Günümüz şiir(!)inin ulaştığı son noktayı özetleyecek olursak: İzâhsızlık, başıboşluk ve bir anlayış mihrakına nisbet kurarak kendi “öz”ünü bulma yerine, tesadüfî arayışların mecburen itelediği taklid batağı… Ve bunların kaçınılmaz sonucu: Kuluçka makinasından çıkmış birbirinden ayırt edilemez civciv sürüsü gibi, hiçbir orijinal hususiyeti bulunmayan ve diğerleriyle arasına fark çizgisi çekemeyen yığınla şair taslağı… Gelinen bu noktada, hâs ve hususî eda, şahsiyet ifâde eden üslûb gibi, soylu şairin “olmazsa olmaz” şartlarından hiçbirisini bulamıyoruz. Bataklıkta yayılan sinek sayısınca şair üreten Cumhuriyet dönemi kültür politikası, şiiri öldürmekle övünebilir.
Buralara kadar nasıl gelindi: Yunus’ların, Şeyh Galip’lerin toprağında, şiir nasıl oldu da, umumî tuvaletlerin duvarlarına beş dakikada karalanan paçavralardan farksız hâle geldi? Bu menfî aşamaların ana hatlarına birkaç cümleyle temas edeceğiz:
Zamanın mânâsına mutabık olan Divan şiiri, 19. yüzyılla birlikte bu vasfını yitirdi ve cemiyetteki çözülüşün, Batılılaşma hareketlerinin habercisi olamadı. “Zaman ândan ibarettir” ve “sanatçı çağının şahididir” anlayışını hatırlarsak, tıpkı eski mûsikîmiz gibi çok büyük bir medeniyetin sesi olan Divan şiirinin, tekâmül etmediği için günümüz insanını tamamen doyuramayacağını kabulleniriz. Tezatsız bir cemiyetin içinde yoğrulan o şiir, yine tezatsız bir cemiyete sesleniyor; muhatablarını iç âlemlerinde hür bir yolculuğa davet ediyordu.
Tanzimat’tan itibaren ise bir medeniyet değiştirme hamlesi başlamıştı ve toplum aşama aşama, akla-hayâle sığmayacak tezat uçurumlarına yuvarlanıyor, karmaşıklığın pençesinde kıvranıyordu. Böyle bir zamanı kuşatacak, hasrına alacak ve nizâmlayacak şiir, elbette daha farklı olmalıydı. Nedense “Safahat”a almadığı bir dörtlüğünde, “tebliğci” şair Mehmet Akif, bu mecburiyeti şu mısralarla ifâde eder:
Virânelerin yascısı baykuşlara döndüm,
Gördüm de hazanında bu cennet gibi yurdu!
Gül devrini bilseydim onun, bülbül olurdum;
Ya Rab, beni evvel getireydin ne olurdu?..
Bu tür bir bakış açısından hareket etmek, zamanı kuşatacak, hasrına alacak ve nizâmlayacak bir anlayışa götürür üstün vasıflı sanatçıyı. Bu zamane insanlarının seviyesine düşmek ve onların çapı kadar eser vermek değil, aksine bir doktorun tedavi edeceği hastaya dokunma mecburiyeti gibi, çağını ve toplumunu nizâmlayacak sanatçının, nizâmlayacağı toplumun kaosuna ortak olma, hattâ o kaosu bütün şiddetiyle yaşama zaruretidir.
“- Otomobillerin 250, tayyarelerin 1000 kilometre hızla aktığı, bir düğmeye basar basmaz, hesap makinelerinin muhasebe hülâsalarını çıkardığı, camdan kumaş yapıldığı ve ölü gözünden körlere göz uydurulduğu bir cemiyette bütün bunların yeni hassasiyetini getirecek yeni bir şiir lâzımdır.
– Sırasiyle buharın, motorun, elektriğin ve atom bombasının ve füzenin şairlerini aramaya mecburuz.
– (Bodler), müsbet ilim keşifleri önünde bütün dayanak ve tahakküm hakkını kaybetmiş ve malihulyaya düşmüş bedbin münevverin sesiydi… (Rembo) bu sesi, buhran ve marazilikte daha ileri götürdü. (Valeri) ise aynı sesi, şiire sonsuz bir tecrid mizacı aşılamak yoluyle muvazeneye kavuşturmak istedi. Fakat kimse, müsbet ilimlerin atlı karıncasında sarhoş hale gelen insanın yeni ümit şarkısını besteleyemedi.” (Necip Fazıl Kısakürek, Çile, 22. Basım, Büyük Doğu Yay., İstanbul 1994, s. 493)
Kısacası, (Bodler), (Rembo), (Fuzûlî), (Yunus Emre) gibi ulvî soydan şairler, cemiyetin nabzını yakalamış, çağına şahidlik yapan bir keyfiyete sahibtirler. Yeri gelmişken, Büyük Doğu Mimarı’nı, şiirindeki metafizik gerilim sebebiyle “dindar bir şair” kabul etmeyen, “dindar şairin Yunus Emre gibi huzurlu” olacağını söyleyen salakları hatırlamamak olmaz. Ne bilsinler, üstün sanatçı çağının şahidi ve yerine göre ya davacısı ya müdafaacısıdır; yâni sürekli alışveriş hâlindedir yaşadığı “ân”la!..
Tanzimat şairi, çağının sosyal meselelerini kucaklamaya talib olur ama onların altından kalkamaz; zamanın kendilerine yüklediği mükellefiyetin altında ezilirler. Hem sanat keyfiyetleri ve kültürel bünyeleri de buna müsait değildir. Sonra hedefledikleri Batıyı bile çok geriden takib ettikleri bilinen bir gerçek… Tanzimat şairleri, Namık Kemâl’ler, Ziya Paşa’lar eliyle şiiri siyasî bir propaganda âletine dönüştürürken, aynı yıllarda Fransız şiiri de (Bodler) ve (Rembo) eliyle, propaganda vasıtası olmaktan çıkıp sembol diline dönüşüyor ve âdeta bizim Divan şairlerinin üçyüz yıl önce yakaladığı noktaya doğru ilerliyorlardı kendilerince. Kısacası, bizimkiler çağın nabzını yanlış zeminlerde arıyorlardı.
Zamanın ihtiyacına cevab vermek demek, onları aynen mısrâlaştırmak değildir. Daha önce hatırlattığımız gibi, “gök gürültüsünü taklit etmek değil, fakat gök gürültüsünü dinlerken duyulan duyguyu uyandırmaktır” marifet. Meselâ, (Bodler)in şiirlerinde, 19. yüzyıl Avrupası’nda makineleşmenin doğurduğu hafakanlar hissedilir; şair bunlardan bahsetmese de okuyucu bunu farkeder. İyi bir şairin soluklandığı tahassüs, yaşadığı günlerin de ifâdecisidir aynı zamanda. Hayatını fabrika gürültülerinin ve trafik homurtularının ortasında devam ettiren sahici bir şair; çiçeklerden, kuşlardan bahsetse dahi okuyucuya nasıl bir zaman ve mekânda yaşadığını fısıldayabilir. Tanzimat şairi ise gök gürültüsünü taklid etmekten ileri gidememiş ve günümüze kadar -kimi zaman şiddetlenerek- uzanan hastalığı bulaştırmıştır Türk şiirine.
Tanzimat’ın son dönem şairlerinden başlayan ve (Servet-i Fünûn) ile iyice belirginleşen yeniden ferde ve duyguya dönüş ise toplumu kuşatacak çapa erişememiş, zamanın ifâdecisi olamamış ve bunlar eliyle Türk şiiri köksüzleşme yolunda tehlikeli bir adım atmıştır. Bunlardan başka, dilin sadeleşmesine engel oldukları gibi, mısrâları kırarak şekle vurdukları darbelerle (farkında olmadan, kendilerinden 30-35 yıl sonra mantar gibi üreyen) vezinsiz şiir tohumlarını atmışlardır. Fransız Şiirinin âdi bir taklididir Servet-i Fünûn akımı. (Üstad Necib Fazıl’ın “Edebiyat Mahkemeleri” adıyla kitablaştırılan eseri bu konuda nefis bir kaynak…)
Kaynak: H.Y. “Hikâye, Roman ve Şiir Çevresinde Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatına Toplu Bakış” başlıklı henüz yayınlanmamış bir eser çalışmasının bölümler hâlinde naklidir. “Akademya’ya Doğru Sitesi”, 2001-2005 (2010 öncesi arşiv yazılarımızda yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında yazılarını yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmaktadır.)