“İdeal Hikâye ve ‘Ölmek İstiyorum'” başlığı altında yazdıklarımızdan da anlaşılacağı üzere, Cumhuriyet dönemi hikâyeciliğinin karşısında hesaba vurulacağı hikâye anlayışı şudur: Mevzuu ne olursa olsun; ister ferdî bir bunalımı, ister içtimaî bir yarayı, ister basit, isterse unutulmaz bir hâdiseyi veya çok canlı bir duyguyu, kadını, aşkı, hasreti, sevgiyi, öfkeyi, haksızlığı, kahramanlığı, kimi ve neyi anlatırsa anlatsın ama anlatılanın ötesinde ve üstünde bir iklimin kapısını aralayabilirsin…
Bu tür bir hikâye anlayışının, günümüzde ucuz anlamıyla mevcut olan ideolojik hikâyecilikle ilgisi de yoktur. Bir hâdiseyi bahane ederek herhangi bir siyasî anlayışın tebliğini yapmak, propagandacılığına soyunmak başka; nereye el atarsan at, oradan bir dünya görüşünün kalbine uzanan anlayış hattı tesis etmek başka… “Tebliğ” ve “Telkin” arasındaki fark… Şöyle misâllendirelim:
-Elma güzeldir, armut ise çirkin… Elma yemeyi ihmal etmeyin; armuda ise hiç yaklaşmayın!..
Hikâyesinde böyle bir iddiayı işleyen yazar, kuru bir tebliğciden başka birşey değildir. Bir de şu:
– Hiçbir iddiaya yanaşmaksızın, anlattığı hâdise ve duygulara muhatab olan okuyucuya elmanın güzel ve armudun çirkin olduğunu hissettiren yazar… İşte bu “telkinci” bir tavırdır ve böyle bir yazarın ayrıca “elma güzel, armut çirkin” demeye ihtiyacı yoktur. Zâten onu okuyan ne demek istediğini hisseder; yâni onun iddiasız satırlarının arkasında en ciddî iddialar saklıdır.
Fakat biz “telkinci” ile “üstün telkinci” arasında da bir ayırım yapmak mecburiyetindeyiz. Yâni “telkinci” bir üslûb kullanan her yazar, bizim bahsini ettiğimiz BİR DÜNYA GÖRÜŞÜNÜN KALBİNE uzanan anlayış hattını tesis ediyor değildir. “Üstün telkin” mi? İşte:
– Elmanın güzel ve armudun çirkin olduğunu hissettirir ve düşündürürken, bunu sadece “elma” ve “armut” için yapmaz; belki bu meyvelerin şahsında okuyucuyu tabiat muhasebesine davet eder, belki kendi hayat anlayışının varlıklar karşısındaki mevkiini fısıldar. Yâni meyveyi meyve olduğu için değil, kendi dünya görüşünün kalbine uzanan bir anlayış hattı tesis etmek için bir vasıta olarak kullanır. Bazen kendisi bile bunun farkında olmayabilir; lâkin soluklandığı tahassüs iklimi öylesine bereketli ve yükseklerdedir ki, el attığı her mevzu, daha yükseklerdeki başka mevzuların kapısını aralar ve nihayet bir dünya görüşünün kalbine uzanır. İBDA Mimarı “kadın” vesilesiyle şu müthiş hikmeti ifâde eder: “Kadında kâinat muhasebesini hülâsalandırmak…” Doğrusu Büyük Doğu ve İbda Mimarları sadece kadın bahsinde değil, el attıkları her mevzuda “kâinat muhasebesini hülâsalandırmaya” talib olmuşlardır.
“Üstün telkinci”nin hususiyeti anlaşılıyor mu? Eserin “telkin” ettikleri, muhtevayla sınırlı değildir. Muhtevanın ardında perde perde açılan yeni muhtevalar vardır. Üstad’ın, “Perde perde verâlar, ışık başka, nur başka” diye mısrâlaştırdığı hâl gibi…
Önemle belirtelim ki; Bu “TEBLİĞCİ”, “TELKİNCİ” ve “ÜSTÜN TELKİNCİ” AYIRIMI SADECE HİKÂYECİLİK İÇİN DEĞİL, BÜTÜN SANAT ŞUBELERİ İÇİN GEÇERLİ BİR SINIFLANDIRMADIR VE BÜYÜK DOĞU MİMARI İLE İBDA MİMARI DIŞINDA, CUMHURİYET DÖNEMİ TÜRK EDEBİYATI İÇERİSİNDE “ÜSTÜN TELKİNCİ” OLABİLMİŞ BAŞKA BİR YAZAR VE ŞAİR YOKTUR. “Yıldızlar kuşağı” olmaya talib olan İbdacı sanatçıların izini sürdüğü ve hedeflediği de “Üstün Telkinci” sanattır.
Kaynak: H.Y. “Hikâye, Roman ve Şiir Çevresinde Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatına Toplu Bakış” başlıklı henüz yayınlanmamış bir eser çalışmasının bölümler hâlinde naklidir. “Akademya’ya Doğru Sitesi”, 2001-2005 (2010 öncesi arşiv yazılarımızda yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında yazılarını yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmaktadır.)