Günlük konuşma dilinin ucuzluğuna sığınarak, “içinden geldiği gibi yazmak” şeklindeki hastalık, bizim şiir semtimize ayak basamaz. Şu satırlara dikkat:
“… hepimiz biliriz ki, insanın kalemine her zaman “iyi gelmez”. Kaleme iyi gelmesi için, “nasıl geliyorsa” ile yetinmemek lâzım. Şiir yazmak demek, her kelimeyi, her mısraı, her kıt’ayı tartmak, hepsi hakkında hüküm vermek demektir; şairin kulağı kirişte olmalı, sese, mânâya, kelimelerin yerlerine dikkat etmeli.”
“… bir adamın şair olup olmadığı, içindeki şarkıyı yüksek sesle söylediği zaman belli olur; ama bilirsiniz ki, duymak başka, duyduğunu ifade etmek başkadır… Yüksek sesle şarkı söylemek için insanın sesi olmalı, kulağı olmalı, şarkı söylemesini bilmeli. Kendi kendimize şarkı söylediğimiz zaman sesimiz olmasa da, yanlış da söylesek beğenebiliriz; ama başkaları için mühim olan, şairin içindeki ses değildir. Okuyucu şairin içinde değil ki! Şair yanlış söylerse, söylediği de yanlış duyulur.” (Salih Mirzabeyoğlu, Şiir ve Sanat Hikemiyatı, İBDA Yay., İstanbul 1989, s. 213-215)
Cumhuriyet döneminde yaygınlaşan ve teşvik gören bu “içinden geldiği gibi yazma” mikrobuna karşı, yine İBDA Mimarı’nın “Marifetname” adlı eserinde altını çizdiği bir ifâde, aşı hüviyetiyle bizim şiirimizin bünyesini koruyacaktır:
“Müzikte, gök gürültüsünü taklit etmek sanat değildir. Fakat bende gök gürültüsünü dinlerken duyduğum duyguyu uyandırmayı amaçlayan müzisyen çok yüksek bir değer kazanır.” (Salih Mirzabeyoğlu, Marifetname, İBDA Yay., İstanbul 1986, s. 172)
Bu “içinden geldiği gibi yazma” ucuzluğunun zıddı gibi görünen bir başka ucuzluk da, ideal şairin rağbet etmeyeceği tarzlardandır: “İçinden gelmediği gibi yazmak”…
Tıpkı felsefenin birbirinin yanlışını çıkarma sanatı oluşu gibi, Cumhuriyet dönemi edebiyat akımları da ancak karşılarındakilerin zaafını işaretlemekten ibaret kalmışlardır. “İçinden geldiği gibi yazan” birinci yeniye mukâbil, “içinden gelmediği gibi yazan” ikinci yeni tarzı da bizim şiir ve sanat semtimize ayak basamayacaktır. Duyguyu ve heyecanı bir yana bırakıp, “derin ve mücerred” şiir yazmayı birtakım anlamsız saçmalıkları sıralamak sanan ve kendi söylediklerinin -olmayan- mânâsını pek tabiî olarak kendileri de bilmeyen bu şair taslaklarının sayıklamalarında, ritim ve estetik gibi sanata can verici damarlar tıkanıktır. Diğerlerinde, hiç olmazsa günlük konuşma dilinin alışılmış akıcılığı vardı.
Her kıymete sahtesinin musallat oluşunu bildiğimize göre, şairlik özentisiyle yola çıkan ve sanattaki yeteneksizliklerini gizlemek için “derinliğin” arkasına sığınan, estetik zevkten pay almadan, “nasılsa bir mânâsı vardır” anlayışıyla bazı mücerred ve müşahhas kelimeleri alt alta sıralayarak “şiir” diye takdim edenleri ciddiye almıyoruz. Estetiğin ruha nisbetle ele alınması gereken bir zaruret oluşunu ve onu anlamada -Büyük Doğu-İBDA’dan öğrendiğimiz veçhile- akıl ve mantığın pek az, bedâhet hissinin ise fazlasıyla rolü bulunduğunu hatırlayıp, imânın da herşeyden önce bedâhet oluşunu gözönüne alırsak; “doğru ve iyinin, tek
kelimeyle hakikatin zarafet ambalajı” olan güzellikten ve estetikten mahrumluğun vahim manzarasını büyük bir ürpertiyle farkederiz (bkz. Şiir ve Sanat Hikemiyatı). Yâni estetik ve ritimden kopuşun, ruhlarda ne kadar büyük bir gedik açtığı ve kalb zaafını işaretlediği ortada… Bunların yanına, “Allah güzeldir, güzeli sever” ölçüsünü de koyunca; Allah’ı Allah’ın istediği gibi sevebilmenin ve Allah’a kendimizi sevdirebilmenin vasıtalarından birinin de estetik zevki geliştirmek olduğu anlaşılır.
Bizim şairimiz hayatın bütününü kucaklayacak ve en derin ve girift mânâlarla, en çetrefil ifâdelerle burun buruna getirecektir okuyucuyu. Ama bunu, “nasılsa her kelâm bir mânâya delâlet eder” düşüncesiyle bazı kelimeleri tombaladan sayı çekercesine bir başıboşlukla sıralayarak ve ritimden koparak değil, okuyucunun şuur seviyesi yükseldikçe mânâ meyvelerinin boy atacağı ve estetiğin zâhir olacağı bir anlayış ve usulle başaracaktır. İşte burada okuyucuya önemli bir görev yüklenir ve bir nev’i, şiirin ikinci müellifi gibi olur o. Misâl: Ben şiirimde, “sevdiğim kadının gözlerinde bir nur gördüğümü ve o nurun beni sonsuzluğa kanatlandırdığını” söylerim, buradan, “gözde Allah’ın nurunun yuvalandığını” ve “kadının sonsuzluğun sahibi Allah’a ulaşmada bir vasıta olduğunu” keşfedebilmek ise okuyucunun şuur seviyesine kalmıştır.
Bu tür şiirlere muhatab olan idrâk, mânâyı kavradıkça, kelimelerin ve mısraların arasındaki estetik rüzgarını daha canlı hisseder; mânâ ile birlikte ritim de yükselir. “Kayan Yıldız Sırrı”nın bütün haşmetiyle yaptığı ve “ikinci yeni” şairlerinin -belki yapmak isteyip de- yapamadıkları ve şiiri deli saçmasına dönüştürdükleri ayrılık çizgisi burada başlar.
Şiirin intihar yolculuğunu, Yahya Kemâl Beyatlı’nın kaleminden seyredelim:
“Bir naaş nasıl yavaş yavaş solar, çürür, lîme lîme olur, bir kemik çerçevesi kalırsa, Türk şiirinin de öyle, önce ruhu çekildi, sonra yavaş yavaş lisânı çürüdü, vezni bozuldu, ahengi çetrefilleşti. Nihayet kuru bir iskeleti kaldı. Senelerdir en usta sanatkârlar bu iskeleti diriltemiyor. İnkıraz devirlerinin başlıca fârikasıdır, bir edebiyat ölürse lûgat, vezin, sarf, nahiv hevesleri ortalığı sarar, edebî nazariyeler kaynaşır, yenilik bir iptilâ olur, ŞİİRİN KENDİ ÖLÜR BİNLERCE ŞAİR ÜRER; tıpkı bir naaş, ruhu olduğu zaman bir vücûtken, çürüdükten sonra bir kurt mahşeri kesildiği gibi!” (Yahya Kemâl, Edebiyata Dâir, İstanbul Fetih Cemiyeti’nin 63. Kitabı, İstanbul 1971)
Cesedin üzerinde “bir kurt mahşerindeki” başıboşluk ve nisbetsizliğin aynısı, günümüz şiir pazarında sergilenmektedir. Kurtçukların şekli birbirinden ne kadar farklıysa(!), bu şairlerin tarzları o kadar orijinal!.. NİSBET hikmetini anlamayanların, başıboş şekilde yürümesi ve birbirlerine çarpması, birbirlerini taklid etmesi, pek tabiîdir.
Hem nisbet sırrının anlaşılması, hem başıboş sanat olmayacağının bilinmesi ve “ufuk hüviyetindeki” ideal şiirin görülmesi için, bir mektub vesilesiyle kaleme aldığımız “Çile’nin İçinde Bütün İnsanlık Var” başlıklı yazımızı bu çalışmaya almakta fayda görüyoruz. Umarız ki, Cumhuriyet şairlerinin getirdiği başıboşluk sefâletinin hissedilmesine yardımcı olur.
Kaynak: H.Y. “Hikâye, Roman ve Şiir Çevresinde Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatına Toplu Bakış” başlıklı henüz yayınlanmamış bir eser çalışmasının bölümler hâlinde naklidir. “Akademya’ya Doğru Sitesi”, 2001-2005 (2010 öncesi arşiv yazılarımızda yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında yazılarını yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmaktadır.)