Neler neler yazdık da, hayatın başladığı günden bir türlü çıkamadık. Çıkılmaz mı oradan? Ben çıkarım. Anlam birliği, devamlılık, istikrâr gibi kavramlar bana hep devleti hatırlatır. Devlet, Platon yazdığı gibi değil. O, bir ahengden, bir müzikaliteden sözeder. Ne gâm. Ben devleti böyle yaşamadım, bilmiyorum. Sosyal Demokrasi denen masalla uyuduğumuz çok oldu. Hem sosyal hem demokrat. Ne hoş(du).
Sosyal Demokrasi
Hemen hemen dünyanın bütün işçi örgütleri bu dönemde, 1889’da kurulan İkinci Enternasyonal’in parçasıydılar. İkinci Enternasyonal aslında millî partilerin federasyonunun kayba uğradığı bir süreçtir. Bu kayıb sürecine, Britanya İşçi Partisi gibi reformist partiler ve Amerikan Sosyalist İşçi Partisi (SLP) gibi küçük devrimci partiler de dahildir.
Trotsky 1922’de şöyle bir yorum yaptı:
‘Savaş, sosyalist hareketin tüm bir çağının geniş sathı üzerinde dengeyi belirledi; Bu çağın liderlerini tarttı. İkinci Enternasyonal’in neredeyse bütün liderleri 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın zuhurunda kendi burjuvazilerini desteklediler. İkinci Enternasyonal ayrı düştü. Devâsa sosyal baskılara baş eğmeyen az sayıdaki kıymetli lider onlarla (burjuva liderliklerle) savaş yoluyla başa çıkmaya kalkıştılar’.
Avrupa’da, işçilerin siyâsî gelişimi Britanya’daki işçi hareketinin gelişimiyle bir kontrast oluşturdu. Britanya’da, Ticâret Birliği Kongresi, İşçi Partisi’nin kuruluşunu örgütlerken sosyalist partiler kendi içlerinde seçime aid kuvvetler hâlindeydiler ve bizzât onlar endüstriyel birliklerin kuruluşuna ön ayak oldular.
Avrupa sosyalist partileri arasında en mühîm olanı kudretli Alman Sosyal Demokrat Partisi’ydi (SPD). SPD 1875’de, Marx ve Lasalle’ın partilerinin birleşmesiyle kuruldu ve 1914 senesi itibârıyla 1 milyondan fazla üyesi vardı. Etkinlik herşeyi kapsadı; parlamento temsilinden sosyal klüblere, tahsile, krediye, refâh hizmetlerine ve ticâret birlikçiliğine (trade unionism) kadar. Âzaları arasında, Friedrich Engels, August Bebel (yahudî), Eduard Bernstein (yahudî), Ludwig Feuerbach, Karl Kautsky (yahudî), Karl Liebknecht, Rosa Luxemburg (yahudî), Franz Mehring ve Clara Zetkin de vardı.
İşçi hareketinden tecrid olma ve sekterizm sorunu Almanya’da yaşanmadı. Ancak oportünizm ve parlamenterizm ileri safhadaydı ve bu nedenle Engels ve bilâhare Rosa Luxemburg ve Liebknecht SDP içindeki sağ güclwe büyük bir çatışmaya girdiler.
SPD yahudî August Bebel tarafından kuruldu. Bebel, 1. Enternasyonel’de Marx, Engels ve Wilhelm Liebknecht (Karl’ın babası) ile işbirliği hâlindeydi. Trotsky’ye nazaran, ‘Bu, devrimle opportünizmin pratik kombinasyonunun Bebel’de en yüksek seviyede ifâdesidir’.
Engels’in 1895’de ölümünden sonra, onun edebî icrâcısı (literary executor), Eduard Bernstein (yahudî), Alman SPD’nin lider theorisyeni oldu. Bernstein, Evrimci Sosyalizm isimli kitabında, kapitalizmin sosyalizm dahilinde tedricî dönüşümü (gradual transformation of capitalism into socialism) theorisini geliştirdi. Şu meşhur aforizma (vecize) Bernstein’ a aiddir: “Hareket herşeydir, nihâî amaç hiçbir şey!”. Bernstein ilk “revizyonist”ti (gözden geçirmeci). Bu, şudur: “Marxizm’i reddediyorum, reformistim”. Bernstein böylece Marxizm’i “up-date” etti. Nereye doğru? ‘Evrimci Sosyalizm’e doğru. Bu pasifist (barışçıl) bir duruştu! (Buna Yahudî tipi ifsâd da denebilir). Dünyanın birçok tarafındaki sosyal demokrat, inandıkları (veya inanır göründükleri) ideolojinin aslında Marxizm’in gayrı meşru çocuğu yani piçi olduğunu ve yahudîlik tarafından örgütlendiğini hâlâ bilmemektedirler. Hele Türkiye’deki sosyal demokratların durumu içler acısıdır. Bunlar da, Türkiye yahudîliğinin (şabbataizm’in) ifsâd ettiği zavallılar olarak değerlendirilebilirler.
Avusturyalı Marxist Karl Kautsky (yahudî), Bernstein’ın etkisiyle Marxist oldu ve Marx’ın kızı Eleanor’la berâber Marx’la Engels’in edebî asistanıydı. Engels’in ölümünden sonra, Kautsky, Marx’ın yazıları mevzuunda baş otorite ve Marx’ın teorisinin en büyük popülerleştiricisi olarak tanındı. Bernstein’ın revizyonizmine karşı-sözde-Orthodoks Marxizm’i savunan Kautsky’ydi. Mamafih Kautsky kendini SDP’nin muhafazakâr bürokratik hayat tarzına uyarlamıştı ve parti içinde savaşın zuhurundan az evvel kendi ‘Sağ Kanat’ı teşkil etmişti bile. Rus Devrimi’ni ise, ‘Marxizm’e ihânet’ olarak değerlendiriyordu. Bütün bunların bir yahudî geleneksel tiyatrosu olduğunu görmek için ‘göz’ gerekmektedir.
SDP’nin Sağ Kanat liderleri, muhafazakârlarla vatanseverlik yarışına giren ve 1919’da Savaş Bakanı olan Gustav Noske; Philipp Scheidemann (yahudî), ve Friedrich Ebert’ti. Ebert, Bebel’in 1913’de ölümünden sonra SPD’nin lideri oldu. Onun liderliğe gelmesinde Kautsky’nin mühim bir rolü vardır. Bu isimler, Britanya’daki meslekdaşlarından çok daha inc eve sofistike düşünüyorlardı. Hem işçilerle bağlarını çok sıkı tutuyorlar hem de militarist efendilerine hizmette kusur etmiyorlardı. Bu iki taraflı (çok taraflı ve kahpe usûlü) ilişkiyi yürütebilmek içun sionist olmak gerekir.
SPD’nin Sol Kanat’ında, Polonya Sosyal Demokratları’nın kurucu lideri Rosa Luxembourg ve 1907’deki Sosyalist Gençlik Enternasyonali’nin kurucu lideri Karl Liebknecht vardı. Luxemburg ve Liebknecht 1914’de savaşa karşı Spartacus League’ini kurdular.
Kısacası, sosyal demokrasi devrimin frenidir ve güvenli bir frendir bu. Motor freni gibi. Yunan Akademyası ile taban tabana zıddır. Kuyruklu bir yalandır.
AKADEMİ: Ακαδiμία (Akadimîa). Yunan filozof Platon’un (Eflâtun, Aristokles, Platonas), Athina’da kurduğu okul. Osmanlıca: Encümen-i Dâniş.
Platon tarafından kurulmuştur. Akademos Bahçeleri adı verilen yerde kurulduğu için bu ismi almıştır. İ.Ö. 387 yılında Athina’da kuruldu. Eski, orta ve yeni Akademi olmak όzere üç evre geçirmiştir. İ. S. 5. Yüzyıl’da Neo-Platonizm’in (Yeni Platonculuk) merkezi olmuş, 529 yılında Roma imparatoru Justinianus tarfından kapatılmıştır. Orta ve Yeni Akademiler, Platonculuğu “Şübhecilik” ve “Olasıcılık”la bağdaştırmaya çalışmışlardır.
Hayatın belli bir evresi akademide geçer. Gerçek akademilerin kantinleri yoktur.
Labour ve Sosyal Demokrasi’nin üçüncü kardeşi;
Syndicalism (Sendikacılık)
Sundukato (Sindikato). Yunanca kökenli bu kelime, Sun (Sin: Eş, ortak, berâber) + dukh (diki: hak, adâlet) kelimelerinin yanyana gelmesiyle oluşmuştur. ABD’de, Devrimci Sosyalizm (revolutionary socialism) yolunu, işçi sınıfının dahilinde Sosyalist İşçi Partisi’nde (Socialist Labour Party-SLP) buldu. SLP’nin 1500 üyesi vardı ve 1890’da Daniel de Leon üye olduğunda, fraksiyonlaşmış ve tecrid olmuştu. De Leon, SLP’yi en dinamik siyâsî partiye dönüştürdü.
Mamafih SLP Avrupa’nın büyük sosyalist partilerine çığlığını ulaştırmaktan uzaktı. De Leon, elektoralizm ile endüstriyel unionizmi kombine etmek suretiyle onun özel devrimci sosyalizm harmanını geliştirdi. Bu karakteristik bir karışımdı. Parti hükümet iktidârını kazanmayı ve buradan da ekonomik gücü kapitalistlerin elinden almayı amaçladı. Zira, bu durumda kapitalistler mülklerini muhafaza edecek devlet desteğini yitirmiş olacaklardı. 1. Emperyalist Paylaşım savaşı’nın patlak vermesiyle işçi örgütünün mükemmel formu ortaya çıktı: Bir Büyük Birlik (One Big Union).
Fakat, De Leon’un liderliğinde SLP sekter bir siyâsete yöneldi ve mevcud muhafazakâr yapıları karşısına aldı.
Chicago Kongresi’nde (1908), Bill Haywood’un liderliğindeki anarko-sendikalistler De Leon’a karşı ekseriyeti ele geçirdiler. Chicago grubu De Leon’un Detroit grubuna âid ‘Kılıç ve Kalkan’ (Sword and Shield) theorisini kabul etmedi ve elektoralizmi reddetti.
Amerikan işçi sınıfının, Eugene Debs (yahudî), Jones Ana, Bill Haywood ve James Cannon gibi en iyi unsurları Chicago grubunun üyeleriydi. Anarşizm Avrupa sahasında uzun bir tarihe ve güçlü bir çevreye sahib iken Amerika sendikalizmin tabiî mekânıydı.
Sendikalizm işçilerin gerçekten de fiilî olarak ticâret birliği üzerinden kapitalizme karşı mücâdele bağlamında örgütlenebileceği ve bu yolla özgürleşebileceği bir doktrindir. İşçi sınıfına mensub yığınlar ABD’de asla doğru dürüst tesis edilemediler. Günümzde de Amerikan işçileri, iki burjuva partiden (Cumhuriyetçiler ve Demokratlar) hangisine oy verecekleri telâşı içinde olup, günübirlik hesab kitab içindedirler. Amerikan proletaryasının içinde bulunduğu traji-komik durumlardan biri de budur.
Avustralya’da, hem Britanya hem de Amerikan işçi hareketlerinin çizgileri birlikte görülür. Ticâret Birliği hareketi (The trade union movement) Avustralya topraklarına 19. asırda ekildi. Avustralya İşçi Partisi (The Australian Labor Party – ALP) 1891’de kuruldu. Liman işçileri ve nakliyât işçileri ağırlıktaydı. İşçiler, tek başına sınaî aksiyonun çalışan sınıfın menfaatlerini yükseltecek bir çıkış olmadığını buna mukabil kendi partilerinin olması gerektiğini düşünüyorlardı. 1899 yılı itibârıyla, 1 haftalığına Queensland’da hükûmet etti. 1904 Nisan’ıyla berâber ilk federal işçi gücü 4 aylığına hükûmeti aldı ve 1910’da, Andrew Fisher hükümeti Federal Parlamento’da güvenilir ekseriyeti elde etti.
İşçi Hükûmeti’nin bu ilk deneyimleri birçok işçiyi, sosyalizmin parlamenter sistem yoluyla elde edilemeyeceği konusunda iknâ eden bir ibret levhâsı oldu. En azından ALP bu işin harcı değildi denebilir.
De Leonist SLP, Sydney merkezli Avustralya Sosyalist Ligi 1907’de De Leon programına uyduğunda, Avustralya’da kuruldu. SLP kendini beacon iğretilemesiyle tasvir etti. Bu yola, işçiler devrim vaktinin geldiği sinyalini/ışığını alacaklardı.
Tom Mann Melbourne’u 1902’de ziyâret etti ve birkaç sene Avustralya’da kaldı. Neticede, onun inisiyatifiyle Victoria Sosyalist Partisi- Victorian Socialist Party (VSP) tesis edildi. VSP, Avrupa tipi bir sosyalist partiydi fakat 1907’de ulaştığı 1500 üyenin ötesine asla geçip gelişemedi. Sosyalist propaganda yaptı, endüstriyel birlikler örgütledi ve ‘fraksiyon’ olarak ALP’ye katıldı. VSP, kitle hareketine SLP’den çok daha pragmatik ve derin bir biçimde müdâhil oldu. Avrupa Sosyalist partileri gibi, çok geniş kapsamlı bir sosyal ve kültürel aktiviteler süreci örgütledi.liderlerinden çoğu, John Curtin, Maurice Blackburn ve Frank Anstey gibi, daha sonraları ALP’de lider oldular.
Bütün bu sosyalist partiler 1907’de Melbourne’da gerçekleşen OBU Millî Konferansı’nı tâkiben Büyük Bir Birlik (Tek Büyük Birlik – One Big Union, OBU) sebebi etrafında ittifâk ettiler.
Sendikalistlerden ayrı olarak, bütün sosyalistler İşçi partisi ihtiyacı üzerinde mutabık kaldılar. Kavga, ‘hiçlikten vurmak’tan çıkıp ‘içeriden rahatsız etmek’ şeklini aldı. VSP, ALP’ni içeriden rahatsız etmek suretiyle yeni mevziler kazanmayı hedefledi. Bu aşırı optimist bir hesabdı ve katastrofla neticelendi. 1908’de VSP, ALP’den koptu.
Üç sarı reng. Son yüzyılın siyâset sahnesinde adlarından sıklıkla sözettiren üç kötü koku…
Kim bu Kürdler?
Dün ve bugün, muhtemelen âtide de Uthmanlı Devleti’ni, Türkiye Cumhuriyeti’ni ve ileride bilmediğimiz bir ismi çok yakından alâkadâr eden (edecek olan) bir antite. Ölüm-kalım mücâdelesi veren bir halk. Nepal, Tibet, Doğu Timor vs. gibi tarihe ve coğrafyaya ciddî bir katkısı olmamış ülkeler dünyânın gündemini işgâl ederken ve bağımsızlıklarını alabilirken, dünyâ Kürdler’e sağır ve kör. Kuşkusuzdur ki, bir halkın millî mücâdelesi evvelâ öz güce ve iç dinamiklere dayanır, beynelmilel destek ve yardımlar bundan sonra anlam kazanabilir. Kurtuluş mücâdelesinin şeklini ortaya çıkarabilmek için tarihî âidiyyetin ehemmiyetini tartışmıyoruz. Milletler en çok tarihleriyle mevcuddur –veya nâmevcuddur– ve, geleceklerini tarihteki istiflerinden okuyabilirler. Perspektifi oradan alırlar. Kürd halkı, maalesef, yaşadıklarını tarihe kaydetme alışkanlığı zaif olan bir halk, yazmamış (ve hâlâ da pek fazla yazmıyor), belgelemeyen bir halk. Isdırabını çektiği kesin. Tarihinden kopmak, modern bir millî kurtuluş hareketinin gelişiminde mühîm bir engeldir. Kazanılan bütün değerler sıklıkla dağılma ve parçalanma, hiçleşme tehlikesiyle karşı karşıya gelmektedir. Tarih, bu yönüyle, siyâseti belirlemektedir. Tarih yazmaya ihtiyâcı olan bir ulus, Kürdler. Kürd aydını ise, kimi zaman ikbâl kaygısıyla, kimi vakit küçük hesablarla, bâzen de ihânet içinde, nâdiren de mücâdeleyle berâber yürüyor. Öyle veya böyle sömüren, ezen düzenin zehirini almış bir kerre, kurtuluşu çok zor. Birikim problemi apayrı, netice-i kelâm, Kürd Tarihini de, Kürd Romanı’nı da yazamıyor, kendi dünyâsını ve afâkını aşamıyor. Sorun, bir ufuk, bir vezin(sizlik) sorunu. Bilerek veya bilmeyerek Kürd’ü tarihsizleştiriyor ve tarihsizliğini derinleştiriyor. Neden bu kadar sert, akut ve agresif bir dil kullanıyorum? Çünkü, beğenilsin beğenilmesin Kürd halkının savaşan bir örgütü var. (…) Yol açık olmasına rağmen, imkânlar oluşturulmasına rağmen, gencecik insanların fedâlarına rağmen nefslerin kavrulmadığını görüyoruz. Eleştirim bunadır.
Hiç mi değil kronolojik tarih…
Genel kanı Kürdler’in atalarının Medler olduğu yönündedir. Medler yaklaşık olarak M.Ö. 10. asırda ve kuvvetle muhtemelen Kuzey Avrupa coğrafyasından kalkarak Wan ve Urumiye gölleri arasında bulunan topraklara geldiler ve burada yerleştiler. Asur topraklarının doğusundaydılar ve aşiretler hâlinde yaşıyorlardı. Dilleri Hind-Avrupa dil ailesine mensubdu ve ırken de Ârî (Aryen) idiler. Kürdler, farklı isimlerle anılmışlardır. Sümerler; Goti, Cuti, Cudi, Guti, Asurîler ve Aramîler; Goti, Kuti, Koti, Kurti, Kartu, Kardu, Yunanlar; Karduhi, Kardosu, Kardak, Arablar; Kürdî, Kardoyi, Curdî biçiminde anmaktaydı. Medler Aryen bir kawm olmakla, Farslar’la akrabadır ve tarihî bağları güçlüdür. Yine, aynı topraklarda yaşayan ve kimi zaman Targun, kimi zaman Kordun ve bazen de Kurtun / Kurdun adıyla anılan sâmî kökenli toplulukla Kürdler arasında bir ilişkinin olup olmadığı ciddî bir araştırma konusu olmalıdır. Bu topluluğun ağırlıklı hayat sahası Botan ırmağı cıvarıdır. Karduklar (Kürtler) ünlü yunan asker ve tarihçi Xenophone’un (Xenofvnh) ‘Onbinlerin Dönüşü’ adlı eserinde etraflıca anlatılmaktadır. Koçgiri aşireti için sâmî köken atfına rastlandığını biliyoruz ve hattâ ‘Ahd-i Atik Yahudîsi’ (Eski Sözleşme, Old Testament) değerlendirmesi de yapılmaktadır. Bacan ve Bohtî (Botan) aşiretleri efsânevî ve tarihî kürd aşiretleri olarak öne çıkarlar. Hattâ Kürdler’in ata kökü olarak kabul edenler de vardır. Tarihçi Herodot (HrodotoV – İrodotos) ejderha-kral (bir tür şah-ı maran) Haftan-Boht’u hatırlatan bir varlıktan bahsetmektedir (Cautan-Boct, Anax-DrakoV; Anax-Drâkos; Ejder-Kral).
Medler, homojen bir yapı oluşturamamış ve göçebe boylar hâlinde, Azarbaycan, Ermenistan ve Kürdistan’ın muhtelif bölgelerinde dolaşmakta, tarım, maden işleme, san’at ve imâr sahalarında gelişme göstermişlerdir.
M.Ö. 9-7. asırda Asurîler’in boyunduruğu altında görüyoruz Kürdler’i. Dönemin en kuvvetli merkezlerinden biri belki de birincisi, Ninive (Ninova) şehridir. Asur, Ninova’yı pây-i taht olarak kabul ettikten sonra dönem itibârıyla dünyânın en iyi sulama sistemlerini geliştirdiler. Buna bağlı olarak şehircilik ve şehir planlamacılığı, bayındırlık, san’at ve mathematik çok gelişti. Babilliler, Medler’le bir türlü birleşme sağlayamadılar. Asur, bu çelişkiden yararlandı.
7. asırda Med aşiretleri birleşip Ektaban’da (bugünkü Hamadan) temerküz ettiler. Bu aşiretler arasında, Birse, Patirasimian, Struşat, Arizand, Budian ve Maj aşiretleri vardır. Herodotos’a göre Medler’le Thraklar arasında akrabalık vardır. 53 yıl süren bu aşiretler konfederasyonu dönemi başarılı bir dönem olarak kabul edilir. Bu dönemde çatışmalara rastlamıyoruz. İktisâden başarılılar. Ordulaşma da aynı döneme rastlamaktadır. Ninive’ye kadar gelirler. Lidyalılar’la savaşırlar. Daha sonra aralarında andlaşma olur ve Babil’in de katılımıyla bir ittifâk ortaya çıkar. M.Ö. 614’de Asur şehrini alırlar sonra Ninive’ye girip talan ederler. Asur devleti böylelikle yıkılır (M.Ö. 612). Harran’a kaçan Asurîler, orada da yenilgiye uğratılırlar (M.Ö. 610). Fakat, Babil bu süreçten kârlı çıkarken Medler eski göçebe hayatlarına geri dönerler. Uzun süre barış içinde yaşayan Medler, Persler’e yenilirler. Daha sonra Büyük İskender’in (MegaV AlexandroV) boyunduruğu altına girerler (M.Ö. 332).
M.Ö. 247 ilâ 227 yılları arasında gerçekleşen Parthes-Roma savaşları sırasında Media ülkesi Neron’un orduları tarafından bir kez daha işgâle uğramıştır. Daha sonra Parthes ile Roma arasında yapılan bir anlaşma ile Med toprakları Ermenî krallığına bırakılır. Bu tarihten itibâren artık Kürdler dağları mesken edinmeye başlarlar.
İslâm’ın bölgeye girişine kadar çok fazla bir değişiklik görülmüyor Kürdler’in hayatında. Media’ya gelen Arablar bu ülkenin bir bölümünde Sasânî devletini kurarlar. Sasânîler’e Muhammedî veya Muhammedân adı da verilmektedir. Ülkenin diğer bölümünde ise Kürdler mukîmdir. Kürdler de Sasânîler gibi Muhammedân olarak tanınır ve savaşçlıkları ile ünlenirler. Zorzanî (Zozan, Zaza) adı verilen bölge, Erzurum (Darzirim, Arz-ı Rum), Erzincan (Arzinga) ve Musul üçgeni arasında kalan bölgedir. Hazer (Hazar) denizinin güneyine denk düşen ve Zazalar’ın yoğun olarak bulunduğu bölgeye Daylam (Deilam) adı verilmektedir. Bu bölge, Media toprakları içinde sayılır. Bölgede yahudîler de yoğundur ve Daylamlı ünlü komutanlardan biri olan Daysam ben İbrahim’in bunlardan biri olduğunu biliyoruz. Oluşturduğu güçlü orduda Zazalar’ın yanısıra Kırmançlar da görev aldığı vâkîdir. Bir diğer güçlü yahudî komutan İshâk ben Yeşâ İshâk’dır. M.S. 10. yüzyılı konuşmaktayız. İki büyük aşiret, Zaza ve Goran, birincisi kuzeye diğeri ise güneye, Zağros dağlarının eteklerine ve Urmiye gölünün cıvarına yöneliyor. Dönem itibârıyla Zazalar ve Goranlar’ın Hristiyan veya Zerdüştî olduğu biliniyor. İslâm, İran platosuna ve oradan da Afghanistan coğrafyasına yayılırken Daylam ülkesine girmiyor. Ne zaman ki, Hasan Sebbah Daylam’a âid olan Alamut kalesini ele geçiriyor (1090) İslâm güçleri ve Moğollar bölgeye (Daylam) yönelmeye başlıyor. Sonuç, Zazalar’ın ve Goranlar’ın bölgeyi terketmesidir. Hedef Kafkasya’dır. Zazalar 13. asrın sonuna kadar hristiyanî kimliklerini muhafaza ederler. Zazalar, Moğollar’ı Tatarlar olarak tanımaktadırlar. Botan ve Behdinan coğrafyalarındaki Kırmançlar ise, İslâm veya Hristiyanlık inancına bağlıdırlar. Hristiyan Kürdler, Yakubî (Jacobin) veya Nesturî (Nestorien) tarike bağlıdır.
Kürdler’in İslâmiyet’i kabûlünden sonra devletleşme süreci yeniden başlar. 985 senesinde kurulan Merwanî devleti 1087’de yıkılır. Bir diğer Kürd sülâlesi olan Eyyubîler de devlet kurmuştur. Salah-ed Dîn Eyyubî Takrıtî (Takrît 1137 – Şam 1193) 1171 senesinde Fatımî halifeliğini yıkar ve hükümdârlığını ilân eder. 1174’de Şam’ı ve 1183’de Halep’i kendine bağlar. 1186 itibârıyla Suriye ve Mısır’a hâkimdir. Üçüncü Haçlı seferiyle bölgeye gelen Avrupa gücünü 1187’de derdest eder ve İslâm ve dünyâ tarihine ölümsüz bir isim olarak geçer. Aynı tarihte Kudüs’e girdi. Arslan Yürekli Richard (Richard, the Lion Heart) ile andlaşma yapar ve Yafa ile Tyra’yı Haçlılar’a bırakır. Eyyubî devleti 1250’de yıkılır.
Devam edeceğiz, Kürdler bahsine…
Eski Roma’da evlerin kapılarının önünde bir levhâ asılı olurdu: Cave Canem, yani köpeğe dikkat. Neden böyledir, neden köpeğe dikkat edilir, neden ondan mümkün mertebe sakınılır? Isırdığı için mi, havladığından ya da kuduz olabileceği şübhesinden dolayı mı? Bir bilgi notu olarak düşelim; kuduz kanatlılara geçmiyor yani kuduz bir köpek bir kanatlıyı (Avis) ısırsa o kanatlı (volaille) kudurmuyor. Buna mukabil kuş gribi de köpeklere bulaşmıyor. Tabiatta sanki gizli bir andlaşma veya örgütlenme var. İnsan hem kuduza yakalanabiliyor hem de kuş gribine (Bird Flu). HİV de (Human İmmune Virus) kuşları ve köpekleri etkilemiyor. Adı üzerinde ’Human’. Doğaya bu kadar tahribat veren ve ona meydan okuyan insan adlı türün herhangi bir rengden ve kokudan doğru dürüst haberdâr olduğunu düşünmüyorum. Fakat, hırsız olduğu bir gerçek. İnsan çalıyor. Belki de o nedenle köpeği evcilleştirip kendi türünün şerrinden kurtulma temelinde bir hayvana sığınıyor. En akıllı yaratık o aklını köpeğe teslim edebiliyor. İt ise iti ısırmıyor, mecâzen. Geçinebiliyorlar. Mes’ele yok.
Roma’da söz bitmez: İn Medio Stat Virtus. Meâlen; Erdem, ortadadır (aşırı veyâ kifâyetsiz bir yerlerde değil). Eskilerin, ’Azı Karar Çoğu Zarar’ deyimi ile yukarıdaki pek bağdaşmıyor. Bizimkiler ’Aza kanaat’ etmeyi seviyorlar. Yetinmecilik. Kanaatkârlık. Fazlalıkla azgınlığı aynı ve bir görüyorlar. Oysa İslâm, ifrât ile tefrit’ten sakındırıyor. Biri aşırıyı anlatırken diğeri azı anlatıyor. İslâm’ın yaklaşımı ile Roma’nınki benziyor. Kanaatkâr bizim için bilgelik yolunda bir adam, hattâ bilge. Gönül adamı, Allah adamı, abdal, derwiş diye de tanımlayabiliriz. Bir lokma bir hırka deyimi daha da ’yetinmeci’ bir yaklaşım. Buralardan yola çıkarak başka sözler de bulabiliriz. Ak akçe kara gün içindir. Ak akçe o kadar önemli ki ve yanısıra o kadar fazla kara günümüz var ki, muhtacın muhtacıyız. Az’a nereye gidiyorsun diye sormuşlar, Çok’a diye cevab vermiş. Az’ın bunaldığı ve çâreyi ’Çok’a gitmekte bulduğu anlaşılıyor. Küçük olsun benim olsun. Burada da gizli bir kannatkârlık kokusu var. Hattâ râm olma, boyun eğme, idâre etme. Belki de bu nedenle ’Azınlık’ (Minorité, ekalliyet) sorunu bizi çok korkutuyor. Azınlıkta olan hep çoğunluktan ürküyor, sakınıyor, korunma ihtiyacı duyuyor.
Biraz, bu dünyâdan el etek çekme de var. Çok var. Dünyâ nimetlerini umanlar, ’çok’çular olarak görülüyor ve iktidâr bir ’çokculuk’ arayışıdır. Azcılar, dünyâ âhiretin tarlasıdır belirlemesine gereğinden fazla, ’ifrâd düzeyinde’ sığınırlar ve kaçarlar dünyâdan. İktidârdan korkmaktır. Oysa, İslâm dünyâ iktidârını da ister. Dünyâ ’çok’u da hattâ hepsi İslâm’ındır. Olmalıdır. Demek ki, Anadolu kültüründen ve anlayışından ziyâde Roma anlayışına yakınız, aslında, Müslüman olarak. (…) Ve, yine demek ki, Anadolu’nun mâkus talihini, ’Az’a kanaati değiştirmek gerekiyor. Bu ortografiyi kim yapabilir? Ehli bilir…
STEM CELLS
Bu da nereden çıktı şimdi?
Stem cells, o hücrelerdir ki, en azından hücre kültürlerinde, sonsuza kadar bölünme yetenekleri vardır. Yanısıra, özelleşmiş hücre popülasyonları içinde gelişme kapasiteleri de vardır. Gelişen embryolar içinde gelişen Stem cell’ler vardır. Bilim adamları erişkin insanlardaki mevcudiyetini kanıtladılar. Yeni veriler stem cell’lerin sâdece embryolarda değil ve fakat hayatımızın her evresinde faal olduğunu ortaya koyuyor. Bu hücreler (kök hücreleri: stem cells) hasarlı ve işlevini yitirmiş olgun hücrelerin yerini alıyor. 1998’den evvel, stem cell’ler teşhis yeni yeni edildiğinde, henüz insandaki varlığından şübhe ediliyordu. Onların mevcudiyetlerine bir kanıt olarak kemik iliği transplantlarını gösterdi. Bazı kanserlerin tedavisinde, kemoterapi kemik iliği hücrelerinin hepsini tahrib eder. Tedavinin devamında sağlıklı donörlerden kemik iliği tranplantasyonları yapılır. Transplante edilmiş kemik iliğinin küçük bir hacmi bir vakıa olarak yeterli sayıda hücreye, vücûdu alyuvarlarla ve thrombositlerle (pıhtı hücreleri, platelets) yeniden popüle etme temelinde, yol açmaktadır. Bütün bu hücrelerin kaynağı olarak stem cells kabul edilir ve bu kabulün doğru olduğu kanıtlanmıştır.
Stem cells san’atkârlar olarak da (artists) anılırlar). Vücûdlarımız onlar üzerinden (onlardan) değişik dokular üretirler aynı artistlerin (heykeltraşlar meselâ) çamurdan heykel üretmeleri gibi. Demek ki, stem cells aynı zamanda hammaddeyi teşkil etmektedir.
Stem cells’in ne işe yarayacağı başlangıçta belli değildir (derler). Yani spesifikleşmiş değillerdir, başlangıçta. Gelişme evrelerinde neye farklılaşacağı bilinmez. Vücûdlarımız buna karar verir ve ne gerekiyorsa onu yapar. Diyalektiktir.
Bu plastisite (şekil ve doğrultu verilebirilik) stem cell’leri tıbbî keşiflerin ilk hedefi hâline getirmiştir. Araştırmacılar stem cell’leri, hücre çöküşlerine bağlı olarak ortaya çıkan hastalıkların tedavisinde ve yanısıra, kendini yenileleyemeyen (onaramayan) dokuların onarımında çözüm görüyorlar. Diğer hastalıkların arasında, kalb kası tahrib olan, omurilik yaralanmalarına maruz kalan, Parkinsonlu, lösemili (leukemia) ve diabetli hastalar bu hücrelerden büyük ölçüde yararlanabilecekler. Theoride, araştırmacılar stem cell’lerden replasman parçaları yetiştirebilecekler. Bugün için çok spekülatif bir yaklaşım.
Fakat bir problem var; stem cell’lerin en iyi kaynağı embryolar ve en iyinin de iyisi tedavi almış kişilerden klonlanan embriyolar. Umudlar tükenmezmiş. Bu konunun devamı da var, ileride inşallah döneceğiz.
Embryo, embryo deyip durduk. Bakmayalım mı?
Embryo: Έμβρυο (Êmvrio). Cenin, dölüt, cücük.
Embryogenesis: Έμβρυογενεσις (Êmvrioyenesis). Εμβρυο (Emvrio): Cenin, dölüt, cücük – Γενέσις (Yenêsis): Oluş, tekvin. Cenin gelişimi-oluşumu.
Embryoloji: Έμβρυολογία (Êmvriologîa). Εμβρυο (Emvrio): Cenin, dölüt, cücük – Λόγος (Lôgos): Bilim, bilgi, kelâm, mantık. Ceninbilim.
Embrioma: Εμβρυωμα (Emvrioma). Εμβρυο (Emvrio): Cenin, dölüt, cücük – Ωμα (Oma): ur, tümör anlamı veren bir sonek. Cenin gelişimi sırasında görülen tümör.
Embriopathi: Eμβριοπαθεία (Emvriopathîa). Εμβρυο (Emvrio): Cenin, Dölüt- Παθεια (Pathia): Derd, acı, ızdırab, his. Ceninde görülen herhangi bir hastalık.
Embriotomi: Eμβρυοτομη (Emvriotomi). Εμβρυο (Emvrio): Cenin, Dölüt – Τομη (Tomi): Kesme, kesim, kesi, insizyon. Cenin üzerinde yapılan kesi.
Oysa Hayat’ın başladığı yerde ve günde ne stem cell’den bahis var ne de embryo’dan. Ve yine oysa, embryo kemâle ermiş, avcılar bunu haber almış, ‘fanos’ gösterilmiştir. Fanos, ışıktır ve aynı zamanda fanus’tur. Fanus’a bakanlar orada farklı şeyler görürler. Neler gördüklerini tâbir yoluyla anlatırlar. Bakıcılıktır bu. Regard. Bakış. Oradan bir çağrışımla, renard (rönar). Renard, tilkidir. Evvelâ, renart idi daha önce de Renarz. Bu renarz Eski Almanca’da var idi. Şimdi artık fransızcadır. Kürdî Rovi’dir. Kurdun tilki aklığında olduğu yerle hayatın başladığı yer birbirlerinden çok uzak değil. Sâniyeler mesâbesinde. Tilki her kavramda mündemiç. Her cevabın, sualinde mündemiç olması gibi. Sorunun olduğu yerde kadın da var. Bitişik, next to diyor ingiliz milleti. Alman ise, naechste. Bir sonraki anlamına da gelmektedir. Bir de retard (rötar) var, başımıza sıklıkla gelir. Kürd biraz daha gecikmeli yaklaşır, gecikir ve, çözümlendiği üzere ertelemecidir. Hoş, ne fark eder ki? Er ya da geç, küllü nefsin zaikat’ül mewt, diyor âyet, bütün nefslerin mewti tadacağını haber vermektedir. Bir zamanlar kızıl olan yeşil, yeşile çaldı, kızıl solodur, yeşilin yeşile döndüğü yerde artık kelâm kılıç hükmünde, tehir tekir yani tigris, sadak ok, sadakat prensip, usavurum muhaldir.
“Bêrî destpêka hertiştî Gotin hebû. Gotin bi Xwedê
re bû û Gotin bi xwe Xwedê bû. Ew di destpêkê de
bi Xwedê re bû. Her tişt bi navbertiya wê çêbu,
qet tiştek ji bêyî wê çênebû“. (Yuhanna)
Kürdî olan bu metin, parantezin içinden de anlaşılacağı gibi Yuhanna İncili’nin başındaki meşhur giriş. Başlangıçta kelâm vardı… Bêrî destpêka hertiştî Gotin hebû… İlginç olan bu sözler, bir düğün dâvetiyesinin üzerinde. Demek, düğün (ve nikâh) bir başlangıç oluyor. Veyâ, diğer bir deyişle, bir başka sürecin nihâyetlenmesi. Birbirlerine bitişikler, next to… hattâ birbirleriyle içiçeler. Omnia Nodes Arcanes Connexa. Meâlen; herşey herşeyle ilintilidir. Düğün (ve nikâh) insanla, erkekle, kadınla, o ölümle, ölüm doğumla, doğum çocukla, çocuk, erişkinle, erişkin, aşkla, aşk ihtirasla, ihtiras nefretle, nefret, acımayla, acıma ızdırabla, ızdırab hileyle, hile nefsle, nefs arınmayla, arınma inzivâyla, inzivâ bir ölüm ve bir yeniden doğuşla, yeniden doğuş ahlâk ile, ahlâk tercih ile, tercih değerlendirme ile, değerlendirme ideolojiyle, ideoloji sevgiyle, sevgi fikir ile, fikir bal ile, bal arı ile, arı insan ile, insan derd ile, derd dünyâ ile, dünyâ kâinat ile yani tekrar insan ile…
Bal; fransızcası ‘miel’, o da yunanî’den almış: Meli. Elma desen yine bu silsileyi izliyor: Elma; Macarca Alma, yunanî; Milo. Milo Venüsü diye meşhur bir Afrodit heykeli var, bilirsiniz. O ‘Milo’, ‘elma’dan. Niye? Afrodit’in elinde elma olduğu için. Elmalı Venüs. Neden var? Hera, Afrodit, Artemis (ve belki de Athina), her üçü de Paris’e âşıklar. Karşısına çıkıyorlar ve tercihini yapmasını istiyorlar. Afrodit hediye olarak elma sunacak. Ondan dolayı elma. Fransız’ın elması ‘Pomme’ ve oradan da ‘Pommum Adami’ye sarkarız. Latinî ve tıbbî bir terim. Adem Elması. Nerede? Kalkanbezi’nin (Thyroid) yüzeydeki yansıması, sismoloji terminolojisiyle söylemek gerekirse, thyroid’in epicentre’ı. Epikendro’dan. Üstteki, yukarıdaki merkez anlamında. Kimi insanlarda, zayıflarda, çok belirgindir Adem Elması. Adem Elması’nın yukarı konumuna mukabil yer elması aşağıda. Pomme de Terre (Pom dö Ter) fransızca mot a mo tercemeyle ‘Yer Elması’ mânâsına. Fakat yanılıyorsunuz, o Patates. Patates, yer elması, herşey herşeydir.
Hayatın başladığı yerde ‘Elma’ var. Bir masal kuşunun, yanık elma kokusuna meftun olduğu, o kokuyu duyduğunda düşüp ölecek kadar kendinden geçtiği anlatılır. Az bilinen bir masal ve onun karakteridir. Anka gibi değildir. Yanık elma kokusu nasıldır? Bunu tarif edemem, kimse edemez çünki, ancak koklamakla biliebilir, tariften uzak.
Elma, genelde armutla berâber anılır. Romence; Mere: Elma, Pere: Armut. Yine aynı dilde bu kelimeler anne ve baba mânâsına. Poire (Fr), Peer (İng), Birne (Alm) armut. Yunanî farklı; Ahladi. Bizim bildiğimiz Ahlat işte. Ahlatın iyisini ayılar yer deyimi var ya. Baba-Armut, Ana-Elma. Bileşkeleri yani çocukları ise ’Amer’ olsun. Amère olsun. Acı anlamındadır. Amertume gibi.
Hayatın başladığı yerde acı vardır, ızdırab. Izdırabın rengi sümbülî ve kokusu da esved olsun. Les Membres de la Maisonnée dedikleri Ehl-i Beyt ile mânâdaş. Ev Ahâlisi. Beyt: Arabî, Aramî, İbranî, Süryânî, ‘Ev’ mânâsına. Bu dillerin alfabelerinin ikinci harfleri de ‘Be, Beith, Beth’ diye adlandlandırılır. Yani ‘Ev’. Niye ev ? Çünki, o dönem için en mühîm ikinci ihtiyac ‘ev’ başın sokulacağı bir dam, konut mudur, nedir. Birinci harf nedir? Alef, Olef, Elif. Yani ‘A’ (Alfa). O ne? Öküz. Demek ki, öküz evden önde. Belki de o nedenle, kadının yeri öküzden sonra geliyor. Öküz çok önemli. Hindu için hâlâ mühîmdir, inek. Kutsal’dır. Öküz de o dönemin ortadoğusunda kutsal ve birinci harfin alâmet-I farikası. Üçüncü sırada ise ’Cim, gimel, gamel’ var. Nedir? Deve. 3. sırada deve var. İlk üçün ikisi hayvan. Hayy’dan geliyor. Canlı, diri. Haydan gelen huya mı gidiyor? Evet. Ama anlam farklı. Biz yanlışlıkla şöyle anlarız: Kişi 7’sinde neyse 70’inde de öyledir veyâ Rüzgârla gelen fırtınayla gider ya da ’can çıkar huy çıkmaz’. Oysa, sözü önce doğruca yazmak lâzım: HAYY’dan gelen HÛ’ya gider. Yani, Allah’dan gelen Allah’a gider. Hayy: Hayat veren, Allah’ın bir sıfatı. Hû: kimlik sâhibi, Hû’viyyet sahibi olan, Allah’ın bir diğer sıfatı. Allah’dan gelen Allah’a gider. Yine, ’Yalancı’nın mumu yatsı’ya kadar yanar’ sözünü yanlış anlıyoruz. Bir ek eksik: Yalancının mumu tâ yatsı’ya kadar yanar. Eskiden, asesler sabah namazına kalkanları denetler, bakar, gözler. Kılma eğiliminde olmayan da kalkıp mumunu (kandilini) yakar ki, onu da namaza kalktı zannetsinler. Bir izlenim uyandırma mes’elesi veya bir hile ya da çözüm. Ne derseniz deyin. O adam sonra gider yatar, uyur. O mum da pencerenin önünde –abartlı bir ifâdeyle– tâ yatsı’ya kadar durur, yanar. Demek ki, yalancının mumu ’ancak’ ve ’en fazla’ yatsı’ya kadar yanmıyor ve fakat ’tâ’ yatsı’ya kadar yanıyor. Yanabildiği kadar yanıyor. Burada yalancı gâlib gelen olabiliyor. Yalancı, kezzâbdır. Kezzâb işini bilir.
Bir başka söz daha var: Dilin kemiği yoktur. Bu sözden anladığımız şu olsa gerek: Ağıza gelen herşeyi söyler, ağıza gelen kelâmın takılacağı bir kemik yoktur ve dilin üzerinden kayar gider. Fakat bu sözün aslı yunanî ve orijinali şöyle: İ ğlosa den ehi kokalo âla rağizi kokalo. Terceme; Dilin kemiği yoktur fakat kemik kırar (çatlatır). Hâ şimdi oldu ve eksiklik ortadan kalktı. Demek ki, dilin kemiğinin olmaması ağızdan çıkan kelâmla kolay yol bulmasıyla ilgili olmaktan ziyâde, dil’in ’yaralayıcı’ karakteriyle alâkalı. Buradan; ’DÎL’ biçiminde yani şapkalı ’İ’ ile yazılan ’Dil’e nazar edecek olursak görüyoruz ki, ’DÎL’ artık ’GÖNÜL’, ’KALB’, ’RUH’, ’HİSSİYÂT’ mânâsında. O sebeble derler ya; El yâresi geçer dîl yâresi geçmez’. Yediğimiz bir tokatın acısını bir süre sonra unutabiliriz fakat işittiğimiz ağır bir sözün yâresi kalıcıdır. Permanent. ’Dil’den çıkan ve ’Dîl’i yaralayan kelâm. Yunus Emre, ’Söz var kese savaşı, söz var kestire başı’ derken haklıdır. Hz. İyşâ’ya atfedilen bir kelâm, ’Dil, gönülün taşmasından söyler’ biçimindedir. Ve’l hıfzu lisân, selâmet’ül insan. Yani diline sahib ol, onu muhafaza et ve selâmete er. Dokuz kere yutkun bir kere söyle. Ağzından çıkanı kulağın duysun. Dile peleseng olmak. Yanlış anlaşılan bir başka söz; Dilimde tüy bitti. Buradaki ‘bitmek’ fiilini ‘tükenmek’ anlamında değerlendirmeye yatkındır saygıdeğer yurttaşlarımız oysa bu ‘bitmek’, ‘tükenmek’ anlamında değil, ‘yerden bitmek’ deyiminde olduğu gibi ‘yetişmek’, ‘yeşermek’, ‘ortaya çıkmak’ anlamındadır. Dilde neden tüy bitsin ki? Şundan; bir konuda o kadar çok konuşuyorum, uyarıyorum ki, çok mikdârda ’salya’ (secretio) üretiyorum ve bu sulak ve mümbir ’dil’ ortamında ’tüy’ler bitiyor, yetişiyor. Bu durum – tüy bitme, tüylenme – Fransız’da farklı bir tezâhüre yol açıyor: Avoir un poil dans la main. Elinde (avucunda) bir kıl bulunmak. Anlamı? Tembel olmak, çalışmadan, işden kaçmak, erinmek. Fransız’ın elinde biten tüyle, bizim dilimizde biten tüy ayrı tüylere tekâbül ediyor. Onunki tembelliğe, bizimki söz anlatamamaya işâret. Onunki elde, bizimki dilde bitiyor. Gâvur çalışkandır, biz tembeliz esprisi, tüyü onun eline bizim ise dilimize gönderiyor. Biz çok konuşuyoruz ve artık dilimizde tüyler bitiyor, bu kadar konuşmamıza rağmen fiilî durum oluşturamıyoruz. Fransız az konuşup çok iş üretiyor.
Bu son sözlerden yola çıkarak AB yanlısı olduğum hükmüne varılmamalı, bilakis ben çok militan bir AB karşıtıyım. Macar’ın da, Türk-Yunan (Türkiye-Yunanistan) arasındaki tarihî pürüze dönük bir sözü var: Öt Török Öt Görög ön a földön ömpörök. Meâl; Beş Türk Beş Yunan bir koridorda (altalta üstüste) yuvarlanıyorlar. Macarlar, kahveye, ’Fekete Leveş’ diyorlar. Kara Çorba. Sebebi, tam Uthmanlılar’la kahve içip sohbet ederken yine Uthmanlı tarafından baskın yiyip Budapeşte’yi kaybediyor. Tabiî ki, suç kahvenin filan değil, Macar devletinin yetmezliğiyle alâkalı. Budapeşte, Buda-Obuda-Peşte isimli üç parçadan oluşuyor. Obuda, Buda’ya bağlı olduğu için kısaca Buda yetiyor.
Başka sözlerimiz var: Sekiz ata dokuz imrahor, meselâ. Nedir bu yani? İmrahor kim? Bir semtin adı falan mı? Doğrusu şu; Sekiz ata dokuz emir’-l ahır. Yani ortada sekiz at var ve onlardan mes’ûl olan dokuz ahır emiri. Bürokrasideki tıkanıklığı ve vurdumduymazlığı ve sallapatiliği anlatması açısından çok öğretici. Ahır’ın Âhir’le (Son, sonuncu, sonraki) ilişkisi tartışılmaz. Âhir zaman’dayız ve ahırlardan sorumlu emirlerimize at bulamıyoruz ve hâliyle atı bulamayan emirler ’Arpalık’ı buluyorlar ve oradan besleniyorlar. Ülkemiz baştanbaşa bir arpalık. Ve, yine sallasan emire değiyor. Allah imrahorların cezâsını versin. Onların âmirini de cehhenemin dibine atsın.
Cehennem ne? İbranî-Aramî dilinde ‘Gehenna’: Şehir dışında çöplerin imhâ edildiği (yakıldığı) alan. Gayya Kuyusu? Cehennemin dibi. Yunanî ‘Gaia’, Gea’ veya şimdiki kullanımı ‘Yî’ ile alâkası var mı? Var. Gaia: Ana tanrıça, Toprak ilâhe. Gayya: Cehenemin dibi. Gaia aynı zamanda ’Yerin Dibi’nde yaşıyor. Bu ’Yî’, ‘Geo’ (yeo, jeo) önekini de yapıyor ve oradan ’géographie’ (jeografi, coğrafya, yeografia), géométrie (jeometri, geometri, yeometria), géologie (jeoloji, yeologia), géothérmal (jeothermal, yeothermiko) gibi kavramlara ulaşıyoruz. İçinde bulunduğumuz, üzerinde yaşadığımız jeo-grafi’nin‚ ge-henna’dan bir farkı kalmış mı?..
Hayatın başladığı yer ’gehenna’dır ve rengi sarı-kızıl-turuncu ve kokusu kavrulmuş elma kokusudur. Cümle güzel rengli ve hoş ötüşlü kuşları öldürür bu koku. Kadın cehennemdir. Rengi ise farklı. Kara bir cehennem. Kara cehennem. Kadın bir ideolojik kategori gibidir ve – aynı, tarihin olduğu gibi – acımasızdır, hronologiko’dur (kronolojik), zamansızdır, ısırgandır, yaralayıcıdır ve erkektir. Hayatın başladığı yerdeki kadın bir şeytândır, kara melek’tir. Melektir ve saçlarımdan tuttuğu gibi cehenneme savurandır. Güçtür ve çok kudretlidir. Dinosavros’tur ve hâlâ yaşar. Tarih öncesi değil tarihtir. Heimatloss’dur, vatansız. Heryeri vatan belleyendir. Hayatın başladığı yerde vatan bitmiştir, yoktur. Kadın kızılca kıyâmettir. Gırtlağa bırakılan bir güvedir, boynuz güvesi kadar yırtıcı. Hayat Athina’da başlar. Athina, Bosfor’dur. Bosfor bir cinnet, cinnet bir yalan, yalan bir yılan, yılan bir kadın. Yeni doğmuş bir köpeğin boynuna o çapta takılan ve hayat boyu çıkarılmayan bir tasma. Kafa ayrı, gövde ayrı büyür o köpekte ve boyun yoktur, boyun kadındır, collus, kadın tasmadır artık. Köpek Adrianopolis’tedir. Kelb’dir ve kerberos’tur. Kerberos, Hades’in (Adis) yeraltı ülkesinin kapısında bekleyen köpektir. Kerveros’tur. Kadın, kerveros’a rahmet okutan medusa başlıdır. Medusa bir gorgona’dır. Diğer iki gorgona hızla yaşlanmalarına rağmen, medusa yaşlanmaz ve saçları yılandır, zehir saçar. Gözleri kör eder. Poseidon’u baştan çıkarır. Posidonas, medusa’nın yoluna ölür. Kadın, ilâhları dize getirir, Posidonas’ı getirdiği gibi.
Hayatın başladığı yerde deniz vardır ve Posidonas, Roma’da Neptün’dür. Neptün balıktır, balık iyidir, sevecendir. Akrebin sularda ne işi vardır bilinmez, kadın sudaki akreb, aynadaki yalan, üç dişli mızrak – trident, üç başlı hydradır ki, Herkül bu hydra’yı tasfiye ederken çok zorlanmıştır. Herkül’ün (İraklis) 12 vazifesinin 12’si de kadındır. Amazonlar haric değil…
Şahsiyetler medeniyete göre mi ele alınmalıdır, tabiat esâslarına göre mi? Veyâhut, medeniyetten anladığımız şey, meselâ, sınıflı toplum olabilir mi? Nedir tabiî prensipler, esâslar? Kimi zaman enfantile (çocuksu) veyâ çocuk esâsları, bâzen ilk insanın ya da komünal insanlık döneminin esâsları. Gözardı edilmesi çok da kolay olmayan esâslardır, bunlar. Fakat, hareket tarzımızda belirleyici olan, komünal dönem esâsları olabilir mi?
İnkılâb dönemleri olağanüstü ve/veyâ olağandışı dönemlerdir. Extraordinaire sıfatıyla karşılarız fransızca’da. Devrimlerin ortak hususiyetleri de vardır, kendine özgü yanları da. Gerek ideolojik gerekse de siyâsî anlamda devrim önderlerinin tarzları belirleyicidir. Bu tarz evvelâ içtimaî bir tahlil methodu ortaya koyar. Arkasından, bu tahlille bağlantılı olarak tatbikat methodları ve teknikleri gelir. Devrimde method, bir silahın kullanılma şekilini çağrıştırır. Bir silahın işleyiş mekanizması ve lojiği ne olabilir? Burada, iki nesne arasındaki şiddetli tenâkuzu tesbit etmek mümkündür. Sonra, bu çelişik iki nesne biraraya getirilir. Çelişki örgütlenmden evvel, o çelişkinin çözülmesinden açığa çıkacak olan enerji, amaca münâsib bir hedefe yönlendirilir. Bunun için elzem kanallar oluşturulur. Çelikinin çözülmesinden dolayı meydana gelecek dinamik enerjiyi en verimli bir biçimde ve gâyeler doğrultusunda kullanacak bir düzenlemeyi hâllettikten kelli, patlama gerçekleştirilir. Böylelikle, ateş ile patlayıcı arasındaki çelişki, bir patlamayla çözüldüğünde, bu tenâkuzdan ortaya çıkan enerji gâyenize hizmet eder. Hedefe varma yolunda büyük bir adım atılmış olur. Konvansiyonel bir silah bu mantığa dayalı olarak çalışır.
Organizasyon adını verdiğimiz kurum(lar) belli bir erek doğrultusunda değerlendirilmek için nizâmlanmış ve disipline edilmiş bir silahtır. İnsanın kendine âid ve yine kendine karşı yabancılaştıran çelişkilerin, ahsen-i takwim istikâmetinde yeniden formasyona sokulması için kotarılmış bir ideolojik-siyâsî nizâmat manzumesidir.
En ilkel bir silahtan en gelişmiş otomatik silaha kadar aynı temel kanunlara göre işler. Fakat, silahları kullananların kâbiliyetleri ve bu eslâh aracılığıyla ulaşmak istedikleri gâye, aynı silahların farklı ellerde çok değişik hattâ birbirine zıdd neticelere varmasına yol açar.
İdeoloji ve siyâset, özellikle devrim dönemlerinde, toplumların en temel silahıdır.
Hayatın başladığı gün fırtınalı bir gündür. Aynı mahalde Fırtına isimli bir yahudî hemşire oturmaktadır. Belgin Doruk isimli aktrise çok benzemektedir. Bir Sefarad yahudîsidir. Fırtına beyaz tenli, siyah saçlı, orta boylu, ince çerçeveli gözlükler takan, genellikle toz mavisi kazakları ve siyah uzun etekleri tercih eden, evinin duvarında Franco’nun meşhur Guernica tablosunun bir kopyası bulunan, hâli vakti yerinde, dodge marka arabası olan, dul bir kadındır. İstanbul geceleri kullanır, parfüm. İnci bir gerdanlık takar, Musculus Gracilis’leri (zarafet kasları) nisbeten düzgün, alımlı, bakımlı, kendinden emin ve yüzünden tebessümü eksik olmayan bir Musevî. Çocuksuzdur fakat menopozda olmadığı bellidir. Özel hayatını kimseler bilmez, esrârlı bir yaşamı olduğu düşünülür. Üç katlı bir apartmanın ikinci katında oturur. Reng vermez, soğukkanlıdır, doğaldır. Fırtına bir impression’dur, etki.
Kaynak: H.A. “Akademya’ya Doğru Sitesi”, 2001-2005 (2010 öncesi arşiv makalelerimizde yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında makalelerini yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmaktadır.)