Dante’nin Yolculuğu – I

Benim konferanslarımın biraz tatsız geçtiğini görmez değilim. Dilimin tatsızlığına verin… Fakat karşılıklı soru–cevablarla sohbetimizi bir nebze olsun tatlandırabileceğimizi umuyorum. Eğer başaramazsak, geçen dönemin son konferansını olduğu gibi, bu dönemin ilk konferansını da bana tevdî eden sevgili Akademya yetkililerine çatın. Veya bunun burada son konferansım olduğunu öğrenmekle bir çeşit teselli bulabilirsiniz…

Öyle veya böyle, üçüncü konferans dönemimize başlıyor, üçüncü yılımıza giriyoruz. Dün Metris’teki hücrelerde bir hayâl olarak başlayan Akademya, “İslâmî İlimler ve Sanatlar Vakfı”nın Şirinevler’deki mekânında ilk teşekkül zeminini bulmasının ardından, Türkiye’nin en çok okunan ve tek fikir dergisi olmaya doğru bir tecelli imkânına kavuştu. Bugün, Mecidiyeköy Kültür Merkezi’nde başlattığı fevkalâde başarılı sinema günlerinin yanında, Bayezid’deki çay bahçesinde kurduğu geniş sohbet halkaları ve Beyoğlu’ndaki şu salonu hınca hınç dolduran konferanslarıyla, yayın piyasasında eşi ve benzeri olmayan bir cazibe merkezi teşkil ediyor.

Ben bu salonda dışımızdakilerin verdiği konferanslara yer yer şahid oldum. Emin olun, etiket sahibi adamlar bile bizim onda birimiz kadar alâka görmüyor. Bu başarıda, hiç şübhesiz, Akademya yetkililerinin samimiyet ve fedakârlıkları en büyük pay sahibi. Bana da kürsüde bir görev tevdi ettiklerinde onlardan kaçamıyorum. Görevimin, bağlısı bulunduğumuz fikriyatın gizli güzelliklerine dair sizlerde bir ilgi uyandırabilmek olduğunu kabul edelim ve eğer bu görevi hakkıyla yerine getiremiyorsam, yerimi hemen bunu benden daha iyi yapacak birinin alması gerektiğini bilelim.

  •  

Öncelikle şu konferans tanıtım afişlerinde gördüğünüz ibarenin muhasebesiyle başlayalım:

– “Dante’nin Yolculuğuna İslâmcı Bakışta Bir İlk!

Kimdir Dante? Ve nedir Dante’nin yolculuğu? Niçin ona İslâmcı bir bakışa lüzum var? Ve neden bir ilk?

Aslında benim için “Dante’nin yolculuğu”, bu konferansın mevzuunu tanımlamak için yeterli bir kavramdı. Ama genel atmosferi düşününce, hani bize “Yunanlılar’a niye bakıyorsunuz, biz ki Türk’üz” diyenleri hatırlayınca, “Dante’nin yolculuğuna İslâmcı bakış” vurgusunu gerekli gördük. Ve sevgili Akademya yetkilileri, bu bakışın bir ilk olduğunu ihtar etmenin de lüzumunu hissetmiş olacaklar.

Bizden başka, bakın, Dante Türk edebiyatı için ne kadardır:

Yaş otuzbeş yolun yarısı eder

Dante gibi ortasındayız ömrün

Cahit Sıtkı’nın bu mısralarını bilmeyen yoktur herhâlde… 35 yaşına gelen her Türk evlâdı, 70’inden önce ölmemek umuduyla, birkaç kez tekrar eder bu sözü. Sanki onun dilemesiyle ecel saati değişecekmiş gibi, böyle bir umutla, adetâ dinsizlerin duası niyetine hatırlanır bu şiir. Ama şiirde geçen Dante üzerinde duranını gene de pek göremezsiniz. Genellikle ansiklopedik malûmat sırasında alınır. Çok çok Batılı münekkidlerin Dante hakkında birkaç değerlendirmesini okuyan vardır; o da edebiyat fakültesi imtihanlarında çıkacak diye veya “ben edebiyatçıyım” diyebilmek adına…

Öyleyse, biz evvelâ Dante’yi, hiç bilinmiyormuşçasına, sanki adı ülkemizde ilk defa duyuluyormuşçasına bir bakışla ele almak durumundayız demektir. İşte bunun için “ilk” demek caizdir; benimsenebilir…

Dante’yi, Milâdî 1300’e doğru İlahî Komedya (La Divine Commedia) isimli manzum bir eser vermiş bir İtalyan şairi olarak tarif edebiliriz. Bu manzum eser üç cilddir: Cehennem (Inferno), Araf (Purgatorio) ve Cennet (Paradiso)… Anlaşılacağı gibi, ölümden sonraki hayata, âhiret hayatına dair bir eser. Ve Dante’nin yolculuğu, âhiret hayatında, Cehennem’de, Araf’ta ve Cennet’te geçen bir şiir macerası… Ama Simyacı’nın diliyle söyleyecek olursak bir “şahsî menkıbe” değil: Tafsilâtını birazdan göreceğimiz, bütün bir Batı edebiyatını derinden etkileyen, bütün bir Batı edebiyatının temelinde yer alan bir tecrübe…

Dante’nin yaşadığı dönemde onun kadar ünlü iki İtalyan edibi daha vardır: Petrarca ve Boccaccio… Bu üçü, Batı edebiyatının, eski Yunan ve Lâtin şairlerinden sonraki temelleri sayılır. Boccaccio, meşhur Decameron Hikâyeleri’nin müellifidir. Halkı nefsinden men’ederken, kendileri bir çok ahlâkî deformasyonu yaşayan papaz takımı hakkında bazı hikâyeler ve fıkralar anlatır. Hristiyanlığın ikiyüzlülüğünü sergilemekteki cesaretinden dolayı büyük bir hâdise olmuştur Boccaccio Batı’da; gizli gizli, yasaklı yasaklı, yüzyıllara varan bir etki göstermiştir. Ve dediklerine göre, onun eline geçmeden önce Dante’nin eseri sadece “Komedya” ismini taşırmış. Dante öldükten sonra Boccaccio bu eseri elinde tutmuş ve kendi anlattığı beşerî komikliklerden ayırmak için ona “La Divine – İlâhî” sıfatını eklemiş. Böylece Dante’nin Komedya’sı, olmuş İlâhî Komedya…

Aslında burada bir müddet oyalanmakta fayda var: Batı’daki “İlâhî” ve “insanî” ayrımı… Batı tarihi, bu iki temel kutbun çatışmasının tarihi olarak da görülebilir. Hristiyanlığın te’sisinde en başından beri bir “ruhban sınıfı”, “avam sınıfı” ayrımı vardır. Hristiyanlıkta dini ancak (cleric) dedikleri rahib takımı bilebilir; (laic) dedikleri avam kesimi ise bu rahiblere tam itaatle yükümlüdür. Nitekim Batı’da “İlâhî” olanı da yalnız Aziz Augustinus’un Doctrina Christiana’sı veya onunla aynı şey demek sayılan kilise zırva ve zorbalıkları temsil eder. “İnsanî” olan, bu zırva ve zorbalıklardan kurtuluştur. (Laik) kesimin (cleric) kesimi ezdiği çağa gelince, Dante’nin İlâhî Komedya’sının yerini de Balzac’ın “İnsanlık Komedyası” alacaktır.

İslâm’da böyle bir ayrım ve çatışma olmadığını biliyoruz. İslâm’da “İlâhî” olan, aynı zamanda “insanî” olandır; ve “insanî” olan da aynı zamanda “İlâhî” olan… Eski bir Kıbtî levhasında denildiği gibi: “Yukarıda olan, aşağıda olan gibidir; ve aşağıda olan da yukarıda olan gibi…” Bu yüzden (cleric–ruhban) ve (laic–avam) sınıfları bizde olmamıştır… Bizde “rind” ve “zâhid” vardı; biri tasavvuf erbabını, diğeri şeriat erbabını temsil eden iki sınıf aydın… Bu iki sınıfın tartışmasından çeşitli aykırılıklar doğmuş olsa bile, lâikliğin mevzuu bizde hiç olmamıştır. Ama bazıları bizim tarihî sürecimizi Hristiyanların çatışmalarıyla denk tutmak zoru hisseder kendinde. Onlara kalırsa, sadece “rind ve zahid” tartışması değil, “Karagöz–Hacivat” atışması bile, (laic) ve (cleric) çatışmasına delildir. Bizi zorla lâikleştirmek için, başımıza birer (cleric) kesilirler. Ve bu, ne İlâhî, ne insanî, sadece şeytanî bir sonuç doğurur!

  •  

“İslâmcı bakış”ın ne olduğu üzerinde duralım biraz: Eşya ve hâdiselere Müslüman gözüyle bakmak, Müslümanca bakmak… Bu bakışı tarif için “feraset” kelimesi vardır. Hani “öngörü”, “önsezi”, “ileri görüşlülük” falan diye gevelerler. Allah Resûlü demiş: “Mü’minin ferasetinden korkunuz, çünkü o, Allah’ın nuru ile nazar eder!” Kâfirin “kehanet”inden ayrıdır bu. Kehanet, bir nevî “desteksiz atış”tır. İsabet ettirmesi mümkün olsa bile, İslâm’da yeri yoktur. Mü’minin feraseti ise, onun tabiî bakışıdır; tabiî bakışından ayrı bir bakış nevii değildir… Bu, Müslümanın, Kâinatın Efendisi’ne inanmış ve bağlanmış olmakla kazandığı, alelâde bakışın üstünde bir bakıştır ki, Kur’an’da Kâinatın Efendisi’nin şöyle vasıflanmasından ileri gelir (mealen):

– “Gözleri, bakışları başka yöne kaymadı!

Allah’tan başka yöne… Biz bugün böyle bir vasfı nefsimize mâledecek şartlara mâlik miyiz? Sanırım bu suale “evet” cevabı verebilecek bir Müslüman yoktur aramızda. Şu hâlde “feraset” azim bir davadır; kolayca kendimizde dikizleyebileceğimiz bir hassa değildir. Zaten bu yoksulluğumuz ve yoksunluğumuz yüzündendir ki, “İslâmcı bakış”ın ne olması gerektiği üzerine ayrı bir fasıl açmak zorunda kalıyoruz. Hani şu misâldeki gibi: Geçen gün Cihangir yokuşundan Kabataş sahiline bir “bakış” attım. Zannettim ki, aradaki mesafe 10 dakika tutar, tutmaz. Ama yürüdükçe yol uzadı; yol kıvrımlandıkça, “ilk bakışta” göremediğim neler gördüm. Neticede sahile inişim 1 saati buldu.

İşte “İslâmcı bakış” da, yukarıdan bakan için bu kadar basit, yolu kıvrımlanan için böylesine girift bir mesele… Bu mesele bana, kavramlara bakışta ve onların üzerine atılışta bir türlü kestiremediğimiz “mesafe ayarı”nı düşündürdü. (Sen çile çekiyorsun, ben çile çekiyorum; aynı çileyi mi çekiyoruz? Aynı balı sen de, ben de yesek, aynı tadı mı alıyoruz? Aynı güzel karşısında aynı hislere mi garkoluyoruz? Birbirimize sarılıp uyusak, aynı uykuyu mu uyuyor, aynı rüyayı mı görüyoruz? Nihayet, aynı kelimelerle aynı mânâları mı kasdediyoruz?) Şunu düşündürdü:

– Matematikte formülleri kullanmamakta inad eden yahut hangi formülü nerede kullanacağını bilmeyen kimse, ya problemi çözemeyecek veya o problemi çözmek için oturup matematik tarihini yeniden yazmak ve gereken formülleri yeniden keşfetmek zorunda kalacaktır. Fikirde de bu böyledir. Fikirde, matematik formüllerinin yerini “terkibî hükümler – ideolojik vâhidler” alır. İBDA Diyalektiği’nin billûrlaştırdığı bu formüllerden yararlanmayı bilmeyen fikirci, ne “İslâmcı bakış” kavramının mânâsına erebilir, ne de önündeki problemi çözebilir; oturup Büyük Doğu – İBDA külliyatını yeniden yazması gerekir!..

İşte, “feraset” davası kaybedildiği ve “mesafe ayarı” kalmadığı içindir ki, biz, “Dante’nin yolculuğuna İslâmcı bakışta bir ilk” oluyoruz. Diğerlerine bakın: En ucuzundan bir şiir döktüreyim, bir hikâye çaktırayım, tanınayım, yolumu bulayım derdindedirler. Dante ile, Joyce ile, Homeros ile boğuşayım, İslâmcı olmak bunu gerektirir, yok… Sen onlarla boğuşmayı göze almayınca, onlar ayarında ve onları geride bırakacak bir eser de ortaya koyamıyorsun; ve bu âcizliğine de utanmadan “İslâmî edebiyat” diyorsun. Çekilip köşesine “âşıklık satmalar”ın, “şair şair” kahve höpürdetmelerin, İslâmî edebiyata ciddî bir katkısı olmamıştır. Oysaki, dünya şampiyonu olmak isteyen, Brezilya ayarında oynamak ve sonunda onu alt etmek zorundadır!

Elimde olsaydı eğer, “şuara mektebi”nin kapısına bir kilit vurur, dünya çapında eser vermeyi göze almayan Müslümanların hikâye ve şiir yazmasını yasak ederdim. Ve şöyle haykırırdım:

– Gençler, kahve köşelerinde âh ü vâh ile âşıklık satmaları bırakın da, çıkın meydana! Baudelaire üzerine yürüyün, Shakespeare’in yakasına yapışın, Goethe ile hesablaşın; âşıklık bunu gerektirir!..

  •  

İlâhî Komedya’nın birinci cildi olan Cehennem, eserin kendisi kadar meşhur olmuş şu mısra ile başlar:

Nel mezzo del cammin di nostra vita!..

Bunun mânâsı, “hayat yolumuzun yarı yerinde” demektir; veya “ortasında”… Hani Cahit Sıtkı’nın “Yaş otuzbeş yolun yarısı eder” şeklindeki şiiri, Dante’nin bu meşhur başlangıcına bir telmihtir. Gerçekten de Dante bu mısraları yazdığında tam otuzbeş yaşında ve farazî insan ömrünün orta yerindedir. Sene, milâdî 1300; daha sonra değineceğimiz siyasî olaylara gebe… Nisan ayının 7’sini 8’ine bağlayan mübarek Cuma gecesi… Ve Dante Cehennem’de; “hayat yolunun yarı yerinde”, ama yolun bittiğini sandığı kötümser duygular içinde… Uçurumun kenarı; geri dönmek mümkünse “yolun yarı yeri”, değilse sonudur. Şair, bir adım sonrasının ebedî boşluk ve yokluk olduğu bir geri dönüş noktasında; “karanlıklar ormanı”nda…

Ben bu Cehennem cildinden ilk defa 1995 yılının bahar aylarında haberdar olmuştum. O zaman öyle bir hâl içindeydim ki, bugün bana “Cehennem uğultusu” gibi gelen (Quinn) grubunun müziğiyle avunuyordum. Batı’da bir söz vardır, İslâmî tahassüs bakımından yerini bilmiyorum: “Cehennemliklere pişmanlık yoktur!..” Ama ne bu sözün, ne de dinlediğim müziğin sizde yanlış tedailere yol açmasını istemem; benim o gün bu “Cehennem uğultusu”nda bilmeden aradığım, sanırım şairin “karanlıklar ormanı”nda aradığının aynıydı:

– “Müzikteki 24 aralık (perde), altunun 24 ayar (som) halinden kinayedir!

Gibi bir şey… Attila İlhan’ın bir tabiri vardı, çok beğendiğim o zaman: “Muhalif rüzgâr.” Sanırım bunu Baudelaire’in “L’Enemi–Düşman” konsepti içinde söylerdi veya ben öyle anlardım. Bilindiği gibi Baudelaire, “düşman” diye “zaman” için demiş ve sözü geçen şiirinde bunu anlatmıştır. “Muhalif rüzgâr” tabiri de şık. Hani o “uçurumun kenarı”; bir adım sonrasının ebedî boşluk ve yokluk olduğu nokta… Ve arkanızda “muhalif bir rüzgâr”, toplamış tozu toprağı, sırtınıza sırtınıza vurmada; sizi uçurumdan aşağıya yuvarlayıvermek üzere adetâ kudurmada… Ve şayet tam o noktadan geriye dönmeniz mümkünse, “muhalif rüzgâr”ı yırta yırta ilerleyebileceğiniz bir geri dönüşe takatiniz varsa, alınmış eski yolun sonu artık alınacak yeni bir yolun başlangıcı sayılabilir ve “karanlıklar ormanı”nda yolunu bulmuş şairin o meşhur ilk mısraındaki hisler içinde konuşabilirsiniz:

Hayat yolumuzun yarı yerinde

Bu noktada, Üstad’ın gençlik yıllarının en güzel verimlerinden olan şu mısrâları da hatırlanabilir:

Yolumun karanlığa saplanan noktasında,

Sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum.

Evet, o hayâl, her şeyin bittiği ânda beliren “ümid”dir. O ümid, yolun sonunu, yeni bir yolun başlangıcı, yâni “hayat yolunun yarı yeri” kılar. Dante için bu ümidin adı Vergilius’tur; 1300 yıl evvelinden kopup gelen Romalı şair… Karanlıklar Ormanı’nda yolunu kaybettiği bir ânda, birdenbire karşısına çıkacak, Dante’nin elinden tutacak, ona âhiret yolculuğunda rehberlik edecek, “âhiret bilgisi”nin yanında “şiir kudreti” verecek, üstadı… Arjantinli kör şair Borges, Dante’nin tam bu noktada Vergilius’a rastlamasını, Dante yönünden, “Ona hayâlgücü verildi!” şeklinde yorumlar… Aynı zamanda Dante’yi Karanlıklar Ormanı’na getiren sebebleri de “keskin bir gönül gözüyle” tahlil ederken, şöyle der:

– “Biz Dante’ye çağdaşlarından daha yakınız ve onu onlardan daha iyi anlıyoruz!

Fakat Dante’nin bir “çağdaş”ı vardır ki, bu enteresan tesbiti de, Dante’nin bütün hayâlgücü ve Vergilius’un sözümona “âhiret bilgisi”ni de, kendi yolunun başlangıç adımı bile kabul etmez. Mevlânâ Celâleddin-i Rumî Hazretleri’nin Fîhi Mâfih’teki seslenişinden bahsediyoruz:

– “Âb-ı hayatın Karanlıklar Ülkesi’nde olduğu söylenir. Bu Karanlıklar Ülkesi, Allah dostlarının cismidir. İnsan bu hayat suyuna ancak karanlıkta ulaşabilir. Sen karanlığı sevmiyor, ondan hoşlanmıyorsun. O hâlde âb-ı hayata nasıl ulaşabilirsin? Korkaklardan korkaklığı, alçaklardan alçaklığı öğrenmek istersen, hoşlanmadığın ve nefsine zor gelen pek çok şeye katlanman gerekir. Yoksa arzuna nâil olamazsın!

Daha sonra geleceğiz: Dante, eserine maya olan pek çok şeyi olduğu gibi, “Karanlıklar Ülkesi” tabirini de Müslümanlar’dan almıştır; ama aldığını belirtmek yerine, ona “Karanlıklar Ormanı” diye kendince yeni bir ad vererek, suyunu aldığı kaynağa tükürme yolunu seçmiştir. “Çağdaşı” Mevlânâ’dan haberi bile olmamış olması muhtemeldir; ama hakikat sadedinde gidip “eşeklikte kendinden daha eşek” birine kapılanması, onun hakikat sadedinde eşek oğlu eşekliğidir. Bu, putperestliği yüzünden Kilise’nin kendisini Cehennem’e lâyık gördüğü Romalı Vergilius’tur. İmparator Augustus’a ithafen, Romalılar’ın Truva soyundan geldiklerine dair bir eser kalem almış, Yunanlı Homeros’la boy ölçüşmek istemiştir. Ömrünün sonunda, yazdığından duyduğu pişmanlıkla eserini yakmaya kalkmış, ama İmparator tarafından eseri korunarak şöhrete kavuşmuş bir bedbaht.

Dante’nin bu putperesti vaftiz edip Hristiyan yapması ve Müslümanlar’dan apardığı “âhiret bilgisi” hakkında onu kendine rehber edinmesi, “laik Avrupa”yı sevince boğan bir “insanî” duruş sayılmıştır.

  •  

Şimdi biraz daha yakından bakalım Dante’ye… 1300’de 35 yaşında olduğuna göre, 1265’te doğuyor… Daha sonra Makyavelli’nin yetişeceği ve Leonardo da Vinci, Michelangelo gibi devleriyle Rönesans’ın demleneceği Floransa’da… Asıl adı Durante Alighieri; ama Mehmed’e “Memo” der gibi, “Dante” olarak yuvarlamış şair bunu, bu isimle meşhur olacak…

Tarihçiler, Roma’nın yıkıntılarından sonraki fetret devrinin sona erip Avrupa’nın gerçek tarihinin başlamasında, Milâdî 11’nci asrı çent tarihi kabul ederler; Haçlı Seferleri’nin başlangıcını… Fakat eski yumurtanın kabuğunu çatlatıp yeni civcivin gagasını göstermesi için birkaç asır daha gerekecek ve özellikle Avrupa’nın ilk büyük şairinin zuhuru beklenecektir. İşte Dante, derebeylik düzeninin dağılıp senyörlüklerin, cumhuriyetlerin, komünlerin oluşmağa başladığı, Kudüs’ün Salahaddin tarafından fethedilip Avrupa’nın Haçlı ruhunun hüsran duvarında parçalandığı, Bizans’ın Anadolu’yu Türklere terkedip Konstantiniyye’nin surları arasında sıkışıp kaldığı, hâsılı baştanbaşa Avrupa için yepyeni bir ruhun arandığı o geçiş devresinde dünyaya gelen o ilk büyük şair, o ilk büyük haberci olacaktır.

Ama daha değil! Hele şu Floransa’nın kargaşası bir dinmeye yüz tutsun, belki ondan sonra… O sırada bütün İtalya’da eski Yunan usûlü şehir devletleri vardı ve bunlar bizdeki beylikler gibi sürekli çekişme hâlindeydiler. Ne var ki, hâdiseler bizdeki gibi beylerin iktidar ve nüfuz mücadelesi şeklinde değil, ruhban sınıfı ile asiller sınıfının hâkimiyet kavgası şeklinde cereyan ediyordu. Ruhban sınıfının partisi Guelf’ler ile asiller sınıfının partisi Ghibellin’ler arasında, bütün İtalyan şehirleri üzerinde bir hâkimiyet kavgası vardı. Dünyaya hükmetme hakkı asillerde mi, yoksa rahiblerde mi meselesi, yâni laic ve cleric çatışması ve bu çatışmanın bir türlü sonunun gelmemesi… Hangi taraf bir şehre hâkim olursa diğerinin adamlarını şehirden sürüyor, ondan sonra sürgünlerin geri dönüş kavgası başlıyordu.

Floransa’ya rahibler hâkim oldu ve asilleri sürdü. Pistoya şehrine de rahibler hâkim olduysa da, orada sükûnet bir türlü sağlanamadı. Pistoya Guelf’leri, eski derebeylik düzenini geri getirmek isteyen “Siyahlar” ile, yeni burjuva düzenini hâkim kılmak isteyen “Beyazlar” arasında yeni bir bölünmeye uğradı. Aralarındaki ihtilâfta hakemlik etmesi için Floransa Guelf’lerine başvurduklarında ise, mikrobu Floransa’ya da bulaştırmış, orayı da “Siyahlar” ve “Beyazlar” şeklinde ikiye bölmüş oldular. 1292’de Beyazlar Floransa’yı tamamen ele geçirdiler; ama aynı yıl Bonifacio, Vatikan’da darbe yapıp Papalık makamını geçerek, bir de Floransa toprakları üzerinde hak iddia edince, ortalık büsbütün karıştı.

Tabiî, bütün bu lüzumsuz teferruatı bir vücudun uzuvları kılan, onlar arasından bir ruhun zuhur etmiş, Dante’nin doğmuş olmasıdır; yoksa bunlar bizi hiç mi hiç ilgilendirmezdi. Dante bu kargaşanın ortasından zuhur etti. Çağına hâkim bütün ruhlar gibi, bu kargaşaya yaka silkemedi. Siyahların şefi ile akraba olmasına rağmen, Beyazların fikrini benimsedi. 1300 yılı, onun için bir dönüm noktası oldu: Floransa’yı idare eden 6 kişiden biri olarak nasbedildi. Kargaşaya son vermek ve bunu yaparken de mümkün mertebe âdil olmak için, Siyahlarla eşit sayıda Beyazı da şehirden sürmek istedi. Sürdükleri arasında, can dostu Guido Cavalcanti de olacaktı ki, bir süre sonra Guido, sürgünde yakalandığı “malarya” hastalığından öldü. Bu olay, Dante’nin gönlünde müthiş bir ıztırab kasırgasının kopmasına ve şair ruhunun siyasî aklına isyan etmesine sebebiyet verdi. Hattâ şair ruhu, siyasî aklına şöyle bir cezayı revâ gördü:

– “En sevdiğin şeylerden ayrılacaksın ve bu, sürgün yayının fırlattığı ilk ok olacak. Başkalarının ekmeğinin tadının nasıl tuzlu ve başkalarının merdivenlerinden inip çıkmanın nasıl zorlu olduğunu anlayacaksın!..

Bu sözleri, yukarıdaki Mevlânâ Hazretleri’nin “Karanlıklar Ülkesi” tasvirine benzetebilirsiniz. Nitekim öyle oldu. Durante Alighieri, üstelik en güvendiği, en inandığı yerlerden uğradığı ihanet sayesinde Floransa’nın düşükleri ve sürgünleri arasına katılıdı ve böylece siyasi aklını durduran, şair ruhunu yükselten ve nihayet onu “Avrupa’nın ilk büyük şairi Dante”ye çeviren hâdiseler zemini açıldı.

Milâdî 1300 yılı… Darbeci Papa VIII. Bonifacio’nun “Jübile Yılı” ilân etmesiyle, Hristiyanlığın Avrupa içindeki çekişmeler arasında kazandığı en önemli zaferlerden biri gerçekleşti. Avrupa’nın her yanından Hristiyanlar akın akın Vatikan’a geliyor, Papa’nın “Sizi afv ve takdis ettim!” buyruğuna nâil oluyor ve günahlarından arınmış, Cennet’e ölmeden ayağını atmış olarak memleketlerine dönüyordu. Bu, şimdiyedek benzeri görülmemiş olağanüstü uhrevî hava, Avrupa içinde yeniden Roma düşleri kuran asiller takımının suratına ağır bir şamar indirdi; 2 milyona yakın Hristiyanı “Hacı” yapan Papa, bir ânda her şeye hâkim oldu. Bu arada, bu uhrevî heyecana şahid olan Dante’nin kalbine de… Dante bu olağanüstü atmosferden o kadar etkilendi ki, onu hiçbir zaman unutmayacak ve İlâhî Komedya’yı bir nevî bu etki ile kaleme alacaktı.

Ve bu vecd iklimi içinde, “Her haçın altında bir iblis vardır!” özdeyişini unutan her Hristiyanın başına gelecek şey, onun da başına geldi. Avrupa’da kendini olağanüstü güçlü hisseden Papa, ilk iş olarak, Fransa Kralı Charles Valois’yı Floransa’yı işgal etmeye davet etti. Fransa Kralı şehre girince Beyazlar’ı alaşağı edecek, Siyahlar’ı işbaşına getirecek ve alaşağı edilen Beyazlar arasında, Floransa’nın âdil idarecisi Durante Alighieri de bulunacaktı. Beraberinde; sahtekârlık, irtikab, vatana hıyanet gibi müsned suçlara istinaden aldığı 2 yıl sürgün, 500 florin para ve ömür boyu siyasetten men cezası… Daha acîbi; bu yüklü para cezasını 3 gün içinde tediye etmediği takdirde, Floransa’daki tüm malvarlığına el konulacak ve kendisi ateşte yakılmak suretiyle idam edilecek…

Firar. O şehirden bu şehire, o ülkeden bu ülkeye nefes nefese kaçmak ve kovalanmak. Bazen soluklanıp mücadeleye karar vermek. Sürgünde birleşen Beyazlar ve onlara katılan eski hasımları bazı asiller. Güzellikle dönemedikleri memleketlerine silâhla girmeye karar verenler… Gelgör ki, bu sıkıntılar esnâsında Dante’nin şair ruhu fenâ hâlde uyanmıştır ve siyaset onun için artık çok geçtir:

– “Doğrusunu söylemek gerekirse, acı yoksulluğun estirdiği sert bir rüzgâr önünde limandan limana, munsabtan munsaba, sahilden sahile sürüklenip duran yelkensiz ve dümensiz bir gemiden farksızdım. Sık sık şöhretin beni başka türlü tanıttığı kimselerin karşısına çıktım. Sırf bana hor gözle bakmakla kalmadılar, geçmiş ve gelecek icraatımın kadrini de küçülttüler.

1315’e gelindiğinde, gıyabında en aşağı üçüncü defa idama mahkûm edilen, cebinde beş parası ve çevresinde tek dostu kalmayan bir sürgün, eğer yüreğinde bir şair ruhu saklamıyorsa, gerçekten acınacak ve bahsedeğmez biridir. Ama şairlere acınmaz, ancak saygı duyulur!..

  •  

Dante uçurumun kenarından nasıl geriye döndü ve muhalif esen rüzgârı yırta yırta artık rüzgârın esmediği bir selâmete nasıl ulaştı? Amerikalı yazar Daniel J. Boorstin’e bakarsak, Romalı filozof Boethius gibi… Hani Boethius bir kuleye hapsolunmuş ve o kulenin karanlığının en koyu ânında ona Philosophiae adında yerle gök arası bir kadın görünmüştü; ve filozof, bu kadından aldığı ilhâmla “Felsefenin Tesellisi”ni yazmıştı. Dante de “Karanlıklar Ormanı”nın en karanlık deminde böyle bir tecelliye ermiş ve İlâhî Komedya’dan önce kaleme aldığı “Yeni Hayat – Vita Nuovo” adlı eserinin sonunda, kendisine İlâhî Komedya’yı yazdıracak olan sözkonusu tecelliden şöyle bahsetmişti:

– “Göz kamaştırıcı bir hayal göründü bana ve öyle şeyler gördüm ki, onu lâyıkıyla anana dek artık bu kutlu kişiden söz etmemeye karar verdim. Eğer her şeye can veren Allah öyle arzu eder ve birkaç yıl daha yaşarsam, onun hakkında hiçbir kadın için yazılmamış şeyler yazmak istiyorum.

Bu kadın, Dante’nin ilk aşkı, henüz çocukluk çağında tanıyıp gönül verdiği Beatrice’den başkası değildi. BeatriceDante’nin çocukluğundan bu yana ruhunda gizli gizli büyüyen ve siyasî hayatının onu sapladığı Karanlıklar Ormanı’nın en kuytu köşesinde birdenbire karşısına çıkıveren öz şairliğiydi. Dante onu ilk defa 9 yaşındayken farketmişti. O zamanki duygularıyla onu şöyle tarif etmişti:

– “Aklımdaki muhteşem hanımefendi gözlerime ilk defa göründü… En soylu renk olan kırmızıdan elbiseler içinde, küçük yaşına pek uygun biçimde süslenip püslenmişti… O sanki bir fâninin kızı değil, bir ilâhın kızı gibiydi!

Batı’nın ezelî hastalığı “İlâhî” ve “insanî” çatışmasını bu en saf duygular içinde dahi görüyoruz… Dante, Floransa’nın zadegân muhitinden Alighieri ailesine mensub olduğu için, iyi bir eğitim almıştı ve –öyle görünüyor ki- çocuksu duygularını çocukluğunda ifade edebiliyordu. Yoksa o yaşında böylesi duygular hissedebilmiş olmasına şaşırmıyoruz. Benim fânî kanaatim o ki, çocukluk çağında hissedilen aşk, gençlik çağında hissedilenden çok daha şiddetlidir; fakat kendini ifade yolu bulamayınca ve belki de odaklanamadığı için dağılır. Hattâ ben bu durumun, çok küçük, henüz konuşamayan çocuklarda bile böyle olduğuna kaniim; “karşı cins” onlarda bile aynı çarpıntıyı yapar…

Tüccar olan ailesi, Dante’yi hukukçu olmaya yönlendirir. Siyasî hayatı ve bu hayatın sonunda uğradığı felâketler, ailesinden aldığı bu “fânî” sevkin eseri olacaktı. Oysa bir rivayete göre bir yaş küçüğü olan Portinari ailesinin kızı Beatrice, ona daha çocukluğunda “İlâhî” bir zevk bahşedecek ve onun henüz dile gelmemiş şairlik yönünü temsil edecekti. Henüz ailesinin çocuğu olan Dante, zaman zaman gözlerine görünen o İlâhî zevki, 18 yaşına geldiğinde şöyle tesbit ediyordu:

– “Bugün onu beyazlar içinde, başka kadınlar arasında gördüm. Bana öyle soylu bir temennâ çaktı ki, herhâlde saadetin zirvelerine ermişimdir!

Gençliğinde sürekli kitab okuduğu söylenir Dante’nin. Nerdeyse kör olacak kadar… Zamanının ilim ve sanat adamlarıyla kurduğu dostluklar yoluyla çok şey öğrenmiştir. Bir soyluya yaraşır şekilde, cemiyet arasında hızla yükselmektedir. Genç yaşta Floransa’nın tanınmış isimlerinden biri olur çıkar. Oysa bu hızlı yükselişin, ruhundan hangi faziletleri söküp aldığının şimdilik habersizidir. İlk darbe, Beatrice bir başkasıyla evlendiğinde gelir gibi olursa da, hızlı yükselişin sarhoşluğu içinde beklenen etkiyi yapmaz. Ama bundan iki yıl sonra, daha 24 yaşında, Beatrice beklenmedik şekilde ölüverince, Dante kendinden kaçacak yer bulamaz.

– “Beatrice’nin ölmesi, Dante için büyük bir darbe oldu. Bugün düşünüyoruz da, kaderin böyle tecellî etmiş olması, netice bakımından dünya edebiyatı için hayırlı olmuştur diyoruz. Çünkü Beatrice, Dante’nin kalbinde ve hayalinde silinmez bir iz bırakarak, 24 yaşının taraveti içinde ölmekle, yılların yıpratıcı, bozucu, çirkinleştirici tesirlerinden kurtulmuştur.

Böyle diyor bir edebiyatçımız… Beatrice, Dante’nin hayalinde, 24 ayar altun gibi saf bir hâlde kalmıştır ve İlâhî Komedya bu hayâlden doğmuştur” diyor; kendisi gibi düşünen Batılı edebiyat tarihçilerini takib ederek…

Dante, aşkı bu ölümle tanımış olmalı. Bundan önce aşkı “tatlı bir hayâl” sanan, onun İlâhî yüzünü görmeyen, görse de anlamayan kahramanımız, onun birdenbire ne kadar acımasız, ne kadar cehennem olabileceğini hissetmiş ve “cinnete benzer bir sefahat” içine sürüklenmiştir. Beyzadeliğin kibrini unutup, her türlü rezaletin bataklığına gömülmüştür. Defalarca uçurumun kenarına gelip gelip dönmüş, dönüp dönüp yeniden gelmiştir. Bu sırada yanında, bir süre sonra sürgüne göndereceği yegâne dostu Guido Cavalcanti bulunuyordu; ve o uçurumun kenarına her geldiğinde, Guido onu kolundan yakalayıp gerisin geriye döndürüyordu. Tam 10 yıl sürdü bu cehennemî sefahat; son 5 yılı evlendirilmiş olarak… Milâdî 1300’e kadar sürdü.

Dante İlâhî Komedya’yı, bu tarihten 15 sene sonra tamamladığında bile, yine bu tarihi hatırlıyor, 35 yaşına atıf yapıyor, o yaşında kurtulduğu cinnetini şu sözlerle ifade ediyordu:

Hayat yolumuzun yarı yerinde…

  •  

Bu Toskana şivesiyle yazılmış âhenkli cümle, pek çok bakımdan Avrupa tarihinde bir ilki temsil eder. Böylece Kilise Lâtincesi’nin baskısından uzaklaşarak İtalyanca’nın temellerini atmış ve kendisinden sonra da bu yolun izlenerek Avrupa’da “millî dil”lerin oluşmasına yol açmıştır. Komedya, onbirli hece vezniyle ve üçer mısradan oluşan (terza rima) tarzında kaleme alınmıştır. Her biri 33 bendden oluşan 3 cild, 99 bendlik bir manzume teşkil eder. İncelemeciler, ondaki şekil kaygusunun yanında ifade gücü ve tasvir hünerine de hayran kalmışlardır. Komedya’dan önce bir kocakarı hırıltısı derekesinde bulunan İtalyanca, ondan sonra ve onun sayesinde, dünyanın en gelişmiş lisanlarından biri olmanın kapısını aralamıştır. Kendisi de bu dil mevzuuyla yakından ilgilenen Dante, bu mevzuda müstakil bir eser de vermiştir.

İlâhî Komedya, o günedek Batı’da yapılan hiçbir şeye benzemeyen orijinâl bir eserdir. Hem bir aşk hikâyesi, hem bir ahlâk felsefesi, hem bir tarih muhasebesi, hem de bir siyaset beyannamesi özelliği taşır. Belki hepsinden önemlisi, Ortaçağ Avrupa’sında “vision–rüyet” tabir edilen bir “âhiret tasviri” olmasıdır. Dante’nin, eserinde kullandığı Cennet, Cehennem ve Araf’a dair bilgileri, kendisinden önceki Hristiyan edebiyatında bulamadığı, ama Müslümanlar’dan edindiği, bilhassa Muhiddin-i Arabî Hazretleri’nin bir eserinden intihal ettiği, edebiyat tarihinde genel kabul gören bir gerçektir. Fakat, “âhiret tasviri”, Batı edebiyatında, eski Yunan’dan beri zaman zaman başvurulan bir tarzdı. Meselâ, belki bugünün Batılıları farkında değildir ama, bu tarzın ilk örneği, Homeros’un Odise’sidir. Batılılar Odiseus’un hikâyesini, bilinmeyen denizlerde geçen bir mâcerâ sanır ve Arablar’ın Gemici Sinbad masalıyla benzeştirirler. Geçen konferansta çağdaş Ulysses’ten bahsetmiştik ki, asıl Ulysses ismi, o taraklarda hiç bezi olmayan James Joyce’un eserinden önce, Dante’nin eserine yakışırdı. Çünkü Ulysses, yâni Odiseus’un macerası, tıpkı İlâhî Komedya gibi bir “âhiret yolculuğu – âhiret tasviri”ne dayanır; yeri geldikçe değineceğiz…

Her neyse; meseleyi fazla dağıtmadan, Daniel Boorstin’in söylediklerine bakalım:

– “İlâhî Komedya, yalnız Ortaçağ’ın bir kâinat muhasebesi değil, bunun sonuçlarıyla yüzyüze gelen bir adamın hikâyesidir. Bir ilâhiyat araştırması değil (biz bu ibareye katılmıyoruz!), tek bir kişinin yaptığı yolculuktur. O çok meşhur ilk mısradan itibaren, Dante kendisini de hikâyeye dahil etmektedir. Bu, ‘yolun yarısı’dır; çünkü Dante de insanoğluna biçilen ömrün tam ortasındadır.

Dante’den evvel şairler söze “o” diye başlar ve kendinden söz etmezken, Dante’nin ilk defa “ben” diye bir üslûb kullanması ve kendinden söz etmesi… Batılılar bunu büyük bir yenilik sayarlar ve kendilerinden önce hiç kimsenin böyle bir şeyi akıl edemediğini düşünürler… Buna edebî olarak bir itirazımız olmasa bile, ahlâkî olarak vardır: Çünkü İlâhî Komedya’nın “bir Mirac taklidi” olduğunu ilk defa biz söylemiş olmuyoruz ama, buna kimseden de itiraz olabileceğini ummuyoruz. Dante, o dönemin “üstün insan”ı olan Müslüman yazarlardan, Kâinatın Efendisi’nin Miracı’na dair bilgileri alır; ve “Allah” yerine sevgilisi Beatrice’yi, “Hazret-i Cebrail” yerine Romalı şair Vergilius’u, Kâinatın Efendisi yerine de kendisini koyarak, bunu Hristiyanlığa mâletmeye çalışır. Cennet-i âlâya ancak bir Hristiyan ulaşabilir, mesajını verir. Üstelik, Kâinatın Efendisi’ne Cehennem’de yer göstermek gibi çirkin işlere kalkışır.

Bu tarz bir “benlik”i kabul etmek mümkün değildir. Dante, bütün bir İlâhiyatın merkezine kendisini koymuş, kendi sevdiklerini Cennete, sevmediklerini Cehenneme, kararsız kaldıklarını Araf’a yerleştirmiş, böylece siyasî hasımlarından intikamını edebiyat alanında alırken, sevgilisini Cennet’in en yüksek katına yerleştirmiş bir benliktir. Bu anlamda, bütün bir tarihin ve kâinatın merkezine kendisini koyan, özellikle 19’uncu yüzyılda her çeşidi zuhur edecek olan Batılı entellektüel modelinin ilk örneğidir. Marx’tan önce tarihi bilen yoktur, Darwin’den önce canlıların kökenini açıklayan olmamıştır, Rousseau’dan önce hayatın gerçeğini gören olmamıştır; bunun gibi, Dante’den önce de “âhiretin hakikati”ni söyleyen bulunmaz!?

  •  

Dante’den kaldığı söylenen bir mektubta İlâhî Komedya’dan şöyle söz edilir:

– “Eserin gayesi, bu dünya insanını ıztırablardan kurtarıp saadet hâline eriştirmektir… Kitabın başlığı şöyle: ‘Dante Alighieri’nin komedyası burada başlıyor. Mizacı değil ama kendisi doğuştan Floransalı…’ Bunun anlaşılması için şunu kabul etmek gerekir: Komedya, diğerlerinin hepsinden farklı bir eserdir. Mevzuu itibariyle tracedyadan ayrılır; kendi zaviyesinden tracedya, başlangıcında sâkin ve güzel, sonunda ise felâket ve korkunç olur. Öte yandan, komedya aksiliklerle başlar ama mutlu sonla biter… Kullanılan üslublar da farklıdır; tracedyanınki kibirli ve yüce, komedyanınki ise mütevazi ve basittir. Mevzuunu ele alacak olursak, başlangıçta korkunç ve kötüdür, çünkü Cehennem’de geçer; sonu ise arzu edilen tarzda ve sevinçlidir, çünkü Cennet’tir.

Dante’ye atfedilen bu tasnif, Batı edebiyatında genel geçerli hâle gelmiş ve giderek “tracedya” üslûbu terkedilip “komedya” üslûbu benimsenmiştir. Hatırlayacaksınız, Akademya konferanslarının ilkinde, eski Yunan tiyatrosundan bahsederken, bu hususa temas etmiştik. Ayrıca geçenlerde bu salonda bir misafir konuşmacı yine bu hususa dokunmuş, “Bir Müslüman tracedya yazamaz, ancak komedya yazabilir” şeklinde trajik bir üslûba başvurduğunu görünce de dinleyiciler arasında bulunan ben hemen itiraz etmiştim: niye yazamasın ki? Ama şöyle bir tevili vardır bu sözün: “Bir Müslüman, kâbus bile görse, onu hayra yormadan, sıf ümitsizlik ve karamsarlık içinde bu dünyadan ayrılamaz!” Evet ama, dünyada yalnız “örnek” değil, “ibret” de vardır. Kur’an’da da bu böyledir; “saadet” yoluna davet olduğu kadar, “felâketler”den sakındırmak da vardır. Dolayısıyla, Dante’nin bu klâsikleşmiş tanımı içinde bile, İslâmî edebiyatta komedyaya olduğu kadar tracedyaya da yer olduğu görülür.

Ben zaten o itirazımda, bu tasnifin sadece o klâsikleşmiş mânâda yapılmadığını da belirttim. Nietzsche’den bahsettim. Meselâ ben bir Müslüman yazar olarak, Nietzsche’nin hayatına dair bir eser kaleme alacak olsam, komedya üslûbu kullanmazdım; tracedya üslûbu kullanırdım. Dahası, Nietzsche’nin de komedya ve tracedya hakkında verdiği bir tanım vardır ve bu tanım, Dante’nin aynı değildir. Filozofa göre, insanlar üç sınıftır: Komik insan, sürü adamıdır. Hür insan, sürüden aydındır. Trajik insan ise “üstün insan”dır. Bu meyanda İonna Kuçuradi’nin Nietzsche ve İnsan kitabını tavsiye ederim… Ayrıca, “Yunan medeniyetinin trajik çağı” tabiriyle Nietzsche’nin, beş hasse plânının üstüne çıkan ve akıl tavrının ötesine geçen, “İlâhî” anlamlarla dolu bir döneme atıf yaptığının bilinmesini isterim…

Eee, demek ki?..

  •  

Ve sıra geldi, o en nâzik mevzuya: “Aşk”… İlâhî Komedya, belki her şeyden çok bir aşk hikâyesi olduğuna göre, bu meselenin etraflıca üzerinde durmamız gerekecek…

Evvelâ Türkçe’deki bu kelimeyi pek beğendiğimi belirtmeliyim. Arabça “ışk”tan geliyor ama, bence telâffuzu ondan daha güzel… Bu kelimeyi ilk işittiğimde 5 yaşlarındaydım. Ne mânâya geldiğiyle beraber nasıl söylendiğini iyice anlamak için birkaç defa tekrarlatmıştım. Ve ruhuma öyle lâtif bir rayiha kondurdu ki o gün, şimdi sizler için çoktan bir basit olmuş, belki işite işite artık gınâ getiren bu kelime, beni belki her duyduğumda o günkü gibi çarpmaya yetiyor.

İngilizler yayvan bir biçimde (love) diyorlar ona. Almanlar, kaygan bir biçimde, (liebe)… Aynı kökten geliyor bunlar. Hollandaca (liefde), Rusça ve diğer Slav dillerindeki (lübov) kelimesi de aynı kökten… Latinler (amur), (amor) ve (amore) diyorlar; kavramı bizzat “ruh” ile ilişkilendirici biçimde… İskandinavlar (kaerlighed), (kjaerlighet) ve (karlek) diyor; köken olarak sanırım Galce (carlad), İrlandaca (gra) ve Keltçe (kara) ile akrabâ… Yunanlılar (agapi), Romenler (dragoste), Arnavutlar (dashuri), Finliler (rakkaus), Estonlar (armastus), Macarlar (szerelem) diyor. Bunların bir kısmı gerçekten kaba telâffuzlar gibi geliyor bana ve “aşk”tan aldığım o lezzeti vermiyor. Yalnız Polonyalılar’ın (milosc) kelimesiyle, Letonların (milestiba) ve Litvanlar’ın (meilé) kelimesi sanırım farklı bir öbek teşkil ediyor; bunlardan en eskisi ve kök olanının Litvanca olduğunu düşünürsek, Arabça “meyl” kelimesiyle irtibatı anlaşılır. Sonra Çekler’in ve Slovaklar’ın, tıpkı bizim “aşk”a benzeyen (lâska) telaffuzları… Maltalılar’da ise Arabça (hubb)dan (imhabba)… Ve İzlandaca’da yine bizimkine benzeyen (âst)…

Bana kalırsa, bu kelimelerin hiçbiri bizim “aşk”ın sıcaklığını vermiyor. İngilizce (love) ve onunla akrabâ diğer kelimeler, sanki bizim “sev” köküyle de uzak değil; ama yakından bakarsanız, “lâ” diye bir inkâr, bir isyan tutumunun “aşk”ta yeri olabilir mi? Sonra “v” sesi akışı daha da bozuyor; “w” olsa başka… Hani Almanca’nın o hoş fonetiğiyle “schw…” diye başlayan bir kelime… Mümkün mertebe tek heceli; en fazla, o da usulca, iki… O kadar! Bunun dışındaki kelimeler, belki kullanıldıkları kültürün mânâya bakışı hakkında ipucu verebiliyor ama, mânânın öz letâfetine uzak kalıyor. En güzel bizim kelimemiz; ben orada ısrarlıyım. Ayn, şın ve kaf; olması gerektiği gibi…

Ama Avrupalı’dan daha fazlasını beklemek yersizdir. Bakınız, modern Avrupalı’nın kafası nasıl karışık bu mevzuda:

– “Aşk, benim işlediğim bir iş olmaktan ziyade, benim olduğum bir fiildir. Aşk bir eylem değil, bir oluş hâlidir, bir yakınlaşma duygusudur; bir başka fâniye bağlanma durumu, benim niyetim ve gayretim dışında, kişiliğimin o fâniyle birleşmesi durumudur.

Bizdeki “âşık olmak” kavramının bir merakı diyebiliriz bu satırlara. Ama bizdeki gibi “âşık olmak” demezler onlar; “aşka düşmek” derler; veya “aşk yapmak” diye daha çirkin bir ifadesi de vardır. Aşk hiç düşülecek bir şey midir? Aşka yükselinir olsa olsa… O yüzden Avrupalı’nın aşkı tatlı başlar, sonu acıklı biter. Avrupa’nın bilinen en eski aşk hikâyesi gözüyle bakılan Tristan ve İzolde masalında olduğu gibi… Tristan, Fransızca’da “hüzün” anlamını kazanmış, Keltçe “isyan”dır. “Aşka düşer” Tristan bir gün. Ülkenin kralı olan Mak’ın karısı İzolde’ye yönelik olarak… Bir süre gizli bir “aşk yaşarlar”, sonunda iplikleri pazara çıkar. Zavallı âşıkımız da, sevdiğine ölerek kavuşur. Sevdiğine ölerek kavuşmak?.. Evet ama, “aşka düştükten” sonra mı? “Aşk yaşadıktan” sonra mı?

Aşk Avrupalı için evvelâ “başkasının kadını”dır; “kaçamak” ile aynı şey… Hele o suratsız papazların sultan tahtına oturdukları o karanlık çağda… Avrupalı için “insanî”nin “İlâhî”ye, (laic)in (cleric)e üstün ve cazib tarafı buralardan başlar… Biliyorsunuz, sonunda “Laik Avrupa”, dinin yerine “seks”i koyarak halletti aşk problemini. Adına “aşk yapmak” dedi onun. Ulysses de zaten budur! Eğer bu gerçeği anlamamış bir aşktan söz ediyorsa Avrupalı, Don Kişot’un Dülcinea’sı gibi bir aptallık hâlinden söz etmiştir; bu gerçeği kavramış aşk ise, onun gözünde, Kazanova’nın Maceraları gibi, olgunlaşmış, ideal aşktır.

Nitekim bu taklid ve sahtelik panayırı Tolstoy gibi bazılarını çıldırtmış, çevresindeki insanlara “benim yanımda bana aşktan söz etmeyin!” ihtarına yol açmıştır. Oysa aşktan söz etmeden ne edebiyat olur, ne müzik, ne diğer güzel sanatlar… Aşk olmasa, bunların hiçbiri de olmazdı. Baudelaire’in çocukları da bu noktayı erkenden farkedenlerdendir. Birbirinden dilsiz sokak yosmalarını alıp alıp karşılarına, onların gözlerinin içine bakarak, insanoğlunun kurabileceği en büyük cümleleri kurmaya bakmak, onların başlıca sanatı olmuştur: “O mon chér Belzebuth, je t’adore – Ey sevgili İblisim, tapıyorum sana!” Bunu gören Freud, kısmen haklı olarak, aşk adı verilen bu “kötülük tanrısı”nı öldürmek istemiştir:

– “Aşk bir süblimasyon (yüceltme) duygusundan ibarettir; hakikati yok, hattâ kelimesi de lüzumsuz!

  •  

Bu konferansa hazırlanırken Romantik Aşkın Psikolojisi diye hoş bir kitab geçti elime. Orada şöyle deniyor:

– “Mevcudiyeti hakkındaki kanaatlerimiz ne olursa olsun, aşk vardır. Bizler aşk adına ne kadar çok şey uydurursak uyduralım, aşk adına hangi miktardaki hodgâmlığımızı tatmin etmeye çalışırsak çalışalım, aşk değişmez, kendi aslî seciyesini korur. Aşkın varlığı ve seciyesi, benim kanaatlerime, hatâlarıma veya sahtekârlıklarıma bağlı değildir. Aşk, benim kültürümün beklemeye sevkettiği, nefsimin ondan ısrarla taleb ettiği, hassasiyetimin ondan ümid ettiği özelliklerden çok farklı özellikler taşır. Aşk daima gerçektir. Benim aşkım, nefsimin arzuları değildir; benim aşkım, ben ne isem odur!

Güzel! Öyle değil mi? En azından “yolun yarısı”na kadar gelebiliyor Batı adamı. “Yolun yarısı” deyince Mirac’daki o büyük örneği hatırlıyoruz. Akıl, sonsuzluk âleminin hududuna kadar geliyor ve “Bundan öte akılla gidilmez, sonsuzluğa aşkla varılır!” ihtarını yaparak o noktada kalıyor… Dante’nin taklidine soyunduğu ve yarı Hristiyanca, yarı kendince bir mânâ vermeye çalıştığı, işte bu büyük örnek, Mirac’dır. Aslında Dante’nin kendisi de Batı ile Doğu’nun hudud yerini gösteren bir ibrettir: Batı adamı, akıl ile varılabilecek noktanın hudud yerine kadar varır, “Bundan öte akıl ile varılmaz, sonsuzluğa aşkla varılır!” ihtarını yapar ve o noktada kalır, yine de aklını terkedip, hakikî aşka kanat açmayı düşünmez. Bizim “mecazî aşk” dediğimiz romantik aşkın, kadına duyduğumuz aşkın izahını en iyi şekilde yapabilir; ama onun sırf “mecaz” olduğunu, mecazın hakikate götüren köprü olduğunu ve hakikî aşkın bambaşka bir şey olduğunu anlamaz!

Meselâ Psikolog Carl Gustav Jung, “mecazî aşk”ı, erkek ruhunda kadın idrakına dönük anima ve kadın ruhunda erkek idrakına dönük animus adında birer vecih olmasıyla açıklamıştır; bu vecihler itibariyle erkek kadını tanır, onu beğenir ve âşık olur, yahut kadın erkeği tanır, ondan etkilenir ve âşık olur.

Gerçi bu mecazî mânâyı Batı edebiyatı esasen bizden almıştır. Âşık olunan kadını yüceltmeyi, ona Cennet’in en üst mertebesinde hayâlî bir yer vermeyi de Batı, bizden öğrenmiştir. İlâhî Komedya’nın, Batı edebiyatı içinde, âşık olunan kadını bu mânâda yücelten ilk örnek olduğu söylenir. Simyacı bu örneğin çok kötü bir taklididir. Ah, çok affedersiniz, sizin Simyacı’nız! Şu edebiyat âlemimizi çepeçevre saran, kanunî ve korsan yollardan onbinlerce çoğaltılıp basılan romancık, birkaç ay içinde hemen bütün Türkiye’nin okumuş olduğu romancık! Şimdi izin verirseniz, ben ona hakaret edeceğim burada. Bir İspanyol çobanının “simya” işine heves etmesini ve Şimalî Afrika’ya seyahatini anlatan bu romancık, ne yalan söyleyeyim, ilk başlarda beni de etkiledi ve bir noktaya kadar kendini okuttu. Onun, işin hakikatine yabancı, toplama bilgilerle çene düşürmeye mahsus bir şeyden başka bir şey olmadığını gördüğümde dahi kitabı okumayı sürdürdüm. Tâ ki, adam çölde bir Müslüman kızıyla karşılaştı, oracıkta İslâmiyeti kendi nezdinde bitirdi, işin aslını Hristiyanlığa mâletti ve tutup şöyle bağırdı:

– “Geliyorum Fatima, geliyorum!”

Şimdi bu “Fatima”nın “Fatima’nın Üç Sırrı” dedikleri Hristiyan efsanesine yönelik bir kelime oyunu olması şöyle dursun (Portekiz’in Fatima kasabasında 1917’de Hazret-i Meryem’in çocuklara görünüp üç sır vermesi efsanesi), kabalığın bu kadarını görünce, kitabı elimden bırakmadım, doğrudan duvara çarptım. Simya gibi inceler incesi bir sanat, böyle bir kabalıkla, sokak serserisi türünden bir nâralanmayla nasıl bir arada olabilir? Geliyorum diye bağırmak yerine sessizce gelen ve İBDA Mimarı’nın formüle ettiği şu hikmetten hissesi olan eser:

– “Kadında kâinat muhasebesini hülâsalandırmak!

Buna nisbetle Simyacı’yı derhal elinizden bırakıp, İlâhî Komedya’yı ele almanızı tavsiye ederim. İtirazı olan varsa da, ister burada, ister bir başka yerde, tartışırım… Bu, içinde birkaç Şark motifi gördüğümüz için hayranı olduğumuz şey, “hakikî aşk” mânâsı şöyle dursun, “mecazî aşk” yönünden bile sınıfta kalır. Bu romancıkla ilgili şu kadarı bize yeter: “Bir modern ve ılımlı Batılı” gözünde Müslüman kadın, Müslüman erkek tarafından tutsak edilmiş, kendisine değer verecek Hristiyan erkekçe kurtarılmayı bekleyen, kurtarılmaya değer veya değmez bir şeydir. Hollywood filmlerinde genellikle “Batılı jön” tarafından kozasından kurtarılan “egzotik kelebek” olarak resimlendirilir…

Saçmalığa bakın siz! Batılı ne bilir âşık olmayı? Leylâ ile Mecnun’un hikâyesinden ne anlar Batı? Batı’da aşk, küçük hissîliklerden ibarettir; “İlâhî aşk” değil, çoğu zaman “şeytanî heves”tir. Bazen İlâhî Komedya gibi, dahası Genç Werther’in Iztırabları gibi “mecazî aşk” örnekleri görsek de, Batı “kadın” meselesini hiçbir devirde bir nizama kavuşturmamış olduğu için, bunlar da hakikate yol bulamaz ve arada çeşni olup gider. Oysa bizim edebiyatımız baştanbaşa aşkın destanıdır; ve bizim edebiyatımızda görülen aşk, ekseriyâ hakikî soydan aşktır. Aşkın hedefini bilir, kurallarını bilir, oyunlarını bilir; aşkı aşk gibi bilir, bizim büyüklerimiz…

İslâm Tasavvufu’na bakın; baştanbaşa aşktır. Divan Edebiyatına bakın; baştanbaşa aşktır. Aşk, aklın yok edeni, antitezidir Doğu’da… Leylâ “karanlık gece”dir, Mecnun “aklını çöle salmış, yele salmış” biri… Batılılar afyonlanmış akıllarıyla bakarlar Doğu’nun aşkına; güller, bülbüller, serviler, kumrular, ateşler, pervaneler görürler. Bu dilden anlamadıkları için, bunların birer laf kalabalığı olduğuna hükmederler. Veya Goethe gibi, Shakespeare gibi bazıları öyle olmadığını sezerler de, onlar da kendi anladıkları anlamda aşkın, mecazî aşkın sembolleri zanneder bunları… Tabiî saçmasapan yorumlar biter hemen dibinde… Bu mânâda Rus edebiyatı daha yakındır bize; onlar coğrafî yakınlıklarından dolayı bizi Batılılar’dan daha iyi anlarlar. Ama hepsi o kadar…

Halbuki ben size hiçbirinin anlamayacakları bir verâdan haber vereyim:

– “Aşk âlemde insana yolların bilgisini ve kahramanların sanatını verir; birincisinde ilim, ikincisinde amel…

İşte, “kâinat muhasebesi”ne ipucu!

FAYDALANILAN KAYNAKLAR

Dante Alighieri, İLÂHÎ KOMEDYA, Trc: Dr. Feridun Timur, 3. Basım, MEB Yayınları, İstanbul 1989.

Boccaccio, DECAMERON, Trc: Sadi Irmak, İtimat Yayınları, İstanbul.

Jorge Luis Borges, YEDİ GECE, Trc: Celal Üster, Can Yayınları, İstanbul 1995.

Daniel J. Boorstin, YARATICI RUHUN EVRİMİ, Trc: Gülden Şen, Sabah Yayınları, İstanbul 1994.

Robert A. Johnson, ROMANTİK AŞKIN PSİKOLOJİSİ, Trc: Kemal Kutlu, Gül Yayınları, İstanbul 1993.

İonna Kuçuradi, NIETZSCHE VE İNSAN, Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara 1995.

Paulo Coelho, SİMYACI, Trc: Özdemir İnce, Can Yayınları, İstanbul 1996.

NOT: 31 Ekim 1997 tarihinde Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde verilen konferans metnidir.

AKADEMYA (I. Dönem, Sayı 8, Ekim 1997)

Dante’nin Yolculuğu – II (İlâhî Komedya’dan Tilki Günlüğü’ne)

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!

İlginizi Çekebilir