaliyetleri de, belli zümrelerde de olsa karşılık bulmaya başlamıştı.
Bölgedeki İngiliz kuvvetleri komutanı General Allenby’nin aslında El-Nebi olduğundan tutalım da nice aşağılık yalan ve nifaklar ortada dönüyordu. 21. yüzyılda Barack Obama’nın, ABD’nin İsrail’in sadık müttefiki vasfıyla, hâlen dünyanın birçok bölgesinde yaptığı katliamlar ve başta Mısır olmak üzere yine dünyanın birçok bölgesindeki ikiyüzlü tavrı içinde, Hüseyin’lik iddiası ne kadar sahte ve İslâmî hakikatlerden uzaksa; aslında General Allenby’nin El-Nebi’lik iddiası da o kadar uzaktı. Batılıların “Kudüs Fatihi” unvanı verdiği o Allenby, Şam’a girdiğinde, Selahaddin-i Eyyübî’nin sandukasını tekmeleyerek; “Kalk, gör bak ben geldim. Haçlı savaşları şimdi bitti.” dediği de rivayet edilir. Ahmaklık ile müminlik barışamasa da, bugün İslâm ülkeleri içinde nasıl Obama ile hareket edenler ve onun misyonuna inanan Müslümanlar varsa, dün de General Allenby’e ve onların yaydığı “İngilizler, sömürgeleriyle birlikte, 300 milyonluk nüfuslarıyla Müslüman olmaya hazırlar” yalanına inanlar az da olsa olmuştu.
Ve yeri gelmişken, meselenin iktisadî cebhesinden, günümüze ait bir levhayı da zikretmeden geçemeyeceğiz. 2013 Ekim’inin son günlerinde, Dünya İslâm Ekonomik Forumu, ilk kez bir Müslüman ülke dışında yapıldı. Londra’da düzenlenen Forum’un kapanış konuşmasını yapan İngiltere Başbakanı Cameron, sözlerine “Selamun Aleyküm” diyerek başladı. Faizsiz finansın önemine değindi, 200 milyon sterlinlik sukuk fonu oluşturmaya çalıştıklarından söz etti. Ülkelerinin, İslâm dünyası dışındaki, İslâmî finansın en büyük merkezi olduğunu vurguladı, “çünkü bizde pragmatizm ve siyasî irade var” diyerek de, aslında bu tablodan anlayan için itirafta bulundu. Neyse, domuz pişirilmiş yağda, besmele ile kestiği eti, gusülsüz İngiliz aşçıya teslim edip, lezzetle yiyecek müslüman varsa, böylelerine afiyet olsun diyelim; her sahada ve cebhede Batı salatasına sebze olanları şimdilik bir kenara bırakıp, I. Cihan Harbi yıllarına geri dönelim.
HİCAZ ÇÖLLERİNDE İSLÂM SAVAŞÇISI BİR ŞAİR
İngilizlerin yaptığı kara ve gri propagandaları def etmek, Osmanlı’nın başkenti İstanbul’dan kilometrelerce uzakta bulunan topraklardaki insanların zihin ve kalbini bulanıklıktan ve fitneden kurtarma ümidiyle, Hicaz ve Medine’ye gitmek üzere bir heyet tertib edilir. Şerif Hüseyin’in isyan ihtimaline karşı, İbn-i Suud ve İbn-i Reşid gibi kuvvetli şahsiyetlerle görüşülecek ve destekleri alınacaktır.
İttihad-ı İslâm dâvâsındaki bu heyet içinde İstiklâl şairimiz Mehmed Âkif de vardı. Üstad’ın, ‹‹Harb arabasını iki at çeker: Biri iman ve İslâm savaşçısı, öbürü şair…›› [8] dediği Mehmed Âkif’e, Enver Paşa’nın ricasını Teşkilat-ı Mahsusa’nın reisi, Kuşçubaşı Eşref Bey iletmiş, Âkif de ‹‹Bu hizmetin memleket için hayırlı olacağı inancındayım. Bunu yapmak benim için bir şereftir.›› [9] diyerek teklifi kabul etmişti. 1915’te, Padişah Sultan Reşad’ın gidecekleri yerlerdeki Arab büyüklerine verilmek üzere hazırlattığı birçok altun, kılıçlar, hançerler gibi hediyeleri de yanlarına alarak yola çıktılar.
Şam’a vardıklarında Mehmed Âkif, “Ben burayı ilk defa görüyorum, biraz müsaade edin, buradaki tarihî ve dinî yerleri ziyaret edelim” diye talebte bulunur. Yeniden yola çıkılacağı zaman da ilginç bir gelişme yaşanır. Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal da Şam’dadır ve ilk trenle o da Medine’ye gidecektir. Âkif bu haberi alınca, Şerifler ailesine mensub değerli bir şahsiyet ile beraber yolculuk yapmaktan duyduğu memnuniyeti dile getirir. Fakat heyetin diğer üyeleri bu durumdan pek memnuniyet duymamaktadır. Onlar, politikayla pek fazla ilgilisi olmayan Âkif’in aksine, Şerif’in nasıl da ikiyüzlü ve güvenilmez olduğunu biliyor, beraber yolculuk fikrine pek de sıcak bakmıyorlardır. Fakat Cemal Paşa araya girerek, “Ortada şu ân için net bir durum yok, konukseverliğimizi elden bırakmayalım” diyerek, Şerif Faysal’la birlikte olacak bu yolculuğa onay verir. Böylece Şam’dan hareket edilir. Bundan sonrasını Feridun Kandemir Bey’in satırlarından dinleyelim:
– ‹‹Emir Faysal, Mehmed Âkif’i o ana kadar tanımamış, ilk defa görüyordu. Ve herhâlde, bu ünlü şairin, böyle bir zamanda bu yollara çıkışının sebebini de merak ediyordu. Öyle ya, İstanbul neresi, Hicaz neresi? Hac zamanı da olmadığına göre, koca Âkif’in, hem de bir heyetle birlikte bu taraflara gelişinin mutlaka bir önemli sebebi olmalıydı. Ama neydi?
Eşref Bey onları birbirlerine tanıştırdığı vakit, Emir Faysal, öylesine aşırı derecede iltifatlarla: “Yolculuğumuzun birlikte oluşundan mesudum” diye son derece memnunluğunu belirterek, sarıldığı Âkif’in ellerini neredeyse öpecekti. Âkif de, içten geldiğini sandığı bu hareketten çok duygulanmış görünüyordu. Faysal, Şair Âkif’i ilk defa görmekle beraber, eserlerinin daimi okuyucusu olarak, onun eskiden beri hayranı idi. Yolculuk esnasındaki temaslarla bu hayranlık daha da artmıştı. Fakat Faysal’ın dediği gibi, birlikte çıktıkları bu yol, ikisini de aynı yere götürmeyecekti. Medine’ye kadar can ciğer dost vaziyette birlikte gitseler bile, oradan Şair Âkif’in hiç de tahmin etmediği olaylarla öylesine ayrılacaktı ki, sonunda karşı karşıya geleceklerdi.›› [10]
Mehmed Âkif ve heyet Peygamberimizin kabr-i şerifini ziyaret edip, Medine içinde gerekli temasları sağladıktan sonra, Cihan Harbinin sonuna kadar Osmanlıya bağlı kalacak olan İbnürReşid’i ziyaret için yola çıktılar ve çölde on sekiz gün sürecek olan bir deve yolculuğunun sonunda Hail Kalesine vardılar. Osmanlı’nın sadık dostu bu adamla, görüş alışverişinde bulunup, dertleştiler. İbnürReşid şöyle diyordu:
– ‹‹Bizim hâlimiz malûmdur. Mütemadiyen mücadele hâlindeyiz. Birkaç ay evvel, kendi kudretimizle İbn-i Suud’u büyük bir bozguna uğrattık. Fakat şimdi o, İngilizlerden yardım görüyor. Hâlbuki biz, bundan mahrumuz. Çünkü biz evvelden beri, Osmanlı Hükümeti’ne ve Hilâfet makamına bağlı ve onların sadık kuluyuz. İbn-i Suud şimdi İngilizlerden gördüğü para ve silâh yardımıyla bize meydan okuyor. Osmanlı Devleti’nin şu Arabistan’da her türlü ihtiyaca yetecek silâhlarla dolu depoları var. Bana on beş bin mavzer, on büyük sahra topu, elli mitralyözle bunlara lüzumlu mermileri verirseniz, ben de çölde Osmanlı Devleti’nin her zaman yardımcısı bir kudret ve kuvvet sahibi olayım.›› [11]
Osmanlı, İbnürReşid’den razıydı ama İbn-i Suud’u da kırmak istemiyordu ve onun da kendisine bağlı kalmasını istiyordu. İbnürReşid’den sonra, tarafların arasının yapılması hedeflenerek, İbn-i Suud ile de görüşme planlanıyordu. Lâkin bu görüşme için tam Riyad’a hareket edileceği sırada, müthiş bir Sam fırtınası başlıyor ve bir buçuk aydan önce de dinemeyeceği için, bu durumda heyet, İbn-i Suud’un en yetkili din adamı olan, Vahhabîler için önemli bir yere sahib “Kadı”larını ziyarete karar veriyordu.
Kadı Efendi, görüşmenin başlangıcında, Peygamberin türbesine âdeta Beytullah’ı ziyaret eder gibi önem verilmesini eleştirirken, mezhebî farklılıklarını sıralıyordu. Peygamber’den yardım-şefaat istenemeyeceğini vurguluyor, Kur’an’dan verdiği hükümlerle de hatta kendi dışındakilere küfür isnad etmeye kadar işi vardırıyordu. İşte tam böyle bir durumda Mehmed Âkif devreye girmiş, ve Kadı Efendi karşısındakinin de kolay yutulur bir lokma olmadığını anlamıştı. Sonrasında iş, Kadı Efendi’ye bir aylık bağlamaya gelmişti. Ayda beş altun bağlanan Kadı, heyetle görüşmesinin sonuna doğru dilini değiştirmişti:
– ‹‹Elhamdülillâh hepimiz Müslümanız. Her kavimde, idraki ve anlayışı zaif kimseler bulunabilir. Fazla taassub asla caiz değildir. Her kim “Lâ ilâhe illâllah Muhammedün Resûlullah“ı dili ile ikrar, kalbi ile tasdik ederse, Müslümandır. Geri kalanı Allah’la kendi arasındadır.›› [12]
Altunlar ve maaş tahsisi Kadı’yı bambaşka biri hâline getirmişti. Âkif, “Ah insanoğlu ah!.. Ah beşeriyetin gönlünü fethetmiş görülen bu olmayası altunlar.” diyerek iç çekiyordu.
Yaklaşık beş ay süren bu yolculukta Âkif büyük bir hayal kırıklığı yaşamıştı ve bunu da mısralarına şöyle aktarıyordu:
“Ne gördün, Şark’ı çok gezdin?” diyorlar. Gördüğüm yer yer,
Harab iller, serilmiş hânûmanlar, başsız ümmetler;
Yıkılmış köprüler, çökmüş kanallar, yolcusuz yollar;
Buruşmuş çehreler, tersiz alınlar, işlemez kollar;
Bükülmüş beller, incelmiş boyunlar, kaynamaz kanlar;
Düşünmez başlar, aldırmaz yürekler, paslı vicdanlar;
Tegallübler, esâretler; tehakkümler, mezelletler;
Riyâlar; türlü iğrenç iptilâlar, türlü illetler;
Örümcek bağlamış, tütmez ocaklar; yanmış ormanlar;
Ekinsiz tarlalar, ot basmış evler, küflü harmanlar;
Cemâatsiz imamlar, kirli yüzler, secdesiz başlar;
“Gazâ” nâmiyle dindaş öldüren bîçâre dindaşlar;
Ipıssız âşiyanlar, kimsesiz köyler, çökük damlar;
Emek mahrûmu günler, fikr-i ferdâ bilmez akşamlar!..
Geçerken, ağladım geçtim; dururken, ağladım durdum;
Duyan yok, ses veren yok, bin perişan yurda başvurdum. [13]
Evet, Akif’in resmettiği tablo dehşetli bir şekilde ortada duruyordu; emek yok, çaba yok, tefekkür yoktu. Ümmet-i Muhammed’in arasına nifak sokulmuş, fitne uyandırılmıştı. Bu durum, savaştan yıllar sonra 1926 yılında Mekke’de İbn-i Suud tarafından şöyle dile getirilecekti:
– ‹‹Bu çöl, bu çöldeki bizler, hepimiz Osmanlı Devleti zamanında yüzyıllarca aramızda ufak tefek anlaşmazlıklar dışında, daima rahat ve huzur içinde, hür ve başımıza buyruk yaşadık. Devlet bizden ne vergi, ne asker alıyor, hiçbir işimize de karışmıyordu. Daha ne isterdik. Hele Hicaz, devlete bir şey vermedikten başka, devletin her yıl sürre ile gönderdiği çıkın çıkın altunlara da konuyordu. Hiçbir devlet, hükmü altındaki tebaasını, zerrece külfete sokmadan, karnını doyurup, okşaya, seve idare etmez. Lâkin, Büyük Harb çıkıp da İngilizler, Türkleri arkadan vurmak plânlarını tatbike koyuldukları vakit, ilk önce işte bu çöle musallat oldular ve burada krallık vaadleriyle avlayıp, her istediğini vermeyi kabul ettikleri Şerif Hüseyin’i bir kelime ile tuzağa düşürdüler. Paraya ve mevkie tamahla İngilizlerin bir âleti olarak ne olursa olsun o güne kadar nimetleriyle beslendiği bir devlete karşı ayaklanmak Müslümanlığa da yakışmaz.›› [14]
İNGİLİZ ALTUNLARINA TAMAH EDEN ŞERİF HÜSEYİN
Peki, kimdi bu Şerif Hüseyin? Şerif Hüseyin, ailesi ile birlikte Hükümetin çağrısı üzerine, 1891 yılının Şubat ayında Mekke’den İstanbul’a gelmiş ve yaklaşık olarak 17 yıl payitahtta yaşamıştı. İstanbul’da ikâmeti sırasında, 1897 Türk-Yunan savaşı ve 1905 Yemen ayaklanması olur ve Şerif Hüseyin’in 1908 yılı Kasım ayı başlarında Mekke Emirliğine tayini çıkar. Öteden beri kendine özgü bir durumu olan Hicaz’da, Mekke’deki vali ve kumandan gibi hükümet adamlarının üstünde, doğrudan doğruya Halife tarafından seçilip tayin edilen, Hazret-i Peygamber ahfâdından bir paşa “Emir” sıfatıyla bulunmaktadır. İşte bu yeni “Emir”, Kasım ortalarında İstanbul’dan gemi ile ayrılır ve Aralık 1908 yılında Mekke’de vazifesine başlar. Cihan Harbi başlangıcına kadar da herhangi bir sıkıntı yaşanmadan ilişkiler sürdürülür. Hatta Şerif Hüseyin, Padişah tarafından yapılan Cihad-ı Mukaddes çağrısına cevaben bir telgraf çeker ve fiilen savaşmaya da hazır olduğunu belirtir. Fakat bölge içten içe kaynamaktadır. Dönemin haberleşme imkânları yanında, uçsuz bucaksız çöllerde dağınık hâlde bulunan Arab kabileleri de hesaba katılırsa, şehirlerdeki yerleşik nüfus yanında, Bedevi nüfus da etkindir. Mekke kumandanı Vehib Paşa’nın da uyarılarıyla, Şerif Hüseyin’in İngiliz tarafgirliği ve ikiyüzlülüğü yanında, bölgedeki son durum 4. Ordu Komutanı Cemal Paşa’ya anlatılır. İplerin gerilmeye başladığı bu dönemde karşılıklı birçok şifreli telgraf da gidip gelmeye başlar. Şerif Hüseyin’in ipleri kopma noktasına getirecek sözlerinden biri de şudur:
– ‹‹Benim eğer burada rahat oturmaklığımı istiyorsanız, Tebük’ten Mekke’ye kadar uzanan Hicaz bölgesinde de muhtariyet idaremi kabul edin. Ve emareti, en büyük oğluma geçmek şartiyle ömrüm boyunca bana bırakın. Bundan başka bugün Lübnan’da muhakeme edilmekte olan bazı Arab büyüklerinin kabahatlerini affederek, Suriye ve Irak’a şamil olmak üzere umumî af ilân ediniz.›› [15]
Gerilim artarak sürmektedir. Cemal Paşa durumu idare etmeye çalışsa da pek muvaffak olamamaktadır. Ve Şerif Hüseyin’in, kendi yanında bulunan oğlu Faysal Bey’in maiyetindeki askerlerle birlikte Medine’ye, orada bulunan ağabeyi Şerif Ali Bey’le buluşmasına müsaade etmek zorunda kalmıştır. Fakat hemen bir karşı hamleye geçer ve Şam’daki 12. Kolordu Kumandanı Ömer Fahreddin Paşa’nın Medine’ye hareketi için kendisine bir telgraf çeker ve bölgedeki nazik durumu da izah eder. Zaten o zamana kadar Şerif Hüseyin’in sürdürdüğü siyaset aslında bir nevi oyalama üzerine kurulu, isyan için uygun zamanı bekleme gayretidir. Fahreddin Paşa’nın Medine’ye intikalinden birkaç gün sonra da, kaçınılmaz durum gerçekleşmiş, nihayetinde bölgede isyan başlamıştır.
O günlerin yakın tanığı Feridun Bey, isyanın sebebini kitabında şöyle anlatır:
– ‹‹Arablar istiklâl mi istiyorlardı? Hayır, Arablar bütün harb boyunca Türklerle omuz omuza Çanakkale’den itibaren her cebhede savaştılar. Hattâ İstiklâl Savaşı’mızda Aydın cebhesinde, Mehmetçiklerle yanyana Yunanlılarla boğuşarak, canlarını veren Arablar vardı. Ve ilk Cihan Harbi’nde, Arablarla meskûn hiçbir yerde, ne Irak, ne Suriye, ne Lübnan, ne Yemen, ne Filistin’de Türklere isyan eden tek bir Arab görülmedi.
İsyan eden, sadece Mekke Emiri Şerif Hüseyin Paşa idi. Bu paşa, bütün Arabları hükmü altına alıp kral, hatta imparator olmak sevdasındaydı.
İngilizler, onun bu ihtirasından faydalanarak, Türklere karşı ayaklandığı takdirde kendisine ne lâzımsa, para, silâh, cebhane, erzak vererek yardım etmeği ve belirli bir sınır içinde müstakil bir Arabistan kurmayı vadetmişlerdi.
Şerif Hüseyin’in bu isyanda kullandığı Arablar da, Hicaz çöllerinde öteden beri göçebe hayatı yaşayan, gazve (talan) ile geçinen son derece cahil, dünyadan habersiz fakir fukara bedeviler, yani (Urban)dı.
Mekke, Tâif, Cidde gibi şehir ve kasabalardaki Arablar, isyana katılmadıkları gibi Şerif Hüseyin de zaten bunlardan asker almak teşebbüsünde dahi bulunmamıştı. Urban ve Reisleri fakirlikleri dolayısiyle paradan başka bir şey bilmezlerdi. Para için yapmayacakları şey olmazdı. Dilenmezler, fakat gözlerine kestirdiklerini soymak için, boğazlamaktan da çekinmezlerdi.›› [16]
Evet, karakolların yanı sıra demiryollarına da saldırmak suretiyle isyan başlamıştı. Bu tarihte, İngilizler de Süveyş Kanalı’na ikinci seferlerini yapmak üzereydiler. İngilizler kendileri için en uygun gördükleri zaman, Şerif Hüseyin’e isyanı başlattırmışlardı. Bunda da en büyük pay, şübhesiz ki, İngilizlerin millî kahraman gördüğü ve “Arabistan’ın taçsız kralı” dedikleri Lawrence’indi.
THOMAS EDWARD LAWRENCE
İrlandalı bir ailenin çocuğu olan Lawrence, Oxford Üniversitesi’nde okumuş; ilme, maceraya, spora ve eski eserlere oldukça meraklı, aksiyon düşkünü biridir. Ufak tefek yapılı olan bu adam, aynı zamanda şiire de oldukça meftundur. Bu özelliğinin bizim için bir tedaisi var ki, iktibas yapmadan geçemeyeceğiz. Mütefekkir Mirzabeyoğlu’nun Tilki Günlüğü isimli 6 ciltlik eserinden 4 Şubat tarihli bir levha:
– ‹‹Birisi, kavga, mücadele ve aksiyon adamlarını şair diye niteleyerek, “aksiyon sanatçıları, şair olduklarını bilmeyen şairlerdir!” diyor… Yani, yaptıkları iş şiir!..›› [17]
Aksiyon ve maceraya düşkün bu adam, Akdeniz seferine çıkmış, önce Beyrut’a, sonrasında da üzerine Bedevi kıyafeti geçirerek Suriye içlerine kadar gitmiş, Filistin topraklarında arkeolojik kazılar yapmıştır. Mısır’da bulunduğu sırada, İngiliz karargâhında “harita dairesi”nde bir müddet çalıştıktan sonra “istihbarat şubesi”ne geçerek casusluk faaliyetlerine başlamış ve casusluk şebekesinin şeflerinden biri olmuştur. 1916 yılında ise kendisi için en verimli bölge olacağını düşündüğü Hicaz’dadır. İsyanı geliştirmek için aklına ve zekâsına güvenen bu adamın ihtiyacı ise sadece bir liderdir. Arabların etrafında toplanabileceği bir “Şef” aramaktadır. Aradığı “Şef”te olması gereken özellikleri de Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal’da bulur. Kısa bir süre içinde, kendince “taht ve taç”lar dağıtarak Faysal ile dostluğunu geliştirir, fikren ve fiilen yardımlarda bulunur.
– ‹‹Akşam olunca Lawrence, Bedevi çadırlarının önünde oturur, Arab milletinin geçmişteki büyüklüğünden, birliğinden ve şimdiye kadar uğradığı haksızlıklardan bahsederek onları Türkler aleyhine ayaklanmaya teşvik ile derdi ki: “Arablar eski azametlerini ve hürriyetlerini tekrar kazanmak isterlerse, fırsat zamanı gelmiştir. Çünkü can düşmanları olan Türkler şu ânda İngilizler, Fransızlar, Ruslar ve İtalyanlarla savaşmakta olduklarından, Arablara karşı gönderecek kuvvet bulamazlar.”
Lawrence bu çeşit teşvik ve tahrikleriyle altı ay kadar bir zamanda Mekke ile Medine arasında yaşayan Arab kabilelerinden belli başlı üçünü yani “Cüheyne”, “Belli” ve “Harb” kabilelerini eli altında birleştirmeyi başarmıştı.›› [18]
İsyanın başlangıç ve yayılma safhasında Lawrence, Osmanlı’yla karşı karşıya yapılacak bir muharebede, isyan eden Arabların başarılı olamayacağını anlamış, kafasında bir strateji oluşturmuştu. Her çöl Arabı, uçsuz bucaksız çölde, yalnız başına bir savaş gemisi gibi harekette serbest bulunacak ve kendi kanununu yürütecekti. Medine Şam arasında bulunan demiryolunda, Osmanlı kıtaları, çöle dönük vaziyette durmak zorundaydı. Hâlbuki Arablar, çölde kendi evlerindedir ve çok da iyi vur-kaç hareketleri yapabilmektedir. Bu tarz düzenli olmayan saldırılarla Lawrence, Sina cebhesinde savaşan İngiliz kuvvetlerini de rahatlatmak istiyordu. Zira, Osmanlı’nın dikkati Hicaz’a çevrilecek ve buraya yeni askerler kaydırmak zorunda kalacaktı. Osmanlı’nın savunması gereken kilometrelerce uzunluğunda bir demiryolu vardı. İsyancıların elinde ise bu demiryolunun başına bela olacak, İngilizlerin verdiği büyük miktarlarda dinamit.
Lawrence’den dinleyelim:
– ‹‹Bizim hedefimiz, düşman kuvveti değil, düşman kuvvetini besleyen raylar ve lokomotiflerdi. Vasıtamız da savaşmak değil, dinamitti. Bir köprünün, az veya çok uzunlukta bir demiryolu parçasının, bir lokomotifin tahribi, birçok Türk askerinin öldürülmesinden daha faydalıydı. Esasen eldeki imkânlar da düşman kuvvetini imha etmeye elverişli değildi. Arablar, tahkim edilmiş kuvvetli mevzilere saldıramazlardı. Ve saldırmaktan çekinirlerdi. (…) Varlığımızı belki taarruz ânında belli etmek ve çölün derin sessizliğini ancak dinamitlerimizin patlamasıyla bozmak. Zayıf tutulmuş noktalara saldırmak, böylece düşmanı zayıf olan posta ve karakollarını kuvvetlendirmeye mecbur etmek. Bu postalar ne kadar kuvvetlendirilirse, kuzeyden o kadar çok kuvvet çekmek gerekecekti. (…) Türklerin o kadar uğraşıp çabaladıkları hâlde Mekke’yi kurtaramayıp, Kızıldeniz kıyılarını da kaybederek, Medine çevresine çekilmek zorunda kalışları, itiraf etmeli ki, askerlikte beceriksizlikleri veya cesaretsizliklerinden değildi. Sadece bizim maddî bakımdan bol imkânlara sahib ve iyi hazırlanmış oluşumuzdu.›› [19]
Ayrıca Lawrence, Mehmetçiğin bulunduğu karargâhlara casusları vasıtasıyla uydurma ve şaşırtıcı haberler ulaştırıyor ve onları telaşa düşürerek yanlış tedbirler almalarını sağlıyordu.
General Allenby, tarihî bir vesikada, bu casusluk faaliyetlerini ve önemini şöyle özetler:
– ‹‹Sadece, Filistin Cephesi’nde, bir generalin kumandasında 600 casusun kullanılmasıyla istihbaratım (haber alma işlerim) mükemmel bir şekilde yürümekte ve bu sebeble, karşımdaki Türk ordusunun ruhu ve mânevî hâline onlardan ziyade vakıf bulunuyordum. (…) Başarım, istihbaratımın mükemmelliğinden ileri gelmiştir.›› [20]
YAHUDİ CASUSLAR İŞBAŞINDA
General Allenby’nin işaret ettiği casuslar mevzuunda, özellikle Filistin ve civarında Yahudi teşkilatları başı çekiyordu. Bunların da ön saflarında, -rütbeli askerleri baştan çıkararak onlardan bilgi alma taktiği de dâhil olmak üzere- Simi Simon, Madam Sara, Suzi Liberman ve Madam Raşel Rabinoviç gibi kadınlar büyük bir gayret sarfediyordu. Yeri gelmişken zikretmekte fayda var; Çanakkale’de, İngilizlere yardımcı olmak için Mısır’dan gelen Yahudi taburları da olmuştu.
Cevat Rıfat’tan dinleyelim:
– ‹‹Yahudi yazarlarının Türkler aleyhindeki bütün yazıları şen’i bir iftiradır. Lut kavminin yerin dibine geçirdiği yabani ve esrarlı Filistin topraklarında cereyan etmiş nankörlük, namertlik ve kahpelik dolu facianın aslı, yine bizzat Yahudiler tarafından yaratılmıştır.
Gözlerimin önünde olup biten bu faciayı, hiçbir mübalâğaya kaçmadan, zerre kadar garazkârlık hissine kapılmadan, tarihe tevdi etmek için olaylar içinde benim gibi yaşamış olan erlerden generale kadar herkesin isimlerini ve mevkilerini açıkça belirterek anlatmak isterim.›› [21]
Cevat Rıfat’ın, Feridun Bey’e anlattığı bu tablodan kısa bir iktibas yapalım şimdi:
– ‹‹28 Ocak 1918’de Medine’ye Şam’dan erzak götüren bir tren makine uğultusuyla kırılan sessizliği boza boza Katrana istasyonuna yaklaşıyor. İçinde erzaktan başka yine Medine’ye giden bazı er ve subaylarla aileler de bulunan bu tren, bir ânda, berrak gökte beliren İngiliz uçaklarının, yaklaşarak attıkları bomba yağmuruna tutuluyor. Düşman uçakları aynı zamanda Katrana istasyonu ile oradaki kolordu karargâhını da bombalıyorlar. Her tarafta şehid olanlar, yaralananlar ve bunların arasında malûm yavrular da var. Kan revan içinde feryat edenlerin çığlıklarıyla iniltileri, ortalığı kaplıyor. Düşman uçakları, işledikleri cinayetin kefareti olarak bir kurbanla iki esir bırakarak, süratle uzaklaşmış, gözden kaybolmuşlardı. Fakat onları üstümüze böyle hedeflerini tayin ederek saldırtanların Yahudi casusları olduğu anlaşılmıştı.›› [22]
Osmanlının güney topraklarında İngilizlerin en büyük destekçisi olan bu Yahudi casuslar, merkezi Kudüs’te bulunan Aranson Teşkilatına mensubtular. Teşkilatın başkanı olan Gerşman ise meşhur Yahudi işadamı Rothschild’in yakın dostu ve bölgedeki umumî vekiliydi.
Bu hıyanet ve casusluk çetesinin parolası şudur:
Harb sahasının gerisinde, düşman tarafından görülebilecek bir yerde, üç grub hâlinde bulunurlar ve sağdaki grub askerimizin sağ kanadını, soldaki grub sol kanadını, ortadakiler ise merkezi gösterir. Sağdaki tepede on kişinin ayakta durması ötekinin yere yatması askerimizin sağ kanadının ilerlediğini, ikisinin birden ayakta durması askerimizin sağ kanadının bir taarruza geçmek üzere olduğunu gösterir.
Merkezde üç casus vardır. Birinin ayakta durması, Türk kuvvetleri merkezinde hafif bir ileri harekât olduğu, iki kişinin ayakta durması merkez kıtalarımızın taarruza geçtiğini, üçünün birden ayağa kalkması takviye kıtalarımızın ve ihtiyatlarımızın cebheye sokulduğunu gösterir.
Soldaki tepede bulunanların işaretleri de aynen sağdaki tepe gibidir. Yalnız bunlar askerimizin sol kanadını gösterir.
Her üç tepede kimse görülmezse bu, cebhemizde bir hareket olmadığına işarettir. Her üç tepede birer kişinin çömelerek oturması, ordumuzun geri çekildiğine işarettir.
Bunlar casusların, düşmanın batarya dürbünleriyle görebilecekleri noktalardan verdikleri parolaların esaslı noktalarıdır. Ordu hareketlerinin en ufak tafsilâtına kadar bilinmesi için kararlaştırılan daha birçok işaret vardır.
Her ne kadar İspanya’dan kovulduklarında, Osmanlı onlara kapılarını açmış olsa da, belki de böylece intikamlarını alıyorlardı; “şehid kanıyla sulanmış toprakları” para karşılığında kendilerine yurt olarak vermeyen Ulu Hakan Abdülhamid Han’dan… Ulu Hakan’ı bir kez daha rahmetle hatırlarken, yine hatırlamamız gereken, Üstad Necib Fazıl’ın O’nun hakkındaki bir hükmü: “Abdülhamid’i anlamak her şeyi anlamak olacaktır.”
Bu casusluk, hainlik ve çıfıt soyuna noktayı koymak için, şimdi tarihin yapraklarında biraz geriye gidelim; yine Medine ve civarındayız, Üstad’ın satırlarından:
– ‹‹Kazılması yirmi gün süren hendeğin önünde, birdenbire düşman…
Muhacirlerin sancağı Zeyd bin Hârise’de, Ensarın sancağı Saad bin Ubade’de…
Tam üç bin müslüman cengâver…
Fakat en tehlikeli düşman Medine çevresinde… Benî Kurayza Yahudi kabîlesi… Kazılan hendek, karşıdan gelen kâfirlere engel… Ya arkadakilere ne olacak…
Dışarıdan gelenler, kalbleri bir ânda ceylana dönmesi mümkün kaplanlar… İçerdekilerse, olduğundan başka hiçbir şeye istidadı kalmamış yılanlar…
Allah’ın Resûlüne ahidleri olduğu için şimdilik hareketsiz duruyorlar. Amma?
Allah’ın Resûlü, boyuna gerilere adam gönderip Benî Kurayza’nın halini teftiş ettiriyorlar. Görünürlerde bir şey yok. Amma?
Nitekim küfür ordusundan içerilere sızdılar ve o âna kadar hiçbir hareket göstermeyen, sepetlerinde çöreklenip kımıldayan ve neticeyi kollayan bu yılanları dürtüklediler. Kafalar uzanmaya başladı.
İşte belânın en büyüğü! Önde ve arkada düşman… Medine içinde de, Sahabîlerin müdafaasız evleri, zevceleri ve çocukları…
Münafıklar hemen kendilerini gösterdi:
– M……. bize Fars ve Rum illerinin fethedileceğini vadetmişti. Hâle bakın ki, şimdi evimizin damı altında bile selâmetten uzağız!
Ruhlara bir bulanıklık çöktü.
(…)
Gerilerin haini Kurayzalılar ayaklandıktan, Medine içine kadar girdikten ve Allah Resûlünün tedbiriyle fazla bir şey yapmadan bütün niyetlerini belli ettikten sonra, küfür ordusunun çekilmesiyle birdenbire sindiler ve bölgelerine gidip kalın duvarların arkasına çekildiler.
Allah’ın Resûlü, Hazret-i Âyşe’nin hücresine gidip kılıcını astı.
Hitap melekten:
– Sen kılıcını asıyorsun ama, melekler silâh elde bekliyor. Lâhza geçirmeden Kurayza üzerine yürü!
Hemen sokak sokak nida:
– Muharebede ibadeti kazaya kalanlar namaza durmasın! Hemen herkes toplansın! Namaz, toplu olarak başka yerde kılınacak!
Herkes toplandı. Kurayza muhasara edildi. Namazlar orada kılındı.›› [23]
Sonrası ise malûm… Hayber cengine kadar gider.
İmdi, aradan bin yıldan fazla zaman geçmiş, Medine ve civarında, mücahidler, yine dış ve -yukarıdaki satırlarda da işaret ettiğimiz gibi- iç düşmanla karşı karşıyadır. Ömer Fahreddin Paşa ve mücahid Mehmetçik, 2 yıl 7 ay müdafaa ettikleri Medine’de binbir zorluk yaşayacaklardır. Ama ne diyordu Fahreddin Paşa:
– ‹‹Harb tarihinde açlık da yazar, susuzluk da yazar, vefiyat da yazar, fakat hâyasız ve kansızları pek nadir yazar. Hamdolsun süngümüz elimizde durduğu müddetçe, esaret ekmeği bizim boğazımızdan geçmez!››
Bu haykırış, Üstad’ın Anadolu’nun ruh tohumunu gözler önüne serdiği, -iman cebhesinin, madde cebhesiyle savaşı olan- “Tohum” isimli eserindeki haykırışla birdi, beraberdi. Ferhad Bey de şöyle sesleniyordu:
– ‹‹Toprağımızı bizden ihtimal halindeki ölüm değil, hakikat halindeki ölüm alabilir. (…) Onlara, biz Allah’a inanmış insanlarız, ölüm korktuğumuz şey değildir, dediniz. İşte söyleyebileceğiniz biricik söz buydu.›› [24]
ÇÖL KAPLANI ÖMER FAHREDDİN PAŞA
Anne tarafından Akıncı Beyi Bali Bey’in soyundan olan Ömer Fahreddin Paşa, 1868’de Tuna nehri kıyısında Rusçuk’ta doğmuş, Cihan harbinin sonunda, bütün Anadolu’nun “Eyvah bunca şehidlere, bunca fedakârlığa rağmen, artık her şey bitti” feryadıyla karanlıklara gömüldüğü günlerde, uzaklardan, ta Ravza-i Mutahhara’dan bir fecir yıldızı gibi parlamış, yapmış olduğu çıkış da, Anadolu’nun istiklâl mücadelesi için bir ışık olmuştur.
- Ordu Kurmaybaşkanı Ali Fuad Erden, “Çöl Kaplanı”nı şöyle anlatır:
– ‹‹Bir kıtayı teftiş ederken, kıtanın en başındaki eri, herkesin gözü önünde kucaklar, öper ve bu kucaklama, kumandan tarafından bütün kıta erlerinin aynı şefkatle sarılma edildiğinin sembolik ifadesi olurdu.
Fahreddin Paşa, her sabah Harem-i Şerif’in hademeliğini yapar, kefene bürünerek ve başına beyaz sarık sararak Peygamberimizin merkadını kendi eliyle siler süpürürdü. O, Ravza-i Mutahhara’nın hizmetkârı, bekçisi, -mukaddes cihad esnasında düşmanla işbirliği yapanlara karşı- muhafızı idi.›› [25]
Askerinin moralini yüksek tutmak için güreş müsabakalarına kadar birçok farklı etkinlik düzenler; meselâ, aktarmak istediği bir mesajı, askerlerin çok sevdiğini bildiği Karagöz oyunları eşliğinde verirdi. Sadece kılıç değil, kelâm sahibi de olan Paşa, askerin ruhunu kendi ruhunda yaşardı. Medine’de ziraat işlerine önem vermiş, mahallî halkın kullanması için suyollarına, çeşmelere kadar yaptırtmıştır.
Fahreddin Paşa ve Medine Müdafaası başta olmak üzere cebhelerde bulunan askerler, sadece düşmanla değil, nereden geleceğini bilmedikleri ihanetlerle, hainliklerle, casuslarla da savaşıyorlardı. Lâkin tüm bunlardan da önemlisi, belki de, açlık tehlikesiyle, hastalıkla ve yoklukla da savaşmalarıydı. Aşikârdır ki, günümüzün beş yıldızlı otel konforundaki özel hastahâneleri ve dünya mutfaklarını da barındıran açık büfe yemekleri yok! Günümüzün şükürsüz nesli yanında, yağsız mercimek çorbası, bulgur pilavı, birer somun ekmek bulunduğunda şükredilen yıllar. Bu zor şartları biraz anlamak için şu satırları okumak kâfidir:
– ‹‹Fahreddin Paşa, demiryolunda nöbet tutan askerlerin her gün üçer beşer güneş çarpmasından (beyin sulanmasından) öldüğünü görür. Önce nöbet saatini yarım saate kadar indirir. Sonra, her nöbetçi askerin yanına bir (saka) su taşıyıcısı koyar. Yani nöbete iki kişi çıkılır, biri saka, diğeri nöbetçi asker, sonra, nöbetçi askerlerin üstünden ağırlık yapan fişek sayılarını da indirir.
Bir de “samyeli” korkusu, tehlikesi vardı. Serinlemek için akşamları göğsünüzü açtığınızda; vücudunuza giren mızrak gibi yel, öldürücü hastalıklara dönüşüyor. Bir de, incecik, sıcacık çöl kumu, boğaz ve burun deliklerinden kupkuru tabaka oluşturup, nefes almayı imkânsızlaştırır.
Her karakolumuza günde ancak birkaç matara su verilebiliyordu. Hurma sepetleri şemsiye diye kullanılıyor!
Fahreddin Paşa’nın günlük emirlerine baktığımızda, başta sıtmanın yüzlerce hastalığın kol gezdiğini anlıyoruz:
“Ağız yaralarından diş etleri çürüyor ve dişler dökülüyor. Yemekler layıkı ile öğütülemiyor. Mide ve bağırsak hastalıkları, hazımsızlıklar, ishaller baş gösteriyor. Vücut zayıf düşüyor. Bu sebeble aşağıdaki gibi emrederim:
– Her hafta bütün erlerin ağızları doktorlar tarafından muayene edilecek. Ağız yaralarının tesirleri erlere akılları ereceği gibi anlatılacak. Ağızları kirli ve yaralı askerlere günde iki üç defa koku giderici ilaçlar ile, sulandırılmış tentürdiyot gibi karışımlarla gargaralar yaptırılacak.
– Kış, sıtma mevsimi de yaklaşıyor, onun için gelecek ayın onbeşinden itibaren bütün erlere haftada iki defa ve birer gram hesab edilmek üzere kinin içirilecek. Kinin içirilir içirilmez bir laf söyletmelidir ki, kinini yutması temin edilsin.
– Askerlerin ellerinde, yüzlerinde, bacaklarında sebebsiz birçok çıbanlara tesadüf ediliyor. Erlerin her bölgede hiç olmazsa haftada bir yıkanmaları temin için sabun yoksa, mutfak külünden faydalanmalı.
– “Erleri nöbetleşe iki günde bir su başına götürüp, orada, ceket ve gömleklerini çıkarttıktan sonra, başlarını, yüzlerini, vücutlarının üst kısmını, gözleri önünde, kül çamuru, yahut toprak çamuru, yahut ıslak kum ile uğduracak, sonra birkaç maşraba su ile de bu çamuru temizletecek, ondan sonra gömlek ve ceketler giydirilecek.”
Fahreddin Paşa, develere yedirilmek üzere, kırk bin kilo hurma çekirdeğini pazardan satın alır ve mukabilinde avuçlar dolusu para öder. (Takrurî: Hicaz’a başka yerlerden gelmiş kuzgunî siyah, göçebe ve kocaları gibi ayak işlerinde çalışan Arab demek.) Takrurî kadınlarının hurma çekirdeklerini toplayarak sattıklarını işitip mütessir olur ve emirlerinde:
“Bizim yere attığımız her hurma çekirdeği hecin veya develerimizi bir adım daha yürütebilir. Bu surette kıymetini bileceğimiz her hurma çekirdeği, iktisadî muharebede bize zaferi kazandıracak mermidir.
Develer hurma çekirdeklerinden pek hoşlanıyorlar, seve seve yiyorlar. Bu sebeble bütün zabit arkadaşlarımdan rica ederim, yediğimiz hurmaların çekirdekleri için birer kutu veya sepet bulunduralım. Neferlerimiz yedikleri hurmaların çekirdeklerini veya şurada burada gördüklerini ceplerinde veya bir torba içerisinde toplayarak zabitlere teslim etsinler. Ben de asker evlatlarıma buna mukabil, bir okka hurma çekirdeği için yirmi paralık bir tütün paketi veya iki okka hurma çekirdeği için bir kuruşluk tütün paketi verilmesini emrettim.”
Hurma ve çekirdeği, birincisi askerin, ikincisi devenin belli başlı besin maddesi. Fahreddin Paşa, ekmek bulunmadığı zamanlarda bile yeteri kadar hurma bulmuş, açlıktan ölümlerin önüne geçmişti.
Çöl ortasında kalmış bir avuç askerin nasıl zaruret içinde kaldığını yine Fahreddin Paşa’nın şu emirleri bize iyi anlatıyor:
“Bugünkü harbde hiçbir şey zayi etmeyerek her şeyden istifade etmek maksadıyla aşağıdaki hususları emrediyorum:
– Odun, çalı vesaire yakacaklardan husule gelen kül zaruret hâlinde sabun gibi kullanılabilir. Mahrukattan husule gelen külliyetli toz, yüzde beş nisbetinde potası havi (içinde) olduğundan, kül ile çamaşır yıkamak ve karavana temizlemek usulü tatbik edilecek. Kıtalarda yeteri kadar odun külü bulunmadığı takdirde en yakın şehirlerden kül tedarik edilecek.
– Kesilen hayvanlarla ölenlerin kemiklerinden yağlı maddeler, tutkal ve kemik tozu istihsal edileceğine göre, husule gelen kemikler toplanarak ordu menziline sevkedilecek. Kemiklerin yağlı maddeleri, tutkal istihsal edildikten sonra, yüzde yirmi nisbetinde fosfor havi olan bu kemikler toz hâline getirilerek ziraatte kullanılacak.”›› [26]
MEDİNE MÜDAFAASI
1916 yılı başlarında Sina Cebhesi’nde Kanal Harekâtı ve Irak’ta İngiliz işgali sürerken isyancılar Medine’ye saldırmış; İngilizlerden sağladıkları altun, silâh, yiyecek ve askerî birlikler sayesinde Haziran’da genel saldırıya geçerek; İngiliz Fox, Hardinge ve Duffer savaş gemilerinin bombardımanı sayesinde 16 Haziran günü Cidde’ye, 7 Temmuz’da Mekke’ye ve 22 Eylül’de de Taif’e girmişlerdi.
Fahreddin Paşa’nın savunduğu Medine dışındaki hemen hemen bütün merkezler asilerin eline geçmişti. Medine kuşatma altındaydı. Fahreddin Paşa komutasındaki Hicaz Seferî Kuvvetleri, Medine kuşatmasını püskürttü. İngilizlerin büyük ümit bağladığı isyancı kuvvetler sayıca üstünlüklerine rağmen bozguna uğramış, Fahreddin Paşa fiilen katıldığı savunmanın ardından Medine’yi kontrol altına almıştı.
Osmanlı’nın, Filistin ve Hicaz’ı aynı ânda savunacak gücü kalmayınca; Kudüs’ü kurtarmak için Medine’deki kuvvetlerin Filistin’e kaydırılmasına karar verilmişti. Medine’nin boşaltılması haberini alan Fahreddin Paşa, Cemal Paşa’ya şu telgrafı çekecekti:
– ‹‹Bu mukaddes şehri, Hazret-i Peygamber’in Ravza-i Mutahhara’sını mühim ağırlıkların sevkinden sonra, son dakikaya kadar muhafaza ile ecdadımızın Medine’ye, anavatanın kıblegâhına yerleştirmiş oldukları bayrağımızın bana kaldırtılmamasını kemâli hürmetle istirham ederim.›› [27]
Fahreddin Paşa, hiç değilse Medine’nin savunması için kendisine bir piyade alayı ve bir batarya bağışlanmasını taleb edecek; askerî strateji gereği Medine’nin boşaltılması kararını verenlerden Cemal Paşa, Fahreddin Paşa’nın; Enver Paşa da, Talat Paşa ve Padişah’ın etkisiyle kararlarını değiştireceklerdi. Bu biraz da hissî bir tavır anlamına geliyordu. Enver Paşa ile Cemal Paşa ilk önce istemeye istemeye, harb durumu gereği verdikleri boşaltma kararından, sadece kalblerinin sesini dinleyerek vazgeçmişler, Fahreddin Paşa’nın çığlığına kayıtsız kalamamışlardı. Medine boşaltılmayacak ve sonuna kadar da savunulacaktı.
Bu yeni durum karşısında yeni tedbirler alınması gerekiyordu. Medine’de silahlı kuvvet dışında bulunan ve artık beslenmeleri güçleşen kimselerin, fazla yük olmamaları için çıkarılıp Şam’a gönderilmeleri gerekiyordu. Fahreddin Paşa yağma ihtimaline karşı Medine’de Hazret-i Peygamberin kabrinde bulunan “mukaddes emanetler”in İstanbul’a nakledilmesini teklif etti. Çünkü Medine’nin İstanbul’la irtibatını sağlayan demiryolu kısmen yağmacıların eline geçmiş, ulaşımın zorlaşması ve Anadolu’yla irtibatın kesilmesi söz konusu olmaya başlamıştı. Paşa, bir komisyon kurarak ve tek tek kontrol ettiği mukaddes emanetleri, sağ salim İstanbul’a ulaştırıyordu. Mukaddes emanetlerin yanında, hasta ve tebdili havalı erler, subay ve memur aileleri, bin kadar subay-er ve memur, Mevlevî sıhhiye bölüğü, 130. Alay’ın bir taburu da Medine’den gidiyordu. Yerli ahalinin de bir kısmı şehir dışına çıkınca, toplam nüfus 40 bin eksilmişti.
Fahreddin Paşa, elinde kalan az sayıda kuvvetle hem bu çöl yolunu, hem de Medine’yi müdafaaya devam etti. Fakat Hicaz Demiryolu’nun Medine’ye yakın olan Tebük-Medain arasındaki istasyonunun düşman eline geçmesinden sonra Medine Kalesi isyancılar tarafından kuşatıldı. Hiçbir yerden yardım alamaz durumda olan halk ve asker arasında açlık ve hastalık hüküm sürmeye başladı. Hurmadan başka yiyebilecek hiçbir şey kalmamıştı. Medine açlıkla boğuşurken birden bire gökyüzünden çekirge yağmaya başladı. Herkes elde kalan bir avuç tahılın, hurma ağaçlarının mahvolacağını düşünerek çekirgelere korkuyla bakıyor; “Eyvah, Medine şimdi bitti!” diye ah çekiyordu. Fahreddin Paşa ise Afrika’nın Sina’yı geçerek Medine’ye musallat olan çekirgelerini nimet olarak değerlendirmişti. Ona göre bu bir afet değil, göklerden gelen bir ikramdı.
Paşa, okuduğu eski kitablar arasında, Hazret-i Peygamber döneminde de Hicaz’da böyle bir çekirge istilasının olduğunu ve Peygamberin çekirge ile ilgili bir takım hadislerinin bulunduğunu hatırladı. Bu hadisleri arayıp bulan Fahreddin Paşa, buradan hareketle çekirge yemenin sünnet olduğuna hükmederek bunu askerlerine aktardı. Çekirge kurusunu çerez gibi yerken, çekirge unundan ekmek yapıp günlerce bu şekilde beslendiler. Gökten yağan çekirgeler, Mehmetçiğe gıda olmuştu.
Askerlerine şöyle diyordu Paşa:
– ‹‹Serçe kuşundan ne farkı var? Yalnız tüysüzdür. Fakat serçe gibi kanatlı ve uçar ve yeşilliklerle beslenir. Serçe gibi huysuz, serçe kadar asabi, yediği şeyleri titizlikle intihab eder, temiz ve taze şeyler yer. Hem de tiryaki ve keyif sahibidir. Tütün ve limondan pek zevk alır. Sonra topluca yaşamayı sever. Nereye gitse, hep beraber, kafile halinde gider, birbirinden ayrılıp, dağılmazlar. Tıpkı serçeler gibi… Hicaz, Yemen, Asir Arablarının başlıca gıdası çekirgedir. Bedeviler sağlamlık ve çevikliklerini çekirgelere borçludurlar.
(…) Yiyip tadına bakarak, faydasını anlamak kâfidir. Çekirge dört türlü yenebilir:
1- Toplanan çekirgeler, çiroz gibi güneşe serilir, iki üç gün kadar kurutulur. Ayakları ve başı koparılır. Kalan gövde kısmı bir parça yağ ile kavrulur ve kavurma gibi yenir.
2- Sıcak su ile haşlanır. Baş ve ayakları temizlenir. Hemen pişmek üzere bulunan pirinç ya da bulgur pilavına karıştırılıp pişirilir.
3- Haşlanmış çekirgeler tabağa dizilerek konur, üzerine zeytinyağı ile limon gezdirilir.
4- Çekirgenin kavrulan kısmı, havan içinde toz haline getirilir ve et tozu konservesi şeklinde kutularda ve dağarcıklarda muhafaza edilir. Arablara göre en makbul tarzı budur. Çünkü elde daima ihtiyat durur. Ve gerektiğinde nerede olursa olsun açlığı gidermeye yarar. Hele harb zamanlarında, hemen el altında bulunan bir gıdadır.
Kısaca dün, çekirgeyi bahçelerden yok etme tedbirlerini düşünürken, bugün çekirge geliyor mu diye yollarını gözlüyorum. Hangi bölgeye çekirge düşerse, tarifime göre faydalanılmasını ve bana hediye olarak çekirge gönderilmesini arkadaşlarımdan rica ediyorum.›› [28]
Bu noktada, altını önemle çizmek istediğimiz bir husus var. Dışarıdan bakan için, belki çok kolay görülen kumandanlık icrası, sanki sadece emir vermek, “yat-kalk” demekten ibaretmiş gibi zaman zaman algılansa da, yukarıdaki paragraflarda da şahid olduğumuz gibi, ilim-fikir-cesaret-aksiyon terkibi, başlı başına bir nizam abideliği belirtir. “Askerlik sanatı” denilmesinin yanında bunun sanat formu daha iyi netleşsin diye, -“Beethoven’ı Anlamak” isimli filmde, kulakları duymayan Maestro’nun, orkestrayı yanlış yönlendirdiği sahneyi de gözümüzde canlandırarak- Mütefekkir Mirzabeyoğlu’nun şu tesbitini de dikkatlere sunarız:
– ‹‹Bir orkestrada, dışarıdan bakan için, en pahalı iş en kolaydır… Kim? Orkestra şefi… Yâni sopa sallayan… Bir orkestrada her çalgının sesini usulünde bütüne bağlayan üstün usulcü, nizâm kaçkını gözünde kolayından benzemeye yelteneceği bir iş becermektedir sanki!.. Onun için de bir mevzuda bütüne uygunluk çilesi çekeceğine, hemen herkes genele atlar; atmasyonculuk için uygun zemin bulur…›› [29]
Fahreddin Paşa, askerin hem moralini yüksek tutmak, hem de açlığını gidermek için tüm bilgi ve birikimini ortaya koyuyordu. Kavurucu sıcak altında, düşmanla ve yoklukla mücadele de böylece sürüyordu.
Şam işgal edilmişti. Osmanlı İmparatorluğu Filistin, Lübnan, Suriye, Irak ve bütün Arabistan’ı fiilen kaybetmişti. Bir tek Medine direniyordu. İşte böyle bir durumda, 30 Ekim 1918’de Mondros Antlaşması imzalandı. Sadrazam Ahmed İzzet Paşa imzalı acele bir telgrafla Osmanlı ordularına şöyle duyuruldu:
– ‹‹Dört seneden ziyade din ve namus uğrunda akıllara sığmayacak fedakârlıklar gösterildikten sonra, içinde bulunduğumuz devletler birliğinin mağlubiyet ve büyük güçsüzlüğe uğraması Osmanlı Devletimizi, İtilâf Devletleriyle antlaşma yapmaya zorladı.›› [30]
Antlaşmanın bir maddesinde Hicaz, Âsir ve Yemen’de bulunan Osmanlı kıtaları ve garnizonlarının en yakın İtilâf Devletleri kumandanına teslimi şartı bulunmaktaydı. Mütareke haberi değişik kanallardan Medine’ye yayıldığında, Fahreddin Paşa askerlerini ve Medine’nin ileri gelenlerini Harem-i Şerif’te topladı. Topluca kılınan öğle namazından sonra, Fahreddin Paşa, Ravza-i Mutahhara’nın gümüş parmaklığı önünde, bir müddet durup kendinden geçmişçesine dua ettikten sonra, büyük bir al sancağı göğsüne dolayarak, minbere çıktı. Nefesler tutulmuş, tüm dikkatler Paşa’ya verilmişti.
Fahreddin Paşa, Hazret-i Peygamberin “Ey insanlar” mânâsına gelen “Ey Nâs!” hitabıyla söze başladı:
– ‹‹Ey Nas!.. Size bin üç yüz yıl öncenin bu kubbeleri çınlatan ilâhî, mukaddes sesiyle hitab ediyorum. Ve mübarek kabrinde hây (diri) olan Peygamberi Zişanımızı Hazret-i Muhammed Sallâllâhu-âleyhi vesellem huzurunda ahdi peyman ederek diyorum ki; biz ne kadar kuvvetli düşmanlar karşısında bulunursak bulunalım, Allah-ü Teâlâ’nın izni ve O’nun Resûlü Ekremi’nin şefaati ile zerre kadar fütur getirmeden mukaddes bildiğimiz mücadelemize devam edeceğiz.
İngiliz altunlarına karşılık, İslâm kanı dökmekten zevk alan karşımızdakiler Medine’nin Suriye ile yegâne muvasala hattı (bağlantı yolu) olan demiryolunu muhtelif yerlerden kestikten sonra Urbanın (Bedevilerin) şehre erzak getirmelerini men ile, Medine’yi cebren alacaklarından bahisle, şimdiden teslim olmamızı teklif ediyorlar.
Ey Nâs! Malûmunuz olsun ki, şecî ve kahraman askerlerim, bütün İslâm’ın sırtını dayadığı yer, mânevî gücünün desteği, Hilâfetin gözbebeği olan Medine’yi son fişeğine, son damla kanına, son nefesine kadar muhafazaya ve müdafaaya memurdur.
Buna Müslümanca, askerce azmetmiştir. Bu asker Medine’nin enkazı ve nihayet Ravza-i Mutahhara’nın yeşil türbesi altında kan ve ateşten dokunmuş bir kefenle gömülmedikçe, Medine-i Münevvere kalesinin burclarından ve nihayet Mescid-i Saadet minareleriyle yeşil kubbesinden al sancağı alınmayacaktır! Allah-ü Teâlâ bizimle beraberdir. Şefaatçimiz O’nun Resûlü Peygamberimiz Efendimizdir.
Ey bütün tarihi eşsiz kahramanlıklar, şan ve şereflerle dolu Osmanlı ordusunun yiğit zabitleri, ey her cenkte cihanı tir tir titretmiş, asla kimseye boyun eğmeyerek daima namus ve din borcunu kanıyla ödemiş şeci Mehmetçiklerim, kardeşlerim, evlatlarım, gelip hep beraber Allah’ın ve işte huzurunda huşû ve vecd içinde gözyaşları döktüğümüz Peygamberinin karşısında hep beraber, aynı yemini tekrar edelim ve diyelim ki, Ya Resûlullah, biz seni bırakamayız!›› [31]
Bir ânda sanki gökler gürlemiş, yer yerinden oynamıştı. Kubbeler yeminlerle çınlıyordu. Son sözünü gözyaşları içinde haykıran Çöl Kaplanı, minberden ağır ağır inerken kendisini Mehmetçiğin kollarında buldu. Allah Resûlünün huzurunda, kumandan da, subay da, er de Allah Resûlünün ümmetiydi. Âdeta bir bayram sabahı gibi neşe vardı, herkes birbiriyle kucaklaşıyordu.
Medine Müdafaası sırasında görevli Mülazım İdris Sabih Bey, yaşadığı olağanüstü tabloların tesiriyle, mücahid Mehmetçiğin ruhunu, şu mısralarla dile getirecekti:
Unuttuk İlhan’ı Kara Oğuz’u
İşledik seni gözbebeğimize
Bağışla ey şefi’ kusurumuzu
Bin küsür senelik emeğimize
Suçumuz çoksa da sun’umuz yoktur
Şımardık müjde-i sahabetinle
Gönlümüz ganidir, gözümüz toktur
Doyarız bir lokma şefaatinle
Yapamaz Ertuğrul Evladı sensiz
Can verir canânı veremez Türkler
Ebedi hadimü’l-Harameyniniz
Ölsek de ravzanı ruhumuz bekler
1. Cihan Harbi bitmiş, Osmanlı orduları bütün cebhelerden tahliye edilmişti. Bir tek Medine direniyordu. Fahreddin Paşa, hükümet kendisine; “Çare kalmamıştır. Teslim olacaksınız.” emrini verdiği hâlde, bu konuşmayı neye dayanarak yapıyordu? O, Balkan Savaşı gazilerindendi. Mondros Antlaşması’nın akıbetinin Bulgarlarla yapılan antlaşmaya benzemesini umut ediyordu. Balkan Harbi’nde Bulgarlar bize antlaşmayı Çatalca’da imzalatmışlardı fakat biz onlara sulhu Edirne’de yaptırmıştık.
Paşa, İngilizlerin sözüne de güvenmiyordu. Bu düşüncesini yayımladığı bir beyannamede şöyle dile getiriyordu:
– ‹‹Anadolu’da bulunan yirmi bine yakın İngiliz esiri çoktan beri İngiltere’ye iade edildiği hâlde, İngilizler bizim Mısır’daki esir kardeşlerimizi, hatta kadın, çocuk ve ihtiyar acizleri hâlâ bırakmamışlar ve üstelik bizi de esir almak istemişlerdir.›› [32]
Fahreddin Paşa, 6 Kasım 1918’de Ahmed İzzet Paşa’dan gelen emre net bir cevab vermemişti. Aynı emir bu sefer 28 Kasım tarihinde telsizle ve İngilizler tarafından kendisine ulaştırıldı. Ve ardından, yine aşağı yukarı aynı emri, İngiliz gemilerinin vasıtasıyla Yüzbaşı Ziya Bey, kuryelik yaparak getiriyordu. Fahreddin Paşa oralı bile değildi. Şehrin imar faaliyetlerine devam ediyor, askerleri gerekli müdafaa tedbirlerini almaya sevk ediyordu. Yüzbaşı Ziya Bey’e ise şöyle diyordu:
– ‹‹Medine kalesi bir askerî mevki olmakla beraber, aynı zamanda hilâfet bakımından da pek mühim bir yerdir. Şu hâlde buranın teslimi için yalnız Harbiye Nâzırının ve hükümetin emri yetmez. Mutlaka, Halife ve Padişahın bir iradesi olmalıdır.›› [33]
Fahreddin Paşa gökyüzünü bir alev gibi kaplayan güneş altında, bir damla su için çatlak dudaklarıyla matara ağızlarına yapışan Mehmetçikle birlikte bir destan yazıyor; Medine’den Millî Mücadeleye de taşınacak olan bir meşale yakıyordu. Çöl Kaplanı teslim olmuyordu!
İtibarlı ve muhterem din bilginlerinden olan Haydar Molla; Akdeniz, Süveyş Kanalı ve Kızıldeniz’i aşıp Medine’ye vardı. Fahreddin Paşa’ya; ‹‹İrade istemiştiniz. İşte getirdim. Hatta Padişah ve Halifemiz Efendimizin ayrıca selâmları var. Tekrar tekrar, artık mukavemetten bir netice de, hayır da beklenemez.›› [34] diyordu.
Paşa, padişahın bu iradeyi ve bu sözleri, düşman baskısı altında, çaresiz kalarak vermiş olduğunu ifade ederek, kerhen verilmiş sözlerin bir hükmünün olmayacağını Haydar Molla’ya iletti. Ertesi gün Ravza-i Mutahhara’da ziyaretlerini yapan Haydar Molla’ya, bu durumda, eli boş İstanbul’a geri dönmekten başka bir seçenek de kalmamıştı.
Tarih 1919’un Ocak ayıdır. Çoktan beridir bir takım subaylar arasında iyiden iyiye homurtular yükselmeye, her tarafta “teslim olunmalı” sözleri uçuşmaya başlamıştır. Hattâ Haydar Molla’nın ziyaretinden önce Yarbay Emin Bey ve arkadaşları, Paşa’ya isyan bayrağını açmışlar ve bir beyanname de yayımlamışlardır. Maksim Gorki’nin şöyle bir sözü vardır: “Bir sürü dostunun içinde, elbet düşmanların olacak ama unutma ki, onca düşmanın içinde belki seni dostun vuracak.” Fahreddin Paşa, böyle bir durumdaydı işte. Sanki kendisini, arkadaşları teslim almaya çalışıyordu. Elbette diğer taraftan bakıldığında ise, Osmanlı ordularının teslim olmasının yanında, neferinden subayına, herkeste yılların savaş yorgunluğu, yokluğu, aç kalma korkusu ve sıla hasreti vardı. Ve kafalarda hep o soru işareti: “Teslim olursak belki daha mı iyi olur? Bu işin sonu böyle nereye gidecek?”
Burada bir parantez açmamız gerekiyor. Mütefekkir’in “Kökler”indeki Üstad’dan altun bir levha:
– ‹‹Kahramanlık ahlâkında sonları hesab etmek diye bir şey yoktur. Şark’ın Bizans ve Fars tesiri, bize, “viran olası hânede evlâdü iyâl var” tesellisini verir… Bu, İslâm’a tamamen zıttır. Hânenin virân olmasına râzı olmadan umrâna imkân yoktur. Ama tedbirde de büsbütün boşta bulunulacak değildir. Son nereye varır?.. En sonu, Allah’ın takdirine varır…›› [35]
Zabit ve neferlerinin bulunduğu hâl içinde, Fahreddin Paşa gittikçe köşeye sıkışıyordu. Lâkin, “Sonunu düşünen kahraman olamaz!” diyen Kafkas Kartalı İmam Şamil gibi, Çöl Kaplanı Fahreddin Paşa da şunları söyleyecekti:
– ‹‹Türk, Arab, Kürt, Çerkez, Laz, Arnavut, Boşnak, ey Ümmet-i Muhammed!
Madem bir cariye gibi Mısır’a esir gidecekmişiz, ya beş senedir niçin kan içinde yüzdük? Niçin ocaklarımızı söndürdük? Niçin bunca aziz kardeşlerimizi kurban ettik?
Yalnız can kaygusuna mı düşeceğiz? Bîçare hastalarımızı bırakıp nereye gidiyorsunuz? Onları kime emanet ediyoruz?
Buraya hep beraber gelmedik mi? Yine hep beraber birlikte gitmek gerekmez mi?
Bunca zaman bir karavanadan yedik, omuz omuza bir siperde harbettik. Şimdi onları sıtma ateşi içinde nasıl terk ediyoruz? Humma ile kendilerini kaybeden bu zavallılarla helâlleşmeden nereye kaçıyoruz?
Dünyada nasib olmazsa bile, yarın ahirette onlarla yüzyüze gelmeyecek miyiz? Arkadaşlar! Parça parça çekilip esir olmak hiçbir şey temin etmez. Ayrı ayrı hepimiz sefil ve zelil oluruz. Birbirimize sokulalım ve anlaşalım!
Din kardeşlerim! Dişimizden arttırdığımız, aç kalıp bugünlere sakladığımız erzak aylarca idaremize kâfidir. Hamdolsun süngümüz daha elimizdeyken, bir kaz sürüsü gibi teslim olmak, Osmancığın ahfadı alnına yazılmamıştır. Bir köpek bile tasmayı, kolay kolay boynuna geçirtmez.
Harb tarihinde açlık da yazar, susuzluk da yazar, vefiyat da yazar, fakat hâyâsız ve kansızları pek nadir yazar. Süngümüz elimizde durduğu müddetçe, esaret ekmeği bizim boğazımızdan geçmez!
Şimdiye kadar bizi aç bırakmayan Allah’ın inayetine sığınarak, burada Peygamberimize misafir olmak elbette her şeyden hayırlıdır!››
Bu sırada, artık geri dönmeleri için, İstanbul’dan da emirler değil birbiri ardına ricalar ve ricacılar geliyordu. Durum Osmanlı Devleti için de zor bir hâl almıştı. Mondros Antlaşması, Fahreddin Paşa’nın teslim olmayışıyla tehlikeye düşüyordu. Paşa, en yakın arkadaşı Albay Ali Necib Bey’le hayatının en zor kararını verecekti. Albay Necib Bey, Fahreddin Paşa’ya sonuna kadar bağlı kalacaklarını ama Osmanlı’nın menfaatleri gereği artık teslim olmaktan başka çare kalmadığını, antlaşma maddeleri bütünüyle tatbik edilmezse İtilâf Ordusu’nun İstanbul’dan çıkmayacağını söyledi. Paşa, arkadaşını sessizce dinlemiş ve Osmanlı’ya zarar verme ihtimalinden korkmuştu. Artık çok çaresizdi, çölün ortasında âdeta tek başına kalmış olan bu adam teslim olacaktı.
Osmanlı Devleti’nin silâh bıraktığı Mondros Antlaşması’ndan sonra, 70 gün Medine’nin savunmasını terk etmeyen Çöl Kaplanı Fahreddin Paşa, “Ya Resûllullah! Ben seni nasıl bırakırım” yakarışlarıyla Ravza-i Mutaharra’nın başında bekliyordu. Peygamber’le son kez vedalaşmaya giden Paşa, birdenbire yaverine “Burada kalacağız!” dedi ve ağır ağır ekledi:
– ‹‹Mücaviriz… Herhangi bir mücavir gibi… (Yani dünyanın dört bir tarafından gelip de ayrılamayarak, ömürlerinin sonuna kadar Medine’de, Harem-i Şerif yakınında yerleşen Müslümanlar gibi) Nebiyyi Muazzam civarından ayrılamayız. O’nun şefaatine sığınıyoruz.›› [36]
Cebinden çıkardığı tesbihini çeke çeke, buraya yerleşmek için yapılan hazırlığı seyre daldı. Yaveri ile emir zabiti derhal koşarak, yola çıkmak için hazırlanmış otomobilindeki özel eşyalarını getirttiler. Şimdi bavullarının yanında oturuyordu Paşa.
Fahreddin Paşa’nın bu hareketi, yeni bir siyasî kriz doğuracaktı. Hemen bir doktor çağrılıp Paşa’nın hasta olduğu İngilizlere söyleniyordu. Fahreddin Paşa korkusu ve saygısı tüm çöle yayılmışken, asi bedeviler aniden ürken develerine, ‹‹Ne o, yalakta Fahri’yi mi gördün?›› [37] derken, Çöl Kaplanı’nın mücavir olarak bile olsa yaşadığı Medine’yi, İngilizler nasıl tam teslim alacaklardı?
Fahreddin Paşa’nın ziyaretine gelen silâh arkadaşları, birbirlerine bakıp bir hamlede Paşa’nın etrafını sımsıkı sardı. Zira İngilizlerin, Paşa’nın teslim olması yönünde artık çok büyük bir baskısı vardı. Paşanın etrafını saran silah arkadaşları, hıçkıra hıçkıra ağlayarak, gözyaşları içinde Paşa’ya sarılarak, kendisini birden kucaklayıp teslim aldılar. ‹‹Kader Paşam… Takdir-i İlâhî… Vatan ve milletinize karşı vazifenizi, kimseye nasib olmayacak bir feragat ve kahramanlıkla yapmış olduğunuza Allah-ü Teâlâ da şahiddir.›› [38] diyerek de hem kendilerini, hem de Çöl Kaplanı’nı teselli etmeye çalışıyorlardı. Ancak Paşa, kılıcını düşmana teslim etmiyor, Hazret-i Peygamber’in mescidine emanet olarak bırakıyordu. Hayatında ilk defa teslim olan Fahreddin Paşa, İngilizler tarafından önce Mısır’a, daha sonra da Malta’ya götürülmek üzere yola çıkarılıyordu.
Şimdi iş, Medine’deki yaklaşık beş yüz subay ve altı bin kadar askerimizin boşaltılmasına gelmişti. Bu mücahid Mehmetçik içinde Şamlı, Halepli, Kudüslü, Hayfalı, Beyrutlu nice Arab vardı. Ve onlar da bu “teslim” durumunu, Türk’ü, Kürt’ü, Çerkez’i, Arnavut’u gibi içlerine sindiremiyordu. Feridun Bey’den dinleyelim:
– ‹‹Medine’den ayrılmadan önce, son ere kadar hepsinin, bu arada çeşitli yaralar alarak vücutları âdeta delik deşik olmuş, kimi kolsuz, kimi bacaksız kalmış gazi Mehmetçiklerin, birbirlerine sokulup birbirlerine yardım ederek, halsiz, mecalsiz bir durumda, son defa Harem-i Şerif’i ziyaretle Ravza-i Mutahhara’ya yüzlerini gözlerini sürerek dualar ede ede yaptıkları veda ziyareti görülecek şeydi. İngiliz altunları ile beslenerek Türk’e diş biler hâle getirilmiş bazı sözde Arablar bile bu manzara karşısında gözyaşlarını tutamamışlardı. Bizimle beraber Medine’de kalıp aylarca süren muhasaranın her türlü sıkıntısını çekerek açlığına bile katlanan yerli Arablar ise, tam bir matem havası içinde hüngür hüngür ağlıyorlardı.›› [39]
Ne diyordu Üstad:
Mehmed’im, sevinin, başlar yüksekte!
Ölsek de sevinin, eve dönsek de!
Sanma bu tekerlek kalır tümsekte!
Yarın, elbet bizim, elbet bizimdir!
Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir! [40]
Medine’den çıkan askerimize; “Bizi bırakıp nereye gidiyorsunuz? Siz buralardan gittikten sonra bizi birbirimize kırdıracaklar.” diyerek gözyaşları dökülüyordu. Bu tarihten sonra, Medine’den Mısır’a kadar birçokları, cesur ve yiğit olmasını istedikleri çocuklarına “Fahreddin” ismini vereceklerdi.
Neferler arasında ise, “Fahreddin Paşa nasıl olsa yine buraya gelecek, gelir. Kaçıp Medine’de aç da, susuz da olsak bekleyelim, ama esir olmayalım!” yeminleri ediliyordu. Ama öyle yahut böyle, o günler için her şey bitmişti. Medine’de kalan, artık yalnız mücahid Mehmetçiğin, Hazret-i Peygambere komşu kabirleriydi. Hazret-i Allah, bu vesileyle, tüm şehid ve gazilerimize rahmet etsin, Resûlünü onlara şefaatçi kılsın.
Ortak kanaattir ki, Osmanlı nizamının çıkışından sonra, Osmanlı’ya ihanet eden anavatan da dâhil olmak üzere, bu topraklarda hiçbir zaman o dönemki huzur, refah ve bölge kardeşliği bir daha görülemedi. Ümmetin arasındaki nifaklar büyüdü, ayrılıklar arttı. Ve bu kaotik hâl, bugün de gözümüzün önünde kanlı bir şekilde devam etmektedir. Evet, ‹‹Yönetmek için yönetmek başka, ifsad etmek ve sömürmek için yayılmak başka; Nizâm-ı Âlem ve İ’lâyı Kelimetullah için bütün dünyaya tâlib olmak bambaşka…›› [41]
VE ANADOLU…
– ‹‹Anadolu… Putların ve salîbin binbir cümbüşü arkasından kendisini topyekûn hilâle teslim eden ve onun dâvasını bütün dünyaya şâmil bir (aksiyon) halinde güden aslî ve asîl unsur kadrosu…
Ve nihayet Anadolu… Tarih boyunca cihanın en büyük mâna ve madde imparatorluğuna dayanak vazifesini gördükten sonra, dört asırdır öksüz, mazlum, harap ve mahrum yaşayan; bir asırdan beri de ihanetlerin en acıklısına uğrayan, derken an’anevî tahammül ve tevekkülünün üstünde ruh eşkiyasının çatı kurduğuna şahit olan misilsiz çile ve işkence arsası…
Halbuki Anadolu; şehitler toprağı, gaziler bucağı, velîler ocağı…
Nihayet Anadolu, her taşında bir Yunus Emre’nin oturduğu, her yolundan bir Yunus Emre’nin geçtiği, hak âşıklarının yurdu ki, minareleri, evleri, rüzgârları, ırmakları, kağnıları ve kalbleri hep “Allah Allah!” sesleriyle uğuldamakta…
Böyleyken, Anadolu; suları bile “Allah deyu deyu” akarken, tam 68 yıldır kendi iradesiyle başa geçtiğini iddia eden istismar idarelerinin esiri olmak gibi, hayal ve efsaneye sığmaz bir gözbağcılığının, hokkabazlığın zebunu…
Anadolu’nun yine 68 yıldır beklediği, böyle bir Anadolu görüşü ve en üstün milliyetçilik halindeki böyle bir Anadoluculukla, ona, kendi kendisini, kendi ukdesini, kendi kökünü göstermeye, kendi özünü ve yemişini kuvvetlendirmeye, sırlarını çözmeye ve dostlariyle düşmanlarını tanıtmaya memur, BÜYÜK BİR FİKİR HAMLESİDİR.
Suları bile “Allah deyu deyu” akan vatanın, o mukaddes emanet çerçevesinin “Harîm-i İsmet”inde, Anadolu, düşmanlarını boğacak şuura yükselmedikçe, bilerek veya bilmeyerek, Firavunların ehramlarına taş taşıyan esirlerden farksız yaşayacaktır. “Harîm-i İsmet”te boğulmasıyla, Anadolunun ve Anadolu ruhunun büsbütün boğulması arasında, ihtimal payı olarak hiçbir mesafe kalmamıştır. “OLMAK MI, OLMAMAK MI; İŞTE BÜTÜN MESELE!..”›› [42]
VE BUGÜN: OLMAK MI, OLMAMAK MI?!..
– ‹‹Motor gürültüleri, savaşlar, esrar ve eroin dalgaları, sapıklık ve fuhuş, iyi ve kötü değer yargılarının ismiyle bile unutulmaya başlandığı bir zamanda, fikrin “beş para etmez” bir değer hükmüne indirildiği dünya çapı mekânda, yeni bir FİKİR ÇAĞI doğuyor!..
*
İmkânlar âlemine bakıldığı zaman, doğum değil de ölüm haberini veren bir hâl içinde yeni bir fikir çağının doğuyor olması iddiası, kutupta güneşin 24 saatte bir görüneceğini söylemek kadar imkân dışıdır; bu kaskatı bir vakıa… (…)
*
İşaretlenen ümitsizlik içindeki ümit, bu, işin çilesini çekenlerin biricik mânevi gıdası ve şevki, su kabağı cinsinden bön, çilesiz, tekerlemeci ve hissiz kereste yığınlarını, büyük ümit içinde en büyük ümitsizlik sebebi diye gösterse yeridir. Ama bunlara, fikir ve fikircilik haysiyetini işlerin en ucuzu hâline getiren içten çökerticilere rağmen de FİKİR ÇAĞI doğacak!..
MADEM Kİ BEN VARIM, ÖYLEYSE BU DAVA VAR dercesine yakın bir temas içinde duyuyoruz ki, FİKİR ÇAĞI doğacak!..
*
Çocuk için doğduğu ândan itibaren ana sütü kadar mânevî havaya da muhtaç olduğu idrak edilecek ve FİKİR ÇAĞI doğacak!..
*
Parça, bütünün habercisi olduğuna ve parça mevkiindeki İBDA göründüğüne göre, FİKİR ÇAĞI doğacak!..›› [43]
SON SÖZ
Birileri görmese de, göstermese de,
Birileri gömmeye çalışsa da,
Birileri bu hâle hiç ses çıkarmasa da,
Hazret-i Allah her şeyi bilmektedir.
Hain gizlese de,
Kâfir saldırsa da,
Münafık çarpıtsa da,
Bîinsaf kalabalık umuruna getirmese de,
Her hesabın üzerinde, hesabı bulunan,
Hesab gününün sahibi
Hazret-i Allah’a yemin olsun ki;
BU MİLLET ÖLMEYECEKSE,
BU FİKİR ÇAĞI DOĞACAKTIR!
Dipnotlar
1 Necib Fazıl, KANLI SARIK, 10. Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 2007, s. 31.
2 Necib Fazıl, SAHTE KAHRAMANLAR, 9. Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1996, s. 10-11.
3 Necib Fazıl, SAHTE KAHRAMANLAR, s. 13.
4 Necib Fazıl, SAHTE KAHRAMANLAR, s. 14.
5 Necib Fazıl, SAHTE KAHRAMANLAR, s. 29-30.
6 Salih Mirzabeyoğlu, NECİB FAZIL’LA BAŞBAŞA -İntibâ ve İlhâm-, 2. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1989, s. 100.
7 Hayreddin Soykan, “Halkın ‘Kahraman’ veya ‘Rol Modeli’ İhtiyacı Üzerine”, AYLIK DERGİSİ, Ekim 2010, Sayı 73.
8 Necib Fazıl, HİTÂBELER, 9. Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 2007, s. 117.
9 Feridun Kandemir, FAHREDDİN PAŞA’NIN MEDİNE MÜDAFAASI -Peygamberimizin Gölgesindeki Son Türkler-, 4. Basım, Yağmur Yayınları, İstanbul 2006, s. 267.
10 Feridun Kandemir, FAHREDDİN PAŞA’NIN MEDİNE MÜDAFAASI, s. 269.
11 Feridun Kandemir, FAHREDDİN PAŞA’NIN MEDİNE MÜDAFAASI, s. 271.
12 Feridun Kandemir, FAHREDDİN PAŞA’NIN MEDİNE MÜDAFAASI, s. 275.
13 Mehmed Âkif, SAFAHAT, Akpınar Yayınevi, İstanbul 1987, s. 528.
14 Feridun Kandemir, FAHREDDİN PAŞA’NIN MEDİNE MÜDAFAASI, s. 299-300.
15 Feridun Kandemir, FAHREDDİN PAŞA’NIN MEDİNE MÜDAFAASI, s. 23.
16 Feridun Kandemir, FAHREDDİN PAŞA’NIN MEDİNE MÜDAFAASI, s. 38-39.
17 Salih Mirzabeyoğlu, TİLKİ GÜNLÜĞÜ -Ufuk ile Hafiye-, 3. Cilt, İBDA Yayınları, İstanbul, s. 476-477.
18 Feridun Kandemir, FAHREDDİN PAŞA’NIN MEDİNE MÜDAFAASI, s. 46.
19 Feridun Kandemir, FAHREDDİN PAŞA’NIN MEDİNE MÜDAFAASI, s. 99-102.
20 Feridun Kandemir, FAHREDDİN PAŞA’NIN MEDİNE MÜDAFAASI, s. 131-132.
21 Feridun Kandemir, FAHREDDİN PAŞA’NIN MEDİNE MÜDAFAASI, s. 318.
22 Feridun Kandemir, FAHREDDİN PAŞA’NIN MEDİNE MÜDAFAASI, s. 319.
23 Necib Fazıl, ÇÖLE İNEN NUR, 38. Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 2008, s. 372-373, 376.
24 Necib Fazıl, TOHUM, 22. Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1994, s. 24, 36.
25 Feridun Kandemir, FAHREDDİN PAŞA’NIN MEDİNE MÜDAFAASI, s. 42.
26 Nihat Genç, EDEBİYAT DERSLERİ, 3. Basım, Cadde Yayınları, İstanbul 2006, s. 27-30.
27 Feridun Kandemir, FAHREDDİN PAŞA’NIN MEDİNE MÜDAFAASI, s. 69.
28 Feridun Kandemir, FAHREDDİN PAŞA’NIN MEDİNE MÜDAFAASI, s. 121-123.
29 Salih Mirzabeyoğlu, ADIMLAR -1984’den 1996’ya-, İBDA Yayınları, İstanbul 1997, s. 44.
30 Feridun Kandemir, FAHREDDİN PAŞA’NIN MEDİNE MÜDAFAASI, s. 146.
31 Feridun Kandemir, FAHREDDİN PAŞA’NIN MEDİNE MÜDAFAASI, s. 148-149.
32 Feridun Kandemir, FAHREDDİN PAŞA’NIN MEDİNE MÜDAFAASI, s. 164.
33 Feridun Kandemir, FAHREDDİN PAŞA’NIN MEDİNE MÜDAFAASI, s. 153.
34 Feridun Kandemir, FAHREDDİN PAŞA’NIN MEDİNE MÜDAFAASI, s. 170.
35 Salih Mirzabeyoğlu, KÖKLER -Necib Fazıl’dan Esseyyid Abdülhakîm Arvasî’ye-, 2. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1996, s. 107-108.
36 Feridun Kandemir, FAHREDDİN PAŞA’NIN MEDİNE MÜDAFAASI, s. 181.
37 Feridun Kandemir, FAHREDDİN PAŞA’NIN MEDİNE MÜDAFAASI, s. 215.
38 Feridun Kandemir, FAHREDDİN PAŞA’NIN MEDİNE MÜDAFAASI, s. 184.
39 Feridun Kandemir, FAHREDDİN PAŞA’NIN MEDİNE MÜDAFAASI, s. 191.
40 Necib Fazıl, ÇİLE, 32. Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1997, s. 422.
41 Mustafa Saka, “M. Kemal’i Anlamak Emperyalizmi Anlamaktır”, AKADEMYA, II. Dönem, Sayı 4, Ağustos 2013, s. 114.
42 Necib Fazıl, İDEOLOCYA ÖRGÜSÜ, 9. Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1997, s. 553-554 (Büyük harfle vurgu bize âit).
43 Salih Mirzabeyoğlu, İBDA DİYALEKTİĞİ -Kurtuluş Yolu-, 4. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 2004, s. 225-226.
KAYNAK: Akademya Dergisi, II. Dönem, Sayı 5, Temmuz-Eylül 2014.