CUMHURİYET EDEBİYATINA TOPLU BAKIŞ – 5 (Hikâye Dünyamızdan Misâller: Sabahattin Ali’den ‘Kağnı’)

Hikâye, “Bir tarla meselesi yüzünden Savrukların Hüseyin, Arkbaşında Sarı Mehmet’i vurdu” cümlesiyle başlar; yâni tam bir gazeteci üslûbu…

Hüseyin’in babası Mevlüt Ağa’dır, Sarı Mehmet’in ise bir tek anası vardır. Mevlüt Ağa’nın yakınları bu ihtiyar kadını “davacı” olmaması, olayı “candarma”ya iletmemesi ve oğlunu eceliyle ölmüş gibi gömmesi için baskı altına alıp, iknâ ederler. Çünkü onu “bundan sonra Mevlüt Ağa” kollayacaktır. Hâdise kapatılır, eceliyle ölmüş gibi sükûnetle ölü yıkanır ve gömülür. Bunun karşılığında Mevlüt Ağa, Sarı Mehmet’in anasına iki tane sütlü keçi ile bir torba un ve bir kesekâğıdı şeker yollar.

Savrukların Hüseyin’le kavgalı olan ve kasabada pabuççuluk yapan Garip Mehmet, köylülerden duyduğu cinayet işini hemen hükümete bildirir ve bir ay kadar sonra köye vilayetten iki süvari candarma gelir.

İkindi üstü candarmalar mezarlığa gidip köylülerle birlikte Mehmet’in ölüsünü çıkartırlar. Ancak aradan bir ay geçtiği için ölü şiddetle kokmaktadır, herkes beş-on adım geri çekilir. Mehmet’in anasını çağırarak: “Koş bakalım kağnıyı! Oğlunu kasabaya götüreceksin… Doktor muayene edecek!” derler.

Kadın kağnısını koşar, oğlunun kurtlanmış ölüsünü parça parça olmuş bir yorgana sarıp, gece olduktan sonra yalnız başına yola koyulur.

Kağnıdan yayılan koku ile sersemleyen, sendeleye sendeleye yürüyen altmışlık kadın, bazen birdenbire hızlanan öküzlere yetişmeye çabalarken, ağlamaktan daralan göğsü nefes alamamaya başlar ve düşer. “Yüzü yolun beyaz ve kül gibi ince tozlarına gömülür.”

Kağnı ise, “taşlara çarptıkça, üzerinde bağlı ölüyü iki tarafa fırlatarak ve yükselip alçalan uzun, yanık gıcırtılar çıkartarak ve ay ışığının altında ve gecenin sessizliği içinde arkasında hafif bir toz bulutu bırakarak ağır ağır” ilerler. (Sabahattin Ali, Kağnı-Ses, Cem Yay., 6. Basım, 1994, s. 7-12)

Farkedileceği gibi, “toplumsal gerçekçi” diye adlandırılan bir yazar zümresinin hikâyecilik dalındaki belki en önemli imzası olan Sabahattin Ali’nin en tanınmış hikâyelerinden birisi olan bu “Kağnı” başlıklı hikâye, “elma iyi, armut çirkin” demekten ileriye geçemeyen kuru tebliğci bir yazarı misâllendirmektedir. Ki Sabahattin Ali’nin bu tarz hikâyelerin en kaliteli imzalarından birisi olduğunu hatırlayınca, Türk hikâyeciliğinin sefaletini büyük bir ürpertiyle farkederiz. Gerçekten de Sabahattin Ali hikâyecilikte bir yapı ustasıdır ama bu yapı çıplak bir inşaattan fazlası değildir. İskeleti sağlam da olsa, bir inşaatın iç dekorasyonu zengin bir estetik zevkle işlenmeli, nakışlandırılmalı ki, güzel bir ev olsun. Hattâ bu da yetmez; evin içi en uyumlu eşyalarla donatıldıktan sonra gönül rahatlığı ile “evim var” diyebilesin.

Buraya kadar izâhını yapmaya çalıştığımız iç dekorasyon kuru bir ideolojik propagandanın ilerisinde ruhî bir derinlik belirten, estetik ifâdecisi bir muhtevadır.

Sabahattin Ali’deki iç dekorasyon mu? Düzgün cümle kuran, gramer bilgisi yerinde bir gazetecinin günlük havadisinden ileri geçmeyen bir muhteva… İçtimaî bir yaraya mı parmak basıyormuş? Bazı gazete havadisleri de içtimaî yaralara parmak basıyor. Hikâyelerdeki vak’alar çok mu heyecanlı ve etkileyiciymiş? Öylesi vak’alar gazetelerde de var. Bu hikâyeler sürükleyici olduğu için mi tutuluyor? Gazete haberleri de bir çırpıda okunur.

Cumhuriyet dönemi hikâyeciliğinin önemli bir bölümünü işgâl eden bu tür “tebliğci-kaba propagandacı” hikâye anlayışı hakkındaki genel tesbitimiz, Üstad Necib Fazıl’ın Sabahattin Ali hakkındaki şu satırlarından süzülebilir: “Sabahattin Ali, hikâyenin bina, yapı işinde ustaca, vâkıalara bağlı, İÇ KUMAŞI KABA ÇUVAL BEZİNDEN İLERİYE GEÇMEZ ve şiirden zerrece nasibi olmayan kupkuru bir amele…” (Necib Fazıl, Bâbıâli, Büyük Doğu Yay., 4. Basım, İstanbul 1990,  s. 242-243, büyük harfle vurgu bize âid)

Bu tarzın en ustalarından Sabahattin Ali’nin bile “iç kumaşının kaba çuval bezinden ileriye geçmez” olduğunu düşünürsek, onun taklidçilerini ve taklidçilerinin taklidçilerini hesaba katmaya değmez. Zaten bu çalışmamız  boyunca, şahıs isimlerinden ziyade “anlayışlar”ın üzerinde durmaya gayret ettiğimiz hissedilecektir.

Bir yazar ve şairin NE yazdığı kadar NASIL yazdığının da önemli olduğunu bize İBDA öğretti. İşte kendilerine “toplumsal gerçekçi” diyen hikâyecilerin (ve elbette romancılar ve şairlerin) anlamadıkları, anlayamadıkları veya anlamak istemedikleri yanlışları buradadır. Onlar bir hâdisenin sadece fotoğrafını çekerler; tabiî, işlerine geldiği ve görmek istedikleri açıdan… Ama sonuçta bu sadece bir fotoğraftır ve bir insan yüz şekillerinden ne kadar tanınabilirse, hâdiselerin gerçek sebebi de fotoğraf çeker gibi bir kurgulamayla o kadar anlaşılabilir. Bir hâdisenin sebeb-netice ilişkilerini mantıkî bir kurguya yerleştirmekle, o hâdisenin sırrının yakalanamayacağını hatırlamak lâzım… Köy ağalarının haksızlıklarını ve köylülerin çaresizliklerini anlatmak, iyi bir SANAT ESERİ için yeterli olmadığı gibi, anlatılan hâdisenin içyüz izahını yapmaya da yetmeyecektir.

 

Kaynak: H.Y. “Hikâye, Roman ve Şiir Çevresinde Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatına Toplu Bakış” başlıklı henüz yayınlanmamış bir eser çalışmasının bölümler hâlinde naklidir. “Akademya’ya Doğru Sitesi”, 2001-2005 (2010 öncesi arşiv yazılarımızda yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında yazılarını yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmaktadır.)

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!