Genellikle romancılığa geçiş için bir basamak kabul edilen ve bu sebeble “yetim evlat” muamelesine tâbi tutulan hikâye sanatı, ister müstakil bir kıymet olarak değerlendirilsin, isterse romanın küçültülmüşü gibi dış yüzden izafî bir yaklaşımla ele alınsın, asıl mustarib olması gerektiği nokta “mânâsına mutabık” olarak işlenmeyişidir.
Klâsik kabul edilen “giriş-gelişme-sonuç” çerçeveli vak’a anlatma tarzı ile modern tarz; yâni vak’a kronolojisini bir kenara atıp duyguları öne çıkaran tarz arasındaki çatışmalar da meselenin bam teline basamamıştır. “Hâdiseler ve hareketlilik mi önce olsun, yoksa duygular mı ağırlıklı olsun” minvalinde yapılan tartışmalar, asıldan habersiz teferruata dalınan her alanda olduğu gibi, demagoji ve kuru inatlaşmanın ötesine geçememiştir.
Hikâyede hareketliliği esas alanlar, insanın iç âleminde yaşanan hâdiselerden, yâni hayatın görünmeyen yüzünden habersiz oldukları gibi (Maupassant tesirindeki Ömer Seyfettin geleneği), bu klasik türde eser verenlerin bir bölümü de, sanatı basit bir ideolojik propaganda âleti olarak görmüş (Zola natüralizminin tesirindeki Sabahaddin Ali geleneği), “her mevzuun kendi esas ve usûlüyle ele alınması gerektiğini” anlayamamışlar, anlamak istememişlerdir.
Modernciler ise (Çehov tesirindeki Sait Faik geleneği), duygudan ibaret kalan “küçük şiir heveslileri”dir. Her ne kadar bu tarzın belki en başarılı imzası olan Tarık Buğra, çok basit görünen eşya ve hâdiselerin arkasını nüktedan bir dille kurcalayarak, hikâyeleriyle renkli bir hayat iklimi kurmak istediyse de, başıboşluğun pazarında kendi kendisini harcamış, takdire şâyan kalitesine rağmen “mihraksız tümevarım” vasıflandırmasından ileriye geçememiştir. Bedeni zaptedemeyen ve hareketlere nefesini üfleyemeyen duygunun insanı ne çapta kuşatması beklenir ki?.. Zâten bu sebepten, modern tarzda yazanların birçoğunun “hikâye” diye neşrettikleri çalışmalar “deneme” türüne daha yakındır.
…
Asıl önemli olan ise, -ister hareketler ön plânda olsun, ister duygu ağırlıklı olsun- vak’aların ve hislerin üstüne sıçrayarak yukarı âlemlerdeki düşünce iklimlerinin kapısını aralayabilen ve onlar ile muhatabı arasında bir köprü kurabilen hikâyeler yazabilmektir. “Düşünce” derken elbette davul-zurna nevînden kaba bir siyasî propagandayı değil, varlık ve hayat karşısında ruhumuzla şuurumuzun takındığı tavır ve bunun neticelerini kastediyoruz. Bir esere, işin siyasî boyutu, “pancarın içinde görünmeden mevcut olan şeker gibi” veya farkında olunmadan bünyemize karışan oksijen gibi sindirilirse makbûl olur; manav gibi “gel vatandaş gel” diye bağırarak değil.
İşte Büyük Doğu Mimarı ile İbda Mimarı’nın hikâyelerini bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor. Necib Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu,”bir paranın iki yüzü”nün birbirini tamamlaması gibi, ideal hikâyenin klasik ve modern tarzlarını bütünleştirirler. Büyük Doğu Mimarı Necib Fazıl’ın hikâyeleri klâsik tarzın ulaşabileceği son noktayı temsil eder ve özellikle biraz sonra bahsedeceğimiz “Ölmek İstiyorum” başlıklı hikâyesi olayların hangi üst düşüncelere merdivenlik yapabileceğini göstermesi açısından iddiamız için numûne kabul edilebilir. İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu ise daha ziyâde modern tarzın formlarında görünse de, hâdiseleri ruha bağlı bir keyfiyet olarak zaptedebilmesiyle bu anlayışın -modern tarzın- ilerisindedir.
Bu yazıda ideal olarak nasıl bir hikâyeyi işaretlediğimiz, Üstad’ın “Ölmek İstiyorum”u hakkındaki yorumlarımızla pıhtılaşacaktır. Yeri gelmişken dış şekil açısından bile Üstad Necib Fazıl’ın birçok klasik hikâye yazarının çok üzerinde olduğunu vurgulamalıyız. Çünkü, genellikle klasik tarzda yazılan hikâyelerde sanki bir romandan antolojilere yahut ders kitablarına alınmış bir pasaj havası mevcuttur ki, bu durum hikâyecilik adına büyük bir zaaf (modern hikâyelerde ise tabiî olarak böyle bir zaaf sözkonusu değil)… Klâsik bir hikâyenin sonu da meçhûl bitebilir ama, o “sır” bile, hikâyenin bitişini haber vermelidir okuyucuya. Birçok usta bilinen yerli ve yabancı muharririn dahi anlayamadığı bu durumun, fazlasıyla şuurundadır Büyük Doğu Mimarı… İşte “Ölü Saklayan Mezarcı” isimli hikâyesi, aklımıza gelen ilk misâl…
…
Hikâyecilikte duygu ve hâdiseler ile üst seviyedeki fikirler arasında bir sanat köprüsü kurulması gerektiğini hatırlatarak, “Ölmek İstiyorum”dan bahsedelim. Bugüne kadar Büyük Doğu Mimarı hakkında kaleme alınan çoğu sudan ucuz yüzlerce yazıda, bir fikir ve sanat harikası olan bu hikâyenin üzerinde durulmaması, Üstad’ın aşıldığını(!) iddia edenlerin onu ne kadar anladığına(!) ayrı bir vesika… Ne anlamışlar ki, ne anlatacaklar?
Bir İdeolocya mimarı olan Necib Fazıl’ın eserlerini “herbiri ayrı bir unsur” olarak değil de; İbda’dan öğrendiğimiz şekilde “bir bütünü temsil eden parçalar” şeklinde ele alırsak meseleyi daha derinlemesine idrak ederiz. Hem bu vesileyle İbda’nın biricikliğini izhar etmek gerekirse, Büyük Doğu’nun tüm bir eser ve aksiyon yekûnu hâlinde misyon olarak ne ifâde ettiğini, Büyük Doğu Mimarı’nın sağlığında ve onun yüzüne berrak bir ayna tutarcasına göstermiş; ve bu aşk ve fikir aksiyonu Büyük Doğu Mimarı’nca tasdik ve taltif edilmiş tek, “son ve som” mihraktır İbda! Yâni, onun mimarı Salih Mirzabeyoğlu!..
Üstad Necib Fazıl’ın bir çok eserinde üzerinde durduğu mevzu, “RUH İLE MADDE ÇEKİŞMESİ”dir. Bu muammayı şiir sahasında en berrak olarak “Çile” şiirinde; tiyatro sahasında ise “Bir Adam Yaratmak” adlı muhteşem dramında işlemiştir. İşte, “Ölmek İstiyorum” adlı, bir yönüyle “bilim kurguyu” andıran ilginç hikâyesi de, bu meselenin değişik bir edebiyat türünde tecellisidir. Yine Büyük Doğu Mimarı bu hikâyesinde, bellibaşlı birkaç tezini efsunlu bir telkinle bizlere aktarmıştır.
O; ömrü boyunca, “teknolojiye köle olmakla” insanlığın mesut olamayacağını, makina ve diğer maddî keşiflerin ruhun emrine verilmesi gerektiğini, aksi takdirde insanların kendi icatlarına esir düşeceğini, Batı dünyasının madde plânındaki bütün harikalarına rağmen ruh plânında öksüz kaldığı için çıkılmaz bir girdapta yuvarlandığını, ters tarafından da olsa muhtaç olduğu ideal ruhu (inancı) aradığını yazmış, çizmiş; bıkmadan, yorulmadan anlatmıştır.
Bunun şuurundaki bir okuyucu, Haziran 1969 tarihinde kaleme alınan “Ölmek İstiyorum” başlıklı hikâyeden de aynı tesbitleri süzebilir.
…
Necib Fazıl bu hikâyesinde, bizdeki gözü kapalı Avrupa âşıklarının rüyâsında bile göremeyeceği kadar, madde plânında gelişmiş, yükselmiş bir Batı medeniyeti tasavvur eder. Bu medeniyetin hayâlî merkez şehri de (İpsilon) adını taşır.
Bu medeniyet merkezinde maddî keşifler zirveye ulaşmış, herşey makinanın emrine verilmiştir. Hattâ ve hattâ alkış bile makinalar vasıtasıyla yapılmakta; insanlar sevinçlerini, coşkularını ifâde edebilmek için makinaya başvurmak zorunda kalmaktadırlar.
O kadar ileri gidilir ki -hâşâ- ölümsüz bir insan yaratma derdine düşerler. Bu niyetle, (A)’nın kalbi, (B)’nin akciğeri, (C)’nin böbreği, (D)’nin midesi ve (E)’nin erkeklik uzvuyla, ölmek üzere olan birisini hayata döndürürler. 44 yaşında kalb kifâyetsizliğinden ölümün sınırına yaklaşan ve ilk gençliğinden beri cinsî akâmet içinde bulunan bu adam, 99 katı rahatça çıkabilecek ve 99 kadınlı bir haremi idare edebilecek hâle gelir.
Fakat dinleyiciler arasında bulunan bir asabiyeci doktorun soruları sonucu, materyalist profesör (Alfa)’nın eseri olan ve (Gama) adını taşıyan bu kobay kişinin ruhî hayatında değişiklikler olduğu, kendisine takılan kalb sahibinin karakterine büründüğü ortaya çıkar. (Gama)’nın şuuraltında bambaşka bir şahsiyet saklıdır. Yeni hâliyle bir robota benzeyen bu adam, hikâyenin sonlarına doğru yırtıcı bir çığlık atar:
– “Ölmek istiyorum! Ben, ben olarak ölmek istiyorum! Bana beni verin! Beni benden aldıktan sonra ne verseniz benim olabilir mi? Bu, yaşamak değil, dirilişi olmayan bir ölümle ölmek. Ben ölmek istiyorum, ben olmanın saadeti içinde ölmek istiyorum!” (Necib Fazıl Kısakürek, Hikâyelerim, Büyük Doğu Yay., İstanbul, s. 250)
…
İşte makinanın esiri olan, ruhu ihmal edip, kendi icâdı teknolojiye kulluk-kölelik yapan insanlığın dramı… Ruh-madde muvazenesini kuramayan insanoğlunun ıstırabı… Büyük Doğu Mimarı’nın “Çile” adını taşıyan şiirinde de, “Ölmek İstiyorum” başlıklı hikâyesinde de, ismi bu hikâyenin mevzuuna benzemesine rağmen çok daha farklı olaylar zincirinden oluşan “Bir Adam Yaratmak” adlı piyesinde de ifâde edilen ıstırab budur. Okuyucu “Allah”, “Kader” ve “Ölüm” düşüncesiyle karşı karşıya getirilir ve istidadınca, muharrirle birlikte kıvranır.
Bahsi geçen hikâyenin fikrî tedaîsi olarak, İbda Mimarı’nın iktisat vesilesiyle ve varoluş çabasıyla ilgili kaleme aldığı şu satırları önemle hatırlatmakta fayda var:
“İster iktisadî, ister siyasî, ister sosyal olarak nitelensin, bütün insan meseleleri, ancak âit oldukları “bütün” içinde derinliğine ve genişliğine bağlantılarıyla ele alınabildiği zamandır ki, hakiki yerine, değerine ve izâhına kavuşur; insan zihninin mahiyetini bile sosyal ilişkilerle açıklayan yaklaşımın tersine, öncelik kurum ve kuruluşlarda değil, insanda…
Canlılık… Halk âleminde bedenle birleşen ruhun, bedendeki fenomeni…
İnsanda canlılık “iradesi”, beş hasse plânı içinde izâh edilemeyeceğine göre, iktisadî ilişkilerin ve buna bağlı bütün oluş ve kuruluşların “temelini” ruhî çaba-şuurda gördüğümüz açıktır.” (Salih Mirzabeyoğlu, Parakutâ’, İBDA Yay., İstanbul 1997, s. 11-12)
…
Hâdiseler ve fikirler arasında nasıl bir sanat köprüsü kuruluyormuş; anlaşıldı mı? “Ruhun bedendeki fenomeni”nin, canlılık iradesinin niçin beş hasse plânı içinde izâh edilemeyeceğinin izâhını isteyenlere “Ölmek İstiyorum” adres gösterilebileceği gibi, bu hikâyeden de yukarıdaki tesbitlere sıçramak mümkündür. Zâten Büyük Doğu-İBDA, fikir, sanat ve hayatı birbiriyle meczeden biricik anlayış mihrakı değil midir?
…
Son bir hatırlatma: “Çile” şiirinde de, “Bir Adam Yaratmak”ta da, “Ölmek İstiyorum”da da mevcut olmayan, fakat özlenen, hasreti fısıldanan dünya, “Aynadaki Yalan” adlı romanın sonunda kavuşulan dünyadan başkası değildir. “Yokluk” için değil, “ölümsüzlük için ölüm” hasreti de o dünyada; vesselâm!..
Kaynak: H.Y. “Hikâye, Roman ve Şiir Çevresinde Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatına Toplu Bakış” başlıklı henüz yayınlanmamış bir eser çalışmasının bölümler hâlinde naklidir. “Akademya’ya Doğru Sitesi”, 2001-2005 (2010 öncesi arşiv yazılarımızda yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında yazılarını yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmaktadır.)