Cumhuriyet Döneminde Türk Aydını

“Cumhuriyet Döneminde Türk Aydını” isimli panelin konuşmacılarından Av. Harun Yüksel’in bu panelle ilgili notlarını, Av. Harun Yüksel’in konuşma boyunca irticalen zenginleştireceği bu notlardaki konuşma üslûbunu muhafaza ederek, aynen yayınlıyoruz. (AKADEMYA)

Türkiye gibi çözülme sürecinin son safhasına gelmiş bütün toplumlarda, diğer içtimaî yapı ve müesseselerle birlikte “dil birliği” de çöker… Ve insanlar aynı lisanın kelimelerini kullanırken anlaşamaz olurlar veya birbirlerini fena halde yanlış anlarlar… Zira aynı kelimelere değişik mânâlar yüklerler…

Her an karşılaştığımız, fakat pek de umursamadığımız bir vakıadır bu…

“Lisan birliği”nin temeli “anlayış birliği”dir…

“Anlayış birliği” ise “ideal birliği”nden kaynaklanır…

Bir ideal zemini üzerinde birleşemeyen insan topluluklarının “toplum” olmaları mümkün değildir…

Bu açıdan; alışkanlık sebebiyle, Türkiye’deki insan yığınlarına zaman zaman “toplum” desek bile bu bir hakikatin ifadesinden çok bir “sürç-ü lisan”dır…

Bu hale gelmiş/getirilmiş bir ülkede, doğru anlaşabilmenin ilk ve en önemli şartı olarak; her temasta, temas edenlerin karşılıklı olarak her kelimeye hangi mânâyı yüklediklerini belirtmeleri gibi çok zor, çok sıkıntılı ve adeta imkânsız bir eylem gerekir…

Evet, her kelimeyi, her temasta karşılıklı olarak açıklamak gerçekten de imkânsızdır… Ama, hiç olmazsa bazı kelimeleri, bazı önemli kelime ve kavramları tarif etmekle başlamak, asgari düzeyde bir anlaşma zemini temin edebileceği gibi, yanlış anlaşılmaları da bir nebze olsun ortadan kaldırır kanaatindeyim…

Bu panelin temel kavramı “aydın”dır…

“Cumhuriyet dönemi” olarak isimlendirilen bir tarihî süreçte aydın!..

Öyleyse konuşmalar boyunca sık sık sözü edilecek olan bu kavrama benim yüklediğim mânâyı kısaca ve ana hatlarıyla belirtmem gerekiyor…

Aydın nedir?

İdeal (yani olması gereken) şekliyle aydın, bir cemiyette “fikir çilesi ve idrak ıstırabı” cenderesinde olgunlaşarak fikir, iş ve eser üreten “seçkin” insandır… Ve her toplumda azınlıkta kalan bir sınıftır “aydınlar sınıfı”…

Bunlar, özel hayatlarından, şahsî zevk ve çıkarlarından, elde edebilecekleri maddî imkân ve refahlarından fedakârlık ederek; arar, tarar, okur, düşünür, araştırır, bulur, yazar, çizer, ölçer biçer, ve yeni fikirlerle iş ve eserler ortaya koyar…

Bu açıdan aydın, içinde yaşadığı cemiyetin “iyi-güzel-doğru” yolunda ilerlemesini temin eden, bu yoldan sapmalara karşı çözüm ve tedbirler üreten, bu yolda önderlik eden ve bütün entellektüel birikimini toplumuna hibe eden bir fedakârdır…

Aydın içinde yaşadığı toplumun bir nevi vicdanıdır…

Böylece tanımladığımız aydını iki kategoride ele almak mümkündür:

Birinci kategori; “üst aydın” diyebileceğimiz, bir dünya görüşü örgüleştiren, mevzuunda yeni bir çığır açan, yeni bir mektep kurarak sistematik bir bakış açısı getirebilen kişilerdir ki gerçekten nadir bulunurlar ve içinden çıktıkları topluma ve derece derece bütün insanlığa ışık verirler… Kendi kültürümüz içinde İmam-ı Rabbanî, İmam-ı Gazalî, İmam-ı Maturidî, İmam-ı Eş’arî, İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe, İmam-ı Şafî, İmam-ı Malikî, İmam-ı Hanbelî, Muhyiddin-i Arabî, Mevlana Celaleddin-i Rumî, Yunus Emre, Mimar Sinan, Abdulkadir Meragî, Itrî, Dede Efendi gibi büyük insanlar bunlara tarihî misaldir… Ve tabiî ki hâlâ yolumuzu aydınlatmaya devam eden bu dev insanlar saydıklarımdan ibaret değil…

Hepsine rahmet ve şükran…

Bu sınıf, yani “üst aydın”lar sınıfından olan aydınlar tarihin belirli dönemlerinde ortaya çıkarak tarihin seyrini değiştirecek kadar önemli fikir, iş ve eserler ortaya koyarlar…

Bu sınıftan aydınlara mâlik toplum ve kültürler gerçekten çok şanslıdırlar…

İkinci kategori; “aydın” olarak isimlendireceğimiz ve genellikle “üst aydın”ların sistemleştirdiği, kurduğu yol üzerinde içinde yaşadıkları zaman diliminin ihtiyaçlarına uygun fikir, iş ve eser üreten kişilerdir. Bu kişiler kendilerini nisbet ettikleri “üst aydın”ların zaman içindeki uzantılarıdır… Üst aydınlardan aldıkları ışığı, içinde yaşadıkları zaman diliminde pırıldatarak toplumlarının yolunu aydınlatırlar… Aynı zaman diliminde yaşadıkları “üst aydın”ların fikirlerini kendi mevzularına tatbik edenleri de bu kategori içinde değerlendirmek gerekir… Bu sınıf da “seçkin” insanlar topluluğudur ve her toplumda, her zaman diliminde bulunmaları zaruridir… Aksi halde bir toplumun hayatiyetini sürdürmesi mümkün değildir… Zira aydınlar bir toplumun beyni ve kalbidir…

Bu tür aydınların bulunmadığı toplumların, kendi kültürlerindeki “üst aydın”lar ile ilişkisi kopar… Bunun sonucu ise önce o kültürün, sonra da o toplumun tarih sahnesinden çekilmesidir…

İdeal mânâda “aydın”ı böylece ve kısaca tarif ettikten sonra gelelim realiteye!.. Yani “Cumhuriyet Dönemi”ne…

Yani insanımız ve kültürümüzün “cebren ve hile ile” içine itildiği zifiri karanlığa… Fona bol acılı bir arabesk koyabilir ve mendillerinizi çıkarıp dilediğiniz kadar ağlayabilirsiniz…

Çünkü 70 yıllık bu karanlık süreç tam bir kültür işgali süreci; insanımızı kendi kültüründen zor ve zorbalıkla kopartıp, hiç istemediği, hiç sevmediği yabancı bir kültüre kul-köle yapma sürecidir…

İnsanımız 1923-1945 yılları arasında gırtlağına çökmüş ve usturayı boğazına dayamış kemalist zorbalar tarafından, öyle olmadıklarını adı gibi bildikleri halde “benim anam orospu, babam da deyyus” demekten beter alçakça iftira halinde “benim öz kültürüm ilkel, geri ve karanlıktır… Batı kültürü ise medenî, ileri ve aydınlıktır” demeye zorlanmıştır. Bunu böylece ifade etmekten imtina edenler ise yargılı ve yargısız infazlarda katledilmiş, kitle halinde işkencelerden geçirilmiş, hapislerde çürütülmüş, sürgünlerde bitap düşürülmüş, aşağılanmış, horlanmış, hafızası tahrip edilmiş ve hayattan sürülmüşlerdir ama inanılmaz bir inat ve sabırla tarihte bir halkın ender karşılaştığı bu türden bir zorbalığa direnmişlerdir… Bu acımasız işgal sürecine direnişin bedeli, kendi kültürünün inceliklerini unutmak olsa bile, insanımızda hâlâ hayat belirtileri olduğuna göre iş henüz bitmemiş demektir…

Zaten bitmediğini ve hatta yeni başladığını ileride göreceğiz…

Böyle bir kıyamet yaşayan bir toplumda aydın olur mu?

Olur!..

Nasıl olur?

Şöyle olur:

Bir yerde işgal varsa orada bir işgalciler ve işbirlikçileri, bir de işgale maruz kalan yerli halk vardır…

Mevzuumuz kültürel işgal olduğuna göre tabiî ki işgalcilerin “aydın”ları olduğu gibi işgale uğrayan halkın da aydınları olacaktır…

Öyleyse realiteye göre bir tasnif yapmak gerekirse yine iki aydın kategorisi çıkıyor ortaya: İşgalci kültürün temsilcisi olan aydınlar ve işgale uğrayan kültürün aydınları…

Böylece geliyoruz “Cumhuriyet döneminde Türk aydını”na…

Bu tabirdeki “Türk” kelimesinin “etnik” bir mânâda kullanıldığını zannetmiyorum… Burada “Türk aydını”ndan kastın, etnik kökeni her ne olursa olsun “Cumhuriyet dönemi” olarak isimlendirilen tarih diliminde bu toplumda yaşayan aydınlar olsa gerek…

En azından ben öyle anlıyorum…

Yani bizim aydınımız!

Ne demek “bizim aydınımız?”

Bir halkın aydını nasıl olunur?

O zaman da suallerin en netamelisini sormak zorundayım:

“Biz kimiz?”

Tuhaftır, bu sualin de iki cevabı var:

Kültür işgalinin canla başla tatbikçisi olan “resmi görüşe” göre; biz 1923 yılına kadar bir nevi taş devri yaşayan, okumasını, yazmasını, düşünmesini, konuşmasını, giyinmesini, alış veriş yapmasını, takvimi, saati, resmi, heykeli, şiiri, nesri, üretimi, tüketimi, imarı, inşaayı, iskanı, savaşmayı, sevişmeyi, aşık olmayı, sevmeyi, sevilmeyi, şarkı söylemeyi, yiyip içmeyi, kısaca hangi insan ve toplum iş ve oluş sahası varsa hiçbirini bilmeyen, kara cahil, yarı hayvan yarı insan ilkel bir türdük… Sonra bir gün kemalistler çıkagelerek siyasî iktidarı gaspettiler ve bize herbir şeyi öğreterek adam ettiler… Bizi karanlıklardan çıkararak aydınlığa garkettiler, böylece biz hanzolar sürüsü “muasır medeniyet seviyesine” doğru koşan insanlar haline geldik. Bizi bu hale getirenlere “medyun-u şükran” olmamak nankörlük değilse, vatan hainliği, yıkıcılık, bölücülük, şeriatçılık ve teröristliktir…

Yani “resmî görüşe” göre “biz kimiz” sualinin kısaca cevabı şudur: “Biz ebediyete kadar Batı’nın kulu ve kölesiyiz”…

Biz gerçekten bu muyuz?..

Takdir sizlerin ama ben kesinlikle bu değilim!..

Gelelim ikinci cevaba; biz 1400 yıllık bir kültürün, bu topraklar üzerindeki bin yıllık temsilcileriyiz ve bu uzun tarihî sürecin neredeyse genlerimize kadar işlemiş kültürel kimliğinin sahibiyiz… Batı emperyalizmi ve onun yerli işbirlikçileri bütün baskı, zor, zorbalık, hile, desise metodlarının hepsini birden ve aynı anda kullanarak aksini iddia etmeye zorlasalar da biz müslümanız!..

Çoğumuzun İslam’la olan alakası alabildiğine zayıflamış ve müphemleşmiş olsa bile, Bosna’daki müslümanlar için gözyaşı dökebildiğimize, Filistin’deki müslümanlar için yüreğimiz sızladığına, Azerbaycan’daki müslümanların derdiyle dertlenebildiğimize, Irak’taki müslümanlar için acı çekebildiğimize göre biz hâlâ ve herşeye rağmen müslümanız!

Bir de kendimiz için dert çekmeyi öğrenebilsek!..

Tercih elbette sizlerin ama ben kendi kimliğimde “müslüman” sıfatından başka bir sıfat görmek istemiyorum. Ve bütün eksikliklerime rağmen müslüman olmanın keyfini yaşıyorum…

Bu zaviyeden “biz kimiz” sualinin cevabı: “Biz müslümanız ve kıyamete kadar öyle kalacağız” olarak ortaya çıkıyor…

Böylece Cumhuriyet dönemi Türk Aydını’nı genel hatlarını çizdiğimiz iki kategori içinde ele alacağımız ortaya çıktı:

Bizim aydınımız ve onların aydınları!..

İşgale karşı duran aydınlar ve işgalden yana olan aydınlar!..

Halktan yana olanlar ve halka düşman olanlar!..

Aydın kavramını genelden özele doğru taşıdıkça daha net olarak görüyoruz ki; bir aydının “bizim aydınımız” tasnifi içinde yer alabilmesi için her şeyden önce entellektüel birikimini halkın değerlerini muhafaza, müdafaa ve ileriye doğru taşıma yolunda kullanabilmesi gerekmektedir. Kendi kültürünün değerlerinden yola çıkarak yeni zaman şartlarının doğurduğu yeni ihtiyaçlara entellektüel cevaplar üretebilmesi gerekmektedir. Maziden gelen kültürel değerlerin yeni zaman formlarını arayıp bulmuş ve kurmuş olması gerekmektedir, bağlı olduğu kültürün yeni zaman içindeki meselelerini çözerek o kültürü salimen istikbale taşıması gerekmektedir… Bu olmadığı takdirde bir insanın entellektüel birikim ve kalitesi ne kadar yüksek olursa olsun, o kültürün aydını olarak nitelenmesi mümkün değildir. Zira o insanda aydın olmanın gerektirdiği vasıflar olsa bile, o vasıflar ait olduğu toplumun değerlerine yabancı vasıflar olduğu için, o kişi içinde yaşadığı toplumda yabancı bir kültürü temsil eden bir ajan, bir misyonerden öte bir mânâ ifade etmez…

Mevzuyu daha da özelleştirelim…

Cumhuriyet döneminde bu ülkede yaşamış ve Türkçe düşünüp yazmış, iş ve eser üretmiş ama kendilerine Batı değerlerini esas almış, halkın kültürüne yabancı ve çoğu zaman da düşman olmuş, entellektüel düzeyi vasatın üstünde bir çok insan yaşamış ve bunlardan marksist olanların dışındakiler “resmî görüş” tarafından “Efendiler işte aydın buna derler” diye takdim ve empoze edilmişlerdir. En başta yaptığımız “üst aydın/aydın” ayırımı açısından içimizdeki bu İngiliz, Fransız, Alman, Amerikan, İsveç, İspanyol, İtalyan, İsrailli kültür ajanlarına bakacak olursak 70 yıl boyunca bunların içinden “üst aydın” niteliklerine sahip hiç kimse yoktur…

Entellektüel birikimlerinin yüksek, verdikleri iş ve eserlerin belli nitelikler taşıdığı kişiler vardır bunlar arasında ama, bunlar, başta da söylediğimiz gibi Türkçe okuyup yazan ama öz kültürlerine yabancı ve hatta düşman olan içimizdeki yabancılardır. İşgalcilerin aydınları, bizim değil… Bunlar 150 yıllık tarih dilimi içinde yaşanan aydın-halk zıtlığını, kendilerinin halkın değerlerine yabancı ve düşman olmasında aramazlar da, halkın cahil, köylü ve bulgur yiyip ayran içmeleri dolayısıyla uğradıkları beslenme yetersizliği sebebiyle zekâ özürlü olmasında bulurlar… Güler misin ağlar mısın?

Söver misin, döver misin?

Bakın bunlardaki halk düşmanlığının en taze ve canlı misalini onların içinden yeni kurtulup, kendi öz kültürüyle barışan bir sanatçıdan dinleyelim…

Şahidimiz Hasan Kaçan…

Hıbır Dergisi Genel Yayın Müdürü…

Aktüel Dergisinin 133. sayısındaki röportajdan takip ediyoruz:

– Geçmişte neden kendin cevaplayamamıştın bu soruları?

– Çünkü herşey benim dışımda gelişmişti. Kayseri’den göç edip Dolapdere’ye yerleşmiş geleneksel bir aileden geliyorum. 14-15 yaşlarında iken bir gün çizdiklerimi alıp Oğuz Aral’a götürdüm ve kısa bir süre sonra Gırgır’da sürekli çalışmaya başladım. ORADA TANIŞTIĞIM İNSANLAR BANA, O ANA KADAR ÖĞRENDİĞİM, BENİMSEDİĞİM NE VARSA HEPSİNİN YANLIŞ OLDUĞUNU VE ADAM GİBİ BİR SANATÇI OLMAK İSTİYORSAM HEPSİNDEN VAZGEÇMEM GEREKTİĞİNİ SÖYLEMİŞLERDİ. Özellikle Engin Ergönültaş’ın çok etkisinde kalmıştım.

– Nelerdi vazgeçmen gerekenler?

– DİNİM, GELENEKLERİM, AHLAKİ DEĞERLERİM, AİLEM-KISACA GEÇMİŞİMDEN GETİRDİĞİM HER ŞEY. İYİ BİR SANATÇI OLMAK İÇİN BÜTÜN GEÇMİŞİME BİR SÜNGER ÇEKMELİYDİM VE ÖYLE YAPTIM. KENDİMİ BAŞKA BİR ADAM OLMAYA ŞARTLADIM. HER TÜRLÜ OLUMSUZLUĞUN KAYNAĞI GİBİ GÖRÜNEN TÜM BU DEĞERLERİMDEN UZAKLAŞTIM, HEPSİNDEN KURTULMAYA ÇALIŞTIM. YABANCI MÜZİKLER DİNLEMEK İÇİN KENDİMİ ZORLADIM; PEK BİR ŞEY ANLAMADAN MARKS’I, ENGELS’İ, POLİTZER’İ OKUDUM. ASLINDA BİZİM KUŞAĞIN ÇOĞUNUN BU KİTAPLARI ANLAMADAN OKUDUĞUNU DÜŞÜNÜYORUM. AKLIMDA KALAN TEK ŞEY METAFİZİĞE KARŞI MADDECİ DÜNYA GÖRÜŞÜ OLDU.

– BAŞARMIŞ mıydın geçmişinden kurtulmayı?

– BİR ANLAMDA EVET. BİRÇOK BAĞI KOPARMIŞTIM. EVLENMİŞTİM VE GELENEKSEL YAPIDA YETİŞEN KARIMA BİLE ÖYLE OLMAMASI GEREKTİĞİNİ ÖĞÜTLÜYORDUM… REDDETMEMİ İSTEDİKLERİ GEÇMİŞİMİ BENDEN MATRAKLIK MALZEMESİ OLARAK İSTİYORLARDI? BUNUN KORKUNÇLUĞUNU SONRADAN ANLIYORUM…

Görüyor musunuz alçaklığın çapını şu müşahhas hadisede?

Bunlara göre bu halk meselâ domuz eti yememek gibi bir gerici davranışı bırakabilse, protein yetersizliği dolayısıyla zayi ettiği aklına yeniden kavuşur ve her fırsatta yuhaladığı, taşa tuttuğu, aktif ve pasif eylemlerle reddettiği bu yabancı aydınları omuzlarda taşırdı…

Bunları hepiniz tanıyorsunuz…

İsim vermeye ne hacet!..

Bunlar kemalist ve antikemalistleriyle birlikte hepsi laik, hepsi Batıcı, hepsi İslâm düşmanı olan tersinden devşirmelerdir…

Bunları inanılmaz bir sağduyu ile reddeden halkımıza selâm olsun!…

Yalnız bunlar içinde bazıları var ki, ta halkın eşiğine kadar gelmişler ama o eşiği bir türlü aşamamışlardır…

Meselâ Kemal Tahir…

Meselâ İdris Küçükömer…

Onların iyi niyetli entellektüel gayretlerini hep saygıyla hatırlayacağız…

Gelelim “biz”e…

“Bizim aydınımız”a…

1923’de 1400 yıllık tarihi içinde en büyük felaketle karşı karşıya kalan bizim aydınımız…

Çöküş sürecindeki Osmanlı’yı bu çöküşten kurtarmak için en acil ihtiyaç, bu kötü gidişi fikir planında tersine çevirecek çapta büyük bir mütefekkir idi. Tam anlamıyla “üst aydın” niteliklerini haiz bir fikir soylusu…

Bu salona ismi verilen ve şu anda ruhaniyeti altında konuştuğumuz merhum Üstad Necip Fazıl’ın deyimiyle “500 yıldır beklenen mütefekkir”… Kanunî’den bu yana gelmesi beklenen…

O gelmediği için Osmanlı gitti…

Osmanlı’nın gidişinin zahirindeki siyasî, iktisadî, askerî sebepler bir yana…

Asıl sebep bu mütefekkirin gelmemesiydi…

O gelmedi, Osmanlı gitti…

Osmanlı gitti de ne oldu?

Osmanlı’nın ayak takımı olarak nitelenebilecek bir avuç çapsız, niteliksiz, fikirsiz ama gözükara ve ne kadar olunabilirse o kadar halk düşmanı insan siyasî iktidarı ele geçirdi…

Ve tarihin ender şahit olduğu bir kültür yıkımı başladı… İnanılmaz zor ve zorbalık metodlarıyla…

Topyekün Anadolu halkının öz değerleriyle olan bütün bağları çok kısa zamanda cebren koparıldı…

Bu halka bir gecede papaz kıyafeti giydirildi…

Bir gecede bin yıldır kullandığı cânım yazısı elinden alınarak cehalete mahkûm edildi…

Medreseleri, camileri kapatıldı, ahır, meyhane, kerhane yapıldı…

Ezanlar susturuldu…

Lisanı kurbağacaya çevrildi, bütün bir halk bir gecede dilsizleştirildi… Adına eğitim dedikleri vahşî bir araçla bu halkın çocukları kendi değerlerine düşman kılındı… Evlat babayı horlar, kız anayı beğenmez hale getirildi…

Kendi öz hukuku kaldırılıp, hıristiyan kökenli bir hukuka mahkûm edildi… Cinayetlerin en büyüğü de, yürürlükten kaldırılan İslâm kökenli sistem yerine hiçbir şeyin ikame edilmemesi oldu… Yani bu halk tam anlamıyla fikirsiz ve ahlâksız bırakıldı…

Bu cangılda halk, haksız hukuksuz köleler haline getirildi…

Ve bu köle sürüleri mânen ve maddeten sömürüle kemirile bu hale getirildi…

İşte bu kıyamet sahnesi içinde bizim aydınımıza bakalım…

Ani gelen bu büyük şok karşısında aydınlarımız ilk şaşkınlığı attıktan sonra direnmeye çalıştı…

Direnenlerin kelleleri alındı, hapishanelere dolduruldular, sürgünlere uğradılar…

Hepsini rahmetle anıyoruz…

Katliamdan kurtulabilen az sayıda aydın 1940’lı yıllara kadar pasif ve cılız bir direniş gösterdi…

1940’lı yıllara gelindiğinde manzara; “Biz bu halkın içinde sömürge valisi gibi gezerdik” diyen Falih Rıfkı’nın itirafına denkti…

Zorba sömürgeciler ve onların zorbalıklarından yılmış, kolu kanadı kırık, elsiz, dilsiz bir halk… Ve bu halkın kalbinin ücra bir köşesinde bir sır gibi saklamaya çalıştığı öz kültürü!..

Yıl 1942: BÜYÜK DOĞU çıkıyor!…

Matbuat Umum Müdürlüğü’nün gazetelere “Allah ve ahlâktan bahsetmek yasaktır” diye talimatlar gönderdiği bir dönemde Büyük Doğu çıkıyor!..

Evet herşeyin bitti sanıldığı bir yerde, bir mucize oluyor ve Büyük Doğu çıkıyor!..

Kafası, gönlü, öz kültürünün uğradığı yıkımdan ıstırapla dolmuş bir genç aydın, Büyük Doğu isimli bir mecmua ile meydan yerine fırlıyor!..

Bu aydın merhum Necip Fazıl Kısakürek’tir!…

Büyük Doğu, çıkışından ileriye doğru ortaya çıkacak ve ortaya çıktıkça önemi daha iyi anlaşılacak bir dönüm noktası!..

Bu halkın makus talihinin döndüğü ve kurtuluş yolunun açıldığı tarihî kavşak!..

Evet!.. Merhum Necip Fazıl Kısakürek o tarihten vefatına kadar verdiği eserlerle, hayattan tardedilen İslam Kültürünü yeniden hayata döndürebilmek için yapılması gereken ilk ve en önemli şeyi yaptı: İslâm düşüncesini sistematik hale getirdi, bunun için gerekli olan bütün malzemeyi insanüstü bir gayretle bir araya getirdi ve sonra bu malzemeyi tatbik edilebilir hale getirmesi gereken kişiyi, yani “500 yıldır beklenen mütefekkir”i beklemeye başladı…

“Ben bir genç arıyorum gençlikle köprübaşı” diyordu…

“Genç adam erken gel beni evde bulamayabilirsin” diyordu…

Ve “tonlarca pirinç yığınları içinde bir tek beyaz taşı aramak” gibi muhale yakın bir iş yaptığını söylüyordu…

“Hohlaya hohlaya erittiği buzdağının ardından ortalığı çamur kapladığını” söylüyordu…

Ama inanılmaz bir ısrar ve inatla aramaya devam ediyordu…

Arayan bulurmuş derler ya…

O da ömrünün son döneminde aradığını buldu… “Genç adam” onun son deminde ve “hiç beklemediği bir zamanda ve beklemediği bir yerden” zuhur etti… Üstad sevinçle sıçrıyor ve “artık onlar benim ardımdan koşmayacaklar, ben onların ardından koşmaya çalışacağım” diyordu…

Bu genç adamın ismi Salih Mirzabeyoğlu idi ve tarih 1979… Kurtuluş yolunda ikinci dönemeç de böylece salimen dönülmüş oldu… Sn. Salih Mirzabeyoğlu Necip Fazıl’ın Büyük Doğu ismiyle sistemleştirdiği İslâm Düşüncesinin ahlakî buudunu referans alarak, akıl buudunu temellendirdi ve bu yeni sistematik bakış açısının ismini “İbda” olarak koydu…

Böylece İslâm Düşüncesi yeni zaman şartlarında ve bu şartların doğurduğu ihtiyaçlara uygun cevaplarıyla tatbike hazır hale geldi…. “Büyük Doğu, İbda’nın nasıl buudu, İbda, Büyük Doğu’nun niçin buududur” diyen Salih Mirzabeyoğlu, İslam Düşüncesinin bir dünya görüşü ölçeğinde formüle edilmiş bu yeni şeklinin ismini “Büyük Doğu-İbda” olarak belirtiyordu…

Artık kurtuluşun alt yapısı tamamdı…

Ama mevzuumuz bu değil…

Mevzuumuz “aydın” olduğuna göre, ona dönelim…

“Üst aydın-aydın” ayırımı içinde Cumhuriyet Dönemine bakacak olursak: Merhum Necip Fazıl ve Sayın Mirzabeyoğlu, bizim aydınımız tanımına uyan iki üst aydındır… Onların bu kimliği ve bu halk için önemi giderek daha iyi ve net olarak ortaya çıkıyor… Hızla içine girdiğimiz zor şartlarda daha da iyi anlaşılacaktır…

Bunların dışında ve “aydın” nitelemesi içinde değerlendirilebilecek “bizden” bir hayli yetenekli insan ismi saymak mümkün; ve güzel olanı, bunların gün geçtikçe hem kemmiyet ve hem de keyfiyet olarak yükselen bir grafik çizmeleri…

Benim burada son olarak altını çizmek istediğim önemli bir husus şu: Hem sayıları ve hem de nitelikleri gün geçtikçe artan “bizim aydınlarımız”ın entellektüel çabalarının zayi olmaması ve halkın kültürel işgalden kurtuluşunun bir an önce gerçekleşmesi için bu çabalarını “üst aydın”larımızla uyumlu ve onların ortaya koydukları fikre nisbetle gerçekleştirmeleri zaruretidir…

Kaynak: Akademya I. Dönem, Sayı 4 (Ekim 1996)

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR