Medice, cura te ipsum…
Doktor, kendi kendini iyileştir, kendine itinâ göster, ihtimâmlı davran. Bu söz kime söylenmiş olabilir? Bana! Hiç şübhe yok ki, Roma’nın bilgeleri, âkil adamları oturmuşlar benim için böyle bir deyim üretmişler. Euharisto diyorum. Hekimlerle (özellikle cerrahlar) köstebekler arasında bir benzerlik var mı? diye sormuş adamın biri. Cevab, evet; her ikisi de arkalarında toprak tümsekler bırakırlar. Hipokrat neden tıbbın babası sayılır? Ondan daha önce hekim yok mu? Var tabî. Hekimlik tarihi insanlık tarihi kadar eski. Peki Hipokrat’ın farkı ne, o hâlde? Şu; Hipokrat, tıbba ilmî kimliğinin yanında prensiplerini ve kurumsal özelliklerini ve dahi felsefesini, san’atsal, kültürel, siyâsî ve sosyal yönlerini bir nizâm hâline getiriyor. Bu nedenle, ’Hekim Allah’ın yeryüzündeki elidir’ diyor. Aforizmalar ve Deontoloji bunun için var. Deontoloji: Δεοντολογία (Deontologîa). Δέοντως (Déondos): İktiza ettiği gibi, lüzum gösterdiği gibi, lâyıkı veçhile – Λόγος (Lôgos): Söz, bilgi, bilim, kelâm, mantık. Tıbb ahlâkını konu edinen bilim dalı.
Yukarıda biryerlerde ’sistem’den bahsetim ve sistemin bir karşı-devrim atağı olarak ’bilgeliğe, müctehidlik kurumuna, hakîmliğe ve ustalığa ve üstadlığa, üstezliğe yani’ büyük bir darbe vurduğunu, insanlığın bu darbeden büyük zararlar gördüğünü, artık bu dünyâda kendisine başvurulacak bir gadananın kalmadığını’ yazıyorum, okunması temennisiyle.
Bu cümlelerden olarak, Hipokrat tıbbın babasıdır ve Hipokrat Yemini yazılmıştır ve geçerliliğini yitirmiştir şimdi. Hipokrat andının geçerliliğini kaybettiği arzda insanın insanı, solucanın eti yemesi ve tüketmesi normal karşılanmalıdır. Normal karşılamıyorum ve derdim var ummandan evvel yazıya dökülecek.
Bosfor’da biryerlerde kaldığımızı sanıyorum. Orada, herşey vardı. Pater familias caput familiae est deyimi babanın ailenin lideri olduğunu söylemektedir. O hânede tersini yazanlar vardır: Mater! Mater deyince tekrar tıbba uzanmak geldi içimden: Beynimizi saran ve adına Menenks dediğimiz zar katmanının üç yaprağı mevcud. Dura Mater, Arachnoid, Pia Mater. Sert Anne, Örümceksi ve yumuşak Anne. Beyni anneler koruyor. Sert ve yumuşak ve aralarında da örümceksi zar var. Hepsi birden ’menenks’. Menenkse bakmak şart oldu. Μηνιγγς (Minigas): Beyin zarı. Mυνηγγίτις (Minigîtis) veya Mυνηγγίτιδα (Minigîtida): Beyin zarının iltihâbı. Meşhur Menenjit. 19. yüzyılda bu illetin, insanların hastanelerin damlarına çıkartıp oradan aşağıya atlamalarına sebeb olacak kadar belâlı olduğunu hatırlatmak isterim.
Belâ ve yanında sıkıntılar. Deontoloji’yi açıkladık ve iyi de oldu herhâlde. Bir de demonoloji var ki, zarurî izâhat belirtiyor.
Demonoloji: Δαιμονολογία (Demonologîa). Δαιμονας (Demonas): “Demon” kavramı cennette ders veren üst düzey bir meleği ifâde etmektedir (Kara Melek). Ancak zamanla “şeytân”laşan, şeytâna dönüşen bir kimlik ifâde eder, Azazil. Şeytân bilgisi, şeytan ilgisi. Cin-peri bilgisi mânâsında da kullanılır.
Cinle periyle bir işimiz olur mu? Belki ileride.
Keskin bir sıçrayış yapabilir miyim, diye düşünüyorum. Çünkü, kaarîler bunca açıklamadan ve karmaşık kelâmdan yorulmuş olabilir. Bir iki kelimeye dokunup geçtikten sonra hay hay.
Stilus: Kalem, Dolmakalem, tükenmez kalem. Pugillares: tahta tabletler. Calamus: Kamış (kalem). Charta: Kâğıt. Capsa: Silindir kutu. Hepsi latinî ve hepsinin atası yunanî. Stilos, Kalamos, Harti, Kapsi. Pugillares haric. Kalamos ve kalem. Akrabalıklarından şübhemiz olamaz. Kalamos aynı zamanda ’sazlıklarda yetişen kamış’ anlamında ve Kalamış semtimiz buradan. Demek ki, Kalamış bir zamanlar sazlık. Hayatın sazlıklarla alâkası var.
Daha somut, daha anlaşılır birşeyler yok mu, bu hayatta veyâ, daha az hayâlî, daha az fantastik. Olabilir ve, o zaman daha az sıkıcı olmayan bir mevzu bulurum ben de. Nedir? Belki sosyalizm ve hayatın başladığı yerde sosyalizm de mevcud. Şu ânda yazmakta olduğum bir kitabdan bazı pasajları önünüze koyuyorum, şimdilik.
BİR UÇTAN DİĞERİNE SOSYALİZM MES’ELESİ
Kitabın ismi bu. Ve, ilk kısmından;
İşçi Bürokrasisi’nin Kökeni
I- Rusya Devriminden Evvel İşçi Hareketi
Rusya Devrimi’nin dejenere olmasındaki kökenleri itibârıyla, Stalinizm birkaç sene içinde 1917’de gerçekleşen muzaffer işçi devrimini bitirdi. 1923’e kadar Stalinizm, Bolşevik Parti içinde bir temâyülden gayrı bir şey değil. Fakat sonra hem Rusya İşçi Sınıfı içinde hem de dünyanın her tarafında müdhiş örgütleniyor.
(İlk izlenimimiz, Rus Devrimi’nin kısa süre içinde dejenere olmaya – özellikle Lenin’in ölümünden sonra – Stalin’in iktidâra gelmesiyle birlikte sıkıntı yaşamaya başladığı. Yine, Stalinizm’in Bolşevik Parti içinde yani Çoğunluklar Partisi içinde egemen değil ve fakat bir eğilim olduğu ancak bilâhare hem Rus İşçi Sınıfı içinde hem de dünyâda güçlü bir örgütlenmeye gittiğini de okuyoruz. O hâlde, egemen olmadan önce eğilim oluşturmak gerekiyor. Eğilim mühîm bir mes’ele. Oluşturabilene de selâm olsun).
Hayret verici bu dönüşümü anlamak için zamanın İşçi hareketinin gelişim seviyesini ve şeraitini görmek gereklidir.
Asrın başıyla berâber kapitalizm egemenliğini bütün dünyaya yaymış bulunuyordu. Mamafih, ‘eski’ kapitalist ülkelerde modern endüstri tesis edilmiş ve işçi sınıfı kendi örgütlerine, siyâsî partilerine ve ticâret birliklerine ve işçi sınıfı şuuruna sahib olma noktasına erişmişti. Dünyanın geri kalan bölümü, hammadde kaynakları açısından kapitalist dünya pazarı dahilinde kalıyordu ve işçiler örgütsüz ve sınıf şuurundan mahrumdular.
(Asrın başında – 20. asr – yani henüz daha Stalinizm yokken veyâ varken de biz bilmiyorken kapitalizm alıp başını gitmiş. O kapitalizmle berâber modern sanayi oluşmuş ve buna bağlı olarak da Avrupa İşçi Sınıfı kendi siyâsî partilerine, ticârî birliklerine ve işçi sınıfı şuuruna ulaşmış. Unutulmaması gereken şey bu şuurun hâlâ ve epeyce bir burjuva karakter taşıdığıdır. Dünyânın diğer bölümü de kapitalizmin pazarlarından ve hammadde kaynaklarından biri olarak onun bir âleti. Hâliyle, oralarda işçiler ve emekçiler – anti-kapitalist – örgütler kuramıyorlar ve sınıf bilinçleri gelişmemiş hattâ hiç yok. Aynı dönemlerde Türkiye Cumhuriyeti de nâ-mevcud ve Türk Romanı yazılmamış ve hâlâ öyle. Kürd romanının ise hayâli bile yok).
Asrın ilerleyen dönemlerinde, Avrupa, Britanya, Avustralya ve diğer sömürge-yerleşimlerindeki işçi hareketleri çok güçlü hâle geldi. Rusya hâlâ geri bir durumda ve yarı-feodal’di fakat, modern sanayiin tesisi işçi sınıfına ve millî burjuvaziye hayat verdi.
1. Emperyalist Paylaşım Harbi’nden önceki İşçi hareketindeki temel eğilimler, ‘Labourism’ (Zahmetkeşçilik, Emekçilik, Çalışmacılık), ‘Sosyal Demokrasi’, ‘Sendikacılık’ (Yunanca kökenli bir terim olub, Sin-Dikeo yani Müşterek Hak mânâsına gelir, buradan Latince’ye ve diğer dillere geçmiştir) ve Bolşevizm’di. Bunun yanısıra, bütün gelişmiş kapitalist ülkelerde küçük ‘doktriner sosyalist’ gruplar da mevcuddu.
(Rusya hâlâ geridir sâdece küçük ıskralar-kıvılcımlar var. 1900’lerin ilk dekadında Labourism, Sosyal Demokrasi, Sendikacılık ve Bolşevizm isimleri var. İlk üçü hâlâ var ve adam olmayacak bu ilk üç çocuk boklarından bellidir. Bugün İşçi Partisi’ni faşist Tony Blair, Sosyal Demokrasi’yi hırsız Schroeder ve Sendikacılığı da her yerde Sarı Sendikacılar temsil ediyorlar. O hâlde sol’un moda rengi sarıdır. Bolşevizm ise kızıldır ve şu ânda Tarih’in içinde uyuyor. Doktriner Sosyalist gruplar hâlâ var ve heryerdeler. Güçsüzdür.)
Labourism (Zahmetkeşçilik, Emekçilik, Çalışmacılık)
Laburizm’in klasik ülkesi Britanya’dır. San’at birlikleri, feodal esnaf loncalarından, aynı, işçi sınıfının feodalizm’den ortaya çıkışı gibi, ortaya çıktı. Bu ticâret birliklerinin ekseriyeti, Marx ve Engels tarafından 1860’da ve 70’de kurulan ‘Çalışan İnsan Enternasyonali’ne (Birinci Enternasyonal) iştirâk etti.
1880’lerin sonlarıyla berâber, gaz işçileri ve liman ameleleri gibi tecrübesiz (maharetsiz) işçiler serbest (liberal) endüstriyel birlikler teşkil ettiler. Bu birliklerin liderleri ve san’at birliklerinin icrâ âzaları ‘Emeğin-Zahmet’in Aristokrasisi’ni (aristocracy of labour) oluşturdular.
(San’atkârlar, feodal esnaf loncalarından neş’et ediyor. Aslında bunlar san’atkâr olmaktan ziyâde zanaatkârdır. Yani esnaflıkları bir sınıfsallık taşımaktan ziyâde bir kültür ifâde eder; feodal ve yarı-köylü. 1. Enternasyonal’e iştirâkları sınıf bilinciyle ilgili değil, konumlarını güçlendirme temelindedir. Bunlardan ilhâm alan vasıfsız işçiler ve ameleler de örgütleniyor. Bu örgütlerin zönetici kadroları ise Emeğin Aristokrasisi’ni oluşturuyorlar. Yüzyıldan fazla bir zaman sonra değişen hiçbir şey yok. Efendiler – Aristoi – en örgütlü güçtür).
Eski zamanlarda, esnaf loncaları genç işçi için kalfa (journeyman) hâline gelmenin yolunu açmışlardı. Bunlar haftalık ücretle çalışıyorlardı ve usta olma şansları vardı. Bu asırda, ticâret birlikleri aynı zamanda işçilerin burjuva mes’ûliyetine (burjuvalığa) sıçramalarını sağlıyorlar. Bu gelişme yüzyıl kadar sonra Türkiye’de de yaşandı/yaşanıyor ve Türkiye işçisi, proletar bilincini neredeyse tamamen kaybetmiş olub, burjuvalaşmış, sınıfsal altüstoluşlar yaşamaya başlamış ve proletarya diktatörlüğü ideali Türkiye içun çoktan tükenmiştir. Bu konuda ısrar etmenin bir mânâsı yoktur.
1. Enternasyonal’de ticâret birlikleri işçilerin iktisâdî taleblerini ânında karşılamayı taahhüd ettiler ve işçiler için sosyal faaliyet programı geliştirildi. Bu, müstakbel sosyalist cemiyetin vizyonu olarak kabul edildi o zamanlar.
Britanya’da işçi hareketinin çok yüksek bir örgütlülük seviyesine taşınmasına rağmen işçi sınıfında, kültürel anlamda ciddî bir burjuvalaşma da yaşandı. Bu kadar erken bir yükseliş ve burjuvalaşma olgunlaşmayı ve yerine oturmayı engelledi. Ticâret birliklerinin liderleri, özellikle de san’at birliklerininkiler, kapitalist ideolojinin ruhuyla yıkanmış olduklarından devrimci sosyalizm Britanya’da belirleyici bir kazanım sağlayamadı.
Engels 1889’da şunları yazmaktadır:
‘En iğrenç şey, işçilerin iliklerine işlemiş olan burjuva ‘saygınlığı’. Toplumun, herbirinin kendi onur düzeyi olan sayısız katmanlara bölünmesine karşın doğuştan ‘daha iyiye’ saygı karakteri… Tom Mann bile ki, ben ona takımın en iyisi olarak bakıyordum, Belediye Reisi ile yemek yemeyi dile getiriyordu. Fabianlar ve diğerleri işçi hareketinin desteğini (bir borç-kredi olarak) Liberal Parti’ye vermesi gerektiğini ileri sürüyorlardı’.
Marx ve Engels ise, işçilerin kendi siyâsî partilerini kurmaları konusunda ısrarcıydılar. Böylelike, burjuva partilerden bağımsız olarak parlamentoda koltuk sahibi olacaklardı. Bunlar ham hayâllerdi; yüreğinde, beyninde, genetiğinde ve geleneğinde aristokratlık ve burjuvalık olan bir toplumun mensubları, işçiler dahil, hep burjuva tarzı bir yükselmeyi önlerine koymuşlar ve konumlarını ona göre belirlemişlerdir, velev ki, siyâsî bir işçi partisi olsun ki, oldu, bunun evriminin sosyalizme doğru olmasını beklemek komik ve zavallıcadır.
1892’de, ilk işçi temsilcileri Keir Hardie ve John Burns parlamentoya seçildiler. İşçi haklarının parlamento aksiyonu olmadan ilerleme kaydedemeyeceğini kabul eden Ticâret Birliği Kongresi, 1900 senesinde İşçi Temsilciliği Komitesi’ni (Labour Representation Committee-LRC) tesis etti. İşte bu örgüt bilâhare, şu ânda başında katil ve burjuva serseri Tony Blair’in bulunduğu, meşhur İşçi Partisi’ne (Labour Party) dönüştü. 1914 itibâriyla 2 milyon üyesi vardı. Bu da anormaldir çünkü gerçek bir sosyalist işçi partisinin bir ânda 2 milyon üyesi olmaz ve demek ki, İngiltere İşçi Partisi’nin üyelerinin mühîm bir kısmı burjuvalardan oluşuyordu. İşçi Partisi ilk defâ 1924 senesinde iktidâra geldi ve Ramsay MacDonald, Britanya’nın ilk İşçi Partili başbakanı oldu. Bu partiyi kuranların Ticâret Birlikleri olduğunu hiçbir zaman unutmamak gerekir.
1893 senesinde Keir Hardie ve Ramsay McDonald tarafından kurulan Bağımsız İşçi Partisi (The Independent Labour Party-ILP), Marxizm-Methodizm karışımı bir zemine oturuyordu. ILP İşçi partisinin (Labour Party) kuruluşuna, sosyalist program hedefiyle katıldı. Evvelâ, Avrupa sosyalistlerinin ekseriyeti gibi, Büyük Harb’e muhalefet etti fakat bilâhare kapitalize oldu ve savaşı destekledi. Beklenen de buydu, başka türlü olamazdı.
Başlangıçtan beri çoğu işçi bu sürecin temsilcilerinin saygın burjuva yurttaşlar olduğunu ve olacağını kestirebiliyorlardı ve daha da trajik olanı kendilerine de burjuvalık sırasının geleceğine inanıyorlardı, İşçi Partisi’ni desteklemelerinin altında bu psikoloji yatıyordu yoksa sosyalist bilince falan sahib değillerdi. Bazı işçiler ise, kendi partilerinin burjuva siyâsî oluşumlarla yanyana durmasından rahatsız oluyorlardı fakat azınlıkta oldukları için fazla bir şey yapamıyorlardı.
Bir kısım işçiler ‘saygın’ liderlerinin opportünizmlerini ve muhafazakâr siyâsetlerini reddederken, sosyalist gruplar yani sosyalist devrimi öngörenler – ki, bunlar çok azdı – izole olmuşlardı ve sekterlerdi, programlarını dayatmaktan âcizdiler.
Meselâ, Henry Hyndman tarafından kurulan Sosyal Demokrat Federasyon (SDF), Britanya’da Marxist teorinin popülerleştirilmesinde birinci derecede mes’ûldür. Yine, ABD’li Daniel de Leon’u (yahudîdir) tâkib eden Sosyalist İşçi Partisi (Socialist Labour Party) de böyle bir mes’ûliyet sahibidir. Her ikisi de izole ve sekterdi.
Lenin 1907’de şunları yazar:
“Marx ve Engels’in, Britanya ve Amerikan sosyalizmine getirdiği en keskin tenkid, onun işçi sınıfı hareketinden tecrid olmasıdır. SDF, Marxizm’i dogma, ‘katı orthodoksi’ (Rigid orthodoxy) derekesine indirgemiştir ki, onu, ‘aksiyonun rehberi olarak değil bir itikad-credo olarak kabul ederler. Kendilerini, theorik yardımsızlık olmadan, adapte etmekten âcizdirler fakat onların yanında yürüyen işçi sınıfı hareketinin diri ve muktedir bir kitlesi mevcuddur”.
Lenin, Britanya ve ABD’deki işçi hareketinin bu temâyülünü şöyle izâh eder:
“Büyük, millet çapında demokratik amaçların yokluğu proletaryanın yüzyüze geldiği bir gerçektir; proletarya tamamen burjuva siyâsetine râm olmuş durumdadır; bir avuç sığ sosyalist grubun sekter biçimde proletaryadan tecrid olmaları…’…
Kapitalizmin en yüksek evresi olan Emperyalizm’de; Lenin emperyalizmin, yüksek imtiyazlı bir katman geliştirerek emekçi sınıfını nasıl yarıp parçaladığını göstermiştir. Buna mukabil, alt katman da oluşturulmuş ve bu alt katman tamamen dışlanmıştır. Her ikisi de, üst ve alt katmanlar işçi sınıfından köken almalarına rağmen emperyalizm bu sınıfı katmanlara bölmek suretiyle yarmıştır. Ancak bu theori çok yeni ve mucizevî sayılamaz zira yukarıda da belirttiğimiz gibi olay bir kültür ve gelenek olayıdır. Britanya gibi bir coğrafyada insanların sosyalist devrimi gerçekleştirmelerini ummak safdillik olurdu, oldu. Özellikle de, göçmen işçiler bu alt tabakaya itelendiler. Emperyalizm’in örgütlediği bu yarılma emekçi sınıf içindeki opportünist eğilimleri güçlendirdi. 19. yüzyılda İngiltere’nin devâsa koloni varlığı onun monopol pozisyonunu korumasını sağlıyor ve bu da işçi hareketi içindeki opportünist çizgiyi derinleştiriyordu.
1882’de Engels, Kautsky’e şöyle yazar:
‘Bana, İngiliz işçilerinin koloniyalizm (sömürgecilik) hakkında ne düşündüğünü soruyorsunuz. Pekâla, genel siyâset için düşündüklerinin tamâmen aynısını düşünüyorlar. Burada ‘işçi’ partisi yok, sâdece muhafazakârlar ve liberal-radikaller var, ve işçiler, günlük olarak İngiltere’nin dünya pazarındaki ve sömürgelerdeki tekelinin kutlamasına iştirâk ediyorlar”.
Trotsky’nin 1925’de ‘Britanya nereye gidiyor?’da (Where is Britain going?) anlattığı gibi, Britanya’nın endüstriyel gelişimindeki durgunluk ve dünya pazarında tekel pozisyonundaki düşüş, Britanya işçi sınıfını burjuvaziyle çatışmaya itmektedir fakat bu süreç 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın patlak verdiği dönemde sâdece bir başlangıçtır…
Tabiî ki sıkıcı. Ben başta söyledim sıkıcı olacağını. Ancak, burada bırakmayacağız. Devamı olacak ve Sosyal Demokrasi’den sürdüreceğiz, sonra.
Hayatın başladığı gün şiddetli bir kar yağışı vardır ve hava çok soğuktur. Bir kadın vardır çok güzel. O kadının beyaz tenli, sarı gözlü, sarı uzun saçlı ve asil olduğunu öğrenmiştim. Küllü müneccimün kezzab, bütün müneccimler yalancıdır, kezb ederler, ifâdesinden hep çok korktum. Bütün müneccimlerin üzerime gelip beni boğacaklarını düşünürdüm. Renglerini de kokularını da bilmezdim ve bilmek için derunî bir çaba sarfetmedim.
Hayâller, masallar ve mithoslar evden çıkabilmeme hep engel teşkil etmişlerdir. Evcimenliğim bundandır. Neler yok ki; sarkalım gitsin.
Tablonun içindeki ressam! Tablo yapmakla tablonun içinde olmak arasındaki fark; öznenin, Tarih’i yalnızca bilmesi ve öğrenmesi değil, aynı zamanda duymasıdır da. Her özgün süreçte bir sembol öne çıkarken bir sembol de, “kripto”luk görevini üstlenir. Ve ressam, şu ya da bu sembol olarak öznesini tabloya yerleştirir. Bu nasıl anlaşılacaktır? Bu, iconographique bir kod mudur? Karakter midir? Sıradan bir eskiz midir? Çözüm, methodu yakalamaktan geçer. Yöntem, bir yönüyle geleneksel pratiği önce dekode etmek ve resimle ön işâret sistemleri arasındaki ilişkiyi kurmaktır. Daha sonra kendi kodunu yerleştirerek onu tanıtmak gerekir. Kodun figüratif olması gerekmez. Bu, eserin dışında yer alan bir referans da olabilir. Bu referansı yakalayamayan militan adayı, irâdî ya da gayri irâdî bir itaatsizliğe hattâ muhalefete düşer. Bundan sonrası, aynı çözümleme tekniğini her tabloya, dünya tablosuna ve evrene doğru geliştirmektir. Metodu geliştirmek için, ressamın psikanalizini yapmak bir ön adım olarak ele alınabilir. Eser sahibi, hangi psişik süreçlerin sonucunda eserini üretmiştir? Ve eğer tabloda bir işâret bırakmışsa, bu ne tür bir işâret olabilir? Cevab, psişik sürecin bilince taşınması sonucu, onun tabloya ne tür imgelerle yansıyacağını bilmektir. Bunu beceren militan, rahatlıkla bir, “Mizaçlar Theorisi” oluşturabilir. Bu yönüyle O, “Mizaçlar Theorisi” ni gerçekleştirmiş bir usta militandır. O, “İhtiyatın kinâyesi”ni de en ince detaylarına kadar katman katman tahlil edebilecek kudrete ulaşabilmiştir. Sıra, tablosunda saklanmaya gelmiştir. Bu tablo, şimdi diğer “Mizaç Theorisyenleri”ni beklemektedir.
Devamla şunu söyleyebilirim;
Büyük hissiyatları, büyük derinlikleri, hassasiyetleri ve kaygıları olan insanların böyle birşeyi hissetmemesini bekleyemem… Biliyorsundur, Üstad’ın bir tesbiti var: “İki şey var mucize çapında” diyor, “biri Arab Dili, biri Kadim Yunan Medeniyeti”… Üstad’ın da belirttiği gibi, işte iki büyük muammâdan biri Kadim Yunan Medeniyeti… Hattâ bunun Atlantis kıtasıyla, Mu kıtasıyla…Dünyadan silindiği varsayılan kültürlerle süslü bir medeniyet… Bir de bugünün Yunanı´na bakıyoruz; akılalmaz kopukluklar var… Ben bunları Yunan dostlarımla da çok konuştum, tartıştım; yüzlerine de bunu söylüyorum… Onlar da bunu büyük bir olgunlukla kabul ediyorlar… Zannediyorum bunun tek bir açıklaması var: Müdhiş bir tarihî yırtılma, köklerden büsbütün kopma, yeni nesillerin eski ile hiçbir irtibâtının kalmaması… O Kadim Yunan’la tek bağları aynı coğrafya üzerinde oturmaktan ibâret…Bu ülkede mutlaka çok değerli, çok klas adamlar var, çok değerli ilişkilerimiz var bu insanlarla; ama en çok da onlara söylüyorum ben bunu… “Atina’ya parayı sokmayın” demişti Plâton, “ifsâd edersiniz”; 2500 yıl sonraki manzara işte bu, ifsâd olmuş bir Yunanistan… Aslında dünyâya teşmil edebiliriz bunu; dünyaya para girdi… Para Yahudî’yi de berâber getirdi…
Hristiyanlıktan bahisle;
[“O saatte, şakirdleri İyşâ’ya gelip dediler: Göklerin Melekûtu’nda en büyük kimdir? İyşâ, yanına bir küçük çocuk çağırıp onu ortalarında durdurdu ve dedi ki: Doğrusu size derim; siz, dönmez ve küçük çocuklar gibi olmazsanız Göklerin Melekûtu’na asla giremeyeceksiniz. Bundan dolayı, kim bu küçük çocuk gibi kendini alçaltırsa, Göklerin Melekûtu’nda en büyük olur.” (Matta 18. Bab, 1-4. Âyetler) Çocuk arılığına ulaşmak, militanlaşmanın doğru yönüdür…
Hatırlamıyorum ki;
– Derler ya… Yeri gelmişken onu da söyleyeyim; bazen sorarlar insanlar birbirlerine; işte, “küçüklüğünü hatırlıyor musun”, “kaç yaşından sonrasını veya öncesini hatırlıyorsun” filan… Ve hep bana garib gelen bir şey vardır; yani genelde benim yakın veya uzak çevremdeki insanların hemen hemen hepsi somut yaşlar vererek, işte iki yaş, üç yaş, beş yaş vs. tesbitlerde bulunurlar… İşte “ben üç yaşımdayken şöyle yaptım, bunu hatırlıyorum” filan… Bunları ben hep yadırgarım… Yani niye?! Ya hu derim, bu adamlar yalan söylüyor veya bende bir anormallik var… Çünkü ben hiç o kadar küçükken “şu yaşta şunu yaptım, şu yaşta şöyle oldu, şununla karşılaştım” gibi net yanıtlar veremiyorum…
Benzeyişler;
Ülker A. ve İrini Papa… Annem’in İrini Papa’ya benzediğini çok sonraları farkettim. İrini Papa’yı, oynadığı rollerden dolayı beğenmemin ardındaki gerçek aslında bilinçaltımdaki Anne imgesiymiş; bunu Nûdem ortaya çıkardı. Annem, ailenin en küçüğü, 10 yıl aradan sonra gelen tekne kazıntısı. En çok kaplumbağalardan korkar. Şimdilerde sit alanı olan ve geçtiğimiz yıllarda restore edilen kocaman bir konakta doğmuş. Tahirpaşa Konağı. Yıllar önce o konakta ben de kaldım, çok bakımsızdı. Ama büyülü bir yerdi. Annemin en eski resmi 13 yaşındayken çekilmiş olan upuzun, sapsarı, atkuyruğu saçlı olanı. Elinde de dondurma var; külâhlı. İfâdesine bakarak duygularını anlamak çok zor. Resmin kenarları tırtıklı.
Babamla ilgili;
Babamla bir konu üzerine tartışıyoruz. Yer, bir spor salonu ve UV ışınlarıyla aydınlatılmış. Tartışma çatışmaya dönüşüyor, karşılıklı restleşip küfürleşiyoruz. Annemle, fındık taban fiyatları üzerine tartışıyoruz. O, bunun bir devlet meselesi olduğunu ve benim ilgilenmemem gerektiğini söylüyor. Ben ise bunun ulusal bir sorun olduğunu iddia ediyorum ve fiyatların düşüklüğünün bir köylü hareketine neden olabileceğini ve bunun da Doğu Karadeniz bölgesinden uç vereceğini söylüyorum. O, Karadeniz insanının mütedeyyin olduğunu ve böyle şeylere tevessül etmeyeceğini savunuyor. Dışarı çıkıp balıkçıya uğruyorum ve ona Cumhuriyet gazetesi satıp satmadığını soruyorum. O, bana yan tarafı işâret ediyor. Yandaki gazete bayiînden bir Cumhuriyet alıp çıkıyorum.
Che’nin kızıyla karşılaşmak;
Che Guevara’nın kızı Dr. Aleida, 1997 yılında Atina’da bir söyleşiye katıldı. Dr. Aleida pediatri uzmanı ve Küba Komünist Partisi’nin üyesi. Birisi şöyle bir soru sordu. “Yüzünüzün hangi bölümü babanıza benziyor?” Dr. Aleida sağ elini burnunun uç kısmına koydu ve diğer eliyle “buradan yukarısı” der gibi bir işâret yaptı. Tam bu sırada içeri iki polis girdi; bomba ihbârı yapıldığını ve salonun boşaltılması gerektiğini söylediler. Organizasyonu üstlenen belediye başkanı salonun boşaltılmasına izin vermedi ve sorumluluğu üstüne alarak polisleri geri yolladı. Dr. Aleida’nın eli hâlâ burnunun ucundaydı.
Sıkıntılı eserde bir başka rüyâ;
08.05.00, sabaha karşı… Hangi şehirde olduğumuzu tam olarak bilemiyorum. Orta büyüklükteki Türkiye şehirlerden biri. Üniversite kampüsünün önünde bekliyorum, hava yağmurlu. Garib bir derinlik duygusu var. Sanki kampüs sonsuza ulaşıyor gibi duruyor. Otobüs ya da dolmuş bekliyorum. Muhtemelen tatil günlerinden biri zira benden başka bir kişi daha var. Etrafta kimseler yok ve vakit akşama yakın ve muhtemelen kış başlangıcı. Beklediğim yerin hemen yanında markete benzer bir yer var ve kapalı. Yakınımda da orta yaşlı, yaprakları tamamen dökülmüş bir ağaç var. Benimle birlikte bekleyen kişi bir kadın, 35-40 yaşlarında. Koyu yeşil renkli bir serçe marka araba geliyor ve şehre doğru gittiğini söylüyor. Kadın arabaya biniyor ve araba hemen uzaklaşıyor. Yalnız başıma beklemeye koyuluyorum. Ceb telefonum çalıyor, telefonda S.M. “Selâm Kumandan!” diyorum. O da beni selâmlıyor. Hemen konuya giriyor. “Yakınındaki ağaca bak, kurumuş dallarda ne görüyorsun?” diyor. Daha biraz önce ağaca baktığımı ve hiçbir şey göremediğimi söylemek saygısızlığına düşmemek için ağaca tekrar bakıyorum ve hayretten dilimi yutacak gibi oluyorum. Ağaçta, 3 ayrı dalda 3 ayrı imge görüyorum ve bunlar canlı üstelik. Sağda, orta dallardan birinde emsâllerine göre küçük sayılabilecek bir baykuş, hareketsiz bir durumda ve bana bakıyor. Biraz daha aşağıda ve gövdeye daha yakın dallardan birinde bir iskorpit, o da hareketsiz duruyor ve nihâyet soldaki dallardan birinde sarışın bukleli saçları olan bir kadın yüzü ve aynı zamanda hareketli, bana sürekli göz kırpıyor. Gördüklerimi, biraz da heyecanlı bir biçimde K’a anlatıyorum. Bana, “Sakın onlara aldanma, onlar türdeşimiz değil!” diyor. Bu cümlelerden onların “cin” olabileceğini düşünüyorum. Teşekkür ediyorum ve telefonu kapatıyorum.
İçimi bir sıkıntı kaplıyor. Ağaca tekrar bakıyorum fakat hiçbir şey göremiyorum. Bütün imgeler yokolmuş. Bir ânda, fevrî bir hareketle ve sebebsiz bir biçimde kampüse doğru yürümeye başlıyorum, hava kararmış durumda ve yağmur çiselemeye devam ediyor. Ortalıkta kimseler yok. Her yer kapalı. Uzunca bir yürüyüşten sonra kampüse ulaşıyorum ve bir yolunu bulup içeri giriyorum. Kimseler yok. İleride bir koridordan ışık sızdığını görüyorum ve oraya doğru yöneliyorum. O da ne, 40-50 tane erkekli kızlı öğrenci şamata yapıyorlar. Beni görüyorlar ve hepsi koşarak yanıma geliyorlar, etrafımı kuşatıp dil çıkarıyor ve benimle eğlenmeye başlıyorlar. Kimi kolumdan çekiyor, kimi gıdıklamaya çalışıyor ve beni amfilerden birine dâvet ediyorlar. İte kaka ilerliyoruz ve beni bir yere sokuyorlar, aynı at ahırı gibi bir yer. Kafamı çıkarıp bakıyorum ve yüksek sesle bağırmaya ve tepinmeye devam ediyorlar.
Birden K’ın telefonda söyledikleri aklıma geliyor ve bağırmaya başlıyorum, “Orospu çocukları, siz cinsiniz!”. Önce şaşırıyorlar ve birbirlerine bakıp gülüşüyorlar. Bu arada, beyaz önlüklü, gözlüklü, ciddî tavırlı bir kişi yanıma geliyor ve “Lütfen, benimle gelin” diyor. Onu tâkib ediyorum. Bir odaya giriyoruz, içeride hayli gelişkin bir teknolojik donanım göze çarpıyor. Bilgisayar ekranında bir göz eskizi var ve altında “Bu göz herşeyi görür” yazıyor. Telefonum yine çalıyor ve yine K. “Bulunduğun yerin neresi olduğunu biliyor musun?” diye soruyor. Birşeyler hissettiğimi fakat tam olarak bilemediğimi söylüyorum. Cevâben, “Cinlerin askerî eğitim alanındasın” diyor. Tekrar teşekkür ediyorum. Koşarak oradan ayrılıyorum ve şehre ulaşıyorum.
Bir börekçiye giriyorum. Cebimde param yok. Sağa sola bakınıyorum ve dükkândan çıkıyorum. Yolda yürürken kimliğimin olmadığını farkediyorum. Börekçiye geri dönüp “Pasaport almak için nereye başvurmam gerekiyor?” diye soruyorum. Bana boş gözlerle bakıyor. Tekrar dışarı çıkıyorum ve yürümeye başlıyorum. Yolda Sedef Adası’na gitmem gerektiğini fakat bu adaya gitmek için pasaport gerekli olup olmadığını hatırlayamadığımı düşünüyorum. Her ihtimâle karşı denizden ve “yürüyerek” gitmenin daha güvenli olduğuna hükmediyorum. Su çok sığ ve etrafta kepçelerle midye çıkaran bir sürü insan var. Adaya vardığımda aslında burasının Mersin olduğunu ve günlerden de Pazar olduğunu düşünüyorum. Yollar bomboş. Zeki dayımla (Büyük dayım) karşılaşıyorum. Bu arada onun Arnavutluk devlet başkanlığına aday olduğunu, hatırı sayılır bir oy aldığını ancak seçimi kaybettiğini öğreniyorum. S.M. üzerine konuşuyoruz. Onu kısaca tanıtıyorum. Dayım tereddütlü yaklaşıyor. “Mesleği nedir?” diye soruyor. “Fikir Adamı” diyorum. Garibsiyor. “Böbrek problemi var mı?” diye soruyor. “Bilmiyorum” diye yanıtlıyorum. Ortaçağ Tarihi’yle ilgili el yazması bir kitab gösteriyor ve yazarları arasında K’ın isminin de olduğunu belirtiyor. Kitaba göz gezdirmeye başlıyoruz…
Hayatın başladığı gün kadına biçtiğimiz reng leylak, elbisesi ebrulî. Ne o zaman bir bilgi sahibiydim onlar hakkında ne de şimdi en ufak bir gelişme gösterebilmiş durumdayım. Bu ne mene bir serüvendir onu da anlamakta güçlük çekiyorum. Sâdece geveleyebiliyorum ancak ’ridicule’dir bendeki kadın ve dahi, ’mutantan’. Bir zamanlar aşağıdaki lafları söyleyebildiğimi hatırlıyorum. Galiba;
Aa, evet… Şimdi… Benim en câhil olduğum konulardan bir tânesi, kadın… Hiç… Etrafımda bu kadar, gerek arkadaş düzeyinde, gerek meslekî alanımızda, gerek çeşitli derecelerde ilişkiler düzeyinde birçok kadın tanımama rağmen; bunlarla felsefeden ideolojiye, san´âttan tiyatroya, şiirden edebiyata, meslekdaşlıktan hasta-doktor berâberliğine, hoca-talebe ilişkisine, arkadaşlığa, sevgiye, aşka, herşeye kadar birlikteliğim olmuş olmasına rağmen ben bu değer üzerinde hâlâ büyük bir cehâlet arzediyorum… Bunu söyleyebilirim… O yüzden kadın hakkında belki Üstad’ın “Aynadaki Yalan”ına başvurmak lâzım… Belki… Bu arada şunu da söyleyeyim, ben theorik anlamda “feminizm”i de irdelemiş biriyim… J. Paul Sartre’ın karısı Simone de Beauvoir´ı okumuş biriyim… Kadın hareketinin önemli figürlerinden biri… Bunun yanısıra “Kadınların Isdırab Tarihi” adlı büyük volümlü bir kitabı karıştırmış bir insanım… Yani theorik düzeyde kadın olgusunu, feminizm olgusunu kurcalamama rağmen; Sofoklis (Sophocleus) gibi büyük bir ustanın Oedipus Kompleksi ve diğer eserlerini vs okuyup irdelememe, “mitholojide kadın”, “tarihte kadın”, “felsefede kadın”, “savaşta kadın”, bütün bunları kitâbî mânâda kurcalamama rağmen; bir Âsur Kraliçesi, Süryâni bir kraliçe olan Şamram yani “Semiramis”in bir kadın komutan olarak tâ oralardan kalkıp İstanbul kapılarına kadar on bin atlıyla gelişini hayret ve ilgiyle öğrenen biri olmama rağmen; bir Afrodit, bir Artemis, benim her zaman ilgimi çeken bir İra yani Hera’daki sadâkat, kıskançlık ve Zeus’u sâhiblenme tavrını heyecanla izlememe rağmen…
Aslında şöyle… Ben Hera örneğini üzerine basa basa veriyorum; Hera’yı hatasız bir örnek olarak gördüğümden değil… Onu idolleştirmek gibi bir hedefim yok; ama kabul etmek gerekir ki, kendi açımdan söylüyorum, benim hayatımda her ne kadar esâtir boyutunda olsa da çok ileri bir yere sâhib… Mitholojiden çıkarak, yırtarak perdeleri, hicâbları gelen, ete kemiğe bürünen bir varlık gibi… Yine Yunan Mitholojisi´nde bir Ekhidna gerçeği var. Ekhidna, geceleri ortaya çıkan, türlü hayâletle ve türlü zulmet varlıklarıyla birlikte dağların, taşların, kentlerin üzerinde tahakkümde ve tasarrufta bulunan ürkütücü ama müdhiş yalnız – işte bu çok önemli – ve müdhiş tepkili bir kadın; karanlıklar varlığı… Zâten bu özelliklerinden dolayıdır ki, bugün oklu kirpi adını verdiğimiz hayvanın bilimdeki ismi de “ekhidna”dır… Ekhidna’nın da, böyle bir kimlikle bende yeri var… Hera’daki sadâkatli ve kıskanç kadın figürü ve hemen yanında Ekhidna’daki karanlıklarda yaşayan, zaman zaman çok saldırgan, zaman zaman gizlenen, ama illâ ki yalnız… “Yalnız”! Bunun altını çiziyorum ısrarla… Bu ikisinin bende oluşturduğu imaj, benim hayatıma ciddî bir biçimde girdi… Ben bu iki özelliğin, benim kişiliğimle de bir ilgisi olduğunu düşünüyorum… Ben Türkiye’deyken de yalnızdım; kalabalıklar içinde yalnızdım, ruhta yalnızdım ve hep mitholojik varlıklarla… Bir Hekate ile bir İris’le… Hatırlar mısın bilmiyorum; Galip Tekin vardır Hıbır’ın, Leman’ın filân çizeri; tam olarak benzememekle birlikte biraz onun karakterleri gibiyim…
Devamla;
Tabiî öyle bakmakta fayda var; öbür türlü içinden çıkamayız… Bu biraz da şey; mükemmeli arayış… Ha, bu arada onu söylemeyi unuttum; İmâm-ı Şiblî’nin bir eseri vardır: Cinler… Zannediyorum bu konuyu en iyi bilenlerden biri Şıblî… Bu mevzua da meraklıyım; bâzen bu cinlerle evlilikten bahsediliyor… Benim hayatımın bir dönemini de bunlar işgâl etmiştir; mitholojik kadınlar yanında cin bir kadınla evlenmeyi çok düşünmüşümdür meselâ… Aynı zamanda inanılmaz riskli, ama çok cezbeden… Ayakları yere basmayan kadın; ben hep böyle bir kadın hayâl ettim.
Kelimesi bu; görünmeyi de, yok olmayı da bilen, hem var hem yok… Görünerek coşku veren; kaybolarak kendini tâze tutan, aratan bir kadın… Her iki hâlde de olmayan bir kadın aslında… Bu nasıl olabilir? Bunun paramithik olduğunu herkes bilir… Böyle vak´âlarda, gerçeğe dönmeyi tavsiye eder hekimler… Ama bu duygu olmasa… Bu pencereden –dar belki – baktığım zaman kadınsızlık, kadın ilgisi, ihtiyâcı filân maddî planda tartışılabilir… Benim belki de şansım şuydu; çok eskiden beri sâhib olduğum bir güvenlik, koruma alanım var… Ben hep, demin bahsettiğim bir karşı cins tahayyül ederek, oralarda gezerek yaşadığım için başkalarına göre, öyle sanıyorum, daha az ızdırab çektiğimi sanıyorum… Tabiî natürümden gelen ihtiyâçlar yok demiyorum, o kadar da aşmış değilim, transandantal bir yeteneğim de yok… O noktada bir reddiyem filân da yok; ihtiyâç ihtiyâçtır, bu bir realite.. Ama daha üst mânâda, tahayyül ettiğim evsaftaki kadın profili açısından baktığımda büyük bir sıkıntı çekmiyorum… Yani bir kadın bulsam da, onunla ihtiyâçlarımı görsem, idâre etsem gibi bir arayışı da bir kâbus gibi görüyorum; bunu bir gerileme olarak kabul ediyorum, bu kadar zengin bir âlemden çok fakir bir maddî plana düşüş gibi kabul ediyorum…
Rüyâ;
Athina’da, Hayvanat Bahçesi’yle Edebiyat Felsefesi Yüksek Okulu adında bir okulun yanyana olduğunu görüyorum. Okulun bahçesi çok kasvetli. Sınıflardan birine giriyorum. 35 yaşlarında, sarışın, bıyıklı ve köylü suratlı bir adam ders anlatıyor. Dersin konusu, İdeoloji-Edebiyat ilişkilerinde kadının rolü. Çok sıkıcı ve tekdüze bir anlatım tarzı var. Buna karşın öğrenciler ilgiyle izliyorlar. Bir süre sonra sonra ayağa kalkıp, hocanın yanına gidiyorum. Ona kimliğimi göstererek, “bir zamanlar bende ders anlatırdım, ama senin kadar kötü değildim” gibilerinden birşeyler söylüyorum. Şaşırıyor, bir şey söyleyemiyor. “Sus! Hiç bir şey söyleme sakın!” diyorum ve sınıfı terkediyorum.
Diary of Fox;
Tilki Günlüğü üzerine benim çok fazla kelâm etmem doğru değil, ama illâ ki kendime âid bir iki şey söylemem lâzım gelirse… Tilki Günlüğü sayısız kapılarla dolu… Ama bu kapıların şöyle bir risk getirdiğini düşünüyorum: Her açtığın kapı başka bir kapıya çıkıyor; ve bu kapılar lâbirenthlere ve hattâ dehlizlere zaman zaman dönüşüyor… Zannediyorum mârifet, bu açtığın kapıları, yürüdüğün lâbirenthleri ve geçtiğin dehlizleri doğru hareketlerle tâkib edebilmek ve ile’l ebed kaybolmamak oralarda… Çok ince, çok rafine bir denge; kapılardan geçip bir daha hiç geriye dönememek de var, o dehlizlerde kaybolup gitmek de var… Ama öte yandan o lâbirenthlerde müdhiş hazlar yaşamak da var… Hani derler ya: “Vehim kötü bir şeydir”… Ben diyorum ki, bu doğrudur; vehim pek hayra alâmet değildir… Ama, aynı zamanda, vehim bir vahşî at gibidir; ona binmesini bilenleri, yelelerinden kavrayabilenleri çok ileri noktalara da götürür… Yani vehim vehimlikten çıkar, yeni dünyâlar kurarsın… İşte Tilki Günlüğü de vehim gibi bir vahşî ata benziyor… Vehim ne diyor bana; bu kitab anlaşılmazdır, bâtının bâtını vardır, kaç kat olduğu bilinmeyen bir merkeze doğru, belki arzın merkezine, belki bilemeyeceğimiz bir kara deliğe…
Hologram’dan hiç bahsettim mi?
Hologramla ilgili çok çalışma var, ama özet olarak söylenecek şey şu, yine o kuantumdaki espri: Hem dalga hem parça; ama daha ileri aşamada bütün cismânî yapıların, bütün fizikî varlıkların aslında hologram olduğu… Bunu da şuna dayandırıyorlar: Beyin, nasıl oluyor da sonsuz sayıda görüntüyü arşivleyebiliyor? Bugün en gelişmiş bilgisayarların bile kat be kat üzerinde bir kapasite… Bu, ne tür bir şey? Diyorlar ki, Aslında beyin, cismi çok karmaşık ve içiçe geçmiş elektromanyetik dalgalar bütünü olarak algılıyor… Ve bu dalgaların beyinde karşılık bulmasıyla o dalga formunun, o elektromantyetik yapının neye tekâbül ettiğinin ifâde kazanması… Yâni, şu kadar dalga boyunda, şu özellikteki elektromanyetik yapılar eşittir kedi… Yâni, beyin kediyi kedi olarak değil bu şekilde arşivliyor… Hologramın özünde şu var: Varsaydığımız gibi, bu cisimdir dediğimiz şeyler aslında cismânî varlıklar değil… Aynı şey bir köpek veya kedi için de geçerli; onlar da cismânî olarak gördükleri varlıkları bu şekilde algılıyorlar… Çok kaba olacak belki, ama şöyle bir örnek verebiliriz: Eğer elimizde şöyle bir teknoloji olabilseydi, devâsâ bir mikroskop yapabilseydik, bununla uzayda bir yerlerden dünyâya veya dünyâda insana bakabilseydik veya bir apartmana; insanı böyle görmeyecektik… İnsanı; mikroskobun büyütme kapasitesine göre önce organlarımızı, sonra dokularımızı, sonra hücrelerimizi ve sonra hücrelerimizin elemanlarına kadar inen bir şekilde görecektik… Daha da ileri gidebilseydik eğer, hücrenin elemanlarını da analiz edebilseydik, parçalayabilseydik; bu kez kimyevî elementleri, bileşikleri, molekülleri, atomları görebilecektik… Daha da ileri gidebilseydik, topu topu temel, natür elementleri görecektik ve garib bir şekilde apartmanın, insanın, kedinin, kuşun meselâ hidrojen, meselâ karbon, meselâ azot, meselâ sodyum, sülfür gibi elementlerden oluştuğunu ve bu mikroskobun altında apartman, insan, kedi, kuş yokmuş da sâdece atomlar ve moleküller varmış gibi görebilecektik…
Büyük bir Doğu;
BD Apologétique’i… Kimileri Tarih’in bittiğini, kimileri devâm ettiğini ve sonsuza kadar süreceğini söylüyor. Bu önermeler çok büyük bir anlam taşımaz. Bu konularda değerlendirme yapmak, 5. Boyut olan “Bilinç” ve 4. Boyut olan “Zaman”a hükmedebilenlerin işidir. Bizce her ikisi de doğrudur: Tarih bitmiştir, çünkü “Suya düşen taş, zemine varmıştır”… Tarih işte bu dilimdir. Ve Tarih devâm etmektedir, çünkü “Taşın, Su yüzeyinde oluşturduğu dalgalar yayılarak genişlemekte ve sonsuza doğru devâm etmektedir”… İşte bizim tarihimiz budur! Böyle dediğimizde, 4. ve 5. Boyutlar’ a hâkim olan muhatablar bekleriz! Bu “Üst Dil, Üst Mânâ ve Üst Sıfat boyutudur”. Şu âna dek ne Marxist-Leninist ideoloji ne de diğer ideolojiler bu boyutlara ulaşamadılar; ve genelde Evren, özelde Dünyâ kirlenmeye devâm etti. Biz bunu, “Erès Echoués” (Batık Çağlar) olarak adlandırıyoruz. Ancak diyalektik gereği, süresi ne kadar uzun olursa olsun, bir “Apologétique” ortaya çıkar. İşte bunun adı BD Apologétique’idir. Uzay ve Zaman’ın birleştiği ve hapsedildiği, eşdeyişle Zaman’a ve Mekân’a hükmedildiği dönem “3.Bin”dir! Zaman, BD tarafından yutulmuştur! Ve BD’nun enerjisi, Zaman enerjisine galib gelmiştir. Bu bağlamda Zaman 1999’da durmuştur. Zaman’ı hapsetmeyi başarmak demek, cazibe merkezi olmak demektir; ve bütün irâdeler ister istemez bu “haz” alanına doğru çekilecektir. Bu câzibe alanından kaçmaya çalışmak, aslında farkında olmadan çekilmeye (cezbedilmeye) devâm etmek anlamına gelir. Çünkü öz-zaman kısalmaktadır. BD’nun albeni alanı içine girenin karşı-direnci azalır, hareketi yavaşlar; ısrarla direnecek olursa enerjisi tükenir, kudreti kalmaz, soğur… Ve teslim olur; veya yokolur. BD, enerjiyi bırakmaz; kendinde toplar. Orada, bir gönüllü tutsaklık mevcuddur!
Şiir yazabilir miyim?
Herşeyin soyunmaya başladığı tan ağartılarının arefesinde yeraltları
alnının ortasında parlayan bir zehirli safirle gelenin önünde eğilecek
ağzı salyalı dehşet müteahhidleri
üzengiler böğrünü deşmede zifir atlarının
gece ziyâsında
hamr ile karışık hâller esiyor fethedilmemiş sokak aralarında
sürreel avcı kuşlar
nereden geleceği belirsiz darbelere bilenmedeler
hayızlı kadınların tedirginliği var
hamile ejderlerin kuyruksokumlarında
saika yakındır
göklerden taşların yağması dahi yakındır ve
fjörd kunduzlarının şaşkınlık vakitleri
gizemli bir mesaj yollar sansarlara
destansı bir kırmızı cücenin kollarında ruhunu teslim eder
kara yağız bir palikarya
konu bütünlüğü kalmaz beyitlerde artık
buradan ötede anlamını yitirir karar ehli
ve ulemâ örse dokunur
haram ve tâze etlerin pazara çıktığı bir fırsat mesâfesinde
azab bir alev topu gibi aydınlatır yılların açlarını
alatav bir toprağa düşer yansısı kanlı divânelerin
azgın yaban köpekleri üşüşür leşin başına
(…)
herşey birbirine karışır
ve perde laceverd bir lekeyle iner
çalı dikenlerinin üzerine
göze çarpan “Wreath of Chivalry”dir yalnızca
Kaynak: H.A. “Akademya’ya Doğru Sitesi”, 2001-2005 (2010 öncesi arşiv makalelerimizde yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında makalelerini yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmaktadır.)