CUMHURİYET EDEBİYATINA TOPLU BAKIŞ – 26 (Çile’nin İçinde Bütün İnsanlık Var)

Hem nisbet sırrının anlaşılması, hem başıboş sanat olmayacağının bilinmesi ve “ufuk hüviyetindeki” ideal şiirin görülmesi için, bir mektub vesilesiyle kaleme aldığımız “Çile’nin İçinde Bütün İnsanlık Var” başlıklı yazımızı bu çalışmaya almakta fayda görüyoruz. Umarız ki, Cumhuriyet şairlerinin getirdiği başıboşluk sefâletinin hissedilmesine yardımcı olur:

Mektubunuzu okurken yaşınızın sandığımdan da küçük olduğunu farkettiğim gibi, hislerinizin henüz düşünce kıvamına eremediğini, fikrî bir disiplin altında olmadığınızı, İBDA Fikriyatı’nı yeterince tanımadığınızı ve dolayısıyla şu ân itibariyle üstün terkibe uzak olduğunuzu bizzat gördüm. Bir şairde yokluğuna müsamaha gösteremeyeceğim bu hususiyetlerin sizde mevcud olmamasını, yaşınız sebebiyle -ki tahminimce 17-18 yaşlarındasınız- şimdilik mazur görebilirim. Şunu unutmayınız ki, şairlik köprüsünden geçebilmek için tecrid terleri dökmeye mecbursunuz.

Cevabıma başlamadan önce, mektubunuzdaki bazı cümleleri, uydurukça kelimelere dahi dokunmadan hatırlatmak istiyorum:

“Şiir; ya kişisel gerçeklerin şifrelenmesi olacak, yahut başkalarına bir yön levhası. Ama aslâ başkalarının gerçekleri olmayacak. Bu ancak fantezidir.”

“Şiir, özünü, ruhunu yaşamdan alıyorsa yaşam salt şiirdir. Ve böylece insan en büyük şairdir.”

“Hayat en ince noktasına, en detayına kadar ancak anlaşılır gibi büyük bir söz söylemiştim işin başında. Yaşayan insandan kastım bu detaylara girendi. Duran, koşan, düşen, emekleyen, yatan…”

“Herkesin ÇİLE kitabını bir kenara itip, yerine koyabileceği kendi çilesi olmalı.”

“Mona Roza’yı okumak güzeldir ama birisinin gittiğini görmek daha güzel.”

“Yattığım Kaya’daki hüzün güzeldir ama mahşerde görüşürüz diyerek ümit etmek daha acı, daha güzel.”

Bunlar size âid bazı ifâdeler… Önemle belirtmeliyim ki, ben tesadüfî şiire inanmıyorum. Farklı duygu titreşimlerinin etkisiyle ve rastgele ifâdelerle bazı güzel sesler yakalansa da, bunlar mihraksız çocuk uçurtması hüviyetindedir ve sonuçta körün avcılık yapması gibi bir şeydir. Sadece şiirde değil, şiir hakkında söylenen sözlerde de aynı başıboşluktan şikâyetçiyim. İşte birkaç cümle de benden:

-“Şiir; güneşten dökülen renklerin gönül bahçemizdeki helezonudur.”

-“Şiir; gönül semâlarımızda kâh rakseden, kâh çırpınan bir yürek kuşudur.”

-“Şiir; hayata karşı içimizde yükselen soylu bir çığlıktır.”

Bu sözleri, şimdi, bir saniye bile düşünmeden bizzat ben yumurtladım. Ve inanın her gün akşama kadar böyle yüzlerce müthiş(!) lâf geveleyebilirim şiir hakkında!.. Ama bunların gözümde başlıbaşına hiçbir anlamı yok. Dedim ya, tesadüfî şiire inanmadığım gibi başıboş sözlere de inanmıyorum. Büyük Doğu Mimarı, poetikasında, şair ne yaptığının yanısıra, niçin ve nasıl yaptığının ilmine de muhtaçtır diyor. Sizin ifâdelerinizde de, bahsettiğim başıboşluğu gördüm maalesef… Ama zamanla olgunlaşıp, hislerinizi üst fikirlerle irtibatlandıracağınıza inanıyorum. Bunun için de, illâ ki okumak, okumak, okumak ve NİSBET bahsini anlamak…

Evet, “yaşanılanın şiiri” ama önce “yaşamak ne” sorusunun cevabı… Bizzat sizin ifâdenizle “duran, koşan, düşen, emekleyen, yatan” insan mı yaşayan insan? Hayat beş hasse plânıyla mı sınırlı? Ya düşünen, umut eden, hayâl kuran, sebebsiz yere bunalan, ürperen insan?.. İBDA Mimarı’nın “hiç sebebsiz bir sebeb” diye mısralaştırdığı hâl… Meselâ, hayâl ettiğimiz şeyleri de hayâl ederken yaşıyoruz. Size 28 dörtlükten oluşan “Çile” şiirini okurken “Allah ve ölüm fikri” karşısında bir idam mahkûmunun ürpertisini yaşadığımı söylesem mübalağa mı etmiş olurum? “Çile”yi okurken onu yaşamadığımı mı sanıyorsunuz? Bir arkadaşıma şunları söylemiştim: “Çile’yi yaşamayan insanın onu anlayabilmesi mümkün değil. Allah, kader, ölüm gibi SIR’ların karşısında ürpermeyen, kâinatın sınırını tahayyül ederken çıldırma noktasına gelmeyen insan için “gök devrildi, künde üstüne künde” ifâdesi süslü bir mecazdan ibarettir.”

Görüyorsun, ben de “Çile”yi yaşamaktan bahsediyorum ama senin işaretlediğinden daha farklı bir yaşamak… Yâni “çile”yi, Çile’nin içinde yaşamak… Bu mânâda Çile şiirinin “anladım” sanılmasına rağmen en az anlaşılan şiir olduğunu anlatabiliyor muyum?

İşin başka bir buudu daha var: Duygular ile düşünceler arasında bir köprü kurarak, İBDA’dan öğrendiğimiz olarak, kendi ferd hakikatini topluluk hakikatinde (hakikat-i ferdiye) tecelli ettirmek… Hani Homeros’un bir istiridye kabuğuna bütün deryaların uğultusunu sığdırışı var ya, işte öyle!.. Şair ferd hakikatini yaşasa bile, onun yaşadığının içinde okuyucu da bir yer bulabilmeli… Bu çerçevede bin tane Mona Roza bir tane Çile’nin tırnağı bile olamayacağı gibi, yüz bin Sezai de bir Necib Fazıl etmez. Çile şiirinde, ferd ferd her insanın karşısında ürperdiği Allah-Kader-Ölüm düşüncesinin, Necib Fazıl’ın şahsiyet ve hassasiyetinde şiirleşmiş ifâdesi mevcuttur. Ve bu yönüyle bütün insanlığa aynadır bu şiir; “Çile”nin içinde bütün insanlık var.

Kezâ “Kaldırımlar”… Bir dostumun (S. Gürselgil’in) belirttiği gibi; “çilekeş yalnızların annesi olmayan kaldırımları ne yapayım ben? Eğer içimde kıvrılan bir lisân değilseler bana ne onlardan!” Yâni sen istediğin kadar “duygusal” ol, derin hislerin ve zengin bir hayatın olsun; onların içinde bana yer yoksa, senin hayatın benim hayatıma kapalıysa, beni kendi şiir iklimine davet etmeye hakkın olmaz. Üstad’ın “Kaldırımlar”ına bayılıyoruz; çünkü onlar “çilekeş yalnızların annesi” ve “içimizde kıvrılan bir lisan”… Bunu böyle anlamadıkça, istediğin kadar “senin yaşadıklarını anlatsaydım, bu fantezi olurdu” diye bağır; sükûttan başka hiçbir karşılık bulamazsın. Eğer şiir senin için geçici bir oyuncak değilse bu böyle!..

(…)

“Çile kitabını bir kenara itmek” mi dedin? Israrla ve ısrarla bu cümleyi görmemeye çalışıyorum; cevabını yukarıdaki satırlarda bulacağını umarak… Bu sözü söyleme cüretinde tek bir kişi bulunabilirdi: Çile’yle birlikte baştan sona Necib Fazıl’ı temsil ettiği mânâya lâyık bir biçimde anlayan, yutan ve O’nun yaşadıklarının aynısını kendi iç âleminde yaşayan “KİM” ise O!.. Yâni İBDA Mimarı!.. O ise bizzat bu vasıflarından dolayı daha sımsıkı perçinlemiştir ruhunu Üstad’a! Nerede kaldı ki, İBDA Mimarı’na nisbetle, Necib Fazıl’ı sadece kabuğundan tanıyan bizler böyle bir söz söyleyelim; mümkün mü? Hangi cesaretle?.. Edebin hadde riayet, yâni “haddini bilmek” olduğunu sakın unutma. Ve yine unutma ki, kendi çilen ne kadar büyük olursa, “Çile”nin büyüklüğünü ve “bir kenara İTİLMEZLİĞİNİ” o kadar iyi anlarsın.

(…)

Bütün bunlardan sonra şunları sorma hakkını hissediyorum kendimde: Yoksa sen “Çile”yi basbayağı bir acı mı sanıyorsun? İnan, sokaktaki alelâde bir adamın “sıkıntı”sına benzer bir şey değildir o çile!.. Defalarca tekrar edilse yeridir ki, o “çile”de bütün insanlığa yer var. Şairin görevi de bu değil midir? Hissedilip de ifâdeye gelmeyeni belirli kalıblar çerçevesinde kelâmla zarflayabildiği için “şair” sayılmaz mı insanlar? Bu sebeble kendimize dost veya düşman bulmaz mıyız onları? Bana ne dost ne düşman olabilen söz cambazını ve hassasiyet esnafını nasıl şair kabul edeyim ben?

(…)

Bu yazdıklarım üzerine düşünüp, Büyük Doğu-İBDA külliyatını mutlaka okuyunuz. Bu ülkede gerek duygu, gerek hareket yönünden çok zengin ve renkli insanlar çıktı ama bunları üst seviyedeki fikirlerle irtibatlandıramadıkları için kavrulup gittiler. “Güneş’e Şarkı” isimli oldukça uzun bir şiirimde bu hususa şu mısralarla temas etmiştim:

 

Bir yelkene hasret kaldı yıllar sonrası rüzgârlar;

Gün doğumu sancılarla kıvrandı yitik baharlar.

Biz üşüyorduk, yağmurlu şafaklara düşüyorduk

En amansız özlemlerle ıslanıp dövüşüyorduk.

 

“Yelken”in yerine üst-dil, üst-düşünceyi; “rüzgârlar”ın yerine de başıboş duygu ve hareketleri koyup, yeniden oku istersen! Anlaşıyor muyuz?

En azından üzerinde konuşabileceğimiz müşterek zeminin biraz daha genişlemesi için “Poetika” ile “Şiir ve Sanat Hikemiyatı”nı en kısa zamanda okumalısın. Yoksa rastgele söylenmiş, disiplinsiz (yâni bir düşünce ile bağlantısız) sözlerle bir yere varamayız. Mektubumun başında bazı süslü cümleler yazmıştım şiir üzerine… Onlar lüzumsuz mu? Tamamen değil elbette. Ama önce, yaptığımız işin fikrî izâhı… Sonra, istersek bu izâhları süslemek için böylesi ifâdelere (onların besin değerinden uzak krema olduğunu unutmadan) yer verebiliriz. Ama aslolan, İBDA Mimarı’nın şiir ve sanat bahsinde söylediği “duygunun düşünceden, düşüncenin duygudan süzülmesi” hikmeti… Bütün konuştuklarımızın ipucu da burada saklı…

(…)

Son olarak: Büyük Doğu Mimarı ile İBDA Mimarı’nın eserlerine NİSBET kurarak şiir yazmaktan kaçınmanın sebebi, onların gölgesinde kalma korkusu olmasın sakın? Eğer öyle ise ve KENDİNE GÜVENİYORSAN, İbda Mimarı’nın şu satırları yüreğine su serpsin:

“Üzerine fikir ve sanat gökdelenleri inşâ edilmek üzere hazırlanan zeminin kurucusuna mahsus nisbet ve icâzların karikatür oluş ve taklitlerine -sahteliğe- dikkat çekmemek, hem inşâ istidat ve sahiblerine karşı haksızlığa göz yummak, hem de olmadığı mânânın mâliki görünmeye bayılan arsızlığa çanak açmaktır… Dünya çapında bir fikir örgüsü üzerinde her biri “şahsiyet” bir insan topluluğu beklerken, üreteni ve üretmeyeni-verimin kime âit olduğu belirsiz bir kargaşa ve kaos ortamına fırsat vermemek için, bunları söylemek zorundayım… Bütünü, keyfiyetini katılanların temin edeceği bir yapı olan İBDA şemsiyesi altında, kârı tamamen borç alana âit olmak üzere sermaye verirken, hem sermaye keyfiyetinin sıhhatine kefil olmak ve üreticiye sağlam teminat mesuliyetini yüklenmek, hem de borç alanın sermaye sahibinden misillerce fazla sermaye edinebilmek iktidarının ve görünüşünün bir nevî fikir yankesiciliği ortamının kargaşasında perdelenmesine fırsat vermemek için, sözkonusu ikazlara mecburum… Ve, fikir ve ilim adına ne varsa dünya çapında en büyüklerin yetişeceği bir irfân tarlasını hazırlarken, bütün bu ikazları, bir nevî aslan payını tarla hazırlayıcısında bırakmak telaşesiyle değil, -ki yaptığım işe nisbetle bunları ifâde etmem bile beni küçültücü-, gerçek ve sahici istidat ve çabalara istikamet gösterme mesuliyetiyle yapıyorum; nasıl ki sahâbîlerden sonra ümmetin en büyük ferdi olan İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin Hanefî mezhebine bağlılığı onun bu sıfatını eksiltmiyorsa, benim İBDA’nın kurucusu olmam, İbda bağlılarının en büyük fikir, ilim ve sanat kimliği ile meydan yerini tutmalarına -ki hayatımın gayesi- bir tenzil değildir…” (Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Muztaribler, İBDA Yay., İstanbul 1998, c. 1, s. 199)

Allah, bizlere “bir fikre iştirak nedir, bir fikirden hareketle üretmek ve tatbik nedir” şeklinde İbda Mimarı’nın sorduğu soruların cevabı çerçevesinde “Çile”nin ve bütün Büyük Doğu-İBDA külliyatının hakikatine vâkıf olmayı nasib eylesin duasıyla satırlarıma son verirken, okumanızı arzuladığım eserleri tekrar hatırlatırım.

 

Kaynak: H.Y. “Hikâye, Roman ve Şiir Çevresinde Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatına Toplu Bakış” başlıklı henüz yayınlanmamış bir eser çalışmasının bölümler hâlinde naklidir. “Akademya’ya Doğru Sitesi”, 2001-2005 (2010 öncesi arşiv yazılarımızda yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında yazılarını yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmaktadır.)

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR