– “BENİM malûm fikrim; Türk romanı yoktur. Çünkü Türk romanı denilen, evvelâ Batı örneklerine nispetle ilk okul yazı emeklemelerinden daha iptidaî eserler son yüz yıl içinde ola ola, meselesiz, çilesiz ve ukdesiz, kartondan adamların gidip geldiği, yollarında eğlencelik yemişler satılan bir panayır yerinden başka bir şey olamamıştır. Tanzimat devrinin, çocuklara giydirilen paşa elbiselerine benzer biçare romanı, “Edebiyat-ı Cedide” çığırında gûya ilerileye ilerileye, nihayet zavallılıktan ahmaklığa terakki edebilmiş; Halid Ziya başta olmak üzere bu çığırın romancıları, yeni moda Batı taklitçiliği enayilerinin âdi sokak zamparası ve “onbaşı kültürü”yle techizatlı tiplerinden öteye geçememiştir. Düşünün ki, bu roman, Garp edebiyat ve felsefesinin en olgun demlerini kadrolaştıran ve kördüğüm halinde giriftleştiren 19uncu Asır sonları ve 20nci Asır başlarında, fransız romanı bir taraftan cihana hâkimiyetini sürdürür, bir taraftan da rus romanı fransız romanını ezmeye başlarken, Batının her türlü ukdesinden gafil, seri malı roman temsilcisi (Gonkur Biraderler)i model diye ele almış, ne (Zola)yı, ne (Mopasan)ı, ne (Prust)u, ne (Dostoyevski)yi, ne (Tolstoy)u, ne (Gorki)yi, ne (Göte)yi, ne (Oskar Vayld)ı, ne de son Batı fikir cereyanlarını görebilmiştir. Ondan sonraki “Fecr-i Âti” zemininde ve biraz ilerisinde romana ilk defa mesele getirir gibi olan bir Yakup Kadri varsa da, onun fert ve cemiyet üzerinde açabildiği, derinlik, “Edebiyat-ı Cedide”nin açtığı, küçük su birikintilerine mahsus oyuklara nispetle ancak diz kapağına gelen çukurları aşmaz. Ömer Seyfeddin ve Refik Halid birer usta satıhçı; Halide Edip ise zaten büyük mesele ve idrake istidatsız; başta işe zarif bir kadın mizaç ve üslûbiyle girişip sonda işi feci bir ukalâlıkta bitiren ve -dönmeliği icabı- içinde yaşadığı cemiyetin bütün ananelerine karşı nefretini kusan, sanatta hiçbir zaman küçük çapın üstüne çıkamayan kişi veya dişi… Türk romanında mesele ve ukde ilk defa Peyami ile kımıldamaya başlıyor denilebilir. Fakat bu kımıldama, yürüyüş ve çığ haline gelemiyor, bu gelemeyişte Türk cemiyetine ait duygu kütlüğünün de elbette tesiri bulunuyor. Peyami Safa da o nazik zarı delemiyor. Onun nesli, Batıda en nâdide çiçeklerin yetiştirildiği limonluklar yanında, çürümüş gübre karışımı çerçöpten başka bir şey olamıyor ve Türk romanı, Cumhuriyetle beraber artık deva kabul etmez bir akamet bataklığında çırpınıp duruyor. Bu feci manzaranın verdiği tepkiyle, çirkini hissedip de güzeli bulamayan ve roman gibi büyük bir cehd isteyici mimarî yükünün altına giremeyen bazı dehâ özentisi tipler de, gelmeyecek bir istikbalde yazacağı eserin yalınız adını ve ilk cümlesini kâğıda dökmüş, ıkınıp duruyorlar.” (Necip Fazıl Kısakürek, Bâbıâli, 4. Basım, İstanbul Aralık 1990, Büyük Doğu Yay., s. 196-198)
Büyük Doğu Mimarı’ndan aktardığımız ve üzerine tezimizi inşâ edeceğimiz bu nefis ifâdeler, Bâbıâli’nin akışı içinde takib edebildiğimiz kadarıyla “Ağaç” mecmuasından önce, 1935’li yıllarda söylenmiş. Şübhesiz, o tarihten sonra, yâni zamanın tabiî akışı içinde, Türk romanında da bazı -müsbet ve menfî- değişmeler yaşanmış, fakat bunların müsbet olanları, peşinden yeni hamleleri sürükleyememiş, ferdî başarılar içtimaîleşmemiş, su dökülmeyen bir fidan gibi kendi başlarına kurumaya terkedilmişlerdir. Şöhreti yaşamış; mânâsı tekâmül edemedikten sonra neye yarar? Mevzuu müşahhaslaştıracak kadar bunların da üzerinde duracağız. “Zamanın tabiî akışı içindeki değişmelere, gelişmelere” misâl olarak Peyami Safa’dan -şimdilik- birkaç cümleyle bahsedelim:
Sevgili Üstad Necib Fazıl, Bâbıâli adlı eserinin akışı içinde 1935’de söylediğini tahmin ettiğimiz yukarıdaki iktibasta, o yılların Peyami Safa’sını takdir etmekle birlikte “nazik bir zarı” delemediğinden bahsediyor; yâni ümit vâdeden yumruğunun beklenilen ve ihtiyaç duyulan sertlikte olmadığını imâ ediyordu. 1940’lara doğru yazmış olduğu bir yazısında Peyami Safa da değişik bir çerçeveden benzer şeyleri söyler:
– “Benim kitaplarım üç merhale geçirmiştir. Sözde Kızlar, Mahşer ve Canan çocukluk kitaplarımdır. Hepsini, bilhassa Canan’ı ele alınamayacak kadar kusurlu bulurum. İkinci devre kitaplarım Şimşek ve Bir Akşamdı… Bunlarda teknikten ziyâde, insan ruhuna âit endişeler itibariyle bir fark görülür. Üçüncü kitaplarım, 9. Hariciye Koğuşu, Fatih-Harbiye ve Bir Tereddüdün Romanı’dır. Bunlarda çalışma hedefime daha çok yaklaştığımı sanıyorum.” (Toker Yayınları Edebî Heyeti’nce hazırlanan Peyami Safa adlı kitab, 1984, s. 63)
Üstad Necib Fazıl, Peyami hakkındaki bu hükmünü, onun, kendi ifâdesiyle “üçüncü devresinin” içinde olduğu yıllarda vermiştir. Lâkin, Peyami yukarıdaki yazısını yazdıktan on küsur yıl sonra en ciddi iki romanıyla görünecektir: 1949’da yayınlanan “Matmazel Noraliya’nın Koltuğu” ve 1951’de çıkan “Yalnızız”, onun sanatının dördüncü devresini teşkil eder ve bu iki romanda, belki de Üstad’ın imâ ettiği nazik noktanın ilerisine bir adım atmıştır. Üçüncü devre romanları için “çalışma hedefime daha çok yaklaştığımı sanıyorum” diyen Peyami Safa’nın, bizim tasnifimiz olan bu dördüncü devre romanlarından sonra, ömrünün son on yılında ciddiye alınacak bir roman yazmayışı, ister istemez “çalışma hedefine ulaştığına mı karar vermiş?” diye sordurtuyor. Bu on yıl içinde doyuma ulaşmayıp, beşinci bir devrin kapısını açabilseydi, Türk edebiyatı için çok daha hayırlı olabilirdi. Bu arada 1939 yılında tefrika edilip, 1959 yılında kitablaşan “Biz İnsanlar” adındaki romanı da, muhtevasındaki derin felsefî bahisler sebebiyle, üçüncü devre ile dördüncünün arasında bir köprü vazifesi görüyor, kanaatimizce…
(…)
Doğrudan bahsine girdiğimiz yukarıdaki Peyami Safa ile ilgili satırlarımızdan da anlaşılacaktır ki, Büyük Doğu ve İbda Mimarları’nın ifâdelerini, gücümüz yettiğince “terkibî hükümleri” ölçü alarak yorumlamaya çabalıyoruz; şahıs isimlerini değil…
Yâni Büyük Doğu ve İBDA Mimarları tarafından konuşulmuş bir terkibî hükmün, bugün müsbet mesafesinde olan birisi; yarın aynı terkibî hükmün menfî bir istikâmetine düşebilir. Tabiî tersi de sözkonusu… Demek ki, kişiden önce ölçü alınması gereken, o kişiyi değerlendirmemize mihenk olan hüküm… Fakat bu Mimarların (sonu başta hissedercesine) şahıslar üzerinde yaptıkları değerlendirmelerin (tenkidlerin) de hâlâ canlılığını muhafaza ettiğini belirtmek mecburiyetindeyiz.
Kaynak: H.Y. “Hikâye, Roman ve Şiir Çevresinde Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatına Toplu Bakış” başlıklı henüz yayınlanmamış bir eser çalışmasının bölümler hâlinde naklidir. “Akademya’ya Doğru Sitesi”, 2001-2005 (2010 öncesi arşiv yazılarımızda yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında yazılarını yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmaktadır.)