Birkaç Çizgi
Hikâye ve romanı ayrı ayrı değil de, tek bir başlık çevresinde incelememizin temel sebebi, bu iki edebî türün birbiri ile olan sıkı münasebetidir. Öyle ki, hikâye ile romanın kardeş olduğunu ileri sürenlerin sayısı oldukça fazla… Buna rağmen biz, hikâyenin yalnızca romanın küçültülmüşü sanılmasını veya romanın, hikâyelerin birbirine zincirlenişi gibi anlaşılmasını doğru bulmuyor, bunu dışyüzden bir yaklaşım kabul ediyoruz.
Bunları tek başlıkta toplamamızın bir diğer sebebi de, tanınmış veya tanınmamış neredeyse bütün romancıların, önce hikâyeciliğe el atmaları ve bu sahayı romancılığa sıçramak için adeta bir basamak kabul etmeleridir. Denilebilir ki, hikâyecilikte at oynatmayan romancı yok denecek kadar az… Yakub Kadri’den Peyami Safa’ya, Reşat Nuri’den Kemâl Tahir’e ve Tanpınar’a kadar birçok tanınmış roman yazarı önce hikâye toprağına tohum atmış ve bu zeminde eser filizlendirmeye çalışmışlardır. Peyami Safa ve Kemâl Tahir gibi roman bahçelerinde ameleliğe başladıktan sonra, hikâye tarlalarından uzaklaşanların aksine, bu iki zeminde de eser vermeye talib olanların sayısı epey boldur. Haldun Taner gibi birkaç istisna ise hikâyeciliklerini romancılığa bir basamak yapmamış ve roman yazmayan hikâyeci olarak kalmışlardır.
Bunların yanında “roman yazan hikâyeci” ile “hikâye yazan romancı” arasındaki farkı da gözardı etmemek gerekiyor. Sait Faik kendi tarzında çok güçlü bir hikâyeci sayılabilir ama romana yakın uzun hikâyelerinde ve hele tek romanı olan “Medarı Maişet Motoru”nda aynı canlılığı gösterdiğini söylemek mümkün değildir. Yine farklı bir tarzda usta sayılanlardan Sabahattin Ali de roman arenasında fazla birşey söyleyememiş, hikâyeleri dışında ciddiye alınacak eser verememiştir.
Peyami Safa gibi işe hikâyelerle başlayan bazı edibler de, asıl yeteneklerini roman sahnesinde sergilemişler; tâbiri caizse, dar alanda başarısız olan oyuncular, daha geniş başka bir sahada üstün bir tempo tutturmuşlardır kendi çaplarında…
Tarık Buğra, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi hem hikâye, hem roman zemininde ciddiye alınacak meyvalar yetiştiren muharrirleri de unutmamak gerekiyor.
Hikâye Üzerine
Bizim cemiyetimizde hikâyenin mazîsi manzum olarak ve kıssadan hisse biçiminde çok eskilere dayanmaktadır. Mesnevîlerimizde, kasîdelerimizde, siyasetnâmelerimizde şiirin içinde rakseden bir hikâye ediş vardır. Ancak bu çalışmanın mevzuunu teşkil eden “hikâye” kavramı, formunu Batıda bulan ve memleketimize ilk olarak 19. yüzyılın ortalarında girmeye başlayan sanat türüdür. Bir taklid edebiyatı olarak gelişen bu türün, Cumhuriyet dönemine kadar hangi safhalardan geçtiği, bu çalışmamızı fazla ilgilendirmiyor. Lâkin, edebiyatımızda hikâyenin formunu bulma yolundaki ilk önemli hamlelerinin, usta bir taklidçi olan, Edebiyat-ı Cedide yazarlarından Halid Ziya’nın kalemiyle gerçekleştirildiğini; Ömer Seyfettin’in ise sağlam sayılabilecek bir yapı inşâ ederek, Cumhuriyet dönemi yazarlarına kendi çapında önemli sayılabilecek bir miras bıraktığını hatırlamakta fayda var.
Hikâye Türleri
“Hacmine”, “mevzuuna”, “tekniğine”, ve bunlar gibi birçok unsura ve akıma göre değişik hikâye türleri sıralanabilir. Meselâ hacmine göre “uzun hikâyeler” ve “kısa hikâyeler” vardır edebiyatımızda. Ahmet Hamdi Tanpınar ve Kemâl Tahir gibi yazarların hikâyeleri oldukça uzundur ve sanki bunları romancılığa ısınmak için yazmışlardır.
Genellikle Refik Halit Karay, Sait Faik, Halikarnas Balıkçısı ve Tarık Buğra gibi yazarların tercih ettikleri kısa hikâyeler ise zâhirdeki kolaylığının aksine, gerçekte zor bir türdür. Bir kere romandaki gibi geniş bir alan yoktur yazarın karşısında… Zamanı ve mekânı sınırlamak, dağılmamak, tek bir noktada toplanmak ve adeta duygu ve muhtevayı tabletleştirmek memuriyeti… Zor ve çetin olan kısa hikâye budur. Bu anlamda, Cumhuriyet dönemi öncesinde ve sonrasında (Büyük Doğu ve İBDA Mimarları’nın hikâyeleri dışında) ciddiye alınacak çok az hikâye vardır. Zorluğun, çetinliğin ve tecridin misâli olması gereken kısa hikâye, Türk edebiyatında uzun hikâye ve romanın kendine hâs zorluklarından kaçışın sığınağı hâline gelmiş ve ucuzluğun misâli olmuştur. Romanın istediği geniş senteze gücü yetmeyenler, kısa hikâyeciliğe kaçmışlardır. Üstelik kaçtıkları yerin kendilerinden istediği tecrid bünyesinden de mahrum oldukları meydandadır. Kısa hikâyeciliğin en başarılı isimlerinden olan Sait Faik bile bu misâlin çerçevesindedir. Uzun hikâyeleri ile tek romanı olan Medarı Maişet Motoru adındaki eseri bütünlükten oldukça uzaktır.
“Medarı Maişet Motoru”, bir romandan ziyade, birbirinden kopuk duyguların hikâyeleştirilmesi ve bunların birbirine zincirlenmesi ile oluşan hikâyeler bütünüdür. Bu durumun, ilk bakışta sanılabileceği gibi, İbda Mimarı’nın “Gölgeler” romanıyla veya Marcel Proust’un “Geçmiş Zaman Peşinde”siyle ciddi bir benzerliği yoktur. “Gölgeler” ve “Geçmiş Zaman Peşinde” gibi eserlerde, zâhirdeki dağınıklığının ötesinde sağlam ve ruhî bir bütünlük, geniş bir sentez vardır. “Medarı Maişet Motoru”nun muharriri ise bütünlemeye çalıştıkça dağıtmıştır. Öyle ki, bir roman yerine aynı malzemeden hikâyeler serisi çıkarmayı deneseydi, Türk edebiyatı en az on tane güzel hikâyeye sahib olur ve Sait Faik de başarısız bir romana imza atmaktan kurtulurdu. Hikâye serisini birbirine zincirlemekle roman olmayacağının bir misâli de burada saklı…
Kezâ şöhreti keyfiyetinden çok üstün olan Adalet Ağaoğlu da ciddiye alınacak bir romana imza atamamış, daha ziyade hikâyeleriyle ilgi çekmiştir. Romanlarına verilen ödüller ise münekkid yokluğunun vesikası sayılabilirler.
Yeri gelmişken önemle belirtelim: Bugün münekkid mefhumu, tamamen aslî mânâsının dışında bir ifâde kalıbına bürünmüştür. Münekkid denince, bir eseri kuyumcu hassasiyetiyle tartan ve onu yazanın bile farkedemediği noktaları keşfeden kişi yerine, işine geleni basit tekerlemelerle öven, işine gelmeyeni ise bir takım içi boş kelimelerle gûya tenkid eden maskaralar canlanmaktadır hafızamızın aynalarında… “Doğru dürüst bir edebiyatımız var mı ki, münekkidi olsun” sorusu da, üzerinde ciddiyetle durulması gereken bir mesele… Bu çalışmanın cevabını vermeye çalıştığı sorulardan biri de bu zâten.
(…)
Tekniğine göre bir ayırım yapacak olursak, klâsik ve modern tarz olmak üzere iki genel akımla karşılaşırız. Hem bunları izâh etmek, hem idealimizdeki hikâyeyi vuzûha kavuşturmak, hem de Cumhuriyet dönemi hikâyeciliğinin çapını ortaya çıkaracak mihenk noktasını işaretlemek için, şahsımıza âit bir yazıyı aynen aktarıyoruz. Büyük Doğu Mimarı Necib Fazıl’ın “Ölmek İstiyorum” isimli hikâyesinin şahsında “ideal hikâye”yi ve “ideal hikâye anlayışı”nı göstermeye çalışırken, diğer Türk hikâyecilerinin bu anlayışın neresinde olduğunu da hissettireceğimizi umuyoruz.
Kaynak: H.Y. “Hikâye, Roman ve Şiir Çevresinde Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatına Toplu Bakış” başlıklı henüz yayınlanmamış bir eser çalışmasının bölümler hâlinde naklidir. “Akademya’ya Doğru Sitesi”, 2001-2005 (2010 öncesi arşiv yazılarımızda yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında yazılarını yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmaktadır.)