Önemli hâdiseleri otopsiye yatıran ve yeni bakış açıları getiren “tez”li romancılığın en önemli isimlerinden Kemâl Tahir ile muhatablarını iç âlemlerinde yolculuğa davet eden ve bu yolculuğu zengin bir kültürle besleyen Tanpınar, edebiyatımızın birbirini tamamlayan iki yarım elmasıdır.
Meselâ Kemâl Tahir’in “Yol Ayrımı” adlı romanında, 1930’lu yılların Ankarası’na bir projektör tutulur ve “Serbest Fırka” meselesi, şahsî duygular bir tarafa atılarak, didik didik incelenir. Memleketin üzerinde gezinen bir ayna gibidir Kemâl Tahir’in romanları… Hatıralar bile karşılıklı konuşmaların içinde verilir.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın en önemli romanı olan “Huzur” hakkında ise, önceki bölümlerde “mâzi ile Batılılaşmanın getirdiği yeni hayat tarzının arasında sıkışan Türk aydınının iç sıkıntılarına göndermeler yapar” demiştik. Gerçekte Tanpınar için mâzi, şahsî zevklerin ihtiyaç duyduğu bir nostaljiden ibarettir. “Nuran”la bir yaz aşkı yaşayan “Huzur”un Mümtaz’ı da, tıpkı Tanpınar gibi hem Batıyı kabul eder, hem de Doğulu zevklerinden vazgeçemez. İç dünyasında bir denge arayan aydınların “huzur” arayışlarının ve tabiî ki huzursuzluklarının romanıdır Ahmet Hamdi’nin bu meşhur eseri… Gizli duyguları ifâdede çok başarılıdır yazar.
İBDA Fikriyatı’nın kurucusu Salih Mirzabeyoğlu, şöyle bir formül çıkarır karşımıza: «”İç”in dışta bulunuşu şuuruyla dış’a ve iç’e, “dış”ın içte bulunuşu şuuruyla da iç’e ve dış’a bakış…» (Salih Mirzabeyoğlu, Kayan Yıldız Sırrı, 4. Basım, İBDA Yay., İstanbul 1996, s. 7)
Kemâl Tahir ve Tanpınar’ı bu formüldeki yerlerine koyarsak:
-Kemâl Tahir, “iç”in dışta bulunuşu şuuruyla “dış”a bakmış ama iç’e dönememiş…
-Ahmet Hamdi Tanpınar, “dış”ın iç’te bulunuşu şuuruyla “iç”e bakmış ama dışa dönememiş…
Kısacası, birbirini tamamlar mahiyette olan bu yazarların ikisi de bir noktada takılmış ve virajdan dönüş yapamamışlardır. Cemil Meriç’in bunları mukayese eden bazı cümlelerini aktarmak istiyoruz:
“Ahmet Hamdi kitabla yaşayan, kitab için yaşayan, yâni düşünce için yaşayan bir adamdı ve romantikti. Hayâlleri vardı. Gerçekleştiremediği hayâller, herkesinki gibi. Bunu tamir edecek bir yakınlıktan, bir kadının yakınlığından da mahrumdu. Hocalık yaptığı çeşitli yerlerde talebelerini gördüm. Hepsi de sadece yiyen içen, belli bir elbise giyen, belli davranışları olan fizik insanı görmüşler. Hiçbiri Hamdi’nin iç dünyasının derinliğini, ıstırabını anlayamamışlardır. Muamma değildir bu, sadece geri kalmış ülkelerde, diyelim sanayileşmiş ülkelerde olur.” (Cemil Meriç, Sosyoloji Notları ve Konferanslar, İletişim Yay., İstanbul 1993, s. 385)
“…Kemâl Tahir gerçekle güreşmek zorunda kaldı. Ve hayat da onu doğrudan doğruya yakasından yakalayıp cehenneme attı. Bu ülkenin insanlarını bir hayâl adesesinin arkasından değil, doğrudan doğruya zindanın içinden gördü. Bütün levisleri, bütün zaafları, bütün gücüyle Anadolu insanını hapishânelerde tanıdı. Doğrudan doğruya maddenin kendisiyle temas etti. Kafasındaki bir hayâlle değil. Bu itibarla istese de kopamazdı Türk insanından. Hâlbuki Ahmet Hamdi ister istemez fazla yalan bulmak için hayâline sığınıyordu. Fazla yalan bulmak için gizliyordu kendisini. Yâni o, masada poker oynarken, o pokercilerden herhangi biri olarak görünüyordu. İç dünyasını, mahremiyetini açmıyordu hiç. Belki konuşmaya lâyık görmüyordu. Belki anlamayacaklarından emindi. Bu itibarla hem herkesle beraberdi, hem herkesten ayrıydı. Hâlbuki Kemâl Tahir için böyle bir mecburiyet yoktu. Daha doğrusu tersi mecburî idi. Hapishânede son derece keskin bir dikkate ihtiyaç vardır. Ölmemek için, parçalanmamak için, yok olmamak için. Bu itibarla Kemâl Tahir daha dışa dönüktü. Kemâl Tahir’in iç dünyası fazla zengin değildi. İç dünya anlaşılmamaktan, kendini gizlemekten ve bir liman gibi sığınmaktan daha çok genişler. Kemâl bu ihtiyacı duymadı hiç. Hapishânede kaldı gençliğinde. Yazdı, fakat gördüğü insanları yazdı. Gördüğü insanları tanımaya çalıştı. Hapishâneden çıktıktan sonra yine belli bir dünyaya hitab etti ve dediğim gibi Kemâl’de dış dünya daha objektif, iç dünya daha fakirdir.” (A.g.e., s. 386-387)
Cemil Meriç’in aynı konuşmasında Kemâl Tahir’i dışa dönük olduğu için “gerçekle güreşti” diye vasıflandırıp, Tanpınar’ı “iç dünyaya kaçtı” diye itham etmesine fazla bir anlam veremiyoruz; çünkü “gerçek” dışarıdan ibaret olmayıp, hem içimizde, hem de dışımızdadır. “İç dünyaya kaçmak” tâbirine de tereddütle yaklaşıyoruz; ilk hamlenin iç’ten dış’a olduğunu düşünerek… Bu anlamda “iç dünyaya kaçmak” yerine; “iç dünyasından çıkamadı” gibi bir ifâde belki daha makbûl olurdu.
Bahsi kesmeden önce, “toplu bakış”ımızdaki; sanatın, biri “genişliğine toplumu”, diğeri de “derinliğine ferdi” temsil eden iki kanatlı bir kuş oluşu minvâlindeki teşbihimizi hatırlatarak; gerek Kemâl Tahir’in, gerek Ahmet Hamdi Tanpınar’ın karşılıklı bir yanlarının zayıf olduğunu ve bu sebeble tek kanatlarıyla çırpındıklarını belirtmekte fayda var.
Kaynak: H.Y. “Hikâye, Roman ve Şiir Çevresinde Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatına Toplu Bakış” başlıklı henüz yayınlanmamış bir eser çalışmasının bölümler hâlinde naklidir. “Akademya’ya Doğru Sitesi”, 2001-2005 (2010 öncesi arşiv yazılarımızda yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında yazılarını yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmaktadır.)