CUMHURİYET EDEBİYATINA TOPLU BAKIŞ – 30 (Yahya Kemâl ve Mehmet Âkif)

“Samimiyet” dedik de… Cumhuriyet’in özellikle ilk yıllarında bu mefhumun aslî mânâsı ayaklar altına alınmıştır ki, başta didaktik, kahramanlık duyguları uyandıran ve ırklarının üstünlüğünü(!), rejimin faziletlerini(!) konu edinen şiirlerde bu apaçık meydandadır. Bizce bunun en önemli sebeblerinden birisi, Batı karşısındaki aşağılık kompleksidir. Samimi olsun olmasın, hemen her kesimden şair ve aydınlar bu kompleksi yaşamışlar, Batının teknolojik gelişmelerini şapşal bir hayranlıkla seyrederken hissettikleri aşağılık duygusunu, samimiyetsiz olanlar; “on yılda onbeş milyon genç yarattık” benzeri şiirlerle bastırmaya çalışmışlar, suçu Osmanlı’ya ve İslâmiyet’e yükleyerek sorumluluktan sıyrılmak istemişlerdir. Rejimin emrindeki çoğu müteşair olan kalemlerin manzumelerinde; dalkavukluk numûnesi mübalağalar, samimiyetsizlikle birlikte aşağılık kompleksini de hissettirir. “Asırlardır karanlıkta yaşarlarken, birden sarı saçlı, mavi gözlü bir güneş doğmuş ve onları adam etmiş, uygar dünyanın seviyesine ulaştırmıştır.”

Dalkavuklar bir tarafa, o dönemin fikrî akımlarını belirten malûm bir şema vardır: a) Garbçılar, b) Türkçüler, c) İslâmcılar.

Aslında bunların Batı karşısında takındığı tavır, birbirlerinden zannedildiği kadar uzak değildir. Adı üzerinde Garbçılar’ın ne olduğu malûm zaten. “Posa Türkçülüğünün ideologu” Ziya Gökalp de klişe hâlinde sunduğu “Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak” formülünde, muasırlıktan Batıyı anladığını göstermiş ve içindeki aşağılık kompleksini sergilemiştir. Ona göre hars (kültür) millî, medeniyet ise beynelmileldir. “Türk milletinden, İslâm ümmetinden, Batı medeniyetinden” olduğunu iddia eden bu sahte ideolog, böylece bilerek veya bilmeyerek “beynelmilel” kabul ettiği medeniyetin adıyla sanıyla Batı medeniyeti olduğunu ifâde etmiştir. Mevzuumuz Cumhuriyet dönemi Türk şiiri olduğu için, bu bahsi genişletmek istemiyor, o yılların Türk aydınındaki aşağılık kompleksi vesilesiyle Yahya Kemâl’in farklılığına uzanan bir yol açmak istiyoruz.

O yıllarda İslâmcılık akımının önderi kabul edilen ve muhafazakâr sanılan Mehmet Âkif de siyasî tavırlarını “tek dişi kalmış canavar” diye vasıflandırdığı Batı medeniyetinin teknolojik gelişmeleri karşısında diğerlerinden daha vakur bir edâ taşıyor değildir.

O dönemde yerli kalabilen, Şarklı olmaktan utanmayan, yıllarca içinde yaşadığı Batıya veda edip kendi öz kültür ve medeniyetine dönebilen Yahya Kemâl’e dikkat çekmek istiyoruz. “Bir gün veda edip o diyarın hayatına / Döndüm bütün bütün vatanın kâinatına” diyen bu son Osmanlı şairi gerçekten de o dönemde yerli kalabilen belki tek münevver-şairdir.

Bu bahse tekrar dönmek üzere, önce Yahya Kemâl hakkında bazı “dışyüz” sayılabilecek bilgiler vereceğiz.

Milletinin dinini, tarihini, musikîsini, mimarîsini, velhasıl bütün değerlerini “olgun bir zevk” olarak nakışlandırmaya çabalayan Yahya Kemâl, 1884 yılında bir Balkan şehri olan Üsküp’te doğmuştur.

“Rakofça kırlarının hür havasını almakla” ve “akıncı cedlerinin ihtirasını” duymakla geçen çocukluğunda dindar bir hanım olan annesi ona Muhammediyye okumuş ve sık sık; “oğlum dünyada iki insanı sev; Peygamber Efendimizi bir de Sultan Murad efendimizi” diye nasihatlerde bulunmuştur. Bu mânevî hava sebebiyle daha o yıllarda benliği şekillenmeye başlar.

Üsküp’te başlayıp Selanik’te devam eden tahsil hayatı, İstanbul Vefa Lisesi’nde tamamlanıp, oradan da dokuz yıl aralıksız kalmak üzere 1903 yılında Paris’e giderek Batı’yı tanımış ve “Siyasî İlimler Mektebi”ni bitirmiştir.

Paris’te değişik fikir ve sanat akımlarının etkisinde kalarak inanç buhranları geçirmiş, nihayet tarihçi Albert Sorel’in öğrencisi olduktan sonra “tarih içinde Türklüğü aramak ve bulmak” hevesine kapılarak gerçek şahsiyetinin çizgilerine kavuşmanın ilk adımlarını atmıştır.

Yurda döndükten sonra tarih öğretmenliği görevinde bulunmuş, ayrıca medeniyet tarihi ve Batı edebiyatı tarihi kürsülerinde müderris olarak vazife yapmıştır.

Türk’ün maddede kurtuluşunu sağlamasına mukabil, mânâ plânında büsbütün helâk olmasına yol açacak sonuçlar doğuran millî mücadeleyi destekleyen yazılar yazmış, bu mücadele hakkındaki iddiamızı doğrulayan en önemli vesikalardan biri olan Lozan Antlaşması’nda, Lozan Konferansı Heyeti’ne seçilme talihsizliğine uğramıştır.

Nihayet İngilizlerin isteği üzerine Cumhuriyet ilân edilmiştir. Bu dönemden sonra yurdun değişik illerinde milletvekilliği görevinde bulunan Yahya Kemâl’in yeni yönetim tarafından sık sık Polonya, İspanya, Portekiz ve Pakistan gibi ülkelere elçi olarak atandığına ve çok sevdiği memleketinden ayrı bırakıldığına şahid oluyoruz.

Emekli olduğu 1949 yılından 1957’ye kadar “aziz İstanbul’da” istirahate çekilip sanat hayatını sürdürmüş, 1957 senesinde geçirmiş olduğu bir kalb rahatsızlığı sebebiyle tedavi olmak için Paris’e gitmiş, tekrar vatanına kavuştuktan sonra ise ancak bir yıl yaşayabilmiş, takvimler 1 Kasım 1958’i gösterirken “limandan sessizce demir alan bir gemi” gibi ruhu asıl vatanına doğru süzülmüştür. Bâkî’nin meşhur “Allah’adır tevekkülümüz, i’timadımız” mısrâı ise son sözüdür şairin.

Aruz vezninin son büyük ustası Yahya Kemâl’in şiirlerindeki en belirgin özellik, çok belirgin bir ses, harika bir nakış ve mısrâların arasına sinmiş muazzam bir musikîdir. Bazı şiirlerine son şeklini 20-30 yılda verebilen Yahya Kemâl Beyatlı gibi sanatı üzerinde titizlik gösteren şair sayısı yok denecek kadar azdır.

O, eserlerinde şiir sanatlarının bütün çeşitlerinden en güzel şekilde faydalanmaya çalışmış ve engin sanat ruhunu zengin Doğu ve Batı kültürü ile birleştirince çarpıcı şiirler çıkmıştır ortaya. Bu yönüyle bir neo-klâsiktir o…

Kullandığı dili esas alarak şiirlerini ikiye ayırmak mümkündür:

a) Eski Türkçe ile yazdıkları: Bunlar vefatından sonra “Eski Şiirin Rüzgârıyla” adlı bir kitabta toplanmış, bugünün dili ve idrakı “iğdiş edilmiş” nesillerin anlamaktan mahrum kaldığı şiirleridir

b) Yaşayan Türkçe ile yazdıkları: “Kendi Gök Kubbemiz” adlı kitabta toplanan bu şiirler, Yahya Kemâl’i hâlâ Yahya Kemâl yapan şiirlerdir. Bunu demekle diğer şiirlerinin başarısız olduğunu değil, sadece bugünkü nesiller tarafından anlaşılmasının güç olduğunu anlatmak istediğimiz elbette farkedilecektir.

Ayrıca Rubâileri de unutulmamalı… En büyük zaaflarından birisi sağlığında “kitablık çapta” görünmemesidir. Yukarıda bahsettiğimiz eserler, vefatından sonra Yahya Kemâl Enstitüsü tarafından yayınlanmıştır. Bu kitablara ölmeden önce seçtiği ve el yazısıyla bir vesika olarak bıraktığı isimler verilmiştir.

Şiirlerinde müthiş bir mazi hasreti vardır. Ki bu, onu yaşadığı zamanın tatmin etmediğine delil kabul edilebilir. “Mohaç ufkunda görünmek hevesiyle” uçar; “akıncı cedleriyle” akına çıkar. Bazen “zamanımızdan hicret edip, İstanbul’u fethettiğimiz günlerde yaşar”, bazen Niğbolu’da, Varna’da, Kosova’dadır. Onun maziye duyduğu bu büyük hasreti tenkid eden ve “Harâbîsin, harâbâtî değilsin / Gözün mazidedir, âtî değilsin” diye hicvetmeye kalkan posa Türkçülüğünün tezgahtarı Ziya Gökalp’a verdiği güzel cevab, mazi ile gelecek arasında kurduğu köprüyü göstermesi bakımından ilginçtir:

 

Ne harâbî, ne harâbâtîyim

Kökü mâzîde olan âtîyim.

 

Bu hoş cevab, onun tarih ve dünya görüşünün yanında sanatı hakkında da bizlere kısmen fikir vermektedir. Çünkü şiirleri, maziden devraldığı kalıbların yeni bir anlayışla sentezinden oluşmuş ve ortaya orijinal bir ses çıkmıştır. Ama maalesef sadece “ses” ve “kalıb” olarak… Yoksa “muhteva” ve ruh çizgisi olarak “kökü mâzîde” olsa da “âtî”ye uzanamamıştır. Mazi bir sığınaktır onun için; istikbâl için bir dövüş malzemesi değil…

Yahya Kemâl, şiirlerinde belirli bir dünya görüşünü işlememiş, sadece münevver bir şair olarak, hayran kaldığı ve bağlandığı güzelliklerin ipuçlarını fısıldamıştır. Ona göre şiir her şeyden önce şiir olmalıydı ve işlenilen mevzu ikinci plânda kalıyordu. Büyük Doğu Mimarı’nın ifâdesiyle, “plastik” bir idrak olan Yahya Kemâl, kremada (nakışta) üstündür ama gıdada (muhtevada) zayıftır.

(…)

O dönemde yerli kalan, Şarklı olmaktan utanmayan tek münevver-şairin Yahya Kemâl olduğunu iddia etmiştik. Beşir Ayvazoğlu’nun “Eve Dönen Adam” adlı kitabından, bu hususla ilgili bir bölüm aktarmak istiyoruz:

“Mehmed Âkif, Batı’nın ilmini ve sanatını alarak ilerlemenin mümkün olduğu inancındadır. Bunun için son süratle çalışmamızı tavsiye eder:

 

Alınız ilmini garbın, alınız san’atını

Veriniz hem de mesainize son sür’atini.

Çünkü kabil değil artık yaşamak bunlarsız,

Çünkü milliyeti yok san’atın, ilmin yalnız.

İyi hatırda tutun ettiğim ihtârı demin,

Bütün edvâr-ı terakkiyi yarıp geçmek için

Kendi mahiyyet-i ruhiyyeniz olsun kılavuz,

Çünkü beyhûdedir ümmid-i selâmet onsuz.

 

Mehmed Âkif, toplumda “mâni-i terakki” gördüğü ne varsa, hepsine birden savaş açmıştır. Bunun için engin tecessüsü, memleketin acıklı manzaralarında sürekli gezinir. Olanca dikkatini hayatımıza teksif ederek, mahalleyi, sokakları, kahveleri, meyhaneleri ve hemen her tipten insanı sokar şiirine. Cemiyetimizi şuurlu olarak hep eksikleriyle, sefaletiyle, hurafeleriyle aksettirir. Safahat’ı okuyanlar zannederler ki, o günkü cemiyetimiz bütünüyle kokuşmuş bir hâldedir.

Mehmed Âkif’in Küfe, Seyfi Baba, Berlin Hatıraları gibi manzumelerinde tasvir ettiği, yüzme bilmeyenlerin ve fenersizlerin geçemeyecekleri, adım başında su dolu derin çukurlar bulunan, karanlık “zamane şiiri gibi” düzensiz, biraz gidip evlerin içine dalıveren -yâni çıkmaz- ve iki tarafı “ayakta durmaya elbirliğiyle gayret eden / O sâlhurde, harab evler”le çevrilmiş sokaklar, Yahya Kemâl’e çok daha farklı duygular ve düşünceler ilhâm etmektedir:

 

Koca Mustâpaşa! Ücra ve fakir İstanbul!

Tâ fetihten beri mü’min, mütevekkil, yoksul,

Hüznü bir zevk edinenler yaşıyorlar burada.

Kaldım onlarla bütün gün bu güzel rü’yâda.

Öyle sinmiş ki vatan semtine milliyetimiz

Ki biziz hem görülen, hem duyulan yalnız biz.

Manevî çerçeve beş yüz senedir hep berrak;

Yaşayanlar değil, Allah’a gidenlerden uzak.

Bir bahar yağmuru yağmış da açmış havayı

Hisseden kimse hakikat sanıyor hülyâyı.

Ahiret öyle yakın ki seyredilen manzarada

O kadar komşu ki dünyaya, dıvar yok arada,

Geçer insan bir adım atsa birinden birine,

Kavuşur karşıda kaybettiği bir sevdiğine.

 

Hâlbuki Mehmed Âkif, mümkün olsa, Yahya Kemâl’in son derece etkilendiği bu manzarayı ilk fırsatta ortadan kaldıracaktır. Çünkü geriliğimizin en müşahhas görüntüleri bu manzaranın içindedir. Özellikle Berlin’in ışıklı caddelerini, temiz sokaklarını, bakımlı evlerini gördükten sonra kanaatleri pekişen Mehmed Âkif’e göre, “Garb herşeyde olduğu gibi edebiyatta da pek ileri, Şark herşeyde olduğu gibi, edebiyatta da geri”dir ve bu düşüncesini ifâde ederken çok samimidir. Hayatımızı tasvir ederken, o devrin nesrinde bile göremeyeceğimiz realist tablolar çizer. Tasvir ettiği sefaletin tersini düşündürmek suretiyle ahlâkî neticeler çıkarmak gâyesindedir.

Mehmed Âkif, kültür, medeniyet, ilim, teknoloji gibi mesele ve kavramları pek fazla kurcalamamıştır; eğer emperyalizm mânâsında kullanmıyorsa, medeniyet onun lûgatinde ilim demektir. Şiir anlayışının da köklü şiir geleneğimizle bağlantıları çok zayıftır. Bir manzumesinde Divan şiirine “Eski divanlarınız dopdolu oğlanla şarap” diye şiddetle saldırmıştır. Realite onun şiirine, klasik şiirimizin aksine, hiç değişmeden girer. Esasen düşüncelerini güllü bülbüllü bir şiir lûgatiyle anlatması -çok beğendiği çağdaşı Muhammed İkbal bunu pekâlâ başardığı hâlde- mümkün değildi. Âkif’in bülbülü, eski şiirimizin bülbülü değil, tabiatin canlı bülbülüdür.

Mehmed Âkif’in, eski şiirimizi bir oyun olmaktan kurtaran ve hayatiyet kazandıran tasavvufla ise arası hiç hoş değildir. Tasavvufî rengi ağır basan Selçuklu ve Osmanlı kültürlerini atlayarak doğrudan doğruya ilk kaynağa yönelir. Bu yöneliş, onu her meseleye yeni baştan yorum getirmek, başka çaresi olmadığı için de İslâm’ı müsbet ilimlerin mantığıyla telif etmek zorunda bırakmıştır. İslâmî asırlarda elde edilmiş tecrübe birikimine pek fazla iltifat etmeyen Mehmed Âkif, daha ziyade, meselâ Fatih Külliyesi’nde bir zamanlar “ulûm-i tıbbıye” okutulmuş, teşrih yapılmış olmasıyla ilgilenir. (…)

Mehmed Âkif ve onun gibi düşünenlerin hatası, ilmi ve teknolojiyi, Batı’nın sosyal, kültürel ve ekonomik gelişiminin dışında bir süreç olarak görmeleri, ilerlemeyi sırf çalışkanlığa ve benzeri motiflere bağlamalarıdır.

Evrim düşüncesinin tabiî sonuçlarından biri olarak doğan ve 19. asrın “mythos”larından biri hâline gelen “terakki” -ilerleme- fikri üzerinde hiçbir İslâmcı düşünürün tenkidçi bir anlayışla durmamış olması şaşırtıcıdır. (Bu iddia ancak bahsi geçen dönem için doğru olabilir. Yoksa Büyük Doğu ve İbda Mimarları’nın bu mevzuları lif lif sergilediklerine ve tetkik ettiklerine doğrudan eserleri şahiddir. H.Y.) Hepsi de farkına varmadan “ilerlemeyi” ve Avrupa’da gelinen noktanın arkasındaki süreçleri olumlamış, yâni Batı’nın tecrübe birikimine talib olmuşlardır.

Belli bir devreden sonra devamlı müdafaada kalan İslâmcı aydınlar (tabiî ki küfre karşı kesintisiz bir taarruz başlatan Büyük Doğu ve İbda Mimarları hariç… H.Y.), Âkif’in İslâmcılığını muarızlarına sevimli göstermek için, onun müsbet ilimlere karşı olmadığını, ilmi ve teknolojiyi savunduğunu, hattâ herkesten evvel Batılı ilim adamlarının atomu parçalamak için yaptıkları çalışmalardan haberdar olduğunu, hurafelere hiç iltifat etmediğini ileri sürüp durmuşlardır. Âkif’i hakiki bir müslüman olduğu için savunmak yerine, müsbet ilimler hakkındaki fikirlerinin arkasına sığınarak öne sürmek hayli düşündürücü bir tavırdır. Aslında müsbet ilimler hakkındaki fikirleri, Âkif’in en zayıf tarafıdır. O ve çağdaşları, şüphesiz ilerlemenin dinamiklerini pek bilmiyorlardı ve farkında olmadan pozitivizmin kollarına atılmışlardı.” (Beşir Ayvazoğlu, Yahya Kemâl – Eve Dönen Adam, 2. Basım, Ötüken Yay., İstanbul 1996, s. 56-60)

Bunlara değinmemizin bir sebebi de, özellikle Cumhuriyet dönemi aydınları ve şairlerindeki aşağılık kompleksini işaretlemektir. Niye şiir bahsinde?.. Çünkü ele aldığımız hikâye ve hele romanın örnek modelleri kültürümüzde mevcut değildi. Yâni hikâyeci ve romancıların Batının gölgesinde kalması bir noktaya kadar mazur görülebilirdi. Fakat çok köklü bir şiir geleneği olan toplumun içinden çıkan şairler sürüsünün yaşadığı kompleks affedilir gibi değil… “Halka dönüyoruz” derlerken de, “on yılda onbeş milyon genç yarattık” diye döktürürlerken de, konuşan aynı kompleks… Batı karşısındaki ezikliklerini bastırabilmek… Kendi özüne güvenmeyen ve bu güvensizliği hamâsî nutuklarla gizlemeye çalışan şairlerden hangi çapta şiirler beklenir ki?..

Bu tasvirlerimize muhatab olmayan Yahya Kemâl hakkındaki son ve som hüküm Büyük Doğu Mimarı’nın kaleminden:

“Yahya Kemal, etrafında kalabalık bir hayranlar zümresi, Sultanahmet bahçelerinde ve şadırvan karşılarında, herkese yeni bir dil, yeni bir (estetik), yeni bir nefes halinde görünen bir edayı yaşatıyordu. Şarkı Yahya Kemalden dinliyen, onu, ilk defa anlamış, bir camie Yahya Kemalle giren, onu ilk defa görmüş, tarihi ondan okuyan onu ilk defa öğrenmiş sanılıyordu. Yahya Kemal cemiyetlerinde, böyle bir telkin ve sihir kabiliyetini yaşatıyordu. Fakat ne bir fikir, ne bir (sentez), ne bir (sistem)… İstanbulun en iyi konuşanlarından biri farzedilen bir sanatkârın, sanat dâvası üzerinde, hikâyeden, nükteden, (paradoks)dan gayri bildirecek tek kelimesi olmamasına ne buyurulur?

Yahya Kemal şiirde birinci unsur olan ruh ve fikirde değil, fakat ikinci unsur olan zevkte bir erginliktir.

Uzun yıllar, içinde yuğrulduğu Paris’de, zevkini ferdî ve millî şartların örsünde döve döve inceltmiş, sonra vatanına dönmüş ve bütün mazi ile bütün hali başka türlü görmeğe ve göstermeğe başlamıştır. Batıyla Doğu arasındaki dünya çarpışmasından, yavaş yavaş kendileri sönmeye başlayan Şark kubbesinin bu acıklı kaderi, genç şairin içini ürpertilerle doldurmuş, o mahzun ve dilsiz serencamın kahramanı Şark, artık harap ve revnaksız sebilleri ve saraylariyle, kalyonları ve akıncılariyle, bahçeleri ve ziyafetleriyle bu teessür çekmecesini ağzına kadar doldurmuştur.

Yahya Kemal Garbı, (plastik) hadleri içinde kavrıyabilmiş ve bu kavrayışıyla da, Şarkı, yine (plastik) hadler içinde yaşamaya ve yaşatmaya başlamıştır.

Onun içindir ki, şiiri yine eşya ve hâdiseleri kavramakta (plastik) hadlerden ileriye varamamış, bir sanat dünyası bina edememiş, bir şahsiyet temeli atamamış ve büyük hiçliği yakalıyacak bir ağ örememiştir.” (Necib Fazıl, Allah Kulundan Dinlediklerim, s. 182-183)

 

Kaynak: H.Y. “Hikâye, Roman ve Şiir Çevresinde Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatına Toplu Bakış” başlıklı henüz yayınlanmamış bir eser çalışmasının bölümler hâlinde naklidir. “Akademya’ya Doğru Sitesi”, 2001-2005 (2010 öncesi arşiv yazılarımızda yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında yazılarını yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmaktadır.)

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!