CUMHURİYET EDEBİYATINA TOPLU BAKIŞ – 36 (Arif Nihat Asya, İsmet Özel, Abdurrahim Karakoç)

Bütün bu karmaşanın ortasında yozlaşmaya karşı çıkan “Hisar Grubu” vardır. Hisar Dergisi etrafında toplanan ve birçok ünlüye sayfalarını açan Hisarcılar, dışyüzden bir Doğu-Batı sentezi yapmaya çabalamışlar; geleneğe bağlı bir yenilik hamlesini savunmalarına rağmen, bu alışılmış iddiaları köklü bir teori hâline getirememişler; birbirinden kopuk kum tepecikleri gibi zamanın rüzgârına dayanamamışlardır. Genellikle memleket edebiyatının bir devamı gibi duran “Hisar” hareketi etrafındaki şairlerin birçoğu “küçük hassasiyet esnafı”dır.

Hisar Dergisi’nde imzası olanlardan birisi ise, kendisine hâs çizgileri olan Arif Nihat Asya…Hem serbest, hem aruz, hem hece veznini aynı başarıyla kullanan ve akla gelebilecek hemen her mevzuda şiir yazan rahmetli Arif Nihat, sezgilerini fikirleştirebilse ve ince zekâsını nüktelere ayırdığı kadar -ki şiirlerinin önemli bir bölümü nüktelerle doludur- tecrid terleri dökseydi, Türk edebiyatında bambaşka bir mevkii olurdu. Bunun yanında, çok daha az yazan ve ilhâmını dizginleyip işçiliği ön plâna çıkaran bir Arif Nihat Asya görmeyi de çok isterdik. Onun şiir çizgisini takib edenler, gerek şekilde, gerekse muhtevada bölünerek ilerlediğini göreceklerdir; keşke bunları bir yerde toplamak için yürüseydi. Sanatındaki bu dağınıklık, şiirle (Büyük Doğu Mimarı’nın Bâbıâli’de ifâde ettiği gibi) “kendi kendine küçük bir bir meşguliyet” olarak ilgilendiğini göstermektedir.

“«Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın!» nakaratlı manzumesi, çeşidinin güzellerinden…” (Necib Fazıl Kısakürek, Bâbıâli, 4. Basım, s. 389)

Arif Nihat Asya, parçalanmış keyfiyetine rağmen, sahteliklerin cirit attığı edebiyat ortamında gerçek bir kıymet ifâde eden isimlerdendir.

(…)

Türk şiirinin genel seyri içinde, Marksistken sonradan Müslüman olan İsmet Özel’den de bahsetmek istiyoruz birkaç satırla… 60’lı yılların sonlarına doğru ortaya çıktığında bir yönüyle Attila İlhan’ı andırmaktadır: İkinci Yeni şairleri gibi sembollerden bolca faydalanmıştır ama bu akımı şiddetle tenkid edenlerden birisidir. Fakat Attila İlhan gibi kendine hâs bir “ekol” olacak çapa erişememiştir İsmet Özel… Ece Ayhan, “İkinci Yeni’nin gölgesinde olup da ona karşı çıkanlar oldu” iddiasına misâl olarak önce İsmet Özel’in isminden bahseder. Hâlbuki bugün hiç kimse Attila İlhan için böyle bir şey söyleyemez. Hattâ zaman zaman tersi iddia edilir.

Karşı olduğumuz, “İkinci Yeni”deki sembol zenginliğinin “toplumcuların” heyecanı ile takib edilmesi değil; böyle bir yolda ilerleyen şairin kendi kendisini izâhtan âciz oluşu… Kaldı ki, bahsettiğimiz terkib başarıya ulaşırsa, ayrı bir ekol meydana gelir ve hiç kimse o şairi “İkinci Yeni’nin gölgesinde kalmakla” itham edemez. Dediğimiz gibi, İsmet Özel, ekol olacak çapa erişememiş, hattâ sonraki yıllarda yazdıklarında bütünüyle İkinci Yeni’nin gölgesine sığınmıştır. İzâhsız da olsa, başlangıçtaki tarzı dikkate değerdi ve zamanla zenginleştirilebilirdi de… “Müslüman” olduktan sonra yazdığı şiirlerde bu terkibin zenginleşmesini isterdik, ama o, bu dönemden sonra büsbütün İkinci Yeni’ye kapılanmış gibidir.

İsmet Özel’de bir şiir işçiliği vardır; mısrâları yontar ve pürüzsüz okunabilecek hâle getirir. Kabul edelim ki, bu yönüyle “İkinci Yeni” şairlerinden ayrılır. Ama bu ayrılığa mukabil, öyle ortak benzerlikleri vardır ki, şiir anlayışımızın tahammül edemeyeceği menfî bir hâl: Bunların şiirinde, zamanın habercisi olacak ve dünyaya bakışlarını fısıldayacak bir tahassüs yoktur. İsmet Özel’in en ihtilâlci solcu şiirlerini bile Müslüman olduktan sonra aynen muhafaza etmesi ve onlara yeni bir edâ vermeye ihtiyaç hissetmemesi, aslında o şiirlerin ne “sol”, ne de İslâmî bir tahassüs ifâdecisi olduğunu gösterir. Kendi kendisini izâh edememiş bir şairin üzerinde bu kadar durmak yeterli olsa gerek…

(…)

Bütün bu kaosun, yozlaşmanın ve kendisini ilgilendirmeyen polemiklerin ortasında, bu toprakların üzerindeki sessiz çoğunluk yer yer kendi şiirlerini çıkarmış, kendi zevk ve hassasiyetini dile getiren şiirlere fidelik etmiştir. Mustafa Saka’nın bir yazısında, Karacaoğlan, Âşık Veysel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gibi şairler için “hayatın şiiri” gibi ürpertici, anlamlı bir ifâde kullanılıyordu. Gerçekten de içtimaî hayat her devrede doğrusuyla yanlışıyla kendisini dile getirecek şiirin kapılarını açmış, kendi şairine yol vermiştir. O şaire kâh günahlarını bulaştırmış, kâh umutlarını aşılamış, kâh dertlerini yüklemiştir. İşte, Cumhuriyet döneminden bugüne hayatın şiirini yazanlardan birisi de Abdurrahim Karakoç’tur. “Mihriban” bu halkın, taşranın temiz aşkıdır; “Hasan’a Mektuplar” da, yine onların dertleri ve hisleri…

Abdurrahim Karakoç’un şiirlerinde, faziletleriyle, zaaflarıyla, olgunluğu, tefekkürü, ürperişleri, heyecanları, öfkeleri ve sevgileriyle Müslüman Anadolu Türkü vardır. Bu şiirlerin günahları da yerlidir, bu toprağın insanına hastır. Kendilerine binbir çileyi çektiren, Yunan’ın bile yapamayacağı zulümleri lâyık gören, emperyalizmin uydusu kurulu düzene “devlet-i ebed müddet” diye kucak açan ve başkaldırmayı aklına getirmeyen, “isyanını sükûta” yükleyen, komünistlere karşı silâhı caiz görse de kemalizme “demokratik yollardan” tavır koyan bir halkın şairi… Bunların yanında, halk şiirine yeni bir soluk kazandırdığını, üstelik kendisine hâs bir hiciv dili kurduğunu belirtmeliyiz Abdurrahim Karakoç’un…

Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu ise, hayatın “bugün”ünden ziyade “dünüyle” ilgilenir ve hayatın şiirini destanlarda arar. Alışılmış destan kalıblarından farklıdır onun şiiri… Yer yer hece ile serbest vezni içiçe kullanmış ama kafiyeyi hiç ihmal etmemiş, tıpkı üstadı Arif Nihat gibi, serbest vezinle kafiyeyi barıştırmaya çabalamıştır âdeta… Lâkin, muhteva olarak “dün”ü bugüne taşımaz; “bugün”ün yüzünü düne çevirir ve bu yönüyle bizim “destan şiiri” anlayışımızdan geridedir.

(…)

Satırlar boyunca daha yüzlerce şair ve müteşairden bahsedebilirdik ama meselemiz isimlerden ziyade anlayışlarla olduğu için, Türk şiirinin genel seyri içinde -kuru gürültü hâlinde bile olsa- adından söz ettiren belirli akımlara bakışımızı işaretlemekle yetindik. Bunu yaparken, bahsi geçen akımların en kaliteli bilinenlerini öne çıkarmaya çalıştık ki diğerlerinin nasıl olduğunu okuyucu hayâl etsin.

Ne kadar argoya yer verirse o nisbette itibar devşireceğini sanan “kaba şairlik” hevesindeki Can Yücel’i de; tıpkı Necatigil gibi, keyfiyeti kültürünü taşıyamayan Hilmi Yavuz’u da; “işçiliği” bir tarafa bırakıp geniş hayâl gücünün yardımıyla rahatça yakaladığı süslü ama nisbetsiz ifâdelerle yontulmamış yüzlerce şiire imza atan Bahattin Karakoç’u da; tarihî motiflerden yeni semboller üreten ve sağlam bir şiir işçisi olmasına rağmen ilhâmı sınırlı olan Dilaver Cebeci’yi de -ve daha birçoklarını- unuttuğumuz sanılmasın.

(…)

Şiirin geldiği son nokta itibariyle asıl üzerinde durulması gereken şu: Şair çoğaldıkça şiir azalıyor; akımların ve “yeni”lerin sayısı arttıkça orijinallik kayboluyor. Özellikle son yıllarda imzasını görmeden kime âit olduğu bilinecek bir mısrâ bile yok sayılır. Belirli bir pâyeye erişenler ise, Batıdan çaldıklarını ve “gelenekten” devraldıkları mirası harcadılar bugüne kadar. Ve miras tükendikçe başıboşluk sardı meydanı. Artık Türk şiiri, Büyük Doğu ve İbda Mimarları’nın izinde “yeni bir nizâma” hasret çekiyor.

 

Kaynak: H.Y. “Hikâye, Roman ve Şiir Çevresinde Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatına Toplu Bakış” başlıklı henüz yayınlanmamış bir eser çalışmasının bölümler hâlinde naklidir. “Akademya’ya Doğru Sitesi”, 2001-2005 (2010 öncesi arşiv yazılarımızda yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında yazılarını yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmaktadır.)

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR