CUMHURİYET EDEBİYATINA TOPLU BAKIŞ – 14 (Osmancık, Konak, Çatı ve Devlet Ana)

Dünyanın akışına yön veren en önemli hâdiselerden birisi olan Devlet-i Aliye-i Osmaniye’nin (Yüce Osmanlı Devleti’nin) kuruluşu birçok edebiyatçımıza ilhâm vermiş; saklı bir hazine gibi, nice kalemlere mevzu olmuş, nice roman ve şiirlerin muhtevasını teşkil etmiştir.

Bu kaynağa eğilen romancılarımızdan üç tanesinin üzerinde duracağız: “Osmancık” isimli romanıyla Tarık Buğra’nın; “Konak” ve onun devamı “Çatı” isimli romanlarıyla Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun ve “Devlet Ana” isimli romanıyla Kemal Tahir’in…

Eserlerin tahliline geçmeden önce, yazımıza temel teşkil etmesi bakımından önemli gördüğümüz, Prof. Dr. Erol Güngör’e âit “TARİHİN ROMANI” isimli bir makaleden bazı pasajları aktarmak faydalı olacaktır. Rahmetli Erol Güngör bu yazısını, Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun “Kilit” ve “Anahtar” isimli eserleri vesilesiyle yazmış olsa da, aynı hükümler, “Konak” ve “Çatı” da dahil, yazarın diğer tarihî romanları için de geçerlidir. İşte Erol Güngör’ün tesbitlerinden bazıları:

“Tarihî roman yazmak, hele tarihteki büyük adamların hayat macerasını roman hâline getirmek çok çetin bir iştir. Romancı böyle bir teşebbüse giriştiği zaman, yüksek bir ipin etrafında denge kurarak yürümeye çalışan bir canbaza benzer. Bir tarafta işlediği konunun tarihî realitesi, öbür tarafta kendisinin bir yığın malzemeden seçerek inşâ edeceği yeni bir realite vardır. Bu taraflardan birine fazla eğilmek, romancıyı çürük bir sakızı yeniden geveleme basitliğine düşürür, öbür tarafa ağırlık verdiği zaman da, yazdığı şey tarih olmaktan çıkar. Tolstoy “Harp ve Sulh”u yazarken, yarattığı şahsiyetlerin yanısıra harp vakıasının teknik yönlerini de vermeye çalışmış, fakat başarılı olamamıştı. Son günlerde onun ve Dostoyevski’nin edebiyat geleneğini devam ettiren Soljenitsin, “Ağustos 1914” adlı romanıyla harbin strateji ve taktikle ilgili taraflarını mükemmel bir şekilde işlemeye çalışıyor, ama onun da henüz ilk cildi neşredilen eserinde Tolstoy’un yarattığı unutulmaz tiplerden eser görmüyoruz.

M. Necati Sepetçioğlu’nun “Kilit” ve “Anahtar” adlı romanları Harp ve Sulh’ten çok, Ağustos 1914 tipine giriyor.” (Prof. Dr. Erol Güngör, Sosyal Meseleler ve Aydınlar, Ötüken Yay., 2. Basım, s. 143)

Biraz önce de bahsedildiği gibi, Erol Güngör’ün “Kilit” ve “Anahtar” hakkında verdiği bu net hüküm, aynı roman zincirinin halkalarını teşkil eden ve bizim şu ân üzerinde duracağımız “Konak” ve “Çatı” için de geçerlidir. (Bu arada, edebiyatımıza unutulmaz bir “Osmancık” tiplemesi kazandıran Tarık Buğra’nın, daha çok Tolstoy ve eseri hakkında verilen hükmün kapsamına girdiğine dikkat çekelim.)

(…)

Sepetçioğlu’nun Konak ve Çatı’sında, Osmanlı’nın kuruluşuna yön veren şahsiyetlerin ferdî özelliklerinden ziyâde, o şanlı devletin mayasını yoğuran içtimaî ruha ağırlık verilmiş ve inanç sistemi ustalıkla yansıtılmıştır.  Bu eserlerde esas olan, Müslüman-Türk toplumunu inşâ eden değer yargılarıdır; şahıslar ise bu değer yargılarını ifâde edebilmek için birer vesiledir. Osmanlı’yı kuran hasletler, “alp”lik ve “eren”liktir. Erenlikten kastedilen mânâ zâhiri ve bâtınıyla dinin bütünüdür. Yâni hem şeriat, hem tarikat… Alplik ise malûm olduğu üzere yiğitlik, savaşçılık, gözükaralık gibi faziletlerdir. İşte Sepetçioğlu, romanlarında bu inancı işler. Roman kahramanları bunları yansıtabilmek için birer vasıtadır. Meselâ Şeyh Edebâli o zamanki toplumun tarikat bünyesini; Dursun Fakih ise Şeriat ilmini temsil eder. Akça Koca gibiler ise alplik ruhunu taşıyan kahramanlardır. Bunlar birbirleriyle çatışmaz; sadece misyonları farklıdır. Onların temsil ettiği hususiyetler, toplumumuzu ayakta tutan temel direklerdir.

Osman Gazi ise bu özelliklerin hepsinden çeşitli mikyasta paylar almıştır. İdeal bir devlet reisi de öyle olmalı; yâni tek renkli değil, “gerekeni gerektiği yerde yapacak” kadar çok yönlü bir karakter taşımalı.

Bir de Sepetçioğlu’nun romanlarında “fitne”yi temsil eden kişiler vardır. Bu fitne, Anahtar ile Kapı’da Hasan Sabbah’ın şahsiyetine bürünmüş; Konak ile Çatı’da ise, onun tohumu mahiyetindeki Pir Cabbarın Ali ve o seciyedeki zümreye temsil ettirilmiştir.

Yazarın gâyesi bu özellikleri anlatmaktır; şahısları değil… Bunu başarmıştır da. Diyebiliriz ki, Sepetçioğlu’nun tarihî romanlarının baş kahramanları “şu” veya “bu” kişiler değil de, bazı kavramlardır. Sıralarsak:

a) Şeriat; yâni kitab…

b) Tasavvuf; yâni gönül…

c) Alplik; yâni silâh…

d) Din gayretinde devlet; yâni Selçuklu ve Osmanlı sultanları…

e) Fitne; yâni sapıklık…

Diğer kahramanlar da, o günkü toplum için önemli bir yeri olan herhangi bir mesleği veya zümreyi temsil eden vasıtalardan ibarettir. Kılıç ustaları, taş yontucuları vesaire… Bunlar şahıslarıyla değil; misyonlarıyla önemlidir. Sepetçioğlu’nu okurken, bu husus mutlaka göz önünde tutulmalı…

(…)

Yazımızın başında, rahmetli Erol Güngör’den aktardığımız satırlara göre, Tarık Buğra’nın “Osmancık” adlı eserini, Sepetçioğlu’nun aksine, şahsiyetlerin canlılığından dolayı Tolstoy’a yakın bulduğumuzu bir kez daha hatırlatalım. Tahmin ediyoruz ki yaşasaydı rahmetli Erol Güngör de böyle düşünürdü.

“Osmancık”, isminden de anlaşılacağı üzere, toplumdan ziyade ferde dayalı bir roman… Tarık Buğra bu eserinde, öylesine canlı, öylesine nefis bir Osman Gazi ve Malhun Hatun tiplemesi oluşturmuştur ki; sanki onları sayfaların arasında görebilir, okuduğumuz cümlelerde onları duyar, yaşar, hissederiz. Destansı ve romantik bir üslûbla da olsa; oturuşuyla, kalkışıyla, gülümseyişiyle, öfkesiyle, aşklarıyla, nefretleriyle, gençliği, olgunluğu ve ihtiyarlığıyla berrak bir Osman Gazi vardır Buğra’nın eserinde… Başta Malhun Hatun olmak üzere, Şeyh Edebâli de, Ertuğrul Gazi de, Akça Koca da, Dursun Fakih de (bu eserde Dursun Fakı olarak bahsedilir),  Köse Mihal de oldukça canlıdır. Bahsettiğimiz eserler arasında en unutulmaz ve en kolay hatırlanan Osman Bey; portresini Tarık Buğra’nın çizdiği Osman Bey’dir. Çünkü bu eserde şahsiyetleri anlamamız için hâdiseler birer vesiledir. (Konak ile Çatı’da ise bunun tam tersi…) Her hâdisede “Osmancık”ın bir hususiyeti ortaya çıkar. Kısacası; yazar tarafından, çeşitli vakıalar bahanesiyle, Osmancık’tan Osman Bey’e ve oradan da Osman Gazi Han’a ulaşan yolda, bir kahramanın bünyesinde barındırdığı hususiyetler ustaca ve romantik bir üslûbla yansıtılmıştır.

Tarık Buğra bunu yaparken Necati Sepetçioğlu’nun çok büyük ehemmiyet verdiği değer yargılarını da gözardı etmemiştir. Zaten o değer yargılarının dışında bir Osman Gazi tasavvur edilemezdi. Lâkin bu romanın öncelikli gâyesi “Osmancık”ı anlatmak olduğu için; “alp”lik ve “eren”lik, eser kahramanlarının şahsiyet çizgileri olarak yerleşmiştir sayfalara. Bazen de bu kavramlar, Osmancık’ın beyan ve nasihatlerinde ortaya çıkar. Bütün bunlar, Osman Gazi Han’ı daha iyi anlayabilmemiz içindir.

Sözün özü, yazar, bu eserde, edebiyatımıza unutulmaz bir “Osmancık” tiplemesi kazandırmıştır. Bu romana “gerçekçi değil” diye bazı haksız saldırılar yapılmıştır. Rahmetli Buğra sağlığında gereken cevabı vermiştir ama birkaç cümle de biz ilâve etmek istiyoruz: Daha önce bahsettiğimiz yazısının ilerleyen bölümlerinde, Erol Güngör şöyle der:

“Romancının hayâlî şahsiyetler ve vakalar kullanması onu hakikatin dışına çıkarmaz, sadece hakikatin bir başka yüzünü gösterir.” (A.g.e., s. 145)

Yâni önemli olan, yazarın hakikat kabul ettiği ve vermek istediği; bunu da ne kadar başardığıdır. Tarık Buğra, hayâlindeki “Osmancık”ı ve onun şahsında “ideal bir kahramanı” başarılı bir biçimde romanlaştırmıştır. Farklı tarzlarda ve farklı gâyelerde de olsa, M. Necati Sepetçioğlu’nun da, Kemâl Tahir’in de yaptığı aynısıdır.

Üstelik hangi hâdisenin gerçek, hangisinin “gerçek dışı” olduğu da tartışılır. Meselâ üç romancı da Osman Bey’in amcası olan Dündar Bey’in öldürülüşünü çok farklı biçimlerde ve çok değişik olaylar icad ederek anlatırlar. Acaba hangisi doğru? Bu hâdisenin farklı biçimlerde anlatılması (öyle hâdiseler hiç olmamışsa bile) eserlere edebî değerinden ne kaybettirir? Doğru olan şudur: Beylikte gözü olan Ertuğrul’un kardeşi Dündar, şahsî hırslarına kapılıp, aşiret içinde huzursuzluk çıkarınca öldürülmüştür; öyle veya böyle… Bunun ötesinde bir doğru daha var: Bir edebiyat eserinde ele alınan konunun doğruluğu kadar, nasıl işlendiği de önemlidir. İBDA Mimarı’nın ifâdesiyle, “NE anlatıldığı kadar NASIL anlatıldığı da…”

Farklılıklara bir misâl daha: “Osmancık”ta Orhan Gazi’nin annesi Malhun Hatun, Edebâli’nin kızıdır. Kemâl Tahir’in “Devlet Ana”sında ise Malhun Hatun, Şeyh Edebâli’nin kızı değildir. Onun kızı Balkız adını taşır ve Malhun Hatun’un üstüne ikinci eş olarak gelir. Yâni Şeyh Edebâli, Osmancık’taki gibi Orhan Gazi’nin dedesi değildir. Fakat iki romancı da konuya hâkimdirler ve vermek istediklerini ustaca yansıtırlar. O zaman bu eserlere “gerçekçilik” hususunda hangi hakla ithamda bulunabiliriz? İyi anlatılamayan, başarıyla yazılmayan bir roman -tarihî gerçeklere tıpatıp uysa bile- edebî olarak hangi değere sahibtir? Önce bunlara cevab verilmeli… Kaldı ki Buğra’nın şiir gibi bir üslûbla yazdığı bu roman, 15. yüzyıl tarihçilerinden Âşıkpaşaoğlu Tarihi’ndeki hâdiselerle çelişmemektedir. Sadece Malhun Hatun’un canlılığının kaybolmaması için, Osman Bey tek eşli olarak anlatılmıştır (Âşıkpaşaoğlu Tarihi’nin günümüz Türkçesine ATSIZ tarafından kazandırıldığını hatırlatalım).

“Osmancık”ın Türk romanının oluşması yolunda, önemli sayılabilecek bir hamle olduğunu iddia edersek, mübalağa etmiş sayılmayız. Ayrıca bu eserdeki Osman Gazi portresinin, aynı mevzuya eğilen diğer romancılardan daha berrak olduğunu bir kez daha hatırlatalım.

(…)

Gelelim Kemâl Tahir’in “Devlet Ana”sına… Eserin müellifi sosyalist akımın bağrında yeşermiş, fakat meyhâne köşelerinde çağdaşlık(!) edebiyatı yapıp Osmanlı’ya söven sözde solcuların aksine, durmadan okumuş, araştırmış, hakikati aramış ve uzun araştırmalardan sonra; Devlet-i Aliye-i Osmaniye’nin Marks’ın özlemini çektiği “sosyal adalet”i, hem de ondan yüzyıllar önce tesis ettiği neticesine varmıştır. Kemâl Tahir’in bu noktaya ulaşmasında büyük bir pay sahibi olan Cemil Meriç, “Devlet Ana” muharriri hakkında şu hükmü veriyor:

“Her kitabı bir bombaydı Kemâl Tahir’in; hiyanet kalesinde kapanmaz gedikler açan bir bomba. Her sözü bir tokattı; hamakatin çehresinde şaklayan bir tokat…” (Cemil Meriç, Bu Ülke, İletişim Yay., 8. Basım, s. 250)

“Devlet Ana” da böyle bir tokattır. Bizim Türk solunda umumiyetle şu ezberci iddia tekrarlanır: “Anadolu’daki beylikler dönemi, Batıda yaşanan feodalitenin aynısıdır.” Hâlbuki Kemâl Tahir hiç de öyle düşünmez ve bahsi geçen romanıyla, Türk toplumunun, hele hele Osmanlı’nın feodal bir yapı taşımadığını belirtir; bizim beylerimiz, Batıdaki gibi insanları hayvan sürüsü olarak görmez; onların bey olmaktan gelen imtiyazı halka hizmettir. Muhtaçların sıkıntılarına en evvel onlar koşar; halk Hakk’ın bir emanetidir. Yoksul insanları aşağılayan Batı ise bizden kat kat geridir. Onlar önce kendi insanını sömürmüş, doymayınca Doğuya yönelmişler, onların da kanını emmeye teşebbüs etmişlerdir. Kemâl Tahir, bahsettiğimiz eserinde, Osmanlı’nın kuruluş aşaması vesilesiyle bu tezi işlemiş ve o beyliğin bir ana şefkatiyle halkı kucakladığını dosta-düşmana ilân etmiştir. Çünkü Osmanlı toplumunda devlet; şiddeti temsil eden “baba” değil de, “şefkat”i temsil eden “ana” gibidir.

Kemâl Tahir’in romanı ne Sepetçioğlu’nun ne de Buğra’nın eserine benzer. Hâdiselere yaklaşımı tamamen kendine özgü olduğu gibi, üslûbu da diğerleri gibi sanat kaygısı taşımaz; röportaj havasındadır ama bunu yaparken hiç bayağılaşmaz; karşılıklı konuşmalar vasıtasıyla, vermek istediğini açıkça söyletir roman kahramanlarına. O, omuzlarına büyük ve destanlık bir yük binmiş sahici bir kahramanın dramını anlatan Tarık Buğra’dan da, Moğol istilâsının acılarını yaşayan ve yeni bir dirilişe muhtaç olan Anadolu’nun o yıllardaki İÇTİMAÎ RUHUNU yazan Sepetçioğlu’ndan da farklıdır. Cemil Meriç’e dönecek olursak: “Kemâl Tahir daha çok dışa dönüktür.”

Tıpkı diğer romanları gibi “Devlet Ana”da da, karşılıklı diyaloglar ağırlıklı olmak üzere, hâdiseler ön plândadır. Yazar, romandaki olay ve kahramanları yansıtan bir aynadır; olaylara müdahale etmez. Onun anlatmak istediğini, roman kahramanları zaten söylemektedir.

“Roman sadece hâdiseleri aksettiren ayna mı olmalıdır?” Bu ayrı bir tartışma bahsi… Ama Kemâl Tahir’in 600 küsur sayfalık eseri boyunca bu tekniği ustalıkla, bayağılaşmadan kullanması bir başarı sayılmalı ve onun mevzuuna hâkim olduğuna bir delil kabul edilmelidir.

“Devlet Ana”nın bir özelliği de, şimdiye kadar yazılan tarihî romanların aksine, çok fazla realist bir anlatımla yazılmasıdır. Sanki bir tarihî roman değil; üç beş yıl önce yaşanan bir hâdiseyi yazmış romancı. Kahramanların davranışları o kadar tabiî… Veya, Miladî 1290’lı yılları anlatan bu roman, 1967 yılında değil de, âdeta 1300’lü yılların hemen başında kaleme alınmış gibi… Eserin önemli bir farklılığı da bu olsa gerek.

“Devlet Ana”nın tenkid edilecek en önemli yönü ise, cinselliği çok fazla ön plâna çıkarmasıdır (Bu zaaf Kemâl Tahir’in diğer romanları için de geçerli). Bunda yazarın içinde yetiştiği ideolojinin payı bulunabileceği gibi, 12 yıl kadar hapishânede yatmasının da önemli etkisi olsa gerek.

(…)

Bir de kahramanları, Sepetçioğlu ve Tarık Buğra’nın kahramanları kadar dinlerine bağlı değildir (Selim Gürselgil bu durumu “hakikat adına hakikati reddetmiş” diye formüllendirir). “Devlet Ana”da daha ziyade şamanist geleneklerle yoğurulmuş garib bir Müslümanlık(!) vardır. Tıpkı ırkçı Nihal Atsız’ın “Deli Kurt” adlı romanında olduğu gibi… “Devlet Ana”nın kahramanları İslâmiyete inanır, saygı gösterir, hattâ bazıları namaz kılar ama hiç birisi şuurlu bir Müslüman değildir. Tarık Buğra’da ve özellikle Sepetçioğlu’nda ise İslâmî ruh ve şuur daha belirgindir. Bu da yazarların hayata bakışı ile ilgili bir tutum olsa gerek…

Şunu da unutmamalı ki, Kemâl Tahir, İBDA Fikriyatı’nın kurucusu Salih Mirzabeyoğlu’nun ifâdesiyle: “İslâm’a dönüşün kavşak noktasında” ölmüştür. Ayrıca seciyesi malûm bir ideolojinin içinde yetişen birisinin Osmanlı’ya bu kadar hayran olabilmesi ayrı bir takdir mevzuu…

(…)

Üç romancının da bahsini ettiğimiz eserlerinde ibretle üzerinde durulması gereken bir nokta var: Bir devlet kurulurken ne gibi zorluklarla karşılaşılır, hangi musibete karşı nasıl davranılmalı, dostu-düşmanı seçerken neyi ölçü almalı, yeni bir devlet kurmaya talib olan bir liderde ne gibi hususiyetler bulunmalı, nelere dikkat edilmeli?.. Evet, Anadolu’ya yeni bir nizâm verme ve mevcut kokuşmuş düzene alternatif olma iddiasındaki nesiller, bu eserleri, yukarıdaki soruların cevabını arayarak okumalı…

Birkaç çizgiyle resmetmeye çalıştığımız bu romanlar, birer “bilgelik-nasihat” kitabı gibidir. Fakat bunu ucuz ve kuru kelimelerle değil; sanatın ve hâdiselerin içinde terkib ederek başarmışlardır. Eserler bu gözle okunmazsa, muhatabına kabak çekirdeği gibi, vakit öldürme eğlencelerinden farksız gelir ve “ne arıyorsun ki ne bulacaksın?” diye sorarlar adama…

(…)

Şunu da ilâve etmek mecburiyetindeyiz: Büyük Doğu-İBDA bağlılarının idealindeki roman, bu üç ayrı tarzı da hasrına alacak; en katı realizmle en ince romantizmin terkibini misâllendirerek, şahısları hâdiseler, hâdiseleri şahıslar için kullanıp, üst seviyedeki fikirlere vasıta kılacak ve bunu yaparken en orijinal estetik çizgilerini sergileyebilecek bambaşka bir romandır. Bu vesileyle, Türk edebiyatının en önemli eksiklerinden birisinin, “üstün sentez” olmayışı şeklindeki tesbitimizi tekrar hatırlatalım. Hep birisinde olmayan diğerinde mevcut ve Necib Fazıl ile Salih Mirzabeyoğlu dışında “zıt kutuplar arası muvazeneyi kurabilen hiç kimse yok” demiştik ya!.. Dolayısıyla, “Osmancık, Konak, Çatı ve Devlet Ana”nın parça nevinden bazı hususiyetlerini takdir edişimiz, “bütün”e yönelik bir “bakış” sanılmamalıdır.

 

Kaynak: H.Y. “Hikâye, Roman ve Şiir Çevresinde Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatına Toplu Bakış” başlıklı henüz yayınlanmamış bir eser çalışmasının bölümler hâlinde naklidir. “Akademya’ya Doğru Sitesi”, 2001-2005 (2010 öncesi arşiv yazılarımızda yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında yazılarını yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmaktadır.)

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!