Dante üzerine verdiğimiz konferansın akisleri, mevzuu toparlayarak gayeye sürmemiz için yeni bir hamle yapmamızı gerekli kılıyor. Çünkü, gerçekten hayret ediyoruz, anlaşılmıyor meseleler; anlaşılmadığı da, yapılan eleştirilerden, sorulan sorulardan anlaşılıyor.
Toplumumuzda Batı karşıtlığı çok güçlü bir duygu ve bunun anlaşılır sebebleri var. İki yüzyıla yakındır, bize “Batı medeniyeti küll halinde bir nur cebhesidir, oradan gelen her şey doğrudur, bir şeyin doğru olması için o şeyin Batı’daki örneğe uyması gerekir” diye öğrettiler. Batı medeniyeti, bize bizzat yaptığı kötülüklerle, çektirdiği acılarla kalmadı, içimizdeki müridleri vasıtasıyla bizi biz yapan her şeye saldırmanın da gerekçesi oldu. Biz şimdi bu akışı tersine çevirmeye uğraşıyoruz.
Fakat bir noktaya dikkat edelim: “Batı’dan gelen her şey doğrudur” önermesinin diyalektik bakımdan zıddı, “Batı’dan gelen her şey yanlıştır” önermesi değildir; bu hatâyı yapmayalım… Bizler Batı medeniyetinin muhasebesini yapmak zorundayız. Batı tefekkürünün ne olduğunu anlamak zorundayız. Bunu yapmaktan kaçındığımız takdirde, bize ne olduğunu anlayamayız, hastalığımızı teşhis edemeyiz, kendimizi kusursuz sanmak gafletine düşeriz. Bu gaflet de bir hastalıktır.
Onun için biz, rastgele Batı karşıtları değiliz; “Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu” terkibini bilenler, “Batı tefekkürünü İslâm Tasavvufu karşısında hesaba çekmek, birinciye nüfuz ederken, ikinciyi aslîleştirmek” formülünü işitmiş olanlarız… “Batı Tefekkürü ve Hikemiyat” sırrından haberdar olanlarız… “Küfrün kaynağını bilmeyen gerçek imanda olamaz” hikmetini şiar edinmiş olanlarız…
Unutulmaması gerekir ki, “dışa bakış” İBDA Diyalektiği’nin temel ölçülerinden biridir. Dikkat edelim:
– “Dışa bakışta temel ölçü, “İslâm’a muhatap anlayış” hakikatine mensup olmaya delil de teşkil edecek bir inceliktedir… Mevlâna Hazretleri birgün bir papazla selâmlaşır ve bu bahiste kendine sorulan suâle şöyle cevap verir:
– “Birbirimizin bâtınını selâmladık; bizim imânımız açık, küfrümüz bastırılmış, onun ise küfrü açık, imânı gizli!”
İslâm’a muhatap anlayışa mâlik olan için, kâfir bile tersinden İslâm’a hizmet etmiştir; ve dava, bunun düzünü göstermektedir… Mücadele de budur!..” [1]
Şimdi meseleyi böyle ortaya koyduktan sonra, “Dante’nin yolculuğuna İslâmcı bakış” bir lüks değildir; onu söyleyelim, kimsenin kendi idrakını ölçü kabul ederek men’edebileceği bir şey de değildir. Kendimizi aklamak adına değil de, meselelere uzaktan bakan arkadaşlara benimsetebilmek adına şu kadar söyleyebiliriz:
– Onun bâtınını selâmlamak istedim…
– Yapamadın!
Ayrı fasıl… Ama şunu da bilmen gerekir:
– Ben yapmasaydım, sen yapmak zorundaydın!
Ve hattâ şunu da:
– Ben bu kadar yapabildim, sen daha iyisini yap!
Ve “dışa bakış”ta anlaşılması gereken anlayış:
– “İBDA, topyekûn insan ve toplum meselelerinin hâlline dair yabancı verimin aslîleştirilmesi hususunda, kuşanılması gereken bir irfan dilidir!..” [2]
Şimdi buradan, uzaktan uzağa bize “neler dururken nelerle uğraşıyorlar” yollu burun kıvıranların hâline de bakabiliriz. Bunlar, gençliğe, bu aslî vazifesi dururken, çekilip köşesine, romantik romantik hikâye ve şiir döktürmeyi telkin edenlerdir. Ah, falanca rumuzlu kız ne kadar güzelmiş de, vah filanca mahlaslı delikanlı ne kadar derinden tutulmuş da… Bu mu mesele? Herif senin şehrini işgâl etmiş, meydanını basmış, sen hâlâ odana kapanıp “benim aşkım ne büyük”çülük oynamayı marifet sayıyorsun!.. Herif bütün güzellik ve câzibeni senden alıp kendi bâtınına ambalâj yapmış, sana bir kuru cübbe bırakmış, sen hâlâ ortalıkta “ben güzelim, ben güzelim” diye dolanıyorsun!..
Konferansta “Matbuat” dergisi temsilcisinin sorduğu suâl:
– Dünya hayatında kötü ve çirkin olan şeyler bizi nasıl sıkıyorsa, bir süre sonra güzel olan şeylerden de sıkılıyoruz. Oysa Cennette sonsuz olacağı söylenen mutluluğun bizi sıkmayacağı ne malûm?
Ve aldığı cevab:
– Ben öyle olacağını sanmıyorum. Burada bir kavram kargaşası yaşıyorsunuz: İslâma göre, dünya hayatı bir “gölge hayat”tır; “asıl hayat” ötelerde… En ışıltılı şeyler bile gölgede karaltılı ve karışık bir surette görünür; olduğu gibi değil… Dünyada Cennet ve Cehennemin kendisi değil, ancak gölgesi, karaltısı ve ihtarcısı vardır; üstelik birbirine karışmış hâlde… Meselâ Cehennem’i “ye’s içinde azab”, Araf’ı “kasvet içinde ümid”, Cennet’i de “emniyet içinde zevk” olarak kavramlaştıracak olursak, bunların gölgelerinin dünyada birbirine nasıl karıştığını da anlarız. “Saadet” ve “vecd”in Cehennemden gelmesi mümkün olmadığı gibi, “sıkılmak”, “yorulmak”, “bezmek” gibi hâllerin Cennette bulunduğu da tasavvur olunamaz. Güzel ve yüce olan, insana saadet veren ne varsa, Cennet odur. Endişe etmeyin siz; çünkü orası Allah’ın rızâsını kazanmış olanların yurdudur. Dünya hayatı ise, Kâinatın Efendisi’nin beyanları ile, bir uyku ve rüya hâli. Rüyamızda bu dünyanın intizamı nasıl birbirine karışmış bir vaziyette karşımıza çıkıyorsa, “asıl hayat”ın nizam ve hakikatlerinin de bu dünyada birbirine karışık vaziyette olduğunu görüyoruz. Burada, “Cennet ve Cehennem yoktur, dünyadadır, insandadır, teşbihtir” gibi eski ve yeni garibanlıkların da payını düşebilirsiniz: Cennet ve Cehennem olmasaydı, dünyada Cennet ve Cehennem hâllerinin gölgesi ve silüeti de olmazdı; madem ki, dünyada onların gölgeleri ve silüeti var, demek ki, o gölgelerin asılları da var!
Aslına bakarsanız, bu sözlerin İlâhî Komedya’ya bakışta da faydası vardır. Dante, yarı asıl kaynağından aldığı, yarı kendi hayâlgücü ve çevre dedikodularından edindiği, ama aslını bilmediği bir “âhiret tasavvuru” meydana getirmiştir. Onun Cehennem, Araf ve Cennet tasavvuru içinde, İslâm kaynaklarından alınan bilgilerle putperest kökenden gelen bilgiler birbirine karışık bir hâlde ve bu karışıklığı içinde Hristiyan ilâhiyatına mâledilmişlerdir. Onun Hristiyan inancına uygun ve dünyada sevdiği kimseler, onun hayâlî Cennetinde, onun Hristiyan inancına uymayan ve dünyada sevmediği kimseler de onun hayâlî Cehenneminde gösterilmiştir. Cennetin en üstün makamı da, plâtonik sevgilisi Beatrice’ye hasredilmiştir. Bu itibarla Dante ve eseri, Kilise tarafından Hristiyanlığa hizmet addolunarak takdis edilmiştir.
Binaenaleyh, İlâhî Komedya’yı, “Hristiyanî kafa karışıklığının ürünü bir edebiyat eseri” olarak görebiliriz; onun “âhiret tasavvuru”nun hakikate uygun olan ve olmayan yönleri olması bakımından… Onu, İslâmiyetin veya İslâm büyüklerinin misâlî bir surette anlattığı âhirete dair hakikatlerle karıştırmamak gerekir: Biri akıl ve hayâl yoluyla hakikatine ulaşmaya çalışıyor, diğeri hakikatini akıl ve hayâl kalıbına dökerek anlatmaya… Burada İslâm Tasavvufu’nun “âhiret tasavvuru”nun Batı’daki gibi hayâl ürünü olmadığını göz önünde bulundurmak ve ikisi arasındaki asalet farkını takdir etmek gerekir.
Bir misâl: Geçenlerde Sevgili Kenan Durdu Hoca’nın hediye ettiği Dürr-ü Meknun isimli eser… Eserin üzerinde Muhyiddin-i Arabî imzâsı var ama, Sevgili Said Aykut bu imzânın akademik çevrelerce kuşkuyla karşılandığını, eserin Muhyiddin-i Arabî’ye değil, bir Türk mutasavvıf olan Yazıcıoğlu’na aid olabileceğini söylüyor… Herneyse… Orada veya onun gibi eserlerde, bakıyorsunuz, “falanca beldenin halkı köpektir, filânca şehrin halkı birbirini yer” gibi teşbih ve mecaza bulanmış birtakım ifadeler var. Bunlar ne hayâl, ne de anladığımız mânâda edebiyattır; ama hayâle ve edebiyata ilhâm kaynağı olacak “tasavvufî hakikatler”… Oysa İlâhî Komedya’nın girişindeki Karanlıklar Ormanı istiaresi içinde, yolunu kaybetmişlerin, hezimet ve çaresizliği tatmışların nefsini temsilen birtakım hayvan suretleri sergilenir. Bu edebiyat ve hayâl de her ne kadar bir çeşit hakikat barındırıyorsa da, unutmamak gerekir ki, bu hakikatle o hakikat aynı mahiyette değildir…
Bu hususu özellikle vurgulayalım. Çünkü, İslâmdışı tiplerin İslâma bakışlarında hep bu çıkmaz sokağı görürüz. İslâm büyüklerinin serdettikleri tasavvufî hakikatleri, bazısı edebiyatçıların hayâlî hakikatleri ile karıştırır, bazısı da inadla öyle göstermeğe çalışır. Ama edebiyat üslûbunun en cümbüşlüsü bile, velî sözünün en kolayından eksik kalır!
Öyleyse buradan bir terkibe varalım:
– Biz, kendi sanatçılarımızdan birer birer keşif ehli olmalarını beklemiyoruz ama, her birinin istidadlarında bulacakları en verimli hayâlgücü ile, keşif ehlinin ifşâ ettiği gizli hakikatleri, en yüksek sanat keyfiyeti içinde selâmlamalarını bekliyoruz!..
Dante’nin ilk defa “ben” diye bir üslûbla hikâyeye kendini de dahil etmesi ve bununla irtibatı içinde, konferans sonrası bir rüyâ:
– “Hükümetin yeni bir zulmü”, “hükümetin yeni bir icraatı” minvalinde bir haber okuyorum… Sanki Milli Gazete, Akit gibi, hükümet muhalifi İslâmcı bir yayın organında ve bir tenkid üslubuyla kaleme alınmış… Buna göre, Tilki Günlüğü yasaklanmış… Altıncı cildinden sonra, 2, 3, diğerlerinin de toplatılması sözkonusu… Rejim aleyhtarı yönelişlere fidelik etmesinden… Onunla beraber James Joyce’un “Sesleniş” isimli bir romanı da yasaklanmış… Joyce’un böyle bir romanını bilmiyorum… Aklıma Türkçe neşri beklenen Finnegan’s Wake geliyor… “Wake” İngilizce’de “uyanış” demek; ve acaba “uyandırış, uyarış” ve dolayısıyla “sesleniş” mânâsı da var mı?.. Kasdedilen o mu?.. Haberin “ben” diye bir üslubla yazılmış olması dikkatimi çekiyor; ve kelimeler arasında “benim” diye bir kelime… Bu üslûbun bu habere gitmediğini düşünüyorum… Neden sonra muhabirin imzası gözüme çarpıyor: Hakan Albayrak… Daha önce duymadığım bir isim… “Artık kültür eserlerine de saldırıyorlar, zulüm -28 Şubat Süreci- iyice ayyuka çıktı” derken bir de fark ediyorum ki, uykuda değilim; sanki uyku bir ân gelmiş, açık gözkapaklarımdan içeri sızmış ve bana seslenip gitmiş…” (30 Ocak 1998)
Serbest tedailerle ilerliyoruz:
Arabça “ben” mânâsına gelen “ene” kelimesinin ebced değeri, 52… Türkçe “ben” kelimesinin ebced değeri de 52… Dikkatle bakınca, bu iki ayrı dilde aynı anlama gelen kelime, çok eski bir zamanda bir tek kelimeymiş gibi görünüyor; “iki elif”in “bir be”ye dönüşmesi dışında, bugün dahi aralarında “nun” müşterek… Türkçe “ben” ile aynı harflerle yazılan Arabça “bin”, “oğul” anlamına geliyor; Farsça “bün” ise “temel, esas, kök, netice”… Onlar da 52… Bu hizâda:
Mehdi Salih (Karayılan) Mirzabeyoğlu: 2052 = 52…
Muhtattib: Nikâhla isteyen: 1051 = 52…
Muztarib: Sıkıntılı. Iztırab çeken. Hasta. Ağlayan: 1051 = 52…
Müeddeb: Tedib edilmiş. Edeblendirilmiş. Terbiye edilen. Edebli: 52…
Müebbed: Ebedî. Daimî: 52…
Peym: Haber: 52…
Ugluta: Bilmece, bulmaca: 1051 = 52…
Vahim(e) : Vehmeden, kuran, kuruntulu: 52…
Bîm: Korku, havf. Tehlike: 52…
Dücme: Karanlık, zulmet: 52…
Cevcem: Kırmızı gül, verd-i ahmer: 52…
Hatemî: Mühür kazıyan, mühür yazan, mühürle alâkalı: 52…
Dante, kendisine kavuşmak için bütün bir kâinat dekorunu katettiği sevgilisinin gözleriyle karşılaştığında, onlardan “canlı mühürler” diye bahsediyor ki, burada kaynağından işaretlediğimiz her kelime, her kavram, canlı bir mühür bizim için…
Ve İlâhî Komedya’nın sonunda, en yüksek Cennet katında sevgilisini “ebedî gül” olarak gören, ondan “dört vecihli bir bahçe olan ebedî gül” şeklinde söz eden şair…
Serbest tedailerle ilerliyoruz…
Ben: Vücudda olan ben, benek, siyah nokta…
Hindû: Vücudda olan ben. Hindliler gibi pek esmer adam. Zuhal, Satürn…
Hande: Gülme, gülüş…
“Ben” kelimesinin ikili anlamı gibi, Türkçe “gül” kelimesi de hem “gülmek” fiilinin köküdür, hem de “gül” bitkisi için kullanılır.
Bu iki mânânın bir arada olduğu bir eser, Umberto Eco’nun “Gülün Adı” adlı romanıdır. Eco bu eserinde, Ortaçağ’da Kilise’nin “gülme”ye aşırı karşı olduğunu, sırf bu yüzden Aristo’nun gülme ve gülüş hakkında yazdıklarını dahi yasakladıklarını anlatır. Yasaklamak, “gülün dikeni” kabilindendir. Nitekim “gül” anlamına gelen “dâbî” kelimesi, “kapıya konulan yassı enli demir, sürgü” anlamına gelen “dabbe” ile aynı soydandır…
Nehiy: Yasak etmek, yasaklamak. Dilbilgisinde emrin menfî şekli (Gelme! Gülme! gibi)… Menhî: Yapılması yasak olan şey… Münhî: Bildirilmiş, tebliğ edilmiş… Minhâ: Bundan, ondan… Minhâ: Hediye, bahşiş… Tedaisi: Allah’ın yasaklarının, O’nun tarafından, mü’minlere bir hediye olarak bildirilmesi!…
Nâhî: Nehyeden, yasak eden… Nâhı: Âlim… Nâhiye: Yan, taraf, kenar, civar. Küçük yer, bölge… Nâhû (Kürdçe): İşte, öyleyse, şöyle ki… Nahv: Yol, cihet, etraf, yön. Misâl. Mikdar. Kasd ve azmeylemek. Dilbilgisinde; kelimelerin birbirine rabt, izafet ve amel eylemleriyle ilgili kaideleri içine alan ilim, sentaks… Nahvet: Kibir, gurur. Büyüklenme, azamet gösterme… Tedaisi: “Ben” diye bir üslûbla yazılmış haber!..
Serbest tedailerle ilerliyoruz…
Azlem: Çok zâlim, pek zâlim. Çok karanlık… Ezlem: Boğazı altında sarkık uzun kılları olan keçi… Ezmel: Hareket etmek. Muztarib olmak, acı çekmek. Savt, seda, ses. (“Sesleniş”) Gül… Elzem: Çok lâzım. Ziyade mucib. Küçük parmaklı…
Rilke’nin o ünlü şiirini hatırlıyoruz:
Gül
Ey saf çelişki
Nice gözkapağının altında
Hiç kimsenin uykusu olmamanın
Sevinci…
Dante, eserinde bu çelişkiyi şöyle dile getirir: Birdenbire gözün görmez olması; geçici körlük… Bu hâl, “ebedî gül”e yakınlığın, yakınlaşmış olmanın alâmetidir…
Erdem: Usta gemici…
Ermed: Gözü ağrıyan adam. Boz renkli nesne (Borges, körlükte bu rengin hâkim olduğunu söyler)…
Ermida: Gül…
Rose (İngilizce): Gül. Gül gibi, gül renkli. Ümid verici durum. Şen; gül gibi geçinip giden…
İslâm Tasavvufunda, zâhir ile bâtının eşsiz bir SILA terkibinde buluşmasını gösterici Mahmud-u Şebüsterî Hazretleri’nin ünlü “Gülşen-i Râz” isimli eserini hatırlıyoruz. Kelime mânâsı, “Sırrın Gülbahçesi”… Veya “Gülbahçesinin Sırrı”…
Duhan: Duman. Tütün. Kur’an-ı Kerîm’in 44. sûresinin adı. Mecazen gaflet ve dalalet dumanı ki, hakikatlerin görünmesine mâni olur. Arab lisanında galib olan şerre “duhan” tesmiye ederler… Tedaisi: Tilki Günlüğü’nün yasaklanması!..
Men: Ben…
Men: Şahsa delalet eder. “O kimse ki, yahut kim, kimi, kim ki” gibi. İstifham için olur. Akıl sahibleri hakkında kullanılır. Yerine göre, iki kişi veya çoğul sigasıyla okunabilir…
Men’: Yasak etmek. Durdurmak. Bırakmamak. Bir şeyi diriğ etmek, esirgemek…
Menî: Benlik. Benlik iddiası. Hodbinlik…
Meni: Erkek veya dişinin bel suyu. Nutfe…
Meni’: Sarp: Çetin. Zor. El erişmez. Zabtı zor…
Sonradan öğrendiğime göre, Milli Gazete’de Hakan Albayrak isimli genç bir yazar hakikaten varmış!..
Tilki Günlüğü’nden ilk defa 1990 yılı ortalarında haberdar olduk. İBDA Mimarı, “Nokta” dergisine verdikleri ünlü mülakatta, bu isimli bir eser hazırladıklarını, “yüzyılımızın topoğrafya haritası”nı çıkaracaklarını belirtmişlerdi. Yâni, yüzyılımıza ait herkesin ve her şeyin hâlinin hakikatin hakikatine göre izahını yapacak, eğrisini doğrusunu gösterecek bir eser… Bu yönlü bir beklenti içine girmiştik.
1991 yılının Eylül ayında KİP Lokalinde verilen bir resepsiyonla Tilki Günlüğü’nün birinci cildi okuyucu karşısına çıkınca, doğrusunu isterseniz, neye uğradığımızı bilemedik. Ben, neler hayâl etmiştim, tam olarak söyleyemem ama, herhâlde eseri görünce, zavallı hâlimin nasıl tuzla buz olduğunu tahmin edersiniz… Büyük bir heyecanla elime aldım, okumaya çalıştım. Ama bu Türkçe değil mi? Türkçe… O hâlde neden ilk sayfasıyla son sayfası arasında –biraz mübalağayla- tek kelimesini olsun anlayamıyorum?
Daha önce gördüğüm hiçbir esere benzemiyordu da ondan… İBDA Mimarı’nın sözleriyle ilk karşılaştığım daha genç bir yaşımı hatırlıyorum: “Allah’ım, bu insan sözü olamaz!..” Böyle aşırı bir şaşkınlık geçiriyordum. Neyse ki, bazı tevafuklar imdadıma yetişti ve eseri benim için –anlamasam bile– olağanüstü cazib kılmaya yetti.
Tilki Günlüğü’nde beni ilk sarsan şey, tarihler oldu. Niçin 17 Ağustos 1990 tarihinde başlıyordu? Bu tarihin benim için özel bir anlamı olmasıyla bir ilgisi var mıydı? Hani Faust’ta Faust ile Margarit’in karşılaşma sahneleri vardır ya; daha doğrusu Faust’un Margarit’i görme sahnesi… Tutulma, çarpılma, sendeleme; öyle bir şey… Öyle bir şey uyandırdı bu tarih bende; ve ardı sıra başka tarihler…
Bilirsiniz, Tilki Günlüğü’nün birinci cildi 17 Ağustos 1990 tarihinden başlar ve tarih olarak iki yönde ilerler: Birincisi, geriye doğru, bazen 1983’e kadar uzanan diğer 17 Ağustos’lar, hassaten 1989 17 Ağustos’u; bu tarihlerde görülen rüyaları “levha” başlığı altında demetler ve son iki yıllık gündem notlarını “düşvârî” başlığı altında verir. İkincisi, 18 Ağustos 1990’dan başlayarak 2 ay boyunca düz bir çizgi takib eder; her gün için ayrıca birinci yol takib edilir… Dolayısıyla, evvelâ, geriye ve ileriye doğru bir “rüya günlüğü” ve daha küçük çapta olmak üzere bir “sıradan hâdiseler günlüğü” özelliğindedir. Ama bir “rüya günlüğü” olmaklığı daha baskın ve dikkat çekicidir…
Her güne aid şiiriyet dolu bir başlık vardır. Başlığın ardından o günün “levhalar”ı, yâni rüyaları, geriye doğru da o günü kapsayacak biçimde verilir. Levhalardan sonra “düşvârî” dediğimiz bölüm, onlardan sonra da “iştikak tabloları” gelir. Ancak bu iştikak tablolarından ilki “tefe’ül” diye başlıklandırılır; muhtemelen, “levhalar” bölümüyle doğrudan ilgili değildir, rastgele, daha doğrusu “tefe’ül” olarak açılmış bir kelimeye ilişkin tablodur. Diğer üç “tablo” ise, “levhalar”da geçen rüyaların tabiri mahiyetindedir… (Yukarıda, naklettiğimiz rüya vesilesiyle iştikak ilmine dair kendimizce bir örnek sunmaya çalıştık…)
İştikak tabloları üzerinde duralım biraz. Bir kelime ve altında onun anlamları mahiyetinde bir çok kelime… Esere bir lûgat özelliği verici şekilde bu kelimeler, yakından bakınca bildik lûgatlerin hiçbirine benzemiyor; “iştikak – kelimelerin kök bilgileri” ile ilgili ve belki bundan fazla olarak “tabir ve te’vil ilmi” ile ilgili… Klâsik rüya tabirlerine de benzemediğini belirtelim… İBDA Mimarı, bu yüzden olacak, eserine aynı zamanda “Kusto Lûgatı” diye resmiyette belirtilmemiş bir başka isim daha veriyor…
Kusto da nereden mi çıktı? Aslında belki de en başta bunu belirtmeliydik: Bütün bir Tilki Günlüğü, Büyük Doğu Mimarı’nın İBDA Mimarı’na verdiği “takdim yazısı”ndan çıkıyor ve Büyük Doğu Mimarı’nın “bir takdim yazım olacak, bütün hüviyetin görünecek” vaadine dayanıyor… Bütün rüyalar, iştikak tabloları, sonraki bölümler, hepsi, İBDA Mimarı’nın takdim yazısını arayış ve buluş macerasını ve Büyük Doğu – İBDA terkibinin meydana geliş süreci içinde aradığı, bulduğu kendi hüviyetini anlatıyor… Şu hâlde bütün Tilki Günlüğü, Büyük Doğu Mimarı ile İBDA Mimarı arasındaki, yâni eserin alt başlığında görüldüğü veçhile “Ufuk” ile “Hafiye” arasındaki bir ruhî macerayı konu alıyor… Ve bu ruhî macera içine sen, ben, biz, onlar, herkes ve her şey girmiş bulunuyor…
Kusto’ya gelince… Bütün bir Tilki Günlüğü’nün kendisinden doğduğu takdim yazısı şu sözlerle başlıyor:
– “Dünya çapında bir hadise: Kaptan Kusto Müslüman!”
Büyük Doğu Mimarı’nın el yazısıyla İBDA Mimarı’na verilen bir kâğıtta yer alan bu başlığın ardından, meraklısının eserde bulabileceği devamı ifadeler…
Tilki Günlüğü sadece İBDA Mimarı’nın değil, aynı zamanda Büyük Doğu Mimarı’nın da hüviyetini ve hayat hikâyesini çerçeveliyor. Onun için, her güne aid tarihin iştikak tablolarının ardından, Büyük Doğu Mimarı’nın yarım kalmış “Kafa Kâğıdım” eserinden alınma “Ufuk” başlıklı ilgili kısımlar geliyor… Onun da ardından “Yevmiye” başlıklı, Büyük Doğu Mimarı ile İBDA Mimarı’nın tarihî karşılaşmaları ve diyaloglarından ilgili bölümler… Günün tarihi, “Vâridât” isimli, bu yoğun ruhî alışverişin diğer yönlerine ve diğer şeylere bakıcı, serbest biçimde çeşitli mevzuların işlendiği bir bölümle sona eriyor… İBDA Mimarı bu “Vâridât” bölümünde, kâh biz bağlılarından söz ediyor, kâh bir güne dair meseleyi irdeliyor, kâh gelen yeni haberler ve gelişmelerden söz ediyor…
Bu intizam hiç bozulmadan 6. cilde kadar devam ediyor. 6. cildde durum biraz karışıyor. Bazı günlerin hiç başlıkları olmadığı veya (…) şeklinde olduğu görülüyor. Bazı iştikak tablolarının yerinde, İBDA Mimarı’nın bağlılarının O’nun hakkında gördüğü rüyalara yer veriliyor. “Tevâfuk” diye yeni bir başlık altında, yine rüyadan iştikak tablosuna kadar çeşitli sahnelere yer veriliyor. Ve bazı klâsik bölümler hiç yer almıyor. 6. cild, bir bakıma, anarşi ve kaos ihtivâ ediyor… Nitekim “Vâridât” kısmında yoğun şekilde yer alan İBDA-C eylemleri bahane edilerek, bu cild toplatılıyor ve yasaklanıyor…
Unutmadan: Gerek iştikak tabloları ve iştikak ilmi, gerekse Tilki Günlüğü’ne bakış ve anlayış noktasında ilk ipuçlarını ve bilgileri, biz İBDA Bağlılarının, o zaman Bursa İBDA Kitabevi’nin başındaki isim olan Ahmed Berki Gönüldaşın yazılarından edindiğimizi belirtmeliyim… O zaman bu mevzuyu ilk ve en çok anlayan oydu –hâlâ öyle midir bilmem-; hattâ bir çok gönüldaş, Bursa’da kendisini ziyaret eder ve bu işin sırrını anlamak için ona başvururdu. Birkaç defa ben de gitmiş, kendisiyle tanışmış ve konuşmuştum. Sonradan “egoloji – ben araştırması” adını verdiğim, kendine has bir usûlü vardı Ahmed Berki’nin…
“Bir tenkid üslûbuyla kaleme alınmış haber”den söz ederken, İBDA Diyalektiği’nin “tenkid şuuru” bahsini ıskalamak olmaz:
– “Bugünkü Batı tefekkürü de varmıştır ki, benliğin içine çekileceği mücerret bir âlem telâkkisine bağlı iç hâllerin tahlili artık kalmamıştır. Bu, benliğin mevcut farzedilmemesi demek değildir; bilâkis benlik mevcuttur, hattâ her zamankinden ziyâde mevcuttur. Bu benlik, ancak kendisini aşan bir realite ile münasebeti içinde mevcuttur; zira her şuur, maksatlıdır, yâni ‘nesne–obje’yi hedefler, bu nesne ise, bir iç hâli değil, mevcut bir varlıktır… İşte ‘fenomenolojik–tasvirî’ tahlil, bu hedeflemelerin tahlilinden ibarettir. Dış’ta, ‘içi dışta takip’ şuuruyla bulunmak; İslâm büyüklerinin ifâde ettiği, ‘kişi, üzerinde bulunduğu işin zamanı içindedir’ hikmeti.
Bu, problemleri doğrudan doğruya kucaklayış, bizi realitenin ortasına ve adeta macerası içine atıverme, düşünce ile ilmin kâinata dair sözde kesin olan herhangi bir nazariye ile durdurulmaya elbirliğiyle rıza göstermeksizin birbirine ayak uydurarak yürüyüş tavrı; ve nihayet, karmaşık hâdiseleri basit hâdiselerle izâh eden umumî nazariyelere karşı oluş… Bütün bu doğrular, adeta âletleri hazır bir doktorun, doğrudan ameliyata yönelik ve âlet teminini mevzu dışı yapmış çabasını gösterici… ‘Bu iş ne akılla olur, ne de akılsız’ hikmetindeki iki yönden, ‘bu iş ne akılla olur…’ yönüne ağırlık vermek gibi… Napolyon’un, ‘önce sağlam bir kavgaya gir, sonra düşünürsün ne yapacağını’ sözündeki doğruluğun da, kavgaya girince ne yapacağını bilen bir potansiyel için geçerli oluşu gibi.
O hâlde, hâdiseye yanaşan şuurun değerlendirici malzemesi olmaksızın olmaz!.. Bunun mevcut farzolunmasından sonradır ki, bizzat bunu temin edenin de ‘malûm’u ile ilgisi ve ‘ilim malûma tâbidir’ ölçüsüyle, ister ‘tümevarım’ ve isterse ‘tümdengelim’e mevzu meselelerde, şuurumuz pıhtılaşır.
Dikkat ediliyorsa, bu görüş çerçevesinde ‘âlem’ ve ‘ben’in birlikte bulunuşu, nesneyi hedefleyen şuurun ‘realite ile münasebetinde’ mevcut oluşu, problemleri doğrudan kucaklayış ve kendi kendinde tükenen sistem anlayışından kaçış hâlinde; kısaca, iç’in dış’ta ‘bulunuş’u idrakıyla dış’a bakmak şeklinde bir usule varıyoruz.” [3]
Diğer taraftan:
– “Karşımda rüzgârın tesiriyle bir ağacın yapraklarının kımıldadığını görüyorum… Hiç değilse bu intibaımı, bu suretle naklediyorum. Fakat kullandığım tabirde ağacı ve onu sallayan rüzgârı zikrediyor, hadisenin fizikî bir izâhına da girişmiş oluyorum. Hattâ bu izâhı daha da ileri götürerek, aynı maksatla yaprakları kımıldatan muvazenenin kanunlarını, ışığın yayılma kanunlarını, ışık intibâına ve sinir uyarılışının nakline âit kanunlara vesaire gibi, daha birçok şeyleri sayıp dökebilirim. Halbuki bir yandan geçmiş tecrübem, bir yandan da öğrenebildiğim kadar fizik ilmi sayesinde, derme çatma meydana getirdiğim bu fizik realiteleri, fazla olarak da ‘kavrayışım’ dışındaki varlıklarını iddia ettiğim birtakım nesnelerin karşılıklı tesirlerine dayanan bütün bu izâhı ben, şimdi bir yana bırakmak istiyorum; yalnız ve ancak görünenle, fenomenle, bu saf ve yaşanmış intibâ, yâni akışla yetinmeyi arzu ediyorum. Fakat bu tasviri yaparken ben, yalnız dış dünyayı düşünen fizikçinin aksine olarak, intibâımı, ne onu duyan şuurumdan, ne de vücudumdan ayıramam; intibâımı, kendimle eşyanın birlikte ve aynı zamanda verilmiş bir varlığı, bir ‘birlikte hazır bulunuş’u gibi yaşarım. Bu münasebet, sebep–netice arasındaki ‘determinist–muayyeniyetçi’ bir bakışa mevzu münasebetten apayrı olan nevî şahsına münhasır bir münasebet nevîdir; çünkü, yaşanmış tecrübelerden meydana gelme bütün bu sayısız akışlara âlem ve dünya adını verirsek, bu âlem bensiz olamayacağı gibi, ben de onsuz olamam; âlem benim varoluşumla var… Fizikçinin görüşünü benimseyerek, benliğimizi vücudumuzdaki cisimlenişinden, vücudumuzu dünya içindeki varlığından ve dünyadaki nesneleri de, birbirinden tecrit edişimiz, sırf ayırma yoluyladır. Öyleyse bu görüş, fizikçinin âlemini ortadan kaldırmak değil de, bu âlemi muvakkaten sadet dışı yapmak, ‘cemiyet–deveran’ dışı bırakmak, yani nazarımızı bu sırf yaşananın tahliline hasretmek için hür kılmaktır. Bu usulle düşünce, yâni fenomenoloji, sırf tasvirî –şahitlik edici- bir ilim oluyor.” [4]
Toparlayacak olursak:
– “Dışta, “iç’i dış’ta takip” şuuruyla bulunmak; İslâm büyüklerinin ifâde ettiği, “kişi üzerinde bulunduğu işin zamanı içindedir” hikmeti…
Dış’ta, “dış’a bakan iç” şuuruyla bulunmak; bu birlikte hazır bulunuşu, içte ve o ânda teşekkül eden “yaşanan–ölçülendirme”den takip etmek…
Daire sırrı gibi, çevrede “merkez-ben”i görmek; ve merkezi çevreye nisbetle tayin etmek şeklindeki bu iki hakikat, “Kişi kendi nefsini bildiğince Rabbini bildi!” ölçüsünün içindedir; Allah’ın nefsini bilmek isteyen kimse âlemi bilmelidir, çünkü nefsini bilen, nefsinde beliren Rabbini de bilir… Kısaca, her iki bakış da müntehasında–nihâyetinde üstüste gelen bir BİRLİK’tedir.” [5]
Fenomenolojinin HİKEMİYAT sahasındaki yansıması, devamı ve tamamlanışı olarak görebileceğimiz İBDA Diyalektiği’nin “tenkid şuuru” bahsi, hatırlanacağı üzere bize, Tilki Günlüğü’ne bakış hakkında da bir anlayış ölçüsü olarak görünmüştü. Şöyle;
“Dışta içi dışta takip şuuruyla” Tilki Günlüğü’ne bakışa misâl olarak, Muhterem Ahmed Berki’nin 1992–93 yıllarında “Ak-Zuhur” ve “Tahkim” dergilerinde yayınlanan çalışmalarını gördüğümüzü…
“Dışta dışa bakan iç şuuruyla” Tilki Günlüğü’ne bakışa misâl olarak da, Muhterem Harun Yüksel’in 1994’te “Taraf” dergisinde yayınlanan “Erich Fromm’dan Tilki Günlüğü’ne Bir Pencere Açma Denemesi” çalışmasını -ve benzer diğer çalışmaları- gördüğümüzü belirtmiştik…
Şimdi bu meseleyi bitirelim; burada yeni bir münakaşa mevzuu olmasın…
Muhyiddin-i Arabî Hazretleri, Milâdî 1198 yılında, Fas’ta, 35 yaşında bulundukları bir sırada, MİRAC hâdisesini ele aldıkları “Kitab’ül-İsrâ ve’l Makam’ül-Esrâ” isimli bir risâle kaleme alıyorlar. Bu risâlede, “rüyalardan doğma” NİZAM adlı bir sevgilinin bahsi geçiyor…
İşte Dante’nin İlâhî Komedya’sı için ilhâm ve intihal kaynağı olan eser… Demek ki İtalyan şair, oradan okuduğu Mirac hâdisesinin o türlü tesiri altında kalıyor ki, 35 yaşını çoktan geçtiği hâlde 35 yaşına dönüyor, Beatrice’sini belki çoktan unuttuğu hâlde NİZAM yerine onu koyuyor ve Mirac taklidi bir eser vücuda getiriyor…
Bu temel hakikati bilmek gerekir… Ama bunun hemen yanında şunu da:
Böyle olduğu hâlde, Dante’nin edebî hünerini ve eserinin kadrini küçültmek veya küçümsemek hakkını kendimizde görmemek gerekir. İlahî Komedya, bir şaheserdir ve özellikle Batı edebiyatı için önemi bakımından onu analiz etmek bir “İslâmcı” görevdir…
Ne var ki, işin aslı İslâm’dadır, İslâm Hikemiyatı’ndadır ve nitekim Tilki Günlüğü ile karşılaştırıldığında, bütün bir Batı edebiyatı bile çok sönük kalır!..
AKADEMYA (I. Dönem, Sayı 9, Nisan 1998)
Dipnotlar:
1) Salih Mirzabeyoğlu, İBDA DİYALEKTİĞİ -Kurtuluş Yolu-, 3. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1995, s. 233.
2) Salih Mirzabeyoğlu, İBDA DİYALEKTİĞİ, s. 234.
3) Salih Mirzabeyoğlu, İBDA DİYALEKTİĞİ, s. 201-202.
4) Salih Mirzabeyoğlu, İBDA DİYALEKTİĞİ, s. 202-204.
5) Salih Mirzabeyoğlu, İBDA DİYALEKTİĞİ, s. 204.