Hikâye, roman ve şiir çevresinde “Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatına Toplu Bakış”… Ve “bakış”ın sözkonusu olduğu her yerde “bakılan”dan başka, “bakan göz” ve “ışık unsuru”nun mevcut olması, bütün Büyük Doğu-İBDA’cıların haberdar olduğu bir malûm… Bunun yanında bir malûm daha var ki, şu: “Bakmak başka, görmek başka, anlamak yine başka!…” Demek ki, bakmanın gâyesi görmek ve görmenin muradı da anlamakta düğümlü olunca, bahsi geçen üç unsuru yerli yerine oturtmanın zarureti bedahet hâlinde meydana çıkıyor.
“Bakan göz”, Büyük Doğu-İBDA Fikriyatına nisbet kurma iddiasında ve şairlik hevesinde bir edebiyat aşığı; “bakılan” Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatı; “ışık” ise elbette dünya görüşümüzün mevzu ile ilgili terkibî hükümleri…
İBDA’nın tarih muhasebesinden ilhâmla ve seçtiğimiz alan çerçevesinde, adı geçen dönemle bir hesaplaşmanın peşinde olduğumuzu belirtmeye hâcet var mı?
(…)
Güneşin alevler yağdırdığı ve toprağın yanaklarını çatlattığı 98 yazının o bunaltılı günlerinde Selim Gürselgil’den gelen mektuplardan birisi yağmur damlası gibi düşmüş ve serinletmişti yüreğimi… Şu birkaç cümle o mektuptan:
“Bence sanatkârlığın ölçüsü, sanatkârın hür olmayı hissedip kavrayabildiği kadardır.
Eğer bir adam hür olmayı bilmiyorsa, bence sanatkârlık yoluna ölümcül bir yara ile çıkıyor demektir. Genel olarak Cumhuriyet edebiyatını handiyse bütünüyle reddetme temâyülünde oluşum, buradan kaynaklanıyor.”
(…)
Bu satırların hakkını teslim edebilmek için hürriyet bahsi üzerinde iyi düşünmek gerekiyor. Hürriyetin Hakk’a esaret dâvası oluşunun yanında ve onun açılımı hâlinde eşya ve hâdiselerin kontrolünden kurtulan şuuru onların ilerisine sıçratma hamlesinin bir sonucu oluşu… Demek ki, hürriyet bahsi aynı zamanda şuur gelişimi süreciyle ilişkili ve şuur seviyemiz eşya ve hâdiseler zeminini fethedebildiği kadar ideal hürriyete yaklaşıyoruz. Mutlak mânâda hür olan Allah Resûlü idi; çünkü mutlak mânâda Hakk’a esâretin hakikati onun şahsında tecellî etmişti. Böylece eşya ve hâdiseler plânının en ilerisindeki fethedici şuurun Gaye İnsan-Ufuk Peygamber’de olduğu anlaşılıyor. Bu arada hâdiseler derken günlük basit vak’a plânının ötesinde ve kendi içimizde yaşanan hareketliliği de kastettiğimizi belirtmek durumundayız. Bu iç âlemin fethi sonucunda ise, “Kişi kendini bildiğince Rabbini bildi” ölçüsüne sarkar mevzu… Bu da bir başka yönden ideal hürriyete yönelik hamle…
Eşya ve hâdiselere hapis olan sözde İslâmi edebiyatçıların(!) aksine bunların ilerisinde yol arayabilen ve adeta istidraç bahsini hatırlatan birtakım kâfir yazarlar da ters tarafından hürriyet hamlesini yürüten ve bir noktadan sonra tıkanıp kalanlar… Fethedebildikleri alan kadar da ilgiye lâyık…
İşte toplu bakışımızın pencerelerinden birisi: Cumhuriyet edebiyatçıları eşya ve hâdiselerin tahakkümünden kurtulmayı ne ölçüde başarmışlardır? İçlerinde bunun tasasını çeken, en azından böyle bir bahisten haberi olan var mıdır?
(…)
“Allah’ın doğrudan doğruya kurtardığı, içtimaî tesirden ferd ferd kurtulmaları için ruhlarına idrak nûru ve ellerine vasıta manivelâsı verdiği seçkinler müstesna… Bu nesilleri eskilerden ayırt eden keskin bir sınır çizgisi vardır; o da yanlışların yanlışı olarak Arab harfleri diye isimlendirilen İslâm harflerinin atılması ve yine kaba yanlış hâlinde Türk harfleri dedikleri Lâtin alfabesinin alınması…”
Cumhuriyet dönemi edebiyatına bakışımızın pencerelerinden birisini daha aralayan bu satırlar Büyük Doğu Mimarı Necib Fazıl’ın “KAFA KAĞIDI” isimli eserinden alınma… Burada dikkat edilmesi gereken, sadece bir harf ayırımı değil; o harflerin şahsında iki ayrı kültür ve medeniyetin, bambaşka kaynaklardan beslenen farklı iki dünyanın mukayesesidir. Son hükümde daha aşikâr olacağı üzere şimdiden belirtelim ki; Cumhuriyet dönemi edebiyatı içinde az-buçuk bir keyfiyeti temsil eden herkesin öyle veya böyle kaynağını İslâmî dünya görüşünden alan eski medeniyetimizle ve onun içinde filizlenip boy salan edebiyatımızla bir şekilde teması sözkonusudur; o medeniyet ve edebiyat karşısında takındığı tavır ne olursa olsun… Hattâ bunlardan bazıları doğrudan doğruya şahsiyet olgunluklarına önceki dönemde kavuşmuşlar ve yeni dönemi kendi çaplarında bir usta olarak karşılamışlardır. Ki Cumhuriyet dönemi edebiyatının en dikkate değer isimleri de bunlardır.
(…)
Buraya kadar yazdıklarımızdan da anlaşılacaktır ki, meseleye içi boş bir “tarafsızlık” iddiası ile yaklaşmıyor ve peşinen ölçülerimizi ilân ediyoruz. Bu elbette “taassub” değil, fikir namusudur. Eğer “tarafsızlık” diye birşey olsaydı, aynı esere yine aynı iddia ile, yâni “tarafsızlık” ve “objektiflik” lâflarıyla yaklaşan herkesin ulaşacağı tesbitler birbirinin tekrarı olurdu. Bu ise mümkün değil… Demek ki “obje”yi değerlendirirken kendi anlayışımıza, hassasiyetimize yâni şuur ve zevk seviyemize göre sujeleştiriyoruz.
“İyi, güzel, çirkin, kötü” gibi vasıflandırmaların başlıbaşına hiçbir kıymeti yoktur; hele bunları kullanan münekkid tarafsızlık iddiasındaysa, büsbütün gülünç olur. “Neye göre” sorusuna bunların vereceği cevab “kendi zevkime ve kendi anlayışıma göre” olacaktır; yâni kendisinden tarafa olduğunu itiraf edecektir. Hani tarafsızdı?..
Bu “neye göre” sorusunun cevabı “benimsediğim; duygu, düşünce ve şahsiyetimin renklerini devşirmeye çalıştığım filanca dünya görüşüne göre” olursa (ki fikir namusu budur) bizim tavrımız da anlaşılacaktır.
“Neye göre” sorusuna vereceğimiz cevabı defalarca tekrar etsek yeridir: Olması gereken İslâm’a Muhatab Anlayış’ı sistemleştirdiğine inandığımız Büyük Doğu-İBDA Fikriyatı’nın mevzu ile ilgili terkibî hükümlerine göre… Daha doğrusu anlayıp, hissedip, idrâkimize ve şahsiyetimize sindirebileceğimiz kadar o hükümlere göre.
O hükümlerden bir hükmü, İslâmî estetik ve sanat anlayışını parıldatıcı bir ölçülendirmeyi, yeri gelmişken önemle hatırlatalım:
«Doğrunun olmadığı yerde güzel de yoktur.»
Cumhuriyet dönemi edebiyatının görünüşteki bazı şatafatlarına rağmen, öz hüviyetinin ne kadar çapsız ve asliyetsiz olduğunu bu ölçünün istikâmetinde ilerleyerek keşfettik:
«Doğrunun olmadığı yerde, güzel de yoktur.»
(…)
En parlak yıldızların, karanlığın en kesif ânında zuhur edip, yaşadıkları zamanın sefâletine şahitlik hüviyetleriyle aydınlığı müjdelemeleri gibi, Cumhuriyet döneminin başıboşluk ve taklit edebiyatının boy attığı ortamında da, dünya çapında bir fikir ve sanat mimarîsi inşâ eden iki isim zuhur etmiştir: Büyük Doğu Mimarı Necib Fazıl ile İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu… Bunların yetişmesinde de yaşadıkları zamanın fikir ve sanat ortamlarının hiçbir müsbet katkısı olmamıştır. Demek ki, onlar diğerleriyle mukayeseden azâde… Bu eserdeki yerleri de “bakılan” değil; “bakan göz”ün muhtaç olduğu “ışık”…
Bir insanı, bir topluluğu ve bir dönemi “olmadığı mânâ ile vasıflandırmak”, dolaylı olarak o vasıflandırılanın gerçek hâline hakaret etmek ve dudak bükmektir. Bu çerçevede Necib Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu’nu Cumhuriyet dönemi edebiyatçılarından saymak, o dönemi “olmadığı mânâ” ile vasıflandırmaktan başka birşey değildir.
Aynı şekilde Büyük Doğu ve İbda Mimarları da meydan yerindeki cilt cilt eserleriyle ve bataklık yerindeki elmas keyfiyetleriyle bahsi geçen dönemin herhangi bir yazar ve şairi olmadıklarını fazlasıyla göstermişlerdir. Zevâl nisbetinde tecellî eden kemâldir onlar…
(…)
Bu eserde “olması gereken”den ziyâde olamayışların üzerinde duracağız ve çoğu sonradan kavrulup giden, piyasanın seviyesine düşen ve tükenen kimi istidatların başlangıçtaki “oluş çabalarını”da hatırlatmadan geçmeyeceğiz. Elbette kendi dünya görüşümüz çerçevesinde, “Sezar’ın hakkını Sezar’a” vermeyi de ihmâl etmeyeceğiz. Pek tabiî olarak, kendi şuur seviyemizin yakaladığı gerçeklik seviyesinden… Yoksa bizim kıymet vehmettiğimiz bir eser, Büyük Doğu ve İBDA Mimarları’nın şuur seviyesine göre “bayağı” bir mevkîde olabilir. Önemli olan ölçülere doğru ve sağlam NİSBET kurabilmek…
Cumhuriyet dönemi edebiyatçılarını çok meşgul eden “sanat sanat için mi, toplum için mi” sorusu çevresindeki bir tesbitimizi, eser boyunca hatırlatacağımızı belirterek, “toplu bakış”ımızın sonuna çivilemekte fayda var: İBDA’dan öğrendiğimize göre şuurun biri ferde, diğeri ise topluma dönük iki ritmi vardır ve sürekli bu iki ritim arasında hâlden hâle geçeriz. Ve yine biliyoruz ki, insan derinliğine ferd, genişliğine de toplumdur. İşte bu noktada sanat iki kanatlı bir kuştur ki; bir kanadı toplumken, diğer kanadı da ferddir. “Toplum” ve “ferd” kanatlarını takınan bu sanat kuşu, uçuşundaki ahenkle, görünüşündeki ihtişamla itibarlansa da, ona asıl kıymetini uçtuğu yön verir. Ve bu kuş, bilerek veya bilmeyerek MUTLAK YÖN’ü arar. Lâkin o “yön”e, o “yön”ün istediği zarafetle uçması da zaruridir. Vesselâm!..
Kaynak: H.Y. “Hikâye, Roman ve Şiir Çevresinde Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatına Toplu Bakış” başlıklı henüz yayınlanmamış bir eser çalışmasının bölümler hâlinde naklidir. “Akademya’ya Doğru Sitesi”, 2001-2005 (2010 öncesi arşiv yazılarımızda yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında yazılarını yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmaktadır.)