Bu arada, “sanat sanat içindir” diyen ilk topluluk, şiirlerini “Yedi Meşale” adlı bir kitabta toplayarak karşımıza çıkıyor. Meşale adlı bir dergi çıkaran bu grup, sembolizmin güçlü sesi ve devrinin üstadlarından Ahmet Haşim’in de yazılarına yer vermiş, o yıllarda çok yaygınlaşan “Ayşe, Fatma” terennümünden bıktıklarını ilân etmişlerdir. Tatminsizlik içinde oldukları ve mevcut edebiyattan bıktıkları görülen bu “Yedi Meşale” grubu, kendi anlayışlarından haşmetli bir eser çıkaramamışlar, onu üstün eserlerle misâllendirememişler ve kısa bir zaman sonra da dağılmışlardır. Bu dağılıştan sonra, aralarında şiiri gençlik hatıralarının arasına gömenler olduğu gibi, kırıntı hâlinde de olsa bugünlere ulaşan bir Ziya Osman Saba da vardır.
Çevredeki maddî varlıklarla oyalanan, onları iç dünyalarına yerleştirmekle uğraşan, hayatın önemsiz sayılabilecek teferruatıyla yetinen şiirler, bu grubun en belirgin hususiyetlerindendir ve böyle bir tarzın edebiyat antolojilerine hapsolması pek tabiîdir. Çünkü bizzat kendi sanatlarını kendi dar dünyalarına onlar hapsetmişlerdir.
Bir önceki devrin adamı olan ve sadece “Yedi Meşale” grubunda değil (tıpkı Yahya Kemâl gibi) birçok Cumhuriyet şairi üzerinde derin tesir bırakan sembolist şair Ahmet Haşim de kullandığı sembolleri tabiatın içinden, çevresinden, yâni “güneş rengi bir yığın sararmış yapraktan”, “akşam olurken seyrettiği kızıl havalardan” vs. süzmüştür ama bunları maddî dünya ile oyalanıyor intibâını vererek değil, kendisince ulvî duygular, derin ürpertiler uyandıracak şekilde mısrâlaştırmaya çabalamıştır. En büyük zaafı ise, dilde sadeleşmeye uzun müddet direnmesinden başka, sembolü şiirin “olmazsa olmaz” şartı kabul eden bir çizgi takib etmesidir. Daha önce yazdığımız gibi, sanat yeni semboller kullanmak için yapılmaz; yeni semboller sanatı zenginleştirmek için kullanılır. Buna rağmen Ahmet Haşim kendi tarzının hakkını -bazı zaaflarına rağmen- verenlerdendir. “Sanat sanat içindir” diyen Yedi Meşaleciler ise, anlayışlarındaki eksiklik bir tarafa, üstün bir sanat eseri ortaya koyamadıkları için, kendi yarım anlayışlarının da hakkını verememişler ve kopan bir tesbih gibi ayrı istikametlere dağılmışlar, çoğunlukla da kaybolmuşlardır.
(…)
Ahmet Haşim ve Yahya Kemâl’in çizgisinde bir şiirin peşinde koşan ve bunun yanında Fransız şairlerinden Valéry’nin de önemli ölçüde etkisinde kalan Ahmet Hamdi Tanpınar, hiç olmazsa kendi anlayışının hakkını birçoğuna göre daha ziyadesiyle vermiştir. Bizim dünya görüşümüz zaviyesindeki yeri ise bir “yarım oluş”tan fazlası değildir; hattâ çıkabileceği en üst mevkii bu “yarımlık” noktasıdır. Çünkü üstadları Yahya Kemâl ve Ahmet Haşim çapında bir “yarım oluş” belirtisi de göstermez.
Tanpınar’a göre şiir bir rüyâdır; bizim dünya görüşümüzün mimarı Salih Mirzabeyoğlu’na göre ise şair bir “rüyâ tâbircisi”dir. Demek ki şiir bir rüyâ değil, rüyâ tâbiri olmalı… Nasıl arıtılmayan petrol, yontulmayan maden, ciddi bir işe yaramıyorsa… Nasıl yalnızca malzemesinin varolması bir “yemek” için yeterli değilse ve o malzemenin usûlüne göre pişirilmesi gerekirse… Tâbirsiz rüyâ da aynı şekilde hammadde hüviyetindedir ve ancak tâbirle kıymetine kavuşur.
Tanpınar, gördüğü rüyâyı ustalıkla anlatır (rüyâdan kasdımız elbette uyurken görülen suretlerle sınırlı değil), okuyucuyu da kendisiyle bir rüyâ âlemine sürükler, ama onu tâbir edemez, gördüğünü mânâlandıramaz, çünkü onu mânâlandıracak “fikir”i sokmaz şiirine…
O, mükemmelliği seste, kelimelerin arasındaki musikîde arar; hâlbuki “doğrunun olmadığı yerde güzel yoktur.” Tanpınar, şiirlerinde, “cemiyetin nabzını” tutmadığı gibi, şairin aslî vazifesi olan bu misyona da karşı çıkmıştır. Fikrin yerinin nesir olduğunu ileri sürerek şiiri fikirden koparmak bizce cinayettir, çünkü biz “fikirden süzülme sanat” anlayışının bağlıları Büyük Doğu-İbdacılarız ve “duygunun düşünceden, düşüncenin duygudan” nasıl süzüleceğini Necib Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu’nun eserlerinde gördük. Tanpınar’ın, şiiri kaba bir propaganda âletine dönüştürmeye çalışanlara karşı direnmesi elbette haklı, ama “fikir” siyasî bir propagandadan çok daha büyük bir mesele değil midir? Tanpınar mükemmelliği fikirsizlikte aramış da, 19. asrın buhranlarını, fabrika gürültülerini şiire sokan (Bodler)den daha mı üstün şiirler yazmıştır?.. Onun şiirlerinde temiz bir dil, çekici bir ses var ve okurken lezzet alıyoruz genellikle, ama ruhu doyuran bir tat değil bu; yaladıkça açlığınızı hissettiren bir acûbe…
“Edebiyat Üzerine Makaleler” adlı kitabında, sanat eserinin kendi varlığından başka hiçbir hedefi olmadığını savunan ve “kendisinde başlar, kendisinde biter” diyen Tanpınar’ın şiiri, “kendisinde başlamış, kendisinde bitmiştir.” Bizim meselemiz Tanpınar’ın “mehtabı bir masal meyvası gibi” paylaşmasıyla değil; tahammül edemediğimiz, mehtabı masal meyvası gibi paylaşacak olan kişiden istenen “fikirsizlik”… Kısacası, “bu şiirlerde fikir aramayın” talebi… Niçin mi bu taleb? Güzel, çok canlı bir estetiğe sahib, sesinin cazibesine dayanılmaz şiirler için… Hâlbuki Tanpınar’ın aradığı ses, musikî, estetik, “fikirden süzülme şiirin” timsallerinden Necib Fazıl’da kat kat fazlasıyla yok muydu? Üstad, Tanpınar’ın bir ömür boyu aradığını, “kaygı” edinmeyecek kadar kolay bulmuş; üstelik bunun için fikri fedâ etmeye ihtiyaç da hissetmemiş, bilâkis asıl “güzel”in “doğru” ile içiçe olduğunu misâllendirmiştir. Ahmet Hamdi hakkında şunları yazar:
“Ahmed Hamdi, kendi âleminde, kozası içinde, dışariyle teması seyrek, gayet yavaş ve pasif, ama muhakkak ki, soylu bir tekâmül içinde mesafe almakta, titiz ve zevkli mizacını hikâye ve romanda da gösterme yolunda ilerlemekte… Ne var ki, şiir adına nakış yerine kütük, yani muhtevâ kıymetini başa alamadığı ve hünerli bir nakışçı olan Yahya Kemal’e bu bakımdan bağlı olduğu için tıknefeslikten kurtulamıyor ve bu hal içinde, tıpış tıpış, son durağına doğru yürüyor. Bu durak bir tükeniştir.” (Necib Fazıl, Bâbıâli, s. 244-245)
Şu da bilinsin ki, Ahmet Hamdi Tanpınar’ı, hocası Yahya Kemâl gibi eski kültürün sözcüsü sanmak yanlıştır ve eserlerindeki bazı motiflere bakıp aldanmaktır. Yahya Kemâl’de mazi vardır, tarih vardır; Tanpınar’da ise eski kültür “nostalji”den ibarettir. Yoksa aklıyla idealiyle tam bir Batıcıdır o.
(…)
Şübhesiz, Tanpınar, Cumhuriyet edebiyatının en kalitelilerinden… Bizim özellikle menfîliklerin üzerinde duruşumuz, bazı çevreler tarafından hakettiğinden fazla yükseltilmesi… Fikirsiz bir güzelliğe tahammülümüz de yok. Ki bizce onun en güzel şiiri de bir parça fikirleşebilen “zamanla” ilgili meşhur şiiridir. “Zaman” kavramı üzerinde fikir yürüten ve onu “parçalanmaz akışı olan yekpâre, geniş bir ân” diye tarif eden Tanpınar, fikrin, tefekkürün kırıntılarının bile şiire verdiği kıymeti hiç olmazsa kendi şiirinde seyretseydi. Bu şiiri özellikle takdim etmek istiyoruz:
NE İÇİNDEYİM ZAMANIN
Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;
Yekpâre, geniş bir ânın
Parçalanmaz akışında.
Bir garip rüyâ rengiyle
Uyuşmuş gibi her şekil,
Rüzgârda uçan tüy bile
Benim kadar hafif değil.
Başım sükûtu öğüten
Uçsuz, bucaksız değirmen;
İçim muradına ermiş
Abasız, postsuz bir derviş;
Kökü bende bir sarmaşık
Olmuş dünya sezmekteyim,
Mavi, masmavi bir ışık
Ortasında yüzmekteyim.
(Ahmet Hamdi Tanpınar, Bütün Şiirleri, 4. Basım, Dergâh Yay., s. 19)
Tanpınar’ın olabileceği budur işte!.. Necib Fazıl gibi “nedir zaman nedir” diye kıvranacak bir metafizik hassasiyeti yoktur. Zamanı “rüyâ rengiyle” seyreder; onu tâbire yanaşmaz. Mânâlandırılabilecek, tâbire ve tasvire açık en kaliteli şiiri budur; gerisini merak eden incelesin.
Kaynak: H.Y. “Hikâye, Roman ve Şiir Çevresinde Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatına Toplu Bakış” başlıklı henüz yayınlanmamış bir eser çalışmasının bölümler hâlinde naklidir. “Akademya’ya Doğru Sitesi”, 2001-2005 (2010 öncesi arşiv yazılarımızda yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında yazılarını yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmaktadır.)