Nazım Hikmet’in tesiri altında kalan toplumcu şairlere daha sonra temas etmek üzere, Orhan Veli’nin öncülüğündeki “Garip” hareketin de bahsini açmak istiyoruz.
“Birinci Yeni” de denilen bu Garip hareketine, “Şiirde İki Yeni Hastalık” başlığı altında bir nebze değinmiştik. “Günlük konuşma dilinin ucuzluğuna sığınarak, içinden geldiği gibi yazmak” şeklinde bir hastalık olarak tarif ettiğimiz bu hareket, Türk şiirini “mide gurultusuna” çeviren en zehirli virüsü barındırır içinde. Vezinsiz şiirin yaygınlaşmasında payı olduğunu belirttiğimiz Nazım Hikmet’te, hiç olmazsa ideolojisini en güzel biçimde ifâde etme arzusundan doğan bir kaygı vardı. Orhan Veli ve arkadaşlarının anlayışı ise şiir adına zerre kadar kaygı gütmeyen tuhaflıklardan ibaret… Şiiri âhenk, vezin ve kafiye dışında arayan, teşbihe ve istiareye yer vermeyen, şiir dilini reddeden ve şairâneliğin aleyhinde olan, kısacası bütün şiir geleneklerinden uzaklaşan ve Nasreddin Hoca’nın leyleği gibi bir şiir(!) tarif eden bu “garip” akımı, zamanla kendi kendisi çürütmüş, kendi kurallarını kendileri çiğnemişlerdir. Ama saçtıkları pislik bir kere yayılmış ve onlar sayesinde milyonlarca şair(!) üremiştir bu memlekette.
“Bir iç dünyası olan, şiirin üstün ölçü dokumasına eli yatan, fakat ruhî ve bediî dalâleti yüzünden nizamın sırrını anlayamıyan, buna rağmen cazip tuhaflıklar beceren Orhan Veli’den sonra bu anonim şirket, birleşik sermaye olarak hemen iflâs etti; hisse senetleri de kapanın elinde kaldı, enflâsyon paralarına döndü, çoluk çocuğun ceplerini doldurdu ve mektep kaçaklarına şairlik beratı hizmetini gördü. Bir iflâs ki, keyfiyet mânâsiyle (bir)in sıfıra inmesine karşılık, pay bin bire çıkıyor ve yokluk çokluk oluyor.” (Necib Fazıl, Allah Kulundan Dinlediklerim, s. 201)
Kısacası, Orhan Veli öncülüğündeki “Garip” hareketi, bizi, yaptıklarından ziyade yıktıklarıyla, bozduklarıyla ilgilendiriyor.
(…)
Aynı yıllarda Garip akımının az veya çok tesiri altında kalmakla birlikte, kendilerine bağımsız bir yol çizen bazı şairler vardır. Orhan Veli benzeri basit bir anlatımla -ve tabiî serbest vezinle- Anadolu’ya ve köye yönelen Cahit Külebi; hemen her konuda bir şeyler karalamaya çabalayan ve böylece istidadını keyfiyette yoğunlaştırmak yerine kemmiyete dağıtan, son olarak yakalandığı “arı dil” hastalığı ile büsbütün biten Fazıl Hüsnü Dağlarca; çok geniş bir edebiyat kültürü olan ve bu genişliğine kültürün sentezinden orijinal bir şiir çıkarmaya gayret eden, ama istidadı bu kültürü kucaklayacak çapta olmayan Behçet Necatigil vs… Necatigil, dilin ifâde imkânlarının bolluğunu göstermesine ve şiir geleneklerinden faydalanmasına rağmen, sanatını ekol hâline getirememiş ve diğerleri gibi antolojilerde herhangi bir isimden ibaret kalmıştır.
Ama artık Türk şiiri dönüşü çok zor bir viraja girmiştir ve önüne gelenin şiir(!) yazdığı, sonu uçurum olan bir yolun kapıları açılmıştır bir kere… Vücut paramparça olduktan sonra, (onun nasıl tekrar adam edileceği bile değil) hangi organların ve uzuvların kurtarılması veya büsbütün yokedilmesine dökülmüştür iş.
İkinci Yeni denen akım bu yıllarda tüylenmeye başlar. Ki bu “İkinci Yeni” yaftası, aradan yıllar geçtikten sonra, bir eleştirmen tarafından takılır. Yâni Orhan Veli grubu gibi bir araya toplanıp ortak bir şiir anlayışı belirlenmiş değil; bir dönem ortaya çıkan kimisi çok farklı topluluklardan gelen şairlerin arasındaki benzerlikler öne sürülerek ortak bir isimlendirme sözkonusu… Öyle ki, bazıları tarafından bu akımın öncülerinden gösterilmek istenen -Attila İlhan gibi- kimi şairler buna sert tepki göstermişler ve “İkinci Yeni” ile ilgileri olmadığını savunmuşlardır.
(…)
“İkinci Yeni” bir tepkidir aslında… “Birinci Yeni” dedikleri, şiiri edebî sanatların dışında arayan akımın cıvıklığına, somurtkanlığına ve yaygınlığına ters tarafından bir tepki…
“İkinci Yeni şiiri 1955-1965 yılları arası kendini gösteren ve ortak nitelikleriyle beliren bir akım değildir. Yeniyi deneyen, dünya görüşü, yetişme şekilleri ve beslenme kaynakları bakımından birbirinden çok farklı olan şairlerin eserlerinde sonradan tesbit edilen benzerliklere dayanarak ona bu ad verilmiştir. (…)
Bu hareket Garip hareketinin yozlaşmasından doğmuştur. Yozlaşan bir yeniliğe tepki olan bu harekette, ihmâl edilen semboller ön plâna çıkar. Basitlik, alelâdelik artık bu şairlere yetmemektedir. Hattâ bunun tezahürü, günlük konuşma dilinden uzaklaşarak, anlaşılması güç bir dile dönmek, bu şiirin okunmasını da, anlaşılmasını da zorlaştırmıştır. Halk kültürüne genelde karşı olan şair, dikkatini büyük şehrin kalabalıklığında kaybolmuş yalnız insana çevirmiştir. Yeni bir duygu dalgası ve çağrışımlar ağı ören bu şairler, vezin ve kafiyeyi bütünüyle reddetmemekle birlikte, zaman zaman yeniden mensur şiir denilebilecek tarza da dönüyorlardı. Bütün edebî sanatlar, bol semboller, çok karışık cümle yapısı, öz Türkçeden çeşitli yabancı dillerden alıntılara kadar zengin, fakat çağrışım uyandırmaktan uzak kelime kadrosu kullanmak, bu yeni akımın belli başlı özellikleriydi. Şiirler çok uzundu. Bazıları Divan şekillerinin sadece adlarını taşıyor ise de onlardaki kurallardan uzaktı.” (Prof. Dr. İnci Enginün, Türk Dili – Aylık Dil Dergisi, Ocak-Şubat 1992, sayı 481-482, s. 608)
İşte bu akımın bellibaşlı öncüleri Edip Cansever, Turgut Uyar, Cemal Süreyya, İlhan Berk, Ece Ayhan, Sezai Karakoç gibi isimler olup, daha sonraki yıllarda Cahit Zarifoğlu ve benzerleri de “tarz”ın tanınmış imzaları arasına katılmıştır.
Ne kadar “anlaşılmaz” olursa, o nisbette kıymet devşireceğini vehmeden ve gittikçe “zor anlaşılır”dan “mânâsız”a doğru sürüklenen bu “yeni” akım, “Şiirde İki Yeni Hastalık” başlığı altında resmettiğimiz gibi, Orhan Veli ve çömezlerinin zıddına, âdeta, “içinden gel-ME-diği şekilde yazma” hevesindedir.
“İkinci Yeni”nin karşısına çıkan asıl topluluk ise, o yıllarda ciddi bir müdafaacısı kalmayan “Birinci Yeni” taraftarları değil, kendilerine “Toplumsal Gerçekçi” adını veren ve Nazım Hikmet gibi, şiiri yalnızca ideolojik bir âlet olarak gören ve propaganda için kullanan sosyalist bir şair topluluğudur. Bu grubun içerisinde Ahmet Arif, Hasan Hüseyin Korkmazgil, Enver Gökçe, Arif Damar ve bazı yönleriyle bunlardan ayrılan Attila İlhan vardır. Bunlar, Birinci Yeni ve o dönemdeki bağımsızları suçladıkları gibi, (hattâ daha keskin bir dille), “İkinci Yeni”yi de halkın meselelerinden ve sorumluluktan kaçmakla suçlarlar.
Bu şiirin en belirgin özelliği, sosyalist hareketlerden mülhem sloganların bolca kullanılması ve heyecan verici, ajite edici bir havada yazılmasıdır. Bunun yanında, halk kültürüne yöneliş de diğer bir hususiyeti… Yalnız, bu yöneliş, Ahmet Kutsi Tecer ve benzerlerindeki gibi bir şekil özentisinden ziyade, bir edâ hâlidir. Form, Orhan Veli’nin “Garip”liği gibi serbest vezin olup, yazılması da -bol miktardaki yoz örneklerini de gözönüne alırsak- Birinci Yeni şiiri kadar kolay sayılır. Halk kültürüne yöneliş ise, oradaki isyancı motifleri devşirerek, bugüne ideolojik mesaj vermek içindir.
Bu şiir, “İkinci Yeni”nin aksine, heyecan uğruna, derinliği ve orijinalliği fedâ etmiştir. İşte Ahmet Arif’ten bir misâl:
Terketmedi sevdan beni
Aç kaldım, susuz kaldım
Hayın, karanlıktı gece
Can garip, can suskun,
Can paramparça…
Ve ellerim kelepçede,
Tütünsüz, uykusuz kaldım,
Terketmedi sevdan beni.
(Hasretinden Prangalar Eskittim, 38. Basım, Cem Yay., s. 5)
Yahut Hasan Hüseyin Korkmazgil’den şu mısrâlar:
ben bu şiire yaşanmamış denizlerimi
ben bu şiire gidilmemiş ülkelerimi
ben bu şiire utanmazca çalınmış emeklerimi
ellerimden uçup gitmiş umutlarımı ben bu şiire
koydum a dostlar
akbabalar götürdü ciğerlerimi
zindanlarda kaldı kolum kanadım
birgün yaslanırlar belki
koca bir dağa yaslanır gibi
şiirlerimdeki korkunç acıya.
(Acıyı Bal Eyledik, 14. Basım, Bilgi Yay., s. 16)
Görüleceği gibi, tamamen heyecan vermeye yönelik, coşku uyandıran ifâdeler… Ama derinlik ve orijinallik ifâde eden, üzerinde sayfalarca yorum yapılacak bir tek mısrâ yok. Solcu şairlerin benzer biçimde defalarca dile getirdiği vurgulamalar… Gönüldaşımız Murat Küçük’e göre, bu tür şiirlerde “çile yok, acı vardır” ve “acılar derinleştikçe çileye dönüşür.” Açıkçası, “toplumsal gerçekçi” şairlerde derinlik olmadığı için, çile de mevcut değildir. Acı ile çilenin farkını müşahhas olarak ifâde etmemizi isteyenlere hatırlatırız; hayvanlar da acı çeker, ama çile sadece insana hâstır.
(…)
“İkinci Yeni” şiirinde ise, “gerçekçi”lerin aksine, derinlik kaygısı ve orijinallik çabası görmek mümkündür. Ama onlarda da diğerlerindeki heyecan yoktur. Derinlik ve farklılık uğruna heyecanı ve sesi fedâ ederler. İşte misâl:
Ve elbet
Gözlerim sularımdan çekilince
ürkek bir ceylanla anlaşırım
yüzünün çok yakını olan bir limana
dilinin ve ağzının verdiği baş dönmesine
bahçeni tutan tavşanlara sığınırım.
(Cahit Zarifoğlu, 2. Baskı, Şiirler, Beyan Yay., s. 83)
“İkinci Yeni”nin sayıklamalarından bir misâl daha:
Beni seviyorsanız dikkat! köşe başındaki camcıya sorun
O ne derse doğrudur, dalga geçmeyin adamla
Üstelik beni sevmek haşlanmış pirinçleri beyazlatır Günaydın!
Sabahlarınız gibidir beni sevmek, horozun renkleri gibidir
Beni sevdiniz mi yangındır artık parmaklarınız.
(Edip Cansever, Yerçekimli Karanfil, 7. Basım, Adam Yay., 1997, s. 20)
(…)
Bu akımın öncülerinden ve en büyük usta(!)larından sayılan Edip Cansever’in yukarıdaki tuhaflıkları, bir sayıklamanın ilerisinde, tımarhane duvarına yazılan saçmalık numûnesi kabul edilebilir. Orijinallik uğruna saçmalık yapmak ve derinliği maskaralıkta aramak komik bir şey olsa da, bunu yapanların “usta şair” kabul edilmesi ne tiksindirici bir hezeyandır.
Büyük Doğu Mimarı’nın 1939 yılında yazdığı “Kolay Cümle” başlıklı bir çerçevesi, cümlelerdeki basitlik, derinliğin ifâdecisi çetrefillik ve derinlik özentisindeki “illetli kafanın deprenişi” arasında mevcut olan fark uçurumlarını göstermesinin yanında, bizim bahsini ettiğimiz şiir türlerine de ışık tutabilir:
“Bir Fransız papazın (Poésie pure – Saf şiir) isimli kitabı vaktiyle bütün dünyada bir sanat hâdisesi kabul edilmişti. Bu kitabın ilk sayfasını açalım. Kainatı tek cümleye hapsetmiş bir vecize kadar güzel bir söze rastgeliriz:
“Dümdüz, çırçıplak, apaydınlık bir vuzuhla konuşan insanlara dikkat ettim. Her defasında karşımda bir APTAL vardı.”
Akıl hastalıklarına dair bir kitapta da, bir delinin ağzından çıkmış şöyle bir cümle gördüm:
“Mavi hattın üstündeki sebep!”
Papazın sevdiği girift cümle acaba bu muydu?
İçi hayat dolu cümleyle, illetli bir kafanın deprenişi arasındaki fark inceliğini sezmek, o kadar zor olmasa gerek…
BİR ODADA IŞIKLARI KISTIKÇA MESAFELER EBEDÎLEŞİR, IŞIK BÜSBÜTÜN SÖNDÜRÜLÜNCE MESAFE KALMAMIŞTIR; ayni fark…” (Necib Fazıl, Çerçeve 1, Büyük Doğu Yay., 31 Temmuz 1939, büyük harfle vurgu bize âid)
Sanırız, “dümdüz, çırçıplak” konuşan “Birinci Yeni” ve slogancı “toplumsal gerçekçi”lerle, onların karşısında saf tutan ve mısrâları bir delinin “mavi hattın üstündeki sebep” ifâdesinden daha sağlıklı olmayan “İkinci Yeni”nin gerçekte NE oldukları yukarıdaki tesbitlerden süzülmüştür.
Derinlik ve orijinallik uğruna heyecanı, heyecan uğruna da derinlik ve orijinalliği fedâ edenlerden ayrı bir noktada bulunduğumuzu ve üstün şiirin “duygunun düşünceden, düşüncenin duygudan süzüldüğü” noktada aranacağını misâllendiren Büyük Doğu-İbda Fikriyatı’nın bağlısı olduğumuzu hatırlatmakta fayda var.
Kaynak: H.Y. “Hikâye, Roman ve Şiir Çevresinde Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatına Toplu Bakış” başlıklı henüz yayınlanmamış bir eser çalışmasının bölümler hâlinde naklidir. “Akademya’ya Doğru Sitesi”, 2001-2005 (2010 öncesi arşiv yazılarımızda yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında yazılarını yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmaktadır.)