Günlük dilde kullandığımız fâizin Kur’ân’daki karşılığı ‘ribâ’dır. Ribâ kelimesi ‘artma, büyüme’ gibi mânâlarına gelmektedir. Ve bu mânâlardan yola çıkarak insandaki art(tır)ma, büyü(t)me, çoğal(t)ma arzusunu da ‘ribâ arzusu’ olarak isimlendirebiliriz. Cennet arzusu da böyledir. İnsan O’nun rahmetine sığınarak azıcık amelinin sonsuzluğa doğru büyüyeceğine, dünyadaki bir yaptığına karşılık en az on karşılık bulacağına inanır. Dolayısıyla kelime anlamıyla ele alırsak ‘ribâ’ insandaki fıtrî bir özelliğe işaret eder. (Elbette burada borç işlemindeki fazlalık anlamıyla ‘ribâ’dan bahsetmiyoruz.)
Batı’da da fâiz teorilerinin veya fâizi meşrulaştırma gayretlerinin birçoğu insanın fıtrî yapısına odaklanmakta. Mesela bir grup iktisatçı zaman tercihi teorisine başvurur. İnsanın şimdinin lezzetini gelecekteki aynı lezzete tercih etmesi. Veya başka bir iktisatçı insanın sabırsızlığına işaret eder ve fâiz bedelinin buna denk geldiğini ileri sürer. Bir başkası fâizin üretime verilen katkının bedeli olduğunu veya bir başkası fâizin borç veren kişinin fedakârlığının, sermayesinden mahrum kalmasının, parasının geri dönmesini beklemesinin bir bedeli olduğunu ileri sürer. Bunların hepsinde ortak bir nokta vardır. Hepsi de meseleye borç verenin gözünden bakarlar ve borç veren kişinin fâizi, yani verdikleri borca karşılık anaparaya ilaveten bir mükâfatı neden hak ettiğini açıklarlar. Kanımca bunların hepsinde de haklılık payı vardır. Borç vermek esasen fedakârlık etmektir. Kendisi tüketebilecekken bundan vazgeçmiştir. Borç veren kişi karşı tarafa fayda sağlayacak bir iş yapmaktadır ve en az sağladığı kadar bir fayda beklemesi tabiî, hatta adaletin gereği değil midir? Alışverişte de böyle bir denklik yok mudur? Her iki taraf da fayda sağlayacağı bir alışverişe girmek isterler. Biri malını satar, satıştan kâr etmek suretiyle menfaat sağlar. Diğeri ise malı tüketerek. Sonuçta her ikisi de faydalanır. Kazan-kazan dedikleri şey gerçekleşir. Borçta ise borç alan fayda sağlarken borç verenin hiçbir fayda sağlamaması ne kadar âdildir? Elbette ki değildir. İşte bu anlamda borç verenin ‘ribâ arzusu’ da doyurulmalıdır. Mesele ise bu arzunun nasıl doyurulacağıdır.
Evet geldik meselenin özüne. Mevcut iktisat ister neo-klasik densin ister başka bir isim verilsin esasen Yahudileşmiş bir iktisat anlayışıdır. Yahudileşmiş derken şunu kastediyoruz; deist bir iktisat anlayışı. Deizm ile Yahudiliğin arasındaki irtibat ise Yahudi inancındaki dinlenen, yedinci günde istirahata çekilmiş ilah tasavvurundan gelir. Evet deizm bu cihetiyle bir Yahudi mezhebidir. Şimdi gelelim bunun iktisat ile bağlantısına. Deist İktisat’ta Allah yeryüzünde ‘faal’ değildir. Tâbiri câizse O, oyuna dâhil değildir. Oyun sadece insanlar arasında oynanmaktadır. Hâlbuki İslâm’da Allah oyuna dâhildir. Zira o el-Faal’dir.
Mesela iki kişi arasındaki borç işlemini ele alalım. Deist İktisat’ta borç işlemi iki kişi arasında cerayan ederken İslâm’a göre borç işlemi üç kişi arasındadır. Bu işlemdeki üçüncü Allah’tır. Peki, O’nun ‘oyunda’ olması iktisat teorisini nasıl etkiler? Şu şekilde açıklamaya çalışalım: Borç işleminde: 1. Borç veren vardır. 2. Borç alan vardır. Sonuç itibariyle borç veren bir hizmet vermektedir, borç alan da bu hizmetten faydalanmaktadır. Dolayısıyla borç verenin karşılık beklemesi son derece tabiîdir. İlk paragrafta açıkladık. İşte Deist İktisat’ta borç veren fâiz ister ve borç alan da fâizi öder. Böylece borç işlemi iki kişi arasında kalır. İslami İktisat’ta ise Allah’ın bir oyuncu olarak var olması ile birlikte borç verenin beklediği ‘fazlalılığı’, ‘hizmet bedelini’ yani fâizi Allah öder. Dolayısıyla burada yükümlülükler farklıdır. Borç verenin ‘faiz hakkı’ esasen Allah’ın üzerindedir. Borç alanın yükümlülüğü ise sadece anaparayı geri ödemektir. Dolayısıyla Er-Rahmân fâiz ödeme sorumluluğunu üzerine almıştır. Hâsılı, Deist/Yahudileşmiş İktisat anlayışında borç alan kişi yükümlü olmadığı bir yükün altına sokulmuştur. Dolayısıyla bu anlayış zulümdür tüm insanlığa. Allah’ın kendi üzerine aldığı bir şeyi insanlığın üzerine yüklemiştir. Rahmet-i Mutlak elbette bu yükü insanlığın üzerinden almayı haşa boşu boşuna yapmamıştır. Zira O, insana kaldırabileceğinden fazlasını yüklemez. Ama zâlimler, müşrikler bu yükü inançsızlıklarından dolayı insanın üzerine yüklemiştir. Elbette insanlık bu yükün altında ezilecektir. Burada çağımızın hastalıklarından Deizm’in de öyle tanrısı gibi suya sabuna dokunmayan masum bir inanç değil tüm insanlığa zulüm getiren faizci sistemi meşrulaştıran bir inanç olduğunu görmekteyiz.
İslam’a gelirsek ise iki soru vardır burada. Kim büyütür? Allah. İkinci soru ise Allah neyi büyütür? İşte, İslâmî Finans’ın büyüme modeli de böyle bir zemin üzerine kurulması gerekir. Ve cevap açıktır Allah sadakayı, zekatı, karz-ı hasen’i büyütür. Bunlar anaparayı büyütecek olan Zat’ın emirleridir. Yani emir derken doğa kanunu da diyebiliriz. Bu kanuna uyanlar büyürler, uymayanlar ise küçülürler. Ve burada sadaka, zekât verenlerin hattâ Allah’a güzel borç verenlerin malı hesaba gelmez, matematik diliyle ifade edilemeyecek şekilde büyüyecektir. Büyüme garantili finansmandır bu. Garantiyi sağlayan ise Allah’tır. Zaten kâr garantisini ancak ve ancak O verebilir. Aklen de böyle bir garanti verebilecek zatın özelliklerinin hepsi Allah’ın güzel isimlerinde toplanmıştır. (Birinin kâr garantisi verebilmesi için tüm rızkın kaynaklarının sahibi olması ve onların üzerinde zaman ve mekândan bağımsız bir şekilde tasarruf sahibi olabilmesi gibi. Bu özelliğe sahip tek zat vardır, ismi de er-Rezzak’tır gibi.)
İslâmî Finans’ta dolayısıyla mevcut matematik dili fâizi ifade edemez, hiçbir alet edavatın da bunu hesaplamaya gücü yetmez. Zira bu miktar O’nun katında gizli, gaybi bir bilgidir. Ayrıca para ile de ölçülemez, çünkü Allah’ın ‘ribâ’ ödemesi yani arttırması sadece ‘para’ cinsinden olmaz. Bazen el-Azîz borç verenin izzeti arttırarak ‘ödemeyi’ yapar, bazen es-Selâm ‘güveni, huzuru, sağlığı’ arttırarak, büyüterek ‘ödeme’ yapar, kimi zaman el-Alîm, el-Hakîm hikmeti, ilmini arttırarak ödeme yapar, kimi zaman da El-Vedûd sevgiyi arttırır ve ödeme ‘sevgi’ cinsi ile olur. Sonsuza kadar gidecek sâlih, sâliha bir eş, sâdık bir dost ‘ödemesi’ni kim dünya fiyatıyla, matematiğiyle ölçebilir. Dolayısıyla en azından mevcut matematik ile iktisat devam edemez. Yeni bir matematik gerekecektir. Hattâ belki de klasik mantığın tanımlanamaz kabul ettiği sevgi gibi duyguların da tanımlanabileceği yeni bir mantık bile gerekebilir.
Sözün özü; İslâm’da borç işleminde (şahitler hariç) üç taraf bulunur. Borç veren, borç alan ve Allah. Deist İktisad’da ise Allah göz ardı edilir. Bu ise fâizin insanlığın sırtına yüklenmesidir. Deizmi yaygınlaştıranlar böylelikle faizci sistemlerine de aslında alan açmaktadırlar. Laiklik de keza aynı şekilde faizci sistemin, sistemden nemalananların sığındıkları koruyucu kelimelerden daha doğru bir deyimle putlardan biridir. Bu şunun gibidir: Birisine borcun var. Ama bu borcu borçludan tahsil etmiyor, bunun yerine seçtiğin herhangi bir insanın malını çalıyor ve bu zaten hakkımdı diyorsun. Bir yerde okumuştum. Organ ticareti işine giren bir grup Yahudi tarihte kendilerine yapılan zulümlerden dolayı insanlığın kendilerine sayısız can borçlu olduğunu ve bu yüzden insanların organları üzerinde hak sahibi olduklarını söylüyorlarmış. Mevcut fâiz anlayışı da aynen böyledir. Er-Rezzâk’a imansızlığın, O’nu fakir ve elisıkı tahayyül etmelerinin sonucunda kendilerini iki üç kuruşluk faize satıyorlar. Yani ucuza gidiyorlar. (Sonsuz nimetlerin yanında dünyanın tüm metası, geçici, süreksiz malı onların olsa ne olur. Sonsuzluk ile kıyaslandığında üç kuruştur, dünya hesabıyla trilyonlar gözükse bile.) Böylelikle imansızlığın, şirkin, küfrün sadece bir inanç değil inançta başlayıp tüm hayata sirayet eden bir hastalık olduğunu da fâiz üzerinden ortaya çıkmaktadır. Öte yandan sahih bir iman ve bu imanla uyumlu salih amellerin ise tüm insanlığa mutluluk, bereket ve huzur getireceği de görülmektedir. İmân-küfür mücadelesi işte bugün ‘fâiz’ üzerinden devam etmektedir. Tam da es-Sâdık’ın Bakara sûresi 279. âyette beyan ettiği gibi.