CUMHURİYET EDEBİYATINA TOPLU BAKIŞ – 11 (Türk Romanı Var mıdır?)

Büyük Doğu Mimarı, “yoktur” diyor. Niçin yok?.. Şüphesiz, memleketimizde yüzlerce romancı doğdu, binlerce roman yazıldı… Bir Türk romanının olabilmesi için, yazarın Türk olması, romandaki kahramanların Türk ismi taşıması, mekânın Türkiye olması ve bu ülkenin meselelerinden bahsedilmesi yeterliyse elbette bir Türk romanı vardır; hem de kemmiyet itibariyle oldukça hacimli bir Türk romanı…

Ama bir Türk romanının olabilmesi için, onu dünya romanından ayıran bazı çizgilerin, dünya romanında mevcut olmayan orijinal hususiyetlerin, dünya edebiyatına teklif ettiği yeni anlayışların olması gerekirse, elbette bir Türk romanı yoktur. Sözkonusu olan, dünyadaki anlayış ve tekniklerinin, bu ülke insanına montajıdır. Batı’da modeli çizilmiş ve imâl edilmiş bir otomobil düşünelim. Bu otomobilin şeklinden motoruna ve diğer malzemelerine kadar aynısı Türkiye’de, Türk insanı tarafından üretilse ve kullanılan parçalar dahi yerli olsa, ona Türk otomobili demek için saf denecek kadar iyimser olmak gerekir. Örnek aldığı modele ciddî bir takım teknikler ilâve eder ve böylece karşıya teklif edebileceği yenilikler olursa o zaman iş değişir.

Yeşilçam filmlerini hatırlayalım:  Artistler Türk, yönetmen de öyle… Kezâ filmler bu ülkede çekiliyor ve genellikle işlenen mevzular da bu ülkenin hastalıkları… Ama buna rağmen bir “Türk Sineması”ndan sözedilemiyor; çünkü dünya sinemasına vereceği birşeyi yok bu filmlerin…

Türk romanı denilen eserler bütünü de böyle… Aralarında gerçekten başarılı çıkışları ifâde eden ve okunmaya değer eserler olsa da, bunlar “kendi kendinden ibârettir” ve genel hükmümüzü değiştirecek bir “sürekliliği” doğuramamışlardır. İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu, “Çağdaşlık, eğer dünya çapında geçerli bir kültür ölçeğinin adı ise, hâlihazırda geçerli ve hâkim olan ne ise ona tâbi pasif bir rol kabullenmiş olmayan her kültür tavrı için, kendini teklif edeceği bir mevzudur” diyor “Adımlar” adlı eserinde ve şunları da ilâve ediyor: “Biz, hâkimiyet kavgası veren bir kültür  olarak, «çağdaş uygarlık»a kendimizi teklif edeniz…” (Salih Mirzabeyoğlu, Adımlar, İBDA Yay., İstanbul 1997, s. 189-190)

İşte Türk romanı, “hâlihazırda geçerli ve hâkim olan ne ise ona tâbi pasif bir rol kabullenmiş” ve “hâkimiyet kavgası veren” bir mahiyete bürünemediği için dünya romanına “kendisini teklif” edememiştir. Meselâ bir Rus romanı vardır; Fransız romanının en güçlü saltanat yıllarında, ona alternatif olarak “kendisini teklif edebilen” ve “hâkimiyet kavgası” yapabilen bir Rus romanı…

Anlaşılacağı üzere, bu çerçevede Türk romanından bahsetmek mümkün değildir. Ama biz tahkik etmek için kemmiyet plânında bir Türk romanından bahsedeceğiz; bundan kasdımız Cumhuriyet dönemi Türkiyesi’nde (ve öncesinde) roman yazmaya soyunan isimler topluluğu ve bunların kaleminden çıkan eserlerdir. “Türk romanı yoktur” hükmümüze, Türkiye dışında yaşayan ve Türkiyeli olmayan Cengiz Aytmatov gibi romancıların dahil olmadığını önemle hatırlatalım. Ve tabiî Türkiye edebiyatında da, Tanpınar’ın “Huzur”u, Peyami’nin “Yalnızız”ı, Tarık Buğra’nın “Küçük Ağa”sı ve Sepetçioğlu’nun tarihî romanları gibi bazı başarılı çıkışların olduğunu… Ama zamanın çürüklüğünden olsa gerek, bu çıkışlar bir çığ hâline gelememiştir. “Huzur”da Osmanlı musıkîsi gibi ağır ve o nisbette tatlı bir üslûbla okuyucuyu iç âlem düzeni peşinde sürükleyen Tanpınar, “dış”ı kuşatamamış; özellikle son romanlarında RUH ile AKLI barıştırmaya çalışan Peyami Safa ise “sistem çapında bir anlayış”a ulaşamamıştır. Fakat Peyami’nin “Türk romanı vardır” hükmünü verdirtecek kadar olmasa da, dünya romanına teklif edeceğimiz en önemli isimlerden olduğunu şahsım adına iddia edebilirim. (Önemli Not: Her ne kadar içinde Türk romanına yer olmasa da, dünya romanı 1930’lardan bugüne buhran içinde ve 21. yüzyıla yaklaşırken can çekişmekte, yeni bir soluk aramakta… “Simyacı” gibi basit bir eserin, sırf mevzuundan dolayı bu kadar ilgi görmesi de bu buhranın işaretlerinden… İşte İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun 6 ciltlik ruhî romanı “Tilki Günlüğü” sadece Türk edebiyatının kurtuluşu değil, çıkış kapısı arayan dünya romanının da sığınacağı bir keyfiyet ve bu eserin üstünde bir bahis…)

(…)

Bu arada, bir eserin Türk romanı olabilmesi için illâ Türk insanından bahsetme mecburiyeti olmadığı bilinmeli… Selim Gürselgil gönüldaşımız AKADEMYA dergisinin 7. sayısında yer alan bir yazısında, bize lâzım olanın “Batılı bir mevzuu bile, Türk’e âit tekniklerle, Türk hassasiyet ve ruhuyla ele  alacak romancı” olduğunu ifâdelendiriyordu. (Akademya, Sayı 7, s. 19)

İşin sırrının keyfiyette ve tahassüs ikliminde olduğu anlaşılmalı… Meselâ Mehmet Selimoviç isimli solcu bir Yugoslav yazarın, konusunu 150-200 yıl öncenin mevlevîhânelerinden alan “Derviş ve Ölüm” isimli, ince tahlillerle dolu, üslûbun zaman zaman Tanpınar’ı kıskandıracak kadar mükemmeliyet sınırına yaklaştığı nefis bir romanı vardır. Bu “Derviş ve Ölüm”de istediği kadar “İslâm” kelimesi geçsin, sanat değerine rağmen bambaşka bir ruh ikliminde yazıldığını hissettirmektedir ve İslâmî bir eser sayılamaz. Meselâ Necib Fazıl, Avrupalı bir Hristiyanın hayatını anlatan bir eser yazsa bile, bu çalışmanın taşıdığı keyfiyet, İslâm sanatının baş örnekleri arasına girer. İşin sırrı keyfiyette ve tahassüs ikliminde diyoruz ya…

(…)  

Batılı mevzuları olmasa da, Türk’ü kendisine âit bir teknik ve hassasiyetle, yabancı teknikleri taklid etmeden anlatmaya çırpınan bir romancımızı hatırlamamak insafsızlık olur: Mustafa Necati Sepetçioğlu… Edebiyat otoritelerinin(!) görmezden geldiği ve kimisinin de “romanında teknik yok” diye suçladığı bu yazar, destan anlatımından faydalanarak ve iyi bildiği Batı ve Rus romanının kalıblarını taklid etmeden de yazılabileceğini göstermiş, kendine hâs bir tarzla, Türk tarihinin dönüm noktalarını sanatın aynasına yerleştirmiştir. Ama bütün romanlarında (“Osmancık, Konak-Çatı ve Devlet Ana” başlıklı bölümde bahsedeceğimiz) belirli şahsiyet modellerini kullanmış ve bu noktada kendisini yenileyememiştir. Bunun bir sebebi çok fazla roman yazması olabileceği gibi, diğer sebebi de (bu aynı zamanda ilk “sebeb”in de “sebeb”idir) asıl gâyesinin romandan ziyâde, Türk tarihinin en önemli noktalarını “roman” vasıtasıyla aydınlatmak arzusu oluşudur. Tabiî ki bu tarihin “önemli dönüm noktaları” pek çok ve bunların -en azından- en önemlilerini romanlaştırmak için, yeni şahsiyet modelleri aramaya ve ulaşılan tarzı tekâmül ettirmeye zaman yok. Buna rağmen, şahsiyet ifâde ettiği için Sepetçioğlu’nu takdir ediyor ama anlayışını tekâmül ettirerek bünyeleştiremediği için “dünya edebiyatında bir Türk romanı da vardır” hükmünü veremiyoruz.

 

Kaynak: H.Y. “Hikâye, Roman ve Şiir Çevresinde Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatına Toplu Bakış” başlıklı henüz yayınlanmamış bir eser çalışmasının bölümler hâlinde naklidir. “Akademya’ya Doğru Sitesi”, 2001-2005 (2010 öncesi arşiv yazılarımızda yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında yazılarını yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmaktadır.)

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!