Murat Küçük gönüldaşımızın mektublarından birinde, şu minvalde bir tesbiti olduğunu hatırlıyorum: “Bir hikâyede mevzu basitleştikçe üslûb çetrefilleşmeli…” Bu nefis tesbitin tersi de geçerli: “Bir hikâyede mevzu çetrefilleştikçe üslûb basitleşmeli.”
Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatı içinde, kitablık çapa ulaşmayan birkaç istisna dışında, ne bu teknik inceliği anlayan çıkmış, ne de ferdi ve toplumu aynı ânda kucaklayacak, en basit meselelerin arkasındaki mücerredi işaretleyecek, ulvî muammalarla okuyucuyu karşı karşıya getirecek hikâyeci yetişmiştir.
Batı hikâyeciliğini yakalamak için çırpınanlar, oradaki bazı örnekler gibi mesele kucaklayabilecek çapa erişmemiştir. Meselâ (Mopasan)ın “Korku” isimli bir hikâyesi vardır ki; bilindiği sanılan bir ruh hâlinin ardındaki bilinmeyeni karşımıza çıkarması açısından çok önemlidir ve Türk hikâyeciliğinde bu çaptaki hikâyelerin sayısı ancak bir elin parmakları kadardır. İşte bu hikâyenin özeti:
“İri bir Ay’ın ayna gibi pırıl pırıl parıldattığı Akdeniz sularındaki” büyük bir geminin güvertesinde yedi-sekiz kişi toplanıp, gitmekte oldukları o uzak Afrika’ya doğru gözlerini çevirmiş, sessizce denizi seyrederken, aralarında purosunu içmekte olan kaptan daha önce gemisinin, denizaltı kayası üstünde tam altı saat kaldığını ve bu hâdisenin onu çok korkuttuğunu anlatır.
“O sırada güneşten yanmış yüzü, vakur hâliyle pek heybetli görünen, bitmek tükenmek bilmez tehlikelerle karşılaşmak suretiyle meçhul diyarlarda uzun seyahatler yapmış olduğu anlaşılan, görmüş olduğu o garip manzaralardan bazılarını hâlâ gözlerinin derinliğinde muhafaza ediyormuş gibi etrafına sükûnetle bakan ve nihayet çok cesur bir kimse olduğu tahmin edilen bir adam” konuşmaya başlar:
– “Enerjik bir insan, çabuk gelip geçen bir tehlike karşısında hiçbir vakit korkmaz. Belki biraz heyecanlanır, sinirlenir. İşte o kadar. Fakat korku bambaşka şeydir.”
Bu adam, “başından birçok şeyler geçtiğini, öldürücü gibi görünen birçok maceralar yaşadığını, çok hırpalandığını, eşkıyalar tarafından ölü[me] bırakıldığını, Amerika’da âsi muamelesi görerek asılmak sûretiyle îdama mahkum edildiğini ve Çin sahillerinde, bir geminin güvertesinden denize atıldığını, bütün bu olayların her defasında mahvolduğunu sandığını; fakat, hiç çekinmeden, hattâ hiç bir pişmanlık hissi duymadan yine bildiği gibi hareket ettiğini, çünkü korkunun bu anlattıkları olmadığını” belirtir. O, korkunun ne olduğunu iki kere hissetmiştir.
On yıl önce Afrika toprakları üzerinde başına bir hâdise gelmiştir: Büyük kum tepelerinin olduğu bir yerden geçiyordur. Dünyanın en acayip bölgelerinden birisi olan bu yer, sanki bir okyanusun bir fırtınada kuma dönüştüğü intıbâını uyandırır. Okyanusun kabarmış suları gibi yükselen dağ büyüklüğündeki kumlar… “Altındanmış gibi görünen bu kum dağlarını tırmanmak, o dalgalardan tekrar aşağı inmek lâzımdır.” “Atlar hırıltı çıkarırlar: dizlerine kadar kumlara batarlar ve o şaşırtıcı tepelerin diğer yamaçlarından aşağı inerlerken kayarlar.”
Bu yolculukta iki arkadaşlardır. Peşlerinde de sekiz sipahi ve devecilerle birlikte dört deve vardır. Bitkin bir vaziyette ilerlerken, adamlardan biri birdenbire bir haykırış sesi çıkarır, şakın bir vaziyette hareketsiz kalırlar.
Biraz ötede, pek belli olmayan bir istikamette, kum tepelerinin esrarlı davulu çalmaktadır. Bu davulun sesi kâh zarif, kâh kesik kesik gelir; sonra gökgürültüsünü andırır gibi kuvvetlenir. Korkmuş olan Arablar, “ölüm üzerimizde” diye birbirlerine bakarlarken, arkadaşı olan adam, güneş çarpmasıyla atından başaşağı düşer. İki saat, onu kurtarmak için boşu boşuna uğraşırken, bir türlü kesilmeyen o davul sesi, mahiyeti bilinmeyen gökgürültüsü ile kulaklarını doldurur ve hakikî korkunun o ânda, arkadaşının cesedi karşısında ve dört bir tarafı kumlarla çevrili çöl ortasında kemiklerine kadar nüfûz ettiğini hisseder.
Hâlbuki sonradan öğrenmiştir ki, o acayip sesler, kum tepeleri arasında teşekkül etmiş olan vâdilerde, kumların rüzgârla uçmalarından ve kuru otlara çarpmalarından hâsıl olmaktadır. Yâni o davul sesi bir nevî ses serabıdır ama o ânda korkmuştur işte.
İkinci korkusunu ise “geçen kış” Fransa’nın bir kuzeydoğu ormanı içinde yaşamıştır. Gökyüzü çok kapalı olduğundan gece erken bastırmıştır. Bir orman bekçisinin misafiri olacaktır ve bir köylü onlara kılavuzluk etmektedir.
Nihayet zifiri karanlıkta evli ve iki oğlu da onunla beraber bulunan orman bekçisinin evine gelirler. İçeridekiler onları bir panik havası içinde karşılarlar. Çünkü orman bekçisi tam iki yıl önce bir adam öldürmüştür. Ölenin ruhu geçen yıl gelmiş ve seslenmiştir, bu yıl yine beklemektedir. Bu sebeble elinde bir tüfek vardır, oğlanların elinde ise birer balta…
Hikâyenin kahramanı ise “tam o akşam gelmiş olmaktan memnun kalarak, elinden geldiği kadar adamı teskine çalışır.” Dışarıda şiddetle devam eden bir fırtına, evin her tarafından ıslık sesleri çıkarır; ağaçlar çok sert rüzgârla eğilmektedir.
Gecenin ilerleyen saatlerinde, ihtiyar bekçi, birden bire iskemlesinden sıçrar, tüfeğini tekrar eline alarak “işte, işte o, duyuyorum onu!” diye kekeler. Oğullar baltaları ellerine alırlar, onları yatıştıracağı sırada, uyumakta olan köpek birden bire uyanır ve sönmüş ateşe bakarak, herkesi titretecek kadar fenâ uluma sesleri çıkarmaya başlar. Köpek birşey görüyormuş gibi, ayakları üzerinde dikilerek hareketsiz bir hâlde durup, meçhul bir şeye karşı havlar. Perişan bir vaziyette olan bekçi: “Birşeyler seziyor! Onu seziyor! Onu öldürdüğüm vakit o da oralarda idi” diye bağırır.
O ân dehşet verici bir manzaradır, hikâyenin kahramanı da titremeye başlar; kendini kaybetmiş bu insanlar arasında, hayvanın birşey görmüş olması dehşet verici bir manzaradır.
Köpek hiç durmadan bir saat kadar ulur. Bu müthiş korkunun ortasında, hikâye kahramanını oraya getiren köylü, bir nevî öfke buhranı içinde hayvanı dışarı salıverir.
Köpek derhal susar. O sessizlik içinde dalgın bir vaziyette kalırlar. Derken bir ân hepsi yerlerinden sıçrayarak ayağa kalkar. Dışarıda biri evin duvarına sürtünerek ilerliyordur. Biraz sonra kapı önüne gelir, kapıyı yoklar gibi yapar. Daha sonra, kapı üzerindeki pencerenin camından bir baş görünür. Bu başın ağzından mırıltı kabilinden bir ses çıkar.
Ve o ânda mutfak içinde bir patlama olur. İhtiyar orman bekçisi ateş etmiştir. Hikâyenin kahramanı, tüfeğin ateş ettiği sırada hiçbir şey düşünemez olmuş, bayılacak vaziyete gelmiştir korkudan…
Oradakilerden hiçbiri kıpırdayamaz, şafak sökünceye kadar uyuşuk bir hâlde kalırlar ve pencereden dışarı nihayet cesaret edip baktıklarında, dışarı saldıkları köpeği öldürmüş olduklarını görürler.
Adam bunları anlattıktan sonra, güvertede konuştuğu kişilere şunları söyler:
“- Bununla beraber, o gece hiçbir tehlike ile karşılaşmış değilim. Fakat, ateş edip köpeği öldüren o tüfeğin sesini bir ân için duymaktansa, geçmiş zamanlarımda göğüs germiş olduğum o müthiş tehlikelerle tekrar karşılaşmayı tercih ederim.” (Guy De Maupassant, Seçilmiş Hikâyeler, çev: Ferit Namık Hansoy, İnkılap ve Aka Kitabevi, İstanbul 1970, s. 17-25)
Çalışmamızın mevzuu “Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı” olduğu hâlde, bu yabancı yazarın hikâyesinden niçin bahsediyoruz? Farkedileceği gibi, özetini verdiğimiz bu hikâyede yazar, “en cesur insanların dahi korkabileceğini, korkunun ruhun dağılışı gibi menfur bir his olduğunu; fakat bir insan cesur oldu mu, ölüm de dahil, tehlikenin bütün şekilleri karşısında korkunun lâfının olmayacağını” anlatmıştır. “Korku ancak belirsiz tehlikeler karşısında, bazı esrarlı tesirlere tâbi olarak anormal vaziyetlerle husule gelir. Hakikî korku, eski zamanın o inanılmayacak derecedeki hayâlî dehşetleri gibi birşeydir.”
Anlaşılıyor mu? Yazar, bilindiği sanılan ruh hâlinin ardındaki bilinmeyen incelikleri karşımıza çıkarıyor. İnsan fıtratının bir parçası olan “korku”nun sırrını ve asıl kaynağını işaretlemeye çalışıyor kendisince… Anlıyoruz ki korku, meçhulün verdiği bir ürpertidir. “Korku”nun sırrını öğrenmek insanî hakikatimizi keşif, “kendimizi bilme” yolunda atılmış bir adımdır. Çünkü, “korku” yaradılışımızın bir parçasıdır. Yazar doğrudan bunları anlatmamıştır ama bir okuyucu olarak biz bunları görebiliyoruz hikâyenin akışında… “İdeal Hikâye ve Ölmek İstiyorum” başlıklı yazımızda ifâde ettiğimiz “duygu ve hâdiseler ile üst seviyedeki fikirler arasında bir sanat köprüsü kurulması gerektiği” şeklindeki tesbitimizin pratiğe dökülmüş misâlini görüyoruz. Ve yine anlıyoruz ki, Batı edebiyatının bu tür hikâyeleriyle, Büyük Doğu ve İbda Mimarları dışında mukayese edilebilecek eserler yoktur Türk edebiyatında… “Hikâye Dünyamızdan Misâller” bölümünde özetlerini verdiğimiz Sabahattin Ali ve Sait Faik’in hikâyeleri, (Mopasan)ınkine göre ne kadar çiğ ve ucuz… Birisi ideolojik birkaç slogan dışında sanat kaygısı taşımayan sendika yöneticisi ve emekçiyi; diğeri de şiir heveslisi liseli genci doyurur ancak. Öbür Türk hikâyecilerinin arasında da (Mopasan)ın “Korku”su gibi mesele kurcalayan ve bilindiği sanılanın ardındaki bilinmeyeni işaretleyen bir hikâye sahibi çıkmayacaktır. Büyük Doğu-İbda mensubları ise gönül rahatlığı ile (Mopasan)ı ezecek çapta bir hikâyeyi, meselâ Üstad’dan bahsi geçen “Ölmek İstiyorum”u gösterebilirler.
Türk hikâyecileri büyük meselelere yanaşmamışlar, mesele diye işaretledikleri hâdiselerin arkasındaki sırrı arama ihtiyacı hissetmemişler, hattâ böyle bir mükellefiyetten dahi habersiz yaşamışlar ve kendi kendilerini avutmaktan öteye geçememişlerdir.
Ele aldığı çerden çöpten mevzuları nüktedan bir anlatımla renklendiren Haldun Taner, “On İkiye Bir Var” hikâyesinde “zaman” gibi insanı kıvrandıracak bir muamma ile adeta alay etmiş ve onun iç yüzünü işaretleyememiş; tıpkı romanları gibi hikâyelerinde de marazî bir ruh hâlinin ifâdecisi olan Oğuz Atay da zaman zaman burun buruna geldiği ulvî meseleleri nüktelerle geçiştirmiş ve Türk hikâyeciliğini orijinal bir zemine oturtamamışlardır. Oğuz Atay, “korkuyu beklerken”, (Mopasan) gibi beklediğinin ardındaki sırrı göremez; fakat o göremediği sırla alay eder. Okuyucuyu hastalandıracak kadar marazî ruh hâllerini ustalıkla anlatırken de o sırrı görüyor değildir.
Diğer taraftan, hikâyelerini muhteva ile ilgisiz tasvirlerle dolduranlar, gördüklerini yazmaktan başka hüneri olmayanlar, orijinal görünmek için ıkınıp-sıkınanlar vs… Hesabımız isimlerden ziyade anlayışlarla… Onun için tek tek misâllendirmeye hâcet yok.
Kabul ediyoruz: Türk hikâyeciliğinde bazı güzel örnekler vardır ama bunlar kesinlikle kitablık çapa ulaşamamıştır. İşin özü ise, ulvî mesele yoktur. Hikâyenin ne muhtevası ne tekniği, bir çetinliğin ifâdecisi olmuştur. Aksine, kolayca yazar sayılmak isteyenlerin sığınağıdır Türk hikâyeciliği!..
Kaynak: H.Y. “Hikâye, Roman ve Şiir Çevresinde Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatına Toplu Bakış” başlıklı henüz yayınlanmamış bir eser çalışmasının bölümler hâlinde naklidir. “Akademya’ya Doğru Sitesi”, 2001-2005 (2010 öncesi arşiv yazılarımızda yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında yazılarını yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmaktadır.)