CUMHURİYET EDEBİYATINA TOPLU BAKIŞ – 15 (Tarihî Roman ve Zaman Şuuru Etrafında Nihal Atsız)

Irkçı-turancı hissiyatını ideolocyalaştırmak için bir ömür çırpınan, posa Türkçülüğü’nün ahmak inanmışı Hüseyin Nihal ATSIZ’ın romanları, beslendiği altyapının çürüklüğü bir tarafa, bu eserin değerlendirme çerçevesine girmeliydi; biz de öyle yaptık. Kısa bir roman kabul edilen, fakat uzun bir hikâye de sayılabilecek olan ve bizce önemli bir sanat keyfiyeti taşımayan “Dalkavuklar Gecesi” adlı eserinden dolayı ademe mahkum edilen ve resmî ideolojinin hışmına uğrayan bu yazar, ismi geçen eserinde “Hattuşaş” adlı bir ülkede yaşayan ve etrafındaki dalkavukları gördükçe mest olan sarhoş bir kraldan bahseder. Kimilerine göre bu kral resmî ideolojinin kurucusudur ve bu sebeble orijinallikten hiçbir nasibi olmayan bahse değmez yazarcıklar edebiyat antolojilerinde “romancı” diye takdim edilir de Nihal Atsız’dan pek bahseden olmaz. 1941 yılında yazılan ve ilk roman çalışması olan “Dalkavuklar Gecesi” bir yana, Türk edebiyatının en alışılmadık roman hamlelerinden birkaçına imza atan bu yazardan, iyi veya kötü bahsedilmeliydi oysa. Bu vesileyle, en ünlü romanı “Bozkurtların Ölümü” ile, bizce en kalitelisi olan “Ruh Adam”ı değerlendireceğiz ve kendi bakış açımızı ortaya koyacağız.

BOZKURTLARIN ÖLÜMÜ

Sayfalarında baştan sona tarihî bir romantizm uçuşan bu eserin konusu, 7. yüzyılın ilk yarısında, Göktürk Devleti’nin topraklarında ve Çin’de geçer. Roman, üniversite öğrenci yurdunda, yaz tatilinde oradan ayrılmayan gençlerin sohbeti ile başlar. Gökte muazzam güzellikte bir ay vardır ve öğrenciler samimi bir havada sohbet ederken, “Tonyukuk” diye adlandırdıkları bir tarih talebesinden, yazmakta olduğu romanı okumasını isterler ve işte o ânda “621 Yılında Bir Yaz Gecesi” başlığı ile “Bozkurtların Ölümü” başlar.

Bu romanı okuyan ve hele ilk gençlik çağında körpe bir heyecanla sayfalarına dalan birisi 1400 yıl önceye kanatlanır ve kâh Göktürk hakanı Çulluk Kağan’ın Çinli hatunu tarafından zehirlenerek öldürülüşüne kızar; kâh Göktürkler’in dağılıp Çin esaretine düşüşüne ve Ötüken’den sürülüşlerine üzülür; kâh SİGANFU adlı Çin şehrinde Kürşad’la birlikte ihtilâl hazırlığı plânlar.

Kürşad ve kırk arkadaşı her gece sokakları dolaşan Çin hükümdarını esir alacak ve Ötüken’i geri isteyeceklerdir. Yoksa, on yıllık esaret sonucu ezilen Türkler, zamanla kimliklerini kaybetme noktasına gelecekler ve göz göre göre tarih sahnesinden silinip gideceklerdir… Güzel bir plân yapılır; lâkin ihtilâl yapılacağı gün müthiş bir yağmur yağar ve Çin hükümdarı o gece sokağa çıkmaktan vazgeçer. Bu durumda plânın ertelenmesi gerekir ama Çinli hatunlardan birisiyle düşüp kalkan Yüzbaşı Üç Oğul aynı sebebten gecikir. “Ya ihanet ettiyse” korkusu plânı ertelemelerine izin vermez; çünkü milletlerinin son kurtuluş hamlesidir bu. “Büsbütün yok olmaktansa son bir umut” diyerek Çin Sarayı’nı basma kararı alırlar. Ve on yıl boyunca sarayın bütün gizli yerlerini öğrenen Kürşad, arkadaşlarıyla birlikte bu çılgın kararı uygulamak üzere oraya yönelir. Saray basılırken, geciken Üç Oğul da yetişir arkadaşlarına; bir kısmı ölür; kalanlar atları ele geçirerek kaçar. Kürşad’ın niyeti, Vey Irmağı kıyısından dolaşarak Ötüken’e ulaşmak ve diğer Türkleri toplayarak yeni bir savaş başlatmaktır. Kocaman bir Çin ordusu peşlerinde iken; tam Vey Irmağı’nın kıyısına vardıklarında, yağmurla birlikte kabaran sular köprüyü götürür. “Bir yanda Çin ordusu, bir yanda Vey…” Kürşad ve arkadaşları son nefeslerine kadar çarpışır ve ölürler. (Bu eserin devamı mahiyetindeki Bozkurtlar Diriliyor’dan öğrendiğimize göre, bu hâdiseden sonra büyük bir “Kürşad ihtilâli” efsânesi yayılır; Çin hükümdarı kırk kişinin bu işe teşebbüs edeceğine inanmadığı ve daha binlerce ihtilâlci olduğunu sandığı için, çareyi yüzbinlerce Türk’ü Ötüken’e göndermekte bulur.) Hemen belirtelim ki, bir zamanlar hayâllerinde Kürşad’la birlikte Vey Irmağı’na doğru at koşturmayı yaşatanlardan birisi de bu satırların yazarıdır.

Bu romandaki uçsuz bucaksız Orta Asya bozkırlarını anlatan tasvirler de ayrı bir güzellik taşır. Ayrıca folklor açısından oldukça zengindir.

Gelelim hükmümüze: Bütün cazibesine rağmen bu eser, roman kalıblarıyla yazılan bir efsâne, bir destan kitabı olmaktan ileriye geçemez. İBDA Mimarı’nın Tilki Günlüğü adlı eserinde, romanın karşılıklarından birisinin “tamamlanmayan, eksik kalan iş” oluşu, oldukça mânidardır. İdeal bir roman, yazılıp okunduktan sonra bir köşeye atılmaz; hayatımızın bir parçası olur. BOZKUTLAR’IN ÖLÜMÜ BİZİ 1400 YIL ÖNCEYE DEGİL DE 1400 YIL ÖNCEYİ BUGÜNE TAŞIYABİLSEYDİ, o zaman apayrı bir takdiri hakederdi. İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun “BİTMEMİŞ ŞİİR” başlıklı şiiri, belki de aynı zamanda “bitmemiş roman”ın ifâdecisi olarak aydınlatır gönül ve kafamızı:

Hâtıra… ne antika ne mumyalar

Zaman değişse de elbisesini

Yeni çekirdekte eski dünyalar

Tarih bende yaşar hikâyesini

(Salih Mirzabeyoğlu, Kayan Yıldız Sırrı / Şâh Eser – Şâheser, 4. Basım, İBDA Yay., İstanbul 1996, s. 111)

Atsız ise, bu nefis mısrâlardaki ifâdenin tersine, “eski çekirdeğe yeni bir dünya” sığdırmak istemiş ve “tarih bende yaşar hikâyesini” anlayışındaki hürriyet hamlesi yerine, “ben tarihte yaşarım hikâyemi” gibi bir zıtlığa hapsolmuştur.

RUH ADAM

Hüseyin Nihal Atsız’ın son ve -bizce- en önemli eseridir. Geniş bir hayâl ve yine genişlemesine bir kültür, orijinal bir mevzu, sağlam bir kurgulama ve herhangi bir özelliği olmayan sade bir üslûbla ilginç mesajları olan bu romanda, yazar, bir nefs muhasebesi çerçevesinde “dün”ü bugüne taşıyor ve yarına yönelik bir dövüş sanatı kılmaya gayret ediyor. Bu arada efsanelerden, tarih ilminden, çeşitli kültürel motiflerden de faydalanıyor. Tıpkı Goethe’nin Faust ve Mefisto’su gibi; şamanist kültürün kötülüğü-şeytanı temsil eden YEK’i ile iyiliği-meleği temsil eden KEY’i de eserin kahramanları arasında… Çeşitli şiirlerden bazı mısrâlar da sık sık tekrar edilerek, onların çevresinde hâdiseler geliştirerek, bu mısrâlara romanın birer kahramanıymışcasına hüviyet kazandırılması, eseri daha renkli bir hâle sokuyor.

Başkahraman Selim Pusat, yazarın kendisidir. 20. yüzyıl Cumhuriyet Türkiyesi’nde yüzbaşı olan bu kişinin ruhu, romanda Mete’nin ordusundaki bir yüzbaşıya âittir. O zamanlar bu yüzbaşı, Mete’nin sadakatleri ölçmek için evdeşlerine ok sıkmaları emrini dinlememiş ve bu sebeble cezalandırılmıştır. O zamanki sevgilisi ise şu ânki edebiyat öğretmeni olan eşinin talebesidir. Kralcılığa özlem duyan ve Cumhuriyet’e inanmayan Selim Pusat ordudan atılmıştır ve eşinin talebesi olan “Güntülü” adlı kızı daha önce bir yerde gördüğüne emindir ama bir türlü çıkartamaz. Selim Pusat bu genç ve güzel kıza âşık olunca, kendisiyle birlikte “kralcı” fikirlerinden dolayı ordudan atılan ve intihar eden Şeref’in hayâli ile vicdan azabına düşer. Bu arada YEK kendisine sürekli musallat olmaktadır. Bir boşluğa ve arayışa düşen roman kahramanı, gelişen hâdiseler sonucu, tarihin tanınmış simaları önünde mahkeme edilir.

Görüleceği gibi, mevzuu çok ilginç olan bu eserde eksik olan en önemli unsurlardan birisi, böyle bir muhtevanın ihtiyaç duyduğu felsefî derinliktir. Bu konuyu, Batı’nın büyük romancılarından birisi yakalasaydı, hangi ıstırabları doldurmazdı ki içine?.. “Geniş hayâl”, derinlemesine fikirleşememiş ve his plânını aşamamıştır. Bunun bir sebebi de, Üstad Necib Fazıl’ın ırkçılık duygusu hakkındaki “ideolocya değil, psikolocyadır” minvâlindeki muazzam tesbitinin, Atsız’ın eserinde bir tecellisi olabilir.

Hâdiselerin bir nefs muhasebesi etrafında gelişmesi takdir edilebilir ama “RUH”un aklî kalıblar içine sıkıştığı sözkonusu eserde bu muhasebe tamamen sathî sembollerden ibarettir. Hâdiselerin akışındaki zevk, muhasebede çetrefilleşip kıvrandıracak hâle gelememiş ve derinleşilecek muammâlar birkaç nükteyle geçiştirilmiştir. Esere ismini veren “RUH” mefhumuyla ilgili en geniş bahisleri içinde barındıran İslâm Tasavvufu da, birkaç kuru mantık oyunu ve sathî yaklaşımla “miskinlik” olarak yaftalanmış; kitabın adının uyandıracağı tedâilere aykırı bir istikamete yuvarlanmıştır yazar…

Nefs muhakemesinin yapıldığı mahkeme de “göstermelik” imajı uyandırmaktadır. Şöyle misâllendirelim: Mahkemeler, hukuk devletinin gereğidir ama sadece mahkemelerin mevcudiyeti “hukuk devleti”ne delil teşkil etmez; ancak pratikteki uygulamalarla isbatlanabilir devletin hukuka bağlılığı… İşte, “Ruh Adam”da mahkemenin mevcut oluşunu takdir etmekle birlikte, onun göstermelik olduğunu ve göz boyamak için kurulduğunu düşündüğümüzden, verdiği kararın ciddiyetine inanmıyoruz.

Kaynak: H.Y. “Hikâye, Roman ve Şiir Çevresinde Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatına Toplu Bakış” başlıklı henüz yayınlanmamış bir eser çalışmasının bölümler hâlinde naklidir. “Akademya’ya Doğru Sitesi”, 2001-2005 (2010 öncesi arşiv yazılarımızda yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında yazılarını yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmaktadır.)

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR