Bu başlıkta “sorulan”ın cevâbını, bir önceki bölümde vermiştik ama birkaç yazarın da bu husustaki fikirlerini sıralamak istiyoruz.
Ahmed Hamdi Tanpınar’a göre bir Türk romanının olmayışının sebebi, “Türk romancısının cemiyetimizle, hayatımızla alâkadar olmayışı” değildir. Çünkü, içindeki isimler “Türk”tür; yaşayış bu memlekette mevcut bir yaşayış… Manzara; Anadolu ve İstanbul manzaraları… Mevzu: Kendi hayatımızdan seçilmiş. “Üstelik halledimeye çalışılan meseleler varsa, onlar da cemiyetin meseleleri…” Tanpınar bunları belirttikten sonra ilâve eder:
“Hülâsa, yaşayışındaki tezatlarla dahi olsa, bu memleketin insanı, bu memleketin peyzajında, bu memleketin halkının diliyle kendi hazin veya mesut macerasını yaşıyor. Şimdi bu romanın cemiyetimizle alâkasız olduğunu nasıl iddia edebiliriz? Daha ileri giderek söyleyelim, gazetelerimizde ve hayatımızda yer tutan meselelerin hemen hepsi Türk romanına geçmiştir. Türk romancısı, başka memleketlerde yeni yeni tecrübe edilen köylü romanı bile yapmaya kalkmıştır. Kadın-Erkek meselesi, cehâlet meselesi, yenilik meselesi, münevverin sermaye meselesi… daha realistlerin elinde köylünün hayatı, cehâlet, tembellik. Bütün bunlar bizim romanlarda var. O hâlde Türk romanı günü gününe yaşayışımızla alâkadar. Fakat bütün bunlara rağmen, bu romanı çok defa sun’î bulmamak, okurken cansızlığına isyan etmemek, hattâ realite ile arasında bir münasebet tesis etmemek de pek az mümkün.” (Ahmed Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler, Dergah Yay., 4. Basım, İstanbul 1995, s. 46)
Tanpınar’a göre romancıların “garbdan okuduklarının tesiri altında” kalmaları da “Türk romanının olmayışının” sebebi sayılamaz. Çok büyük bir romancı olan Dostoyevski’nin “eserlerinin asıl büyük temi, üzerinde o hepimizi kavrayan kahramanların mulajını yaptığı büyük model hariçten geliyor”dur. “Dünyanın hangi sanat hareketi, başka bir sanatın, başka bir dil âleminin tesiriyle başlamamıştır?”
“Tolstoy, uzun zaman bir Fransız muharririnden her sabah tercüme yaparmış; sırf onun sanatını kavrayabilsin diye. O hâlde bizim romancıları, garblıları okumak ve onların tesiri altında kalmakla neye itham ediyoruz? Tesir etmeyen, iz bırakmayan okumak neye yarar? İnsan kendisine ilâve etmek için okur, unutayım diye değil.” (A.g.e., s. 47)
Tanpınar, tesir altında kalmakla, taklid arasında büyük farklar olduğunu hatırlatacak olanlara, bunun sadece “muvaffak olmak veya olmamaktan ibaret bir fark” olduğunu söyler:
“Meselâ Dostoyevski gibi, Balzac veya Stendhal’ı okumuş fakat onun dehasına mâlik olmayan bir muharririn aynı temleri kullanmasını tasavvur ediniz. Onun yazacağını veya yazdığını tasavvur ettiğimiz eserler karşısında elbette ki büyük romancının eseri için duyduğumuz hayranlığı duymayız ve ondan Dostoyevski’den bahseder gibi bahsedemeyiz.
Halbuki tem aynı tem, şema aynı şemadır. Arada mevcut fark, küçük bir fert farkıdır; Dostoyevski’nin hüviyetidir, sanatıdır, muvazenesizliğidir, hastalıklarıdır ve hilkatin o erişilmez sırrı, dehâsıdır. Mesele, tesir ve taklid meselesinden çok uzaktır. Biz bir Dostoyevski’yi tanıyoruz, uzaktan sadece, muvaffak olmuş hamleyi, en yüksek tepeyi görüyoruz; yarı yolda kalmış olanları hiç düşünmüyoruz.
Fakat burası bize lâzım değil, asıl lâzım olan fikre dönelim; MAKSADIM SAMAN KAĞIDI İLE KOPYE EDİLMİŞ ESERLE BÜYÜK, ORİJİNAL ESER ARASINDAKİ FARKIN ÇOK DEFA BASİT BİR MUVAFFAKİYET MESELESİ OLDUĞUNU SÖYLEMEKTİR. Binaenaleyh sanatkârlarımızın garblıların tesiri altında kalması onların muvaffakiyetsizliğinin sebebi değildir. Belki muvaffak olmamaları yüzündendir ki, garblı muharrirlerle münasebetleri bu kadar göze çarpıyor.
Burada bir nokta daha var: Hakikaten biz okuyor muyuz, şikâyet edilecek derecede garb sanatının tesiri altında mıyız? Ben buna kolay kolay inanamam. Bizde okuyan adam o kadar azdır ki, hattâ tanınır bile. Bizde dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş bir elit zümre teşekkül etmiştir; okuyanlar zümresi. Tek bir satır yazmadığı, tek bir söz söylemediği hâlde sırf okuduğu için hürmet gören adamların bulunduğu memlekette pek fazla okuyan adam olmasa gerek.” (A.g.e., s. 47-48)
Yine Tanpınar’a göre, bir Türk romanının olmayışının sebebi, deterministlerin iddia ettiği gibi, hayatımızın dar ve kuvvetsiz oluşu değildir. Çünkü, “bu hayat nihayet vardır ve yaşıyoruz, nefret ediyor, ızdırab çekiyor, ölüyoruz. Bir romancı için bu kadarı yetmez mi? BİR TEK İNSANIN IZDIRAB ÇEKTİĞİ YERDE İNSANLARA SÖYLENEBİLECEK HERŞEY VARDIR.” (A.g.e., s. 48)
Ahmed Hamdi Tanpınar’ın bu üzerinde durduğumuz yazısının ilk olarak 1936 yılında neşredildiğini ve muharririn o tarihte henüz bir roman yazarı olmadığını belirtmekte fayda var.
Peki, Tanpınar’ın bahsettiği “muvaffakiyetsizliğin” sebebi nedir? Cevâbını yine Tanpınar’dan okuyalım:
“Bir memlekette, bir sanat nev’înin tek başına inkişafını yapabilmesi imkânı yoktur. Ona müsâit vasatı verecek bütün bir edebiyat hayatının bulunması lâzımdır. Türk romanı münferit eserler şeklinde kaldıkça ilerlemesi güç bir şeydir. Bizde belki bir roman yazmak için herşey vardır. Fakat romancıyı beslemek için bütün bir memleket hayatını birden kavrayan o elektrikli edebiyat havası yoktur. Sanat hayatımız evvelâ dağınık, sonra fakirdir.” (A.g.e., s. 50)
Romanın gelişiminin bütün bir edebiyat hayatının havasına bağlı olduğunu anlamak, “bütün bir edebiyat hayatının” da başlıbaşına değil, içinde yaşanılan kültür ve sanat ikliminin canlılığına, içtimaî bünyenin hususiyetlerine göre şekilleneceğini kabullenmeyi gerektirir. Bahsi geçen dönemin kültürel bünyesi cılız olduğu için, o bünyenin içinde şekillenen edebiyat da; edebiyatın bir şubesi olan roman da cılız ve siliktir.
Bir çöküşün ardından gelen ve hayatı tezatlarla dolduran yeni bir yaşayış tarzı, kültürel bünyesi sağlam bir sanatçı topluluğu için bilâkis sıçrama tahtası vazifesi görmeli ve durgun havayı umulmadık şiddette elektriklendirmelidir. 18. ve 19. yüzyıl Fransa’sı, bunun en güzel misâllerinden… Bizde ise “mütefekkir eksikliği” sebebiyle olsa gerek, güçlü bir kültürel bünye olmadığı için en büyük sanat eserlerinin besleyicisi olabilecek kaoslar, hâlihazırda mevcut olanı da silip götürüyor. Çünkü Tanpınar’ın ifâdesiyle, “fikir hayatımız gündelik gazetelerin elindedir. Bu biraz da yok demektir.”
(…)
Cemil Meriç ise, Cumhuriyet dönemi romanından önce, geçmişimizde niye roman olmadığı ile ilgilenir.
“Divan Edebiyatı’nda roman yok. Niçin olsun?
Batı’nın ilk romanlarında biri Topal Şeytan. Kahraman evlerin damını açar, bizi yatak odalarına sokar. Roman başlangıcından itibaren bir ifşâdır. Osmanlı’nın ne yaraları vardır, ne yaralarını teşhir etmek için hastalığı. Hikâyeleri ya bir cengâveri edebîleştirir, ya “hisse alınacak bir kıssa”dır.
Roman’ın burjuvaziyle doğduğunu söylerler. Burjuvazi Avrupa’nın imtiyazı, daha doğrusu yüz karası. Bir kelimeyle roman, başka bir dünyanın, başka bir ruh ikliminin, başka bir toplumun eseri. Daha zavallı bir dünya, daha dişi bir manevî iklim, daha geveze bir toplum.
Başka bir tâbirle, bu edebî nevi bir buhranın, bir uyuşmazlığın, reelle ideal arasındaki bir nisbetsizliğin çocuğu. İçtimaî bir sıhhatsizlik, hiç değilse bir tedirginlik alâmeti. Sınıf kavgalarıyla sahneye çıkışı bundan. İnanan bir toplumda, hayalî çözüm yolları aramaya ihtiyaç duymayan bir toplumda romanın ne işi var?
Osmanlı, Osmanlı kaldıkça, Batı romanını anlayamazdı.” (Cemil Meriç, Bu Ülke, İletişim Yay., 8. Basım, İstanbul 1993, s. 119-120)
Cemil Meriç’in bu yaklaşımı realite açısından doğruluk taşısa bile meseleye tek yönlü bir izâh getirmekten ileri geçemiyor ve “bütün”ü kucaklayamıyor.
Realite açısından doğruluk taşıyor: Roman bizde de -tıpkı Avrupa gibi- büyük tezatlarla ve buhranlarla karşı karşıya gelince doğdu ve yaygınlaştı. Tanzimat’la birlikte başlayan “Doğululuk-Batılılık, eskilik-yenilik, gerilik-ilerilik” çekişmeleriyle aynı zaman diliminde edebiyatımıza giren romanın, malzemelerini genellikle bu tezatlardan tedârik etmesi, zahirî bir bakışla Cemil Meriç’in haklılığını sergilemektedir.
Cumhuriyet’in arefesinde ve ilk yıllarında yazılan romanların genel mevzuu, “Batılılaşma” meselesi ve bunun getirdikleri ile götürdükleridir. Yakub Kadri’nin 1922’de yayınlanan ilk romanı “Kiralık Konak”ta, Batılılaşma ile birlikte, nesiller arasında meydana gelen çatışmayı, bir konağın dağılışı vesilesiyle anlatmaktadır. (Bu romandan ilerleyen bölümlerde birkaç cümle ile bahsedeceğiz.)
Peyami Safa, “Sözde Kızlar”da Batılılaşma ile bozulan aile yaşantısı ve ahlakî çöküntüyü sergiler; “Fatih-Harbiye” romanında ise basit ve müşahhas sembollerle de olsa bir Doğu-Batı muhasebesinin kapısını aralar. Ahmed Hamdi Tanpınar’ın “Huzur”u mazi ile Batılılaşmanın getirdiği yeni hayat tarzının arasında sıkışan Türk aydınının iç sıkıntılarına göndermeler yapar; Reşad Nuri bile bu yenilik rüzgârının aile ağacındaki “Yaprak Dökümü”ne nasıl sebeb olduğunu fotoğraflaştırır.
Anlaşılıyor ki, Avrupa’da olduğu gibi bizde de cemiyetin burun buruna geldiği büyük tezatlarla birlikte doğmuştur roman… Tarihin eşini-benzerini görmediği kültür ve medeniyet değiştirme hamlelerinin ortasında, nemli havalardaki mantarlar gibi yayılmış, lâkin bu yaygınlık Batı’daki gibi keyfiyet plânına aksedememiştir. Batı’nın tezatlarından en azından güçlü bir roman doğdu; keşke bizim tezatlarımız bu kadarcık olsun bir işe yarayabilseydi!.. Batı’nınkinden kat kat daha çetin bir tercihin doğurduğu bu tezatlar, eskiye âit bütün güzellikleri yıktığı gibi, yerine yenisini de inşâ edemedi.
Cemil Meriç, Osmanlı’da romanın olmayışını tezatsız bir cemiyet oluşuna bağlıyor. Gerçekten de Osmanlı’nın kültür ve medeniyetini besleyen değerler sistemi tezatsızdı ve cemiyet -özellikle ilk iki buçuk asrında- bir makinanın dişlileri gibi uyum içinde çalışıyordu. Şair, bir divan, yâni bir şâheser oluşturup hattata verir, hattat bu şiirlerden ikinci bir şâheser çıkarırdı. Bestekârlarımız ise bunları besteleyerek, aynı eser üstüne üçüncü bir kıymet inşâ ederlerdi. Sonra bu şiirler, düşmanlarımızın bile gıpta ettiği mimarî eserlerimize dördüncü bir başarı olarak nakşedilirdi. Halk ozanlarımız, omuzlarında sazlar, ülkenin dört bir yanını dolaşarak müşterek inanç köprülerini temellendirir, his ve düşünce ırmaklarını doğudan batıya, batıdan doğuya akıtırlardı. İşte Cemil Meriç’in “romana ihtiyacı yoktu” dediği cemiyet, böylesine birbirini tamamlayan bir kültür ve medeniyet iklimi kurmuştu. Tezatsızlık yerini uyuşukluğa bıraktı; çünkü bu ikisinin arası bir bıçağın ağzı ile sırtı gibi yakındır birbirine ve öylesine uzak… Nihayet Tanzimat’la birlikte, “tezat” öc almak istercesine, menfî taraftan da olsa, bu uyuşukluğun üstüne kamçı üstüne kamçı indirdi. İşte, bahsini ettiğimiz romanlar, bu kamçılarla birlikte yazılmaya başladı. Yâni “realite” açısından Cemil Meriç haklı!..
Ama bunalımın ve sosyal çelişkilerin olmadığı bir toplumda gerçekten roman yazılamaz mı? İllâ kaosun olması şart mı? Bizce hayır… Bütün edebî sanatların özü şiirdir ve ŞİİRİN GÜÇLÜ OLDUĞU BİR TOPLUMDA, BÜTÜN EDEBÎ SANATLARIN YOLU AÇIKTIR. Sonra, Tanpınar’ın ifâdesiyle “bir tek insanın ızdırab çektiği yerde insanlara söylenebilecek herşey vardır” ve ızdırab çeken insanın olmadığı bir yer de yoktur. Kaldı ki, Cumhuriyet döneminin en fazla ciddiye alınacak romanlarının önemli bir bölümü, mevzuunu bu “tezatsız” cemiyetten alır. Kemal Tahir’den Orhan Pamuk’a, Tarık Buğra’dan Mustafa Necati Sepetçioğlu’na kadar birçok romancı, Osmanlı tarihinden malzeme olarak faydalanmışlardır. Kısacası: Roman bizde tezatlarla birlikte doğmuştur ama tezatsız bir cemiyetin de romanı yazılabilir. Çünkü, Büyük Doğu Mimarı’ndan öğrendiğimize göre “olurların, olabilirlerin, olamazların, olması özlenenlerin, hatta olmuş olanların, mutlaka (dinamik) vâkıalar zinciri içinde demeti, dizisi, sergisi” olan roman, “yerle göğü birleştirici mahiyetiyle insan ve toplum harekiyet ve seyyaliyeti içinde en ulvî ve münezzeh mânaya kadar ulaştırılabilir.” (Necib Fazıl Kısakürek, Kafa Kâğıdı, Büyük Doğu Yay., 3. Basım, İstanbul 1989, s. 9, 12)
Cemil Meriç’in “olmuş olanı” doğru gördüğünü, fakat, “olabilecek olanı” anlayamadığını daha fazla izâha ne hâcet? İnsanın olduğu her yerde roman olabilir. Hattâ Cengiz Aytmatov gibi yazarlar, hayvanların yaşantısından faydalanarak, günümüz dünya edebiyatını sarsan romanlar çıkarmışlardır.
Türkiye edebiyatında mı? Bırakın tezatsızlığı, en büyük tezatlardan ve tarihin benzerini görmediği buhranlardan bile beklenen roman doğmamıştır. Peyami Safa, 1936 yılında yazdığı bir yazıda, “romanımız insan ruhunun kapısı önündedir. Ve içerden gelen gizli sesleri duyabilmek için henüz eşiğini aşmış değildir. Kaba haykırışlardan ziyâde, derûnî mırıltılarda gizlenen dramı keşfedinceye kadar tek bir insanın hayatı ne onu, ne de okuyucularını alâkadar edecektir. Türk romanı insanlara baktığı hâlde insanı göremiyor.” derken ne kadar haklı?.. (Peyami Safa, Sanat-Edebiyat-Tenkit, Ötüken Yay., 5. Basım, 1990, s. 227)
Ve Büyük Doğu Mimarı’nın sıraladığı şekilde: “Bizde roman Tanzimattan bu yana, temel dâvâsı olan hayat taklitçiliği şöyle dursun, âlet ve inşa mimarisi olarak dahi taklidin taklidi seviyesini aşamamış ve önce bön ve sersem; sonra züppe ve şımarık, en sonra da yobaz ve küstah kalemler elinde korkunç bir özenti ve yeltenme sığlığını geçememiştir.” (Kafa Kâğıdı, s. 10)
Bütün bunlardan sonra, “niçin bir Türk romanı olmadığı” etrafındaki tesbitimizi yeniden hatırlatabiliriz: Bir Türk romanının olabilmesi için, yazarın Türk olması, roman kahramanlarının Türk ismi taşıması, memleket manzaralarından ve meselelerinden bahsedilmesi yeterli değildir; onu dünya romanından ayıran bazı çizgilerin, dünya romanında mevcut olmayan orijinal hususiyetlerin, dünya edebiyatına teklif edeceği yeni anlayışların olması gerekir ve (“Tilki Günlüğü” haricinde) böyle bir roman Türk edebiyatında yoktur.
Bundan sonra romancıların nelere dikkat etmesi gerektiğini, Necib Fazıl’ın adeta “Tilki Günlüğü”nün bazı hususiyetlerini sergiler gibi yazdığı şu satırlardan süzelim:
“Roman toprağa bağlı keyfiyetiyle ihtimaller âlemi boyunca ya tasavvurî bir icât, yahut muhaller dünyasında maveraî bir hayal; veya olmuş ve olabilirlerin nakline mahsus, fakat hepsinde harekiyet ve seyyaliyet ve teessüriyet değerlerini şart koşucu bir vasıtadır. Romanın roman olması için bu üç kıymetin mutlaka posa vak’a tasavvurlarından arındırılması ve MADDEYİ GERİDE BIRAKICI BİR RUH SEVİYESİNE YÜKSELTİLMESİ GEREKİR.” (Kafa Kâğıdı, s. 13, büyük harfle vurgu bize âid)
Kaynak: H.Y. “Hikâye, Roman ve Şiir Çevresinde Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatına Toplu Bakış” başlıklı henüz yayınlanmamış bir eser çalışmasının bölümler hâlinde naklidir. “Akademya’ya Doğru Sitesi”, 2001-2005 (2010 öncesi arşiv yazılarımızda yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında yazılarını yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmaktadır.)