DEMİRYOLU DOSYASI – I (Teknolojinin İdeoloji Üzerindeki Tesirine Misâl: Demiryolu ile Gelen ve Giden)

GİRİŞ

.Teknolojinin İdeoloji Üzerindeki Tesirine Misâl: Demiryolu ile Gelen ve Giden

“Münâkale”, nakl kelimesinden gelmekte; lûgatda, “taşıma-ulaştırma-aktarma” mânâlarıyla karşılanmaktadır. Arapça’daki asıl mânâsı ise, “birbirine sıra ile fıkra, hikâye anlatmak”…

Bu yazımızda “münâkale vasıta sistemleri”nden “Demiryolu”nu ele alacağız. Demiryolunun, Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti’ndeki macerasını, “bağımsızlık” ve “bağımlılık” ile ilişkisini, içtimâi olarak nasıl bir tesir yaptığını, daha doğrusu bu maksatla nasıl kullanıldığını, demiryolunun topraklarımıza hangi maksada binaen “girdiğini”, idarecilerin ona nasıl yaklaştığını, hangi “karar” ve “tercih”lerin kullanıldığını, bugünkü acı konumuna nasıl getirildiğini, bunda nasıl bir (yerin) “kararın” uygulandığını, Anadolu kıtasının hususiyetlerini gözönüne alarak ve elbette “Başyücelik Devleti” içerisinde nasıl değerlendirilebileceğine dair –tenkid ve tavsiyeye açık olan- ve “hiç ibret alınsaydı tekerrür eder miydi tarih” vecizesinin tenbihi içinde bir denemedir yazdıklarımız.

Yazıyı kaleme alan, meslekten bir “demiryolcu” değildir.(1) Sadece, münâkale-ulaştırma-nakliye vasıtaları sistemlerinin, bir devletin hayatını idame ettirmesindeki ehemmiyeti ile, “bağımsızlık” denilen nesne arasındaki sıkı ilgi ve ilişkiye, “bu tür mevzulara” girildiğinde hep kullanılagelen “sol ağız”ın dışında bir yaklaşım çabasındadır.

Bir devletin hayatını idame ettirebilmesi denildiğinde, “sol ağız” ve “diyalektik tuzağa” takılanların –asrî zamanlarda pek bir değeri kalmasa da!- aklına ve diline ilk ve tek gelen “bağımsızlık” oluyor. Okuyacaksınız, bunda haklılık payı elbette var, fakat bu meseleyi “tek” bu şekilde anlamak, hayatı maddiyatçı-materyalist olarak tefsir etmek demekdir. Oysa ki “biz”, yani müslümanlar “RUHÇU”dur(2); daha doğrusu öyle olunması tabiî hâl iken, -yine, okuyacaksınız demiryolunun, misyonunu gayet iyi yapması sebebiyle- Üstad Necib Fazıl’ın ifâdesiyle “İslâm materyalisti” hâlinde davranılıyor. Oysa, -kabaca- bir devlet, devleti meydana getiren insan topluluğunun “çatısı”dır ve ferdî şuur-anlayışın, sistemleşmiş dev organizasyonudur. Asrî zamanlarda çokça sakız yapılan “ahlâkî çöküş” lâfı bir devleti “içten kemiren unsur” tesbiti olarak –demogoji niyetine de olsa- kullanılıyorsa, bizim neyi kasdettiğimiz anlaşılmalı ve meselelere “ilk” nasıl yaklaşılması gerektiğini de “İslâmcı aydın”a anlatmalı.

Buna “kültür erozyonu”, “kültür emperyalizmi” de deniliyor. İşte eğer bu çeşit bir “erozyona” uğratıldıysa toplum, bunun tabiî neticesi olarak, (dünyanın içinde bulunduğu siyasî şartlar sebebiyle), resmî olmasa da, FİİLÎ İŞGÂL altındadır. Bu duruma da –marksistlerin her durumu etiketleme hastalığı ve becerisinin armağanıdır- “yeni sömürgecilik” deniyor. Ortada, işgalcinin tek bir askeri olmadan, bir devletin “yerlilerce” (-“Eskimo”-) yönetilmesine rağmen “sömürülmesi” vak’ası!.. Misâl, içinde yaşadığımız devlet; hatta “irticâ-geri dönüş” sözkonusu, çünkü, iktisadî kararlar IMF-Dünya Bankası, siyasî-idarî kararlar “Avrupa Birliği” tarafından alınıyor ve İBDA MİMARI KUMANDAN MİRZABEYOĞLU’nun ifâdesiyle; “vasıfsız insan silosu” TBMM ve “Siyonist Anasolme hükümeti”, ellerine tutuşturulan “takvime göre” kanun çıkartıp duruyor!..

Görüldüğü gibi, “sol ağız”ı kullanırsak, bir devletin hayatını idame ettirmesi sadece “alt yapı” değil, “üst yapı” (hem de çokça “üst yapı”) sorunudur! Bunun böyle olduğunu, cahil(!) Anadolulu bile anlamış, işi birtakım “maddi değişikliklerle” halledebileceğine inananlara –tarih okuyanlar bilir- o üstün ferasetiyle “Gavur Padişah!” lakabını takabilmiştir.

“Gavur!..” Elektiriği, ampulü icad edeni, “insanlığa faydalı amel işledi!” diye cennete (tabiatıyla kendisinin yerine!) sokmaya çalışanlar kadar bilmiyor muydu o “cahiller”, teknik gelişmenin (bugün canavarlaşmanın), evvelden saatler alan işleri belki çok kısa bir sürede halledebilme imkânını sağlayabileceğini!!! Biliyordu! Fakat, bildiği başka bir şey daha vardı: “Bir toplum karşılıklı etkileşme sistemini belirttiğine göre, “müesseseler-kuruluşlar-oluşlar” vesaire gibi güçler arasında ilişkilerin temin ettiği dengeler varolduğu müddetçe ayakta durabilir. Ama bilinmedik, beklenmedik veya tahmin edilebilen gelişmelerle bu denge bozulabilir.”(3)

Cahil(!) köylünün vakıf olmadan hissettiği ve “gavur” diyerek etiketlendirdiğini, İBDA, yukarıdaki mücerredden anlamayanlar için müşahhas plânda (anlaşılır kelimelerle diyelim!) şöyle ifâde ediyor:

“-En beterin daha da beteri makineye ait her unsuru, mühendisi, ustası ve hatta (kalifiye-seçkin) işçisiyle dışarıdan getirip burada kurmak; ve millî imal dehasını büsbütün körletecek ve hiçbir şifa ihtimaline yer bırakmayacak bu aldatıcı yapım tarzına utanmadan bir de “millî” veya “Türk” etiketinii yapıştırarak sanayileşildiği vehmiyle, esrarkeşlerin bile düşmeyeceği bir hayal dalgasına kapılmak… Bu da günümüzün (Montaj) sanayiine bağlı hikmet…”(4)

Zannedersek anlaşılmıştır; muvazeneyi bozucu dıştan “gelen”, nisbeti mühim değil, içtimai sahada “değişim” gerçekleştirir; misâldeki gibi, “milli dehâ”yı tesir altına almak, neticede, ferdleri bir “hayal” içinde hem de o hayalin bile “anti millî” olduğunu bilmeden yaşamaya iter! Böylece, devlet, “hayalde ancak” hayatını idâme ettirir! Tabiî olarak da, “bağımsızlık, emperyalizm, sömürü; globalleşen dünyada, (internet dünyasında!) çıkarların kesiştiği dünyada mümkün olmayan şeylerdir!” ifâdeleri (!), müşterisi ve satıcısı “hayâlde” (belki kabusta!) yaşayan insanlar arasında bolca revaç bulur!

Burada durumun vehametini ve bu durumun kimlere yaradığını gösterici olarak Kumandan Mirzabeyoğlu’ndan bir iktibas:

“-İşkence… Kaba mânâsıyla işkence, herkesin bildiği gibi –trafikte hamaratlığa lüzum yok-, fizikî acı tatbikidir; bu fizikî acının dışında, sırasında ondan daha acı olan ruhî acı olabilir, şudur, budur…

Şimdi hemen soruyorum size:

“-Türkiye’de işkence var mı, yok mu?”

Hemen cevab verin!.. (“Var!” “Var!” sesleri)… Bu apaçık bir şekilde herkesin bildiği bir şey… Ve adam utanmadan diyor ki:

“- Eğer işkence gören varsa isbat etsin!”

İsbatlılar bir yana, biz de şöyle diyelim onlara:

“-İsbat edilemez işkence nasıl yapılırmış, gel ben sana göstereyim!”

Burada bir namussuzluk çıkıyor ortaya: Adam balkona oturduktan sonra, aşağıdaki insanları bir obje, bir eşya gibi görüyor… Onun için aşağıdaki insanların bir kedi-köpek ölüsünden farkı yok!.. Adeta Roma’daki gladyatörlerin arenadaki boğuşmalarını kuruldukları koltuklardan seyreden adamlar gibi!.. Anlatabiliyor muyum?..

İşkence mevzuunda verdiğim bu inceliğe dikkat ediyorsanız, -ne kadar açık konuşuyorum-, eğer kanun maddesinde “işkence yapılır” derse, hiç kimse “işkence hukuka aykırıdır!” filân diyemez, hukuka uygundur. O zaman mesele şuraya varır: Acaba bu hukuk iyi bir hukuk mudur?..

İşkence bahsi üzerinde duruyoruz ya… İslâmî bir incelik çerçevesinde bize tatbik edilen işkenceyi anlatayım: İnsan, nefs muhasebesini yerine getirdikçe, nefs üzerindeki tahakkümünü yerine getirdikçe ruhu kurtulur… Bu mânâda da, zannedildiği gibi, Allah insanı Cennet’e veya Cehenneme sokmuyor; insan, Cennet’e veya Cehennem’e kendi ayakları ile gidiyor… Allah, Mutlak Adil’dir… Keyfilik yok… İzâh edebiliyor muyum? Mutlak Adil’dir ve bunun mânâsı şudur: Mahkûmun fiilinin hâkimi bağlaması gibi, bizim fiilimiz O’nu bağlar… Sana kurtuluşunun yolunu göstermiş; kurtulmak veya kurtulmamak kendi ellerinde, kendi ellerinle, kendi ayaklarınla yapıyorsun… İzâh edebiliyor muyum? Bu çerçeve içinde, kurtuluş yoluna bakarsak; nefse acı gelen herşey ruhu güldürür ve ruhu güldüren herşey de nefsi ağlatır… Şimdi biz o kadar muazzam bir işkence içindeyiz ki, ruhun kurtuluşu gibi bir davada, acı duyma ıstırabını bile unutmuşuz… İŞKENCENİN ŞİDDETİNE BAKIN!.. Sıkça verdiğim bir misâli burada tekrar edeyim: Okyanusta kayboluyor adam, ne tarafa gidecek?.. Bunun bir ıstırabı var; güneş tepeden yakıyor, açlık bir taraftan, susuzluk bir taraftan, yön yok, yol yok, pusula yok… Ve bunun korkusu içinde… Bir müddet sonra uyuşukluk başlıyor; açlığın getirdiği bitab düşme hâli… Bir müddet sonra dayanamıyor, deniz suyu içiyor ve çıldırıyor… Ondan sonra dünya güllük gülistanlık… Kendimizi suçlamayı bilelim: Nefsin kucağında o kadar rehavet içindeyiz ki, ruhumuz işkencede, işkence altında… Biz, içinde bulunduğumuz Kemalist rejimde, bu türlü bir işkence yaşıyoruz. Ve yine Necip Fazıl’ın bir sözünü aktarıyorum size:

“-Aslanlara atılan İsa Peygamber’in havarileri, bugün bizim çektiğimiz işkenceyi çekmiş değillerdi… Biz, kendi ülkemizde bu hâle düştük; onlar ise yayılmaya çalışıyorlardı!”

Dikkat ediyor musunuz?.. Ve biz o hâle geldik ki, ACI DUYMA MELEKESİNİ BİLE KAYBETTİK… İŞTE EN BÜYÜK İŞKENCE!.. Ondan sonra ötesi üç sopa vurmuş bilmem ne… Bu dediğim çok mühim… Bizim bu dünya ile beraber öteki dünyamıza da kast ettiler, kast ediyorlar… Anlıyor musunuz işkencenin derecesini? Kendimizi doktorca acıtmayı bilelim…”(5)

Bir devletin hayatını idame ettirebilmesini, “acı duyma melekesi”nin sağlamlığıyla karşılarsak; “üç sopa”yı bağımsızlıkla alâkalandırabiliriz. Üstelik, “üç sopalık” işkence değil de, “acı duyma melekesinin kaybettirilmesi”nin meşruiyeti -“işkence yapılır” kanun maddesi gibi-, Kanunlara yazılmış ve kanunun da üstündeki zat tarafından şöyle ifâdelendirilmiştir:

“-Ulus açıkça bilmelidir ki, uygarlık öyle güçlü bir ateştir ki, ona bigane olanları yakar, mahveder. İçinde bulunduğumuz uygarlık ailesi içinde lâyık olduğumuz yeri bulacak ve onu koruyacak ve geliştireceğiz.”

“Yanmamak” için girilen “uygarlık ailesi”, 70 küsur senedir IMF-ABD-AB ile devleti yakarken, bir de bu yanma eylemi, yani “Avrupa kültürünün bir parçasıyız!” hayâli, “kanun üstü” hüviyete büründürüldüğünden, insanımızın hem dünyası hem de “ötesi” yakılıyor!

  •  

Demek ki, bir devletin hayatını idame ettirmesi ve bağımsızlık “aynı” şeyler olmamakla beraber “gayrı” şeyler de değildir; bunun ne olduğuna, vak’aya yanaşan şuur karar verebilir! Misâl olarak; “ruhu” yokedilmeye başlanan bir toplumun, bir başka devlet/toplum tarafından “sömürülmesi” yakındır! Maddeci yaklaşım, yalnızca sömürüyü görür ve birtakım maddi tedbirlerin alınmamasına bağlar durumu; bir müslüman ise, keyfiyet yok edildikten sonra, kemmiyete iltifat edilmeyeceğini, işin tabiî neticeye varacağını ifâde eder… Tıpkı, 17 asırdan beri gittikçe artan ve bugün “çıldırdığımız” için bize etrafı “güllük gülistanlık” gösteren hâlimiz gibi!..

  •  

Başta yazdık, “bu satırların yazarı meslekten bir demiryolcu değildir!”; ve niye bu meseleyi yazma ihtiyacı hissettiğini de belirtti! Bunun yanında da şunun için:

“-Garbın akıl ve marifet seviyesine erişmeyi maymunvâri bir kopya işi sanan Tanzimat ve nihayet adi bir Mason oyunundan ibaret olan Meşrutiyetten sonra Türk cemiyeti, birdenbire tasfiye tehlikesiyle karşılaşınca, artık, hem maddede, hem de ruhta kurtuluş zoru gibi muazzam bir borcu tarihten devralmış bulundu. Bu iki cepheli borcun ilk kısmı tam ödendikten sonra ikinci kısmı tamamen açık bırakıldı. Açık bırakılmadı, tersine kapatıldı!”(7)

“Demiryolu”nu, bu “hükmü”; madde ve mânâda nasıl bir katliama tabi tutulduğumuzu, her cephesiyle kâmilen gösteren bir âlet olarak görüyor ve “hükmün” ispatlayıcısı niyetine kullanıyoruz. Bunun yanında; meselelere, “iyidir-kötüdür” ucuzluğu ile yanaşmanın, “hayatı idame ettirmeye” olan tesirini ve Mutlak Fikrin” gerekliliğine; ondan hareketle meselelere el atılan “dünya görüşü”nün zorunluluğuna dikkat çekmek için “demiryolu”na eğiliyoruz. İbda Fikriyatı’nı “demiryolunda” yürütmek, yürüdüğünü göstermek için…

  •  

Demiryolu, Anadolu’ya, üzerinde bulunan Osmanlı Devleti’ni yoketmeyi hesaplayanlarca kullanıldı ve başarıya ulaştılar. Bir “âlet”in bu işe nasıl “âlet” edildiği hikâyesidir yazdıklarımız; bir “âlet”in nasıl böyle bir iş başardığını anlamayanlara da Kumandan Mirzabeyoğlu’nun “teknolojinin ideoloji üzerindeki tesiri” sözünü, vakıa üzerinde anlatmak…

Ve… Mikrobu, aynı mikrobla yani “panzehir” ile tedavi etmek gibi, bu “âlet”in, Başyücelik Devleti içerisinde nasıl bir imkân silsilesi açabileceğini göstermek…

  •  

Lûgat Çevresinde

Osmanlı Devleti’nde ve T.C.’nin ilk yıllarında aynı ismi taşıyan bir “bakanlık”… “Nâfia Vekaleti”… Nâfia: Bayındırlık İşleri… Bir kadın adı… “Nâfia Vekaleti”, Başyücelik Devleti’nin “bayındırlığından” mes’uliyetli; daha doğrusu o hâle getirilmesine âlet olacaklardan…

Münâkale’nin mânâsını vermiş ve “nakl”den geldiğini kaydetmiştik…

Nakl: Bir şeyi başka bir yere götürme. Taşıma, aktarma, geçirme… Naklî: Taşıma ile ilgili. Akla değil nakle dayanan, yani söylenen (hakikat)… Nakliyye: Eşya taşıma işi. Taşıma parası, taşımalık… Nakliyyat: Nakliyye’nin çoğulu. Taşıma işleri. Anlatılanlardan öğrenilen şeyler…

Tren… Lisânların bir asıldan dallandığına güzel bir misâldir; İngilizce’de trenin yağmur ile arasında bir ilgi varolduğu gibi, Osmanlıca’da da bu mevcut…

Katar: Birbiri arkasına dizilmiş kalabalık seyri… Birbiri arkasına dizilmiş hayvan sürüsü… Bir lokomotifin sürüklediği vagonların tamamı… Tren… Su damlaları… Arabistan’da bir devlet… Kuyudan veya başka bir yerden damlayan su… İhtiyarlık, saç ağarmak… Perçin yapılan çivi uçları… Bir şey üzerine çökmüş toz… İs gibi karalık… Kebab yapmak… Toz… Pişmiş şeyin kokması… Gitmek…

Katar’dan Kutur: (Aktar) Yan, taraf, bölük, cihet. Köşegen, çap… Aktar: Kuturlar… Dairenin merkezinden geçen doğru hatlar… Aktar: Ecza, ilaç satan adam. Güzel kokulu yağlar vesaire satan adam. Akdar: Değerler. Kudretler… Akder: Eski zamanda kağıt yerine kullanılan ve üzerine yazı yazılan deri… Ahter: Yıldız. Necm. Baht. Tâli’… Ahdar: Yeşil, yemyeşil. Pek yeşil…

Saydele: Eczahane… Saydelân: Boncuk ve hırdavat satan çerçi… Ecza: Eczacılıkta kullanılan çeşitli maddeler. Cüz’ler. Parçalar, kısımlar… Ceza!… (8)

Mânâ dönüşümü ile, “nafia”, bayındırlık işlerine ve yok eden mânâlarına; “katar”dan, damla, cihet, aktar ve ceza’ya; azab ve mükafata… Tren, nâfia işlerinde “bereket”e vesile bir münâkale vasıtası!..

  •  

Başyücelik Devleti İçinde “Nâfia”

Bir Başvekil ve onbir Vekil’den meydana gelen “Başyücelik Hükümeti Vekâletleri”nden “Nâfia Vekâleti”…

“-Nâfia Vekâleti: “Tesisler”, “Yollar”, “Münâkale Vasıtaları” isimli üç müsteşarlığa bölümlü”… (9)

Nâfia Vekâleti’nin üstlendiği dâvâlar ise şunlar:

“-Şehir ve Umran Dâvâsı: Büyük şehir, belde ve (Metropolis) hayatının topyekün maddesini, görülmemiş bir şahsiyet, asliyet ve hususiyet damgası içinde kalıplaştırma ve heykelleştirme işi… Bu dâvâda Dahiliye, Matbuat ve Propaganda, Nafia, Sağlık ve Bakım Vekâletleri tam işbirliği hâlindedir…

Millî Servet ve İktisat Dâvâsı: Tam bir millî iktisat ideolocyasının tezatsız sistemini örgüleştirme, millî serveti köpürtme, içtimaî refahı temellendirme, bütün deveran sürat ve kıymetiyle para ve sermayeyi güdümleme, cemiyeti ve ferdi bütün verim ve alım faaliyeti içinde muvazelendirme, maddi verim âlet ve cihazlarında en ileri dereceyi tutma ve büyük iş ve kazanç, tediye ve taksim adaletini yerine getirme işi… Bu davâda, İktisat, Maliye ve Nafia Vekâletleri tam işbirliği hâlindedir.”(9a)

Bu iki davada Nâfia Vekâleti, bazı Vekâletlerle “tam işbirliği hâlinde” çalışacak olsa da; üstlendiği zâtına âit vazifelerle, insan vücudundaki “damar” keyfiyeti gibi, hususî ehemmiyeti ortadadır.

Ne kadar heybetli olursa olsun, bir insanın acz veya defn hâline gelmesine sebeb olur “damarlardaki” rahatsızlıklar; netice olarak ya istirahatle veya uzvun kaybıyla–kangrenle yoluna devam edebilir; veyahut “âni damar tıkanıklığı” sebebiyle, kan pompalanamaz, kalp krizi ile karşılaşılabilir. Kezâ!.. Vücudun “belli” kesimlerinin gelişimine (“body building”) hız vererek ve düzensiz yapılan idmanlar sebebiyle de “lokal” damar rahatsızlıkları başgösterebilir. Eğer bunun çaresi bulunamazsa yine netice yukardakilerin aynı olabilir…

Tarih boyunca ortaya çıkan devletlerin hayatları –kabaca dahi- incelendiğinde görülecek olan, onların tarih sahnesinden çekilmelerindeki ekser sebebin, “damarla alâkalı” rahatsızlıklar olduğudur.

Tıpkı Osmanlı Devleti’nin vefatı, tıpkı T.C.’nin bütün vücudu saran neticesi belli kangren rahatsızlığı gibi!..

  •  

DİPNOTLAR / “GİRİŞ”

1) Bunu hususen belirtmek gerekiyor. Demiryolcu değilim, treni uzun seyahatlerde ve bazen de şehir içi seyahatlerimde tercih ederim ve ancak o zaman görürüm. Bugün “metro-tramvay hattı”nın İstanbul’da toplu taşımacılıkta faydasını tecrübe ile görenlerden olmakla birlikte, inşaı aşamasındaki “uluslararası pazarlıklar, teknoloji ihracı, paranın dışarıya akıtılması” gibi âdilikleri ve yetersiz kalışını da görenlerdenim. Evvelden “tren” ile yapılanın “metro-tramvay” ile nasıl devam ettirildiğini de!.. Bütün bunlara İbdacı anlayışla yaklaşma çabası ve problemin nasıl çözülebileceğine, bugün bizim için problem olanın, çok kısa bir dönem içinde, nasıl başkalarının “problematiği” olacağını gösterebilmek için “soruna” el attık. Devamında diğer “münâkale vasıtaları”na, “münâkale yolları”na değineceğiz. Demiryolundan sonra, “deniz yolu”nu, “Boğazlar”ı, Anadolu’nun nasıl bir kumpasa alındığını, bu kumpastan nasıl kutrulanabileceğini ele alacağız. Buradaki vehameti düşünün, üç tarafı denizle çevrili, kıtaların geçiş güzergahı olan Anadolu’nun üzerindeki devletin “özel teşebbüsü”nün kurduğu deniz filosu “öldürülüyor”, tersahâneleri kapatılıyor ve askerî deniz gücü ise “filika” seviyesinde bulunuyor! “Amfibi” olmanın bütün fizikî şartlarına sahib olan Anadolu kıtası KASITLI olarak bundan mahrum bırakılıyor. Burada da iş, “Lozan-Montrö”ye dayanıyor. Bizim yapmak istediğimiz de işte bu: “Münâkale sistemleri” üzerinden –tarihî, hukukî, siyasî, içtimaî ve irfanî bir muhasebe- ile T.C.’nin TEMELİNİN hangi ittifaklarla, plânlarla ortaya konulduğunu göstermek; İbda Fikriyatı’nın “Tarih Muhasebesi”nin, “kanının, dilinin, dininin, ırzının davacısı” olarak ispatlayıcısı olmak! Hiç değilse niyetimiz bu! Ve fikrî işi yaparken amelî işi de halletmek!

2) Buradaki “lutfen” tavrını anlıyorsunuz. “Biz”den kasıt, elbette umumi olarak müslümanlardır fakat hususî olarak İBDA’dır. “Ruhçuluk”, anlamayan ve büyük beceri göstererek onu da “maddeleştiren”lerin anladığı gibi sadece “iç” değildir. Üstad Necib Fazıl, “Temel Prensipler: Ruhçuluk”da şöyle diyor: “Hakir bir gözyaşı damlası, herhangi bir dış tesir yüzünden herhangi bir guddenin maddî tagayyürüne mi işarettir; yoksa aynı maddî tekevvün zincirinin başında, maddeye hâkim, fakat madde çerçevesinde gâip, üstün ve manevî bir kuvvete mi delâlet? Sualin ikinci şıkkına “evet!” diyen ruhçudur.” 17 Ağustos ’99 Depremine bir İbda’nın –günü ile bildirerek beklemesi ayrı dava- bakışı, bir de “sismik bombacı” İslâmcı(!) aydınların bakışı, hakikatiyle, “ruhçuluk”u kimin temsil ve tarif ettiğini göstermeye yeter.

3) Salih Mirzabeyoğlu, Damlaya Damlaya –Yılanlı Kuyu’dan Notlar-, 2 Basım, İBDA Yay., İstanbul, s. 161

4) Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, 9. Basım, Büyük Doğu Yay., İstanbul 1997, s. 479

5) Salih Mirzabeyoğlu, Üç Işık –Sohbet,Konferans-, İBDA Yay., İstanbul 1996, s. 73-81 (Salih Mirzabeyoğlu’nun “İşkence ve Filistin Meselesi” başlıklı 1988 yılında verdiği konferanstan.)

6) Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. 2, s. 207

7) Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, s. 170-171

8) İştikaklar kısmen: Salih Mirzabeyoğlu, Tilki Günlüğü –Ufuk İle Hafiye-, İBDA Yay., C.4, s. 423’ten iktibaslanmıştır.

9) Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, s. 298 (“Başyücelik Hükümeti” başlıklı bölüm.)

9a) A.g.e., s. 301-302 (“Hükümetin 11 Dâvâsı” başlıklı bölüm.

.

Kaynak: “Akademya’ya Doğru Sitesi”, 2001-2005

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!

İlginizi Çekebilir