Cumhuriyet’in ilk yıllarında, romancıların bir kısmının İstanbul’dan sıyrılarak, Anadolu muhtevalı eserler karalamaya başladıkları biliniyor. Bu Anadolu’ya yöneliş, sadece Yakup Kadri’nin “Yaban”ı, Reşat Nuri’nin “Çalıkuşu” ile sınırlı olmayıp, birçok romancı ve hikâyeciden başka, geniş bir şair kitlesini de içine almıştır. Öyle ki “Han Duvarları” şairi Faruk Nafiz’in de aralarında bulunduğu beş hececilerin öncülüğündeki “Ayşe’m, Ali’m, köyüm” gibi içi boş şiirler kabak tadı vermeye başlayınca, bu yozlaşmaya tepki gösteren bir kısım -o devrin- genç edebiyatçısı “Yedi Meşale” dergisi etrafında toplanarak tavırlarını koymuşlardır. Şiire Necib Fazıl Üstad ile birlikte başlayan ve “heceye ilk keyfiyeti kazandıranlardan” birisi olan Ahmet Kutsi Tecer de Anadolu folkloruna sığınacak ve “orda bir köy var uzakta” diye sanatının yeni istikâmetini mısrâlaştıracaktır.
Buraya kadar bahsedilen “köy edebiyatçıları” muhalif olarak değil, aksine resmî ideolojinin emrinde ve denetiminde bu işe soyunmuşlardır. Yeni rejimin Anadolu’da yaygınlaşması için, “asırlarca geri ve cahil bırakılmışlığın”, ama artık “o yobaz zihniyetten kurtulduklarının ve çağdaşlığa doğru yol aldıklarının” edebiyatı yapılmalı ve “ilke”ler halka sevdirilmeliydi. Bu ilk dönem köy edebiyatçıları, “köy enstitülerinin” şiir-hikâye-roman şubesi gibiydi.
“İkinci dönem köy edebiyatı” diyebileceğimiz akım ise 1930’lardan itibaren, sosyalizmin yaygınlaşmasıyla, “muhalif” bir edebiyat olarak başladı. Bunlar, halkın mukaddesatına “yobaz-gerici” diye saldırma noktasında diğerlerinden farksız da olsalar, Ankara’nın emrinde değillerdi ve yeni yönetimin “çağdaşlık” hamleleri Anadolu’yu kalkındırmak için yeterli değildi. Toprak reformu yapılmalı, ağalık düzenine son verilmeli, feodal kültürden “toplum bilincine” ulaşılmalı ve iktisadî hayat sosyalistleştirilmeliydi. Bu anlayışla Nazım Hikmet “memleketinden insan manzaraları” çiziyor; Sabahattin Ali, Anadolu köylerindeki haksızlıkları hikâyeleştiriyordu. Kemâl Tahir’in ilk romanları, Orhan Kemâl’in eserlerinin önemli bir bölümü, Yaşar Kemâl ve Fakir Baykurt gibilerin kitabları bu ikinci çizgide yazılmıştır.
Bu romancılardan Kemâl Tahir’de koyu bir realizm vardır. Zaman zaman köyden çıkmış; bir takım karanlık hâdiselere ışık tutmaya çalışmıştır. “Yorgun Savaşçı”da Türk-Yunan harbinin gerçek kahramanlarının ordunun alt tabakasında olduğunu işaretleyen; “Kurt Kanunu”nda İzmir suikastinin iç yüzünü deşeleyen; “Bozkırdaki Çekirdek”te köy enstitülerinin övünülecek müesseseler olmadığını sergileyen; “Devlet Ana”da, üstü kapalı olarak, Asya halkları için Batıdakinden daha farklı bir sosyalist modeli izâh etmeye çalışan (ve Osmanlı’yı buna âlet eden) Kemâl Tahir’in eserlerini, iddialarının bir kısmına katılmasak bile, ROMAN KEYFİYETİNDEN ZİYADE, VESİKA HÜVİYETLERİYLE takdir ediyor, diğerleriyle arasına bir sınır koyuyoruz. Görebildiğimiz kadarıyla, Kemâl Tahir hem aydındır, hem dürüst; yâni fikir namusu vardır. Yaşadığımız sahtelikler panayırında bu iki vasfı biraraya getirebilmesiyle, ayrıca önemli… Biz, “sosyal gerçekçi” romanı savunmuyor ve bu tarzı idealimizdeki romanın çok gerisinde görüyoruz ama Kemâl Tahir’i bu akımın en güçlü imzası kabul ediyor ve ele aldığı meselelerin üzerine ciddiyetle eğildiğini hatırlatmak istiyoruz. Meseleleri gerçekten “mesele” edinmiş ve gözardı edilemeyecek “tez”lerle yaklaşmıştır onlara.
Kemâl Tahir’de (edebiyata şiirle başlamış olsa da) ŞİİRİMSİ bir üslûb aranmasın! Hâdise plânında “mesele”si vardır, kurgulaması sağlamdır ve “sosyal gerçekçi”ye yakışacak kadar canlı, içine girilebilir romanlara imza atmıştır; “üstün sentezci” bir sanat keyfiyeti olmasa da… Edebî bir hususiyeti olmayan üslûbu, “üslûbsuzluk” diye de yaftalanabilir.
Köy romancılığının önde gelen diğer bir romancısı Orhan Kemâl de bazı çizgileriyle Kemâl Tahir’i hatırlatır. Tıpkı onun gibi; gençliğinin bir bölümünü (Nâzım Hikmet’in yanında) hapislerde geçiren, orada yazmaya başlayan ve ilk olarak hikâyeleriyle görünen Orhan Kemâl’in romanlarında da koyu bir realizm, sağlam bir kurgu, canlı bir muhteva vardır. Üslûbu da -tıpkı Kemâl Tahir gibi- şiirimsilikten uzak, gayet sadedir. Sayfaların önemli bir bölümünü karşılıklı konuşmalarla doldurduğu ve şive taklidlerine ağırlık verdiği de bilinmeli…
72. Koğuş adlı meşhur eserinde, 40’lı yılların cezaevlerindeki yaşantıyı -bir kamera canlılığı ile- sergileyen, bütün çıplaklığı ile gösteren Orhan Kemâl’de eksik olan ve onu Kemâl Tahir’den geri bırakan bir şey vardır: “Mesele”… Yukarıda, -hâdiseler plânıyla sınırlı olsa da- Kemâl Tahir’in önemli meseleleri kurcaladığını fısıldamıştık. Orhan Kemâl ise, bilinen, duyulan, görünen ve yaşananları canlandırmaktan ileri geçememiş; tarihî bir vesika olacak şekilde önemli hâdiselerin sebeb-netice ilişkilerine sarkamamış ve dolayısıyla yeni bakış açıları getirememiştir onlara. Sanat keyfiyeti sınırlı olan ve zaten böyle bir gâye de gütmeyen “sosyal gerçekçi” romanlar, kıymetini olsa olsa “mesele”sinden alabilirdi; yâni Orhan Kemâl’de olmayan hususiyetten…
Gelelim başlığımızın ana mevzuu olan, bazı çevrelerin “en büyük Türk romancısı” kabul ettiği, Nobel adayı(!) Yaşar Kemâl’e!.. “İnce Memet” muharriri, bir romancıdan çok efsâne yazarı gibidir; heyhât, efsânelerin hayâl gücünü çiçeklendiren cazibesini de bulamadık onda.
“Toplum gerçeklerini” romanlaştıracak bu yazarın eserindeki “gerçek”, yapma bir gül gibi sırıtır okuyucuya. Aslında anlattıkları olmayacak şeyler değildir; köy ağalarına karşı bir insan elbette dağa çıkabilir, nitekim çıkmıştır da… Fakat bu en basit “mümkün”ü bile Yaşar Kemâl’in kaleminden okuyunca, onun ihtimal dışı bir şey; bir masal, bir destan anlattığını düşünmemek elde değil. Nerede en olmazı bile “olur”casına anlatan yazar; nerede en mümkün “olur”u bile “olmaz”casına romanlaştıran Yaşar Kemâl?..
Meselâ, yazın Çukurova’da yeterince pamuk toplayamadıkları ve kasabanın tüccarlarından Adil Efendi’ye borcunu ödeyemedikleri için korkulu bir kış geçiren Yalak köylülerinin bu durumlarını anlatan “Yer Demir-Gök Bakır” romanını hatırlayalım. Bir köylü topluluğu, esnafa borçlanabilir, o esnaf kötü birisi de olabilir ve hattâ köylülerin ellerinden kış erzaklarını alma ihtimâli de vardır. Ama bu köylünün “Adil Efendi” korkusu ve ondan kurtulmak için aldıkları tedbirler, Yaşar Kemâl’in anlattığı gibiyse, inandırıcılığının büyük çoğunluğunu yitirir. Muhtar Sefer’in düşündüğü tedbirlerin de, hiç namaz kılmayan Taşbaşoğlu’nun evliya sanılması ve buna kendisinin dahi inandırılması da, (“Yer Demir-Gök Bakır” da anlatıldığı şekilde) ihtimâl dışıdır. Hattâ “doğru olsa bile” ihtimâl dışı… Bu, Yaşar adına, kendi bakış açısından, yâni sosyal gerçekçilik açısından bir ayıbtır.
Edebiyat açısından çok mu düzgündür sanki sicili? 400 küsur sayfalık bu romanı okurken, yarısına yaklaşmıştık da, hâlâ içine girememiş, Yalak Köyü’nü dışarıdan seyretmiştik. O köyün içinde bize göre bir yer yoktu. Sakın Yaşar Kemâl’i köy romanı yazdığı için küçümsediğimiz düşünülmesin: 400 sayfa boyunca, bir köyden değil, sadece küçük bir odanın içinden bile bahsedilebilir; yeter ki o daracık odanın içine büyük bir dünya sığdırılsın; okuyucu bambaşka bir hayat iklimine kanatlanma imkânı bulsun!.. Yaşar Kemâl bizi köyün içinde dolaştıramıyor; denize dalmak yerine, akvaryumdaki bir balığı seyrediyoruz âdeta.
Yaşar’ın romanlarındaki en cazib bölümler, şairliğinin üstün geldiği ŞİİRİMSİ pasajlar… Üslûb zaman zaman nefes kesici bir hıza ulaşıyor; ama genellikle hep aynı kelimeler… Bazılarını ilk kez duyduğumuz çiçek ve böcek isimleri, tabiat tasvirleriyle akıp gidiyor sayfalar. Cemil Meriç’in ifâdesiyle; “her yontulmamış zekâ gibi somutu anlatırken usta, kamışları, ağaçları, kelebekleri anlatırken kendisi; yâni tanıdığı, gördüğü bir dünya bu. Romancılığa özendi mi, hezeyan başlamaktadır.” (Cemil Meriç, Kırk Ambar, Ötüken Yay., İstanbul 1980, s. 209)
Yaşar Kemâl’in tabiat tasvirlerini başlı başına başarılı kabul etsek bile, romanlarının akışı içerisinde, muhteva ile bu tasvirler arasında bir ilgi kurulamamaktadır. Gelişen hâdiselerden genellikle “bağımsız” olan ve kahramanların iç dünyasını aksettirmeyen aynı tasvirlerin sayfalarca uzatılmasını “gevezelik” vesikası sayabiliriz. Cemil hocanın “Demirciler Çarşısı Cinayeti” için söylediği, Nobel adayı yazarımızın bütün romanlarını ihtiva ediyor sanki: “Bu garip romanda insandan çok hayvan, hayvandan çok nebat var.” (A.g.e.)
Hem hüner tabiat tasvirlerindeyse; Çukurova romancısı, Knut Hamsun ve Cengiz Aytmatov gibi romancıların dizkapağı seviyesindedir ancak. 20. yüzyılın ortalarına kadar yaşayan Norveç’li Knut Hamsun’da tabiatın güzellikleri, roman kahramanlarının insanlardan ve sorumluluktan kaçmak için sığındıkları bir ana kucağı olarak, eserlerindeki muhtevanın âdeta temelidir. “Açlık” bir tarafa; “Pan”, “Victoria”, “Toprak Yeşerince” gibi romanları bu çerçevededir. (Keşke ferdî duyguların nefis ifâde edildiği ve manzaralarla ilişkilendirildiği bu romanlarda tabiat, bir sığınak değil de; insanî hakikati çözmeye yarayacak şifreler manzûmesi olabilseydi.)
Cengiz Aytmatov ise biraz daha farklı olarak, (“mihraksız tümevarım” tesbitinden ileriye geçmese de) insanın sırlarını tabiattan süzmeye ve içtimaî meseleleri bu malzemeyle sembolleştirerek ifâdeye çalışmıştır. Gerek Hamsun’da gerek Aytmatov’da tabiat, sayfaların arasına yerleştirilen tasvirlerden ibaret olmayıp, eserin kahramanlarından birisidir. Hattâ Aytmatov’un “Dişi Kurdun Rüyâları” ile “Elveda Gülsarı”nın başkahramanları; ilkinde “Akbar” ile “Taşçaynar” adlı iki kurt; diğerinde ise “Gülsarı” adındaki attır. Meşhur “Gün Olur Asra Bedel”in kahramanları arasında da bir devenin olduğunu unutmamak gerek…
Kezâ Hamsun’un “Pan”ındaki Teğmen Glahn da, “Victoria”daki sonradan ünlü bir şair olan “Değirmencinin Oğlu” da tabiatla iç içe yaşar. Onun bir parçası gibidir. “Toprak Yeşerince” tek başına tabiatla boğuşan ve yabanî toprağı ehlîleştiren bir adamın romanıdır.
Nobel’e aday(!) gösterilen Yaşar Kemâl’in hangi romanında, o çok methedilen tasvirleri, yukarıda bahsettiğimiz eserler gibi kaynaşmıştır muhtevayla.
“Köy Romancısı” Yaşar Kemâl’de, Kemâl Tahir ve Orhan Kemâl’in aksine, ne kurgulama, ne canlılık ve ne de “vesika” kıymetinde bir mesele vardır; olan tek şey, diğer ikisinde olmayan ŞİİRİYET… Yalnız onun mevcudiyeti de, roman yazmaya yetmiyor; hele muhteva ile kaynaşamadıktan sonra…
Bahsi geçen türde “mesele”nin Orhan Kemâl’de de olmadığını hatırlattıktan sonra, rahmetli Cemil Meriç’in, “İnce Memet” yazarına yönelik bir tavsiyesi ile bahsimizi noktalayalım:
“Mütevâzı kaabiliyetleri olan bu arkadaş, Nobel peşinde koşacağına daha çok okusa, daha az yazsa, hem kendisi hem de edebiyatımız için hayırlı olurdu.” (A.g.e., s. 211)
“Kaynak: H.Y. “Hikâye, Roman ve Şiir Çevresinde Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatına Toplu Bakış” başlıklı henüz yayınlanmamış bir eser çalışmasının bölümler hâlinde naklidir. “Akademya’ya Doğru Sitesi”, 2001-2005 (2010 öncesi arşiv yazılarımızda yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında yazılarını yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmaktadır.)
Yerin dibine sokup sokup çıkarmışsınız. Edebiyat a olan bakış açınıza hayran kaldım!