DEMİRYOLU DOSYASI – IV (Sömürü ve “Batılılaşma-Muasırlaşma”nın Âleti Olarak Demiryolları)

III. BÖLÜM

SÖMÜRÜ VE “BATILILAŞMA-MUASIRLAŞMA”NIN ÂLETİ OLARAK DEMİRYOLLARI

“Sanayileşen Batı’nın literatüründe çok az konu Batı’nın sömürgesi olan ve Batı uygarlığını dünyanın geri kalan kısmına taşıyan demiryollarından daha büyüleyicidir.” (Donald Quataert)

OSMANLI’DA SÖMÜRGELEŞTİRME ARACI OLARAK DEMİRYOLU

Siyasî Coğrafya Açısından Osmanlı/Anadolu Hususiyeti

19. yüzyıldan itibaren, bir yüzyıl öncesinde “dünyayı keşfetmeye ve sömürgeleştirmeye” başlayan Batı’nın, üç kıtaya yayılmış ve zengin tabiî kaynaklara sahib olan Osmanlı Devleti’ni “hedefine” almaması imkânsızdı. Osmanlı öyle bir “sahaya” oturuyordu ki, 1506 yılında Papa II. Julius tarafından “kutsanarak” tasdik edilen (1494 tarihli) “Tordesillas Anlaşması” ile “dünyanın denizlerini paylaşan”(1) Batı devletleri “kale” olan Osmanlı’yı elbette dikkatle inceleyecek, “tabiî kaynakları ve toprakları” üzerindeki “hâkimiyet emellerini” sistemli plânlarla realize etmeye çalışacaklardı.

Esasta Osmanlı’nın (ve onun yıkıntısı üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti ile, kurulacak “müstakbel devlet”in) şansı kadar, kem gözler ve sinsi plânlarla nazar edilme “şanssızlığı” da burada, COĞRAFYASINDADIR!..

“-Siyasî coğrafya açısından herhangi bir saha, bu saha üzerinde yaşayanlara bazı üstünlükler sağlamaktadır. Fakat bu üstünlüklerden, o muhitte bulunanlar istifâde edebilir veya insan topluluğu belirli bir tekâmül safhasına erişinceye kadar bunlardan faydalanamaz. Coğrafî muhit şartlarının meydana getirdiği üstünlüklerin gerçekleşmesi, bunlardan faydalanılması, bir devletin iktisadî, teknik ve siyasî şeklinin başarısı ve istikrarında, büyük ölçüde etkilidir.”(2)

Üç kıtaya yayılan ve “dünyanın en zengin tabiî kaynaklarına” sahib olmakla birlikte, “denizlere ve su yollarına-boğazlara” egemen olan Osmanlı’nın “dünyanın en mamur ve zengin devleti” olmasının fizikî verilerine sahibken, 19. yüzyılla birlikte “borç batağına ve Duyun-u Umumiyye kıskacına” alınmasının sebebleri bu yazının haddi değil; fakat, bu “kıskacın” ve coğrafyasının, demiryolu hususiyetinde, “sömürülmesine” nasıl âlet edildiğini yazmak ise, bu yazının bir borcudur.

Bir ülkenin “coğrafik” kıymetlere sahib olması, o ülke insanının “potansiyel şansı”nı yansıttığı gibi, “bunlardan faydalanılması için gerekli iktisadî, teknik ve siyasî başarılara” sahib olmaması da “sömürülmesine” yolaçabilecek “şanssızlığıdır”.

Ünlü Çin filozoflarından Sun Tzu şöyle diyordu 2500 sene önce:

“-Kuvvetlerin uyuşur, keskinliğin körelirse, gücün tükenir, kaynakların biterse, düşmanların fırsattan yararlanıp ayaklanırlar. İşte o zaman bilge akıl hocaları bile senin durumunu kurtarmaya yetmez!”(3)

Bu söz, Osmanlı’nın (ve T.C.’nin elbette) durumunu çok iyi anlatır! Mustafa Reşid Paşa, Ali Paşa, Fuad Paşa ile başlayan ve İttihatçılar-Jön Türkler ile yerleşen “Batılılaşma-Muasırlaşma” sevdası, “uyuşmayı, körelmeyi, tükenişi” getirmiş, zirve-deha şahsiyet (bilge akıl hocası) Sultan Abdülhamid’in 33 yıllık “direnişi” de “makedon sergergeleri” eliyle aşılmış ve netice olarak 600 yıllık bir devlet akılalmaz ama, “geliyorum!” diyen siyasî entrikalarla “bitirilmiş”tir.

Batı’nın “topyekûn saldırısı” sözkonusudur! Batı, herşeyi “dünya hâkimiyeti” için kullanmıştır; müsbet ilim dallarından coğrafya da, “dünya hâkimiyeti” için kurgulanan teorilere yön vermiş, “askerî ve iktisadî işgal/hâkimiyet”in kılavuzu olarak kullanılmıştır.

“Siyasî coğrafya-jeopolitik” en önemli ilim dalı olmuştur; Osmanlı’nın Anadolu ve Afrika-Ortadoğudaki toprakları, devletin “siyasî coğrafyasını” çıkartmak için, “arkeolog”larca adım adım arşınlanmıştır. Bu çalışmaların tamamına yakını, “arkeolojik kazı” bahanesiyle yapılan “tabiî kaynak-maden rezevleri”nin raporlandırılmasında, tesbitinde kullanılmış ve ülkenin “maden ve tarım haritaları” Batılılarca çıkarılmıştır. Sadece Osmanlı’nın değil elbette; dünyanın “siyasî coğrafyası” çıkartılmış ve elde edilen verilerden “sömürü” için faydalanılmaya çalışılmıştır.

Dünyanın “siyasî coğrafyası” üzerine yapılan ilk çalışmalar değildi elbette Batılıların yaptıkları; fakat sistemli ve askerî alandaki en şiddetli uygulaması 19. yüzyıl sonu ile başlamıştır.

“-İçinde bulunduğumuz yüzyılda siyasî coğrafyadaki çalışmalarda haklı olarak Frederic Ratzel’e ayrı ve başta yer vermek gerekmektedir. F. Ratzel (1844-1904) beşerî coğrafyanın kurucularından biri olarak büyük şöhrete sahibtir ve esas itibarile Darwin’in düşüncelerinin etkisi altında kalmış, bu düşüncelerini siyasî coğrafya ve siyaset ilmi sahasında geliştirmiştir. Ratzel’in oluşturduğu siyasî coğrafya ekolüne göre, devlet bir hücreden meydana gelen bir organizmadır. Bu organizma kendi gelişim kanunlarına sahibtir. Devlet gelişme ve yayılmayı arzu etmektedir. Bu durumda diğer devletlerle arasında ihtilaflar doğmaktadır. Dolayısıyla bu, gelişme ve emperyalizmin sebebidir ve bütün devletlerin gelişimleri esnasında geçirecekleri bir evredir. Ratzel’in bu konudaki büyük eseri, ilk defa 1897 yılında basılmış bulunan “Politische Geographie”dir. Ratzel, devletlerin saha kazanması hususundaki şartları şu şekilde ifâde etmiştir:

1) Devletlerin sahası, kültülerile gelişmektedir. Yani devletin kültürünün yayılması ve bir devlete mensub insanların başka sahalara yayılması, o devlete yeni sahaların ilâve edilmesine zemin hazırlamaktadır. Böylece devletlerin sahası genişlemektedir. Milletin kültürünün gelişmesi ve bu bakımdan seviyesinin inkışaf etmesile mütenasip olarak sahası ve ülkesi genişler. Devletin saha kazanmasını sağlayan kültür unsurları içinde en önemlisi DİL’dir. Dillerinin yayıldığı derecede milletlerin kültürü, bir bakıma diğer ülkelerde yayılma, gelişme imkânı bulmaktadır.

2) Bazı belirtileri takibederek, devletler genişlemektedir. Bu belirtiler, devletlerin sahasını genişletmeyi arzu etmesinden önce ortaya çıkmaktadır. Şüphesiz bahsedilen belirtilerin başlıcaları ticarî faaliyetler, misyoner hareketler, ideolojik faaliyetler ve benzerleridir. Böylece devletlerin sahalarını genişletmeleri ticarî, dinî ve ideolojik faaliyetlerinin bir tezahürü, adeta tabiî neticesidir ve diğer sahalar üzerinde genişleyen herhangi bir devletin bayrağı, bu faaliyetleri takib etmektedir…

5) Gelişmelerinde devletler, siyasî bakımdan kıymet ifâde eden sahaları ülkelerine katmak isterler. Şüphesiz bu değerli sahalar içine, zengin ziraat toprakları, özellikle ovalar, nehirlerin geniş vadileri, münâkaleye elverişli nehirler ve göller, ticarete müsait deniz kıyıları, yani limanlar ve çevreleri ile toprakaltı servetleri bakımından zengin bölgeler girmektedir. Bu son bölgeler Ratzel zamanında zengin kömür ve demir cevheri yataklarının bulunduğu havzalar idi. Bugün bunlara zengin petrol yatakları ve askerî bakımdan önemli sahalar da katılmıştır. Gelişme siyaseti güden devletler, bu çeşit sahalara göz diker ve onları yutmağa çalışır.

Ratzel’in ortaya koyduğu devletlerin sahalarını genişletme kanunları (7 maddedir) ana hatlarile EMPERYALİZMİN ESASINI TEŞKİL ETMEKTEDİR…

Ratzel, devleti icabında kuvvete başvurmak suretile saha kazanan ve böylece organlarına noksan gelen gıda ve diğer ihtiyaçlarını karşılayan ve tatmin eden bir uzviyet olarak mütalâ etmektedir. Şüphesiz bu görüş, savaşı makbul ve meşru saymaktadır. Gayet tabiîdir ki, devlet bir organizma olarak kabul edilir ise, arazi de onun HAYAT SAHASIDIR.

Ratzel’den sonra gelişen Alman Jeopolitiği, özellikle bu ilim adamının siyasî coğrafyasından faydalanmıştır. Bununla beraber jeopolitik görüşünde Alman ekolü, Ratzel’den ayrılmış ve bunu ifâde etmek için siyasî coğrafya yerine Jeopolitik ismi ortaya atılmıştır. Jeopolitik, daha geniş, heybetli ve tatbiki yönü fazla olan bir isimdir. Aslında bu spektaküler ismin-terimin ortaya çıkmasile beraber, siyasî coğrafya hakiki istikametinden saptırılmış, SİYASÎ BİR TAKIM İHTİRASLARIN BAŞLANGICI OLMUŞTUR. Hakikatte Jeopolitik terimini ilk defa İsveçli bir ilim adamı olan Rudolf Kjellen (1864-1922) ileri sürmüştür. Bu terim daha sonra bütün dünyada süratle kullanılmaya başlandı.”(4)

Bir devletin genişleyebilmesi ve emniyetini sağlayabilmesi, son tahlilde “dünya hâkimiyeti”ni kurabilmesi için, jeopolitikçiler tarafından çeşitli teoriler geliştirilmiş ve bunlar da uygulanmıştır. Bu teoriler -kabaca- şunlardır:

a) Deniz Hâkimiyeti Teorisi: Bu teoriyi oluşturanların başında Amerikalı Amiral A.T. Mahan gelmektedir. 1890 yılında yayımladığı “Deniz Kuvvetinin Tarihe Etkisi, 1660-1783” isimli eseriyle, “dünya egemenliğinin anahtarı, deniz yollarının kontrolündedir” tezini işlemiştir.

b) Kara Hâkimiyet Teorisi: 1861-1947 yılları arasında yaşayan, biyoloji, hukuk ve coğrafya eğitimi görmüş İngiliz Jeopolitikçisi Halford John Mackinder tarafından geliştirilmiştir. “Tarihin Coğrafî Ekseni” ve “Demokratik İdealler ve Gerçekler” kitabları ile “kara hakimiyet teorisi”ni savunan Mackinder, 1910-1922 yılları arasında (yani Osmanlı’nın yıkılışı ve T.C.’nin doğuşu yıllarında) Parlemanto’ya da seçilmiş ve “yayılmacı” fikirleri ile dikkatleri üzerine toplamıştır.

c) Hava Hâkimiyet Teorisi: Bu teori Amerikalı Havacı Albay Harry A. Sachaklina tarafından, “Mackinder’ın teorilerinin uygulamasında hava gücünün” tesiri etrafında geliştirilmiştir.

d) Kenar Kuşak Hâkimiyet Teorisi: Mackinder’in “kara hakimiyeti” teorisine karşılık, Yale Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Profesörü Nicholas J. Spykman (1843-1943) tarafından geliştirilmiştir. Kısaca “kuşatma mantığı” ile geliştirilen bir teoridir.

Bu dört “dünya hakimiyeti teori”lerinin yanında, “Kuşatma Teorisi”, “Domino Taşları Teorisi”, “Medeniyetler Çatışması/Bütünleşmesi Teorisi”, “Büyük Satranç Teorisi” de 20. yüzyılın son yarısında geliştirilmiştir. Bu “teoriler”, günümüzde çokça kullanılan “siyasallaştırma” kavramı içinde, “coğrafyanın siyasallaştırılması”, daha doğrusu bazı emeller yönünde sömürülmesi sonucu ortaya çıkmıştır.(5)

Dünyanın 2/3’ünü sular kaplamaktadır (hidrosfer); tamamıyla da gökyüzü (atmosfer) ile çevrilidir. Bu açıdan “deniz ve hava hakimiyet teorileri”nin, “bu iki unsura hâkim olan dünyaya hâkim olur!” anlayışı doğru ise de, hayatın ve hâkimiyete vesile ile olacak unsurlar ile medeniyetlerin “kara”da olmaları sebebiyle eksiktir: Kara hâkimiyeti olmadan, bu iki teori de fazla tesirli olamaz. Burada da şu açığa çıkmaktadır: “Deniz ve hava hâkimiyeti teorileri”, daha çok Amerikalı jeopolitikçiler tarafından medeniyetlerin ve hayatın kaynağı-vatanı üç kıtadan ayrı (ve tamamen denizlerle çevrili) bir kıtada yaşadıklarından –amiyanece- fiilî durum teorileri geliştirmiş ve bunu da zenginleştirmişlerdir. (ABD’nin en güçlü komutanlığının “Deniz Kuvvetleri” olması ardından da Hava Kuvvetlerinin gelmesi; elçiliklerinin “deniz piyadeleri”nce korunması, fiilî durum teorilerinin uygulanması olduğu gibi, NATO ağıyla dünyanın birçok yerinde “Amerikan askerî üsleri” açmaları da bütün bunların yanında “kara hâkimiyeti”ne verdikleri kıymeti ifâde eder.)(6)

“Kara Hâkimiyet Teorisi” ise kaba hatlarıyla şöyledir:

Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarının bütünü “dünya adasını” oluşturur. Bunların dışında kalan karalar –Amerika, Avusturalya ve Antartika- “dünya adası uyduları”dır. “Dünya adası” içinde kalan, Doğu Avrupa ve Sibirya bölgesi, “DÜNYA KALESİ/HEARTLAND”ı oluşturur. “Heartland”ın çevresindeki Balkanlar’dan Çin’e kadar uzanan saha ise “İÇ HİLAL-RİMLAND” kuşağıdır. Bunun dışında kalan Amerika-Avusturalya-Afrika-Japonya hattı ise “DIŞ HİLAL-dünya adası uyduları”dır. Doğu Avrupa’ya hükmeden bir devlet Heartland-Dünya Kalesi’ne hâkim olur; Heartland’a hâkim olan Rimland-İç Hilal’e hükmeder: Bu ikisine hükmeden Dış Hilal’e yani bütün dünyaya hâkim olur!..

Teknolojinin,İdeolojik Kullanımı; Demiryolu ve Batılılaşma

Bütün hâkimiyet teorileri, Ratzel’in coğrafyayı Darwinci anlayışla (evrimleşme, genişleme) yorumlamasında ortaya koyduğu “HAYAT ALANI” KAVRAMINDAN HAREKET ETMİŞ VE Mackinder’in “kara hâkimiyeti”nin geliştirilmesiyle ortaya çıkarılmıştır. Ve bütün “teoriler”de de Osmanlı-T.C./Anadolu “İÇ HİLAL-RİMLAND” içindedir; yani “dünya hâkimiyeti için ele geçirilmesi gereken İLK SAHA içindedir!..(7)

İşte, coğrafyanın getirdiği “şans-şanssızlık” vurgumuzun “teorik” açılımı!..

Batılılar, Osmanlı’nın sahib olduğu topraklara hâkim olabilmek için plânlar yaptılar. Fakat, böyle bir “jeopolitik”e tek bir devletin sahib olması, diğer devletlerle savaşmadan imkânsızdı! Yapılması gereken Osmanlı’yı “iç’ten” teslim almaktı. “Nüfuz alanları” oluşturmalı, eşrafın ve idarenin ileri gelenlerinden “nüfûzlu” alanlar meydana getirmeliydiler. Bunun yolu da ticaret idi! Bu, “asker” kullanmadan Osmanlı’nın sömürülmesi demekdi. Bunu başarırlarsa diğer sömürgelerine kısa ve emniyetli yoldan ulaşabilecek ürünleri “ucuz” ithâl-ihraç edebilecek ve Osmanlı da “hâkimiyetleri” içine girebilecekti.

“-1870 yılında bir İngiliz müteşebbisi İskenderun’dan, Halep, Musul ve Bağdat üzerinden geçerek Bosna’ya ulaşacak bir demiryolu yapılmasını teklif etti. Böyle bir hat Hindistan ile devamlı bir bağlantı sağlayacak, “Güneye inmek isteyen Barbar Kazaklar, demir rayların, elektirik tellerinin ve buhar makinalarının gücü karşısında çaresiz kalarak Kafkasların karlı dağları arkasına sinmek zorunda kalacaklardı.” Böyle bir demiryolu ayrıca, İngiltere’yi, Fransızların sahib oldukları Süveyş’e bağlı olmaktan kurtaracak, Hindistan’a yolcu, posta eşya ve asker taşımak için, elde ikinci bir yol alternatifi bulunmasını sağlayacaktı. Bu plân, her bakımdan o kadar önemli görüldü ki, sonunda Avam Kavarası’nda, “Akdeniz, Karadeniz ve Basra Körfezi arasında demiryolu ulaşımı konusunu incelemek ve bir rapor hazırlamak” üzere Sir Stafford Northcote’un başkanlığında özel bir komisyon kuruldu. Komisyon raporunda, Mezopotamya’yı boydan boya aşacak bir demiryolunun yapımının İngiliz İmparatorluğu’nun çıkarları için önemli olduğunu ve bu işin acele ele alınması gerektiğini, gerçekleştirilmesi için de on milyon sterlin tutarında bir harcama yapılacağını bildirdi.”(8)

Osmanlı’nın demiryolu ile tanışması işte böyle bir “emperyalist plân” gereği gerçekleşti. Her nekadar İngilizlerin –1875 yılında- Süveyş Kanalı’ndan hisse alması ile “Hindistan’a ikinci yol fikri” unutulmaya başlansa da, “Anadolu’nun zengin kaynaklarının geliştirilmesi için demiryoluna gereksinmeyi hiçbir şekilde azaltmadı.”

Anadolu’nun tabiî zenginlikleri, “arkeolojik çalışma” bahanesi altında tesbit edilmeye başlanmış, Asya’nın tabiî zenginliklerine sahib olduğu ortaya çıkarılmış ve onun için de “Asia Minor-Küçük Asya” olarak isimlendirilmiştir. Bunun yanında; Alman siyasî coğrafyacılarının geliştirdiği “hayat alanı” temeline dayalı teorilerde, Osmanlı’nın topraklarının şu veya bu şekilde ele geçirilmesi gereken olarak görülmesi, Osmanlı’nın “kurtlar sofrasındaki kuzu” olmasını getiriyordu.

Devletin içine girdiği iktisadî-malî-siyasî-içtimaî krizden kurtulması için “yeni hamle” yapılmalıydı. O hamle için gerekli âletler ise Batı’da mevcuttu! “Teknik-teknolojik” üstünlüğe (ve “hâin plânlara”) sahib Batı’ya kapıları açmaktan başka bir çare yoktu! “Kapı”, -ancak ve ancak “kondom” hüviyetini haiz- birtakım “koruma tedbirleri” ile sonuna kadar açıldı. Açılan “kapı”dan Batı teknolojisi (aşağıda inceleyeceğimiz “kültürü” de olmak üzere) girdi.

Giren en mühim Makine, “demiryolu-tren” oldu! Vagonlar sayesinde Anadolu’nun zenginlikleri, “Şark Demiryolları” ve Limanlar kanalıyla, Avrupa’ya, Amerika’ya, Uzakdoğu’ya akıtıldı. Üretim, vergiler ve gümrük rusûmları arttı, “ödemeler dengesi” sağlandı, “Duyun-u Umumiyye”ye olan borçlar azaldı. Madenler işletilmeğe başlandı, akarsular ve boğazlarda nakliye işleri gelişti. Osmanlı’nın iktisadî-malî krizi aşılma noktasına geldi.

Siyasî durum ise…

“-Osmanlı Devleti’nin başlangıçta demiryollarını ekonomik gelişmeyi gözeterek istediği pek söylenemez. Asıl ekonomi-dışı (yönetsel-stratejik) gereksinmeleri gözeterek istenmiştir.” (9)

“Osmanlı yöneticilerinin ülke genelinde demiryolu yapımını desteklemelerinin iki temel nedeni(nden) birincisi, ülkede giderek artan iç karışıklıkların, demiryolunun sağlayacağı süratli asker sevkiyatı ile önlenebileceği düşüncesi; ikincisi ise ülkenin içinde bulunduğu malî bunalımın hafiflemesine yardımcı olacağı umuduydu.”

“Mezopotamya gerçek bir ekonomik cennet olacaktı. Demiryolları ayrıca siyasî dengeyi de sağlayacaktı. Kürtlerin ve Arapların ayaklandıkları bölgelere kısa zamanda jandarma ve asker gönderilebilecek, Sultan’ın otoritesi korunacaktı.”(10)

Demiryolunun nakliyedeki kolaylığından siyasî-içtimaî birliği sağlamak, daha doğrusu “korumak” için yararlanılması düşünülüyordu; bunun faydaları da görüldü elbette. Fakat!..

“-Bütün demiryolları projeleri için geçerli olan “iç karışıklıkların önlenebileceği düşüncesi”, aslında bugüne kadar konuyla ilgili çoğu çalışmada ihmal edilen bir olguydu: Birlik sağlamak! Yani bir yandan Osmanlı’daki değişik “etnik gruplar” Avrupa ile ilişkiler sonucu (bazen sanayii, demiryolu v.b.’nin getirdiği sosyo-ekonomik değişiklikler sonucu yerleşen Avrupamerkezci-modern mantaliteden dolayı, bazen de misyonerlik gibi çalışmalarla Batılıların dolaysız etkileri ile) ayrımcı ve “hak arayan” milliyetçilikle tanışıp “kendi kaderini belirleme” mücadelesini başlatırken, bu gelimelerin Osmanlı yönetimi üzerindeki etkisi iki yönlü oluyordu: Bir yandan Osmanlı hükümeti gelişen bu ayrımcı mantalitenin yolaçacağı maddi kayıpları görüp, buna karşı yine (aslında çözülmek istenen soruna yol açan) aynı Avrupaî yöntemleri ve araçları kullanırken; bir taraftan kendisi de yöneticileri ve aydınları ile bu standartizasyon (mentalite olarak Batılılaşma) sürecini yaşayarak, milliyetçi ve “milliyetçilik benzeri” (Osmanlıcılık, İslâmcılık v.b.) anlayışlara sahib oluyordu. Üstelik kendisindeki bu dönüşümü hızlandıran demiryolu ve onun getirdiği, ticarî, iktisadî ilişkiler aynı zamanda çözülmek istenen sorunun anası ve katalizatörüydü. Buna rağmen Osmanlı yönetimi için ileriki yıllarda verilecek her türlü demiryolu imtiyazında en önemli faktör, gelişmekte olan ayrımcı hareketlerin beslediği kaynakları kurutmak niyetiydi: Dil, kültür ve iktisadî-sosyal yaşam farklılığı. Buna karşı mücadele dil, kültür ve “pazar birliği”ni sağlamakla mümkündü. Nitekim Balkanlar’da ve Ege’deki ayrımcı hareketlerde ön plana çıkan / çıkartılan daha çok din farkı olduğundan bu demiryolu şebekelerinden (getireceği, “daha fazla vergi” gibi malî yardımların yanı sıra) bu anlamda beklenen şey iktisadî-sosyal yaşam birliğine katkı ve aynı amaca hizmet etme anlamında idarî ve askerî denetimdi…

Batı ile kurduğu “yakın bağ” sonucu, İmparatorluğun her anlamda en “Batılılaşmış” bölgesi hâline gelen Balkanlar’da (sosyal ve ekonomik açıdan ‘de facto’ farklılaşmasının yanı sıra mevcut kültürel farklılıklardan dolayı) gelişen (İmparatorluk’tan) “kopma” fikri, tamamen Avrupamerkezci-modern paradigmaya ait “ulusçuluk” (dolayısıyla “ulus-devletleşme”) hareketlerinin ürünüydü. Oysa demiryolu yapımının Osmanlı İmparatorluğu yöneticileri için öngörülen en önemli işlevi “toprak birliğini güvence altına almak”tı! DEMİRYOLLARININ İLK GİRDİĞİ BÖLGE, AYRILIKÇI ULUSAL HAREKETLERİN EN ÇOK GELİŞTİĞİ VE AMACINA ULAŞTIĞI BÖLGE OLDU AYNI ZAMANDA.”(11)

T.C.’DE SÖMÜRGELEŞTİRME ARACI OLARAK DEMİRYOLLARI

“-Batı ve Batılılaşma kavramları tarihimizde önemli bir yer tutar. Bu kavramların kabulü, reddi ve uygulamasında sürekli mücadeleler yapılmıştır. Oysa, 200 yıldır tartışması devam eden Batı kavramının, en ateşli savunucuları tarafından dahi doğru değerlendirildiği söylenemez.

İmparatorluğun, sonra Cumhuriyet’in incelenmesi, sosyal ve ekonomik sorunların çözümlenmesi için hep aynı çerçevenin içinde düşünüldüğünü; Türkiye’ye iktidar olan bürokrasi ve burjuvazinin hep aynı hedefe yöneldiğini gösteriyor: III. Selim’in Islahat hareketleri, İdareye “Avrupaî bir manzara” vermek amcındadır. II. Mahmut Batılı yaşayış tarzının ve kurumlarının memlekete irtihali ile imparatorluğun kurtulacağı kanaatindedir. Tanzimat Paşaları Batı’ya benzemek tutkusunu Avrupa Devletlerinin maşası olacak kadar ileri götürmüşlerdir. Jön Türklere göre, Avrupaî “hürriyet” anlayışının aynen uygulanması tek çözüm yoludur. İttihatçılar aynı görüşleri “milliyet” çerçevesinde savunmaktadırlar.

Atatürk döneminde dava, Batı medeniyetine yaklaşmak, ona benzemektir. “Atatürk’ün Islahat’tan (anladığı), sonraki icraatından anlaşıldığına göre, Türk toplumunu Batı’ya yöneltmek için sosyal hayatımızda ve kültür vasıtalarımızda bazı değişiklikler yapmaktır. AP lideri Demirel’in bu konudaki yorumu gerçekçidir: “Atatürk Batı medeniyetçiliğine gönülden bağlanmıştı. Onun gerçekleştirdiği hukuk reformu, medenî kanun ve onunla birlikte getirilen kanunlar sistemi, Batı medeniyetinin ferde, ferdin haklarına büyük değer veren Atatürk’ün hayat görüşünün, başka yorumlara imkân bırakmayacak açık tezahürüdür.

İnönü’nün iktidarı, savaş yıllarının zorladığı bazı değişikliklerin çerçevesinde, fakat aynı hedefin peşinde olarak, Batı’dan ilk “yardım” bu dönemde alınacaktır. Bayar-Menderes yönetimindeki Türkiye ise, NATO’ya girmesine kayıtsız bir Avrupa’ya, şımarık çocuk edasıyla Batılı olduğunu ispat çabasındadır. Celâl Bayar, durumu şöyle anlatıyor: “Atlantik Paktına girmemize ilkin tereddüt gösteren İngiltere’ye şunu sorduk: Bizi Avrupa medeniyetinden saymıyor musunuz?” Menderes’in amacı, “Türkiye’yi küçük Amerika yapmak”tır. Bu dönemde “Batı” kavramı Avrupa yerine artık Amerika’ya temsil ettirilmektedir.

Demirel döneminin niteliği ise açık ve seçiktir. Batı sözcüğü dillerden düşmemekte, amaç her fırsatta tekrar edilmektedir. Görüldüğü gibi bütün iktidarların, iktidarı etkileyen bütün güçlerin “fikr-i mü’şir”i Batılılaşmaktır. Çeşitli konularda görüş ayrılığına düşmekte, ancak hedef olarak hepsi Batı’yı anlamakta; Batı’ya benzeyerek onun yüksek yaşam düzeyine erişmeyi amaç edinmektedir.”(12)

Hatta… “Batı Klüp” diye yola çıkan “İslâmcı Parti”(!) bile, hükümet koltuğuna oturduğunda, “Batılılaşmanın engelcisi irticaî grubların üzerine topyekûn gidilmesinin” taktik ayaklarını (28 Şubat MGK Toplantısında alınan kararlar) “onaylamış”tır. Çiller’in hâkimiyetindeki DYP, Osmanlı’nın “kapitülasyon” ve “imtiyaz” aygıtından daha beter “Gümrük Birliği Anlaşması”nı onaylamış, İsmail Cem’in yukarıdaki satırlarda zemettiği Jön Türklerin “Avrupaî hürriyet anlayışının” tek çözüm olduğu görüşünü, bugün başında bulunduğu Dışişleri Bakanlığı, “Helsinki süreci… Kopenhag kriterleri… Nis Zirvesi… “Ulusal” program” ile “Batılılaşma-Batılaşma”nın son merhalesi ve “tek yol” olarak ilan etmiştir.

Bunları yazmamızın sebebi şudur: T.C.’nin siyasî rotasının “ana” kaynağını göstermek değil, Osmanlı’nın iktisadî-malî krizden kurtulmak (önemli ölçüde başarılar sağlanmıştır), iç karışıklıkların çıktığı bölgelere hızlı ve büyük askerî kuvvet sevkiyatı yapabilmek (bu da gerçekleşmiştir) maksadıyla döşemeye başladığı “demiryolu”, Batı’ya incir, üzüm, kayısı, tütün, afyon taşımış, gelirken de “Batı Kültürü”nü getirmiş, hatta gidip-gelmesine BİLE gerek kalmadan “proje” hâlindeyken de “Batı’nın sızmasına” vesile olmuştur; işte bunun, yani “basit” görülebilecek bir âlet’in nelere kâdir olduğunu, Anadolu’nun “siyasî rotası”nı nasıl değiştirdiğini “müşahhas” olarak göstermek için yazdık yukarıdaki satırları…

Fakat!..

Osmanlı’da “gelişi” ile sömürgeleştirmenin âleti olan “demiryolu”, T.C.’de, tersi bir hâl içinde bunu başarmıştır: Varlığı nasıl bir belâya yolaçtıysa, idarecilerin “yabancı sermayeye çok büyük imtiyazlar” vermek istemelerine rağmen “yokluğa” terkedilmesiyle de daha büyük belâların açılmasına sebeb olmuştur; şimdi, bunun hikâyesi!..

Osmanlı devletinin inşa ettiği ve “Lozan sonrası” Misak-ı Millî “sınırları” olarak tesmiye edilen T.C.’nin eline geçen demiryolları uzunluğu 4000 km.’dir. Geri kalanı (yani 6000 km.) 75 senede yapılmıştır; bunun büyük çoğunluğu ise 1950’ye kadar yapılmış, o tarihten itibaren ise “demiryolu” inşaaları durdurulup otomobil-kara yolu inşâlarına başlanmış ve günümüzde yaşadığımız –Osmanlı’nın içine düşürüldüğünden de beter- durum oluşmaya başlamıştır…

’23 Devrimcileri, başta liderleri olmak üzere, Batılıların “yeni cumhuriyette yatırım yapmasını”(13) yürekten istiyorlar, bunu da her fırsatta dile getirmekten kaçınmıyorlardı. I. Dünya Savaşı ve “Türk-Yunan Savaşı”nın tabiî neticesi iktisaden çökmüş bir devlet idi; elde “nâfia işlerini” yapacak ne para ne insan vardı; varolan ise “zengin tabiî kaynaklar”dı, hem de “ecnebî mütehassıslarca” hazırlanan ve “paylaşılmaya” vesile olan “raporlarla” tescilliydi…

“Kemalist hareket, Ankara’da BMM’ni topladıktan sonra… Avrupalı Devletler tarafından muhatab kabul ediliyor ve taraflar arasındaki gizli görüşmelere dahil oluyordu. Bunlar… Kemâlistlerin önderliğindeki bir ulus devleti en uygun çözüm olarak görmeye başlamış ve bu yönetimden iktisadî imtiyazlar elde etmek için pazarlıklara başlamışlardı.

Kemalistlerin bu konudaki tavrı, kesinlikle yabancı sermaye karşıtı değildi. Tam tersine, her fırsatta yabancı sermaye olmadan ülke kalkınmasının sağlanamayacağı dile getiriliyordu. Ancak bağımsız bir ulus-devlet olarak bu yatırımların üzerinde bazı koşullar ileri sürüyorlar.

Kemalist hareketin, Tunaya’nın deyişiyle “Batı’ya rağmen Batıcılık” tavrı, bazı çevrelerce “antiemperyalist” olarak görülmektedir. Ancak bizzat emperyalist devletler, savaşın belli bir aşamasından sonra, ya Fransa ve İtalya örneğinde olduğu gibi Kemalist yönetimi desteklemiş ya da İngiltere örneğinde olduğu gibi, yönetim çevrelerinden bazıları Yunanlıları kışkırtıp Kemalistlerin üstüne salarken, bazıları ise Kemalist önderlikle işbirliğinin yollarını aramışlardır.”(14)

Savaş esnasında, “İngiliz esaretinde” yaşamak istemeyen Kemalistlerin “mandacılık”ları gelişti. Ahmet Emin Yalman, Halide Edip, Kara Vâsıf ve Refet Bele gibi meşhur ’23 Devrimcileri, “rotalarını” Amerika olarak belirlemiş, “Wilson Prensibleri Derneği”ni kurmuşlardı. “Erzurum Kongresi”nde “Amerikan mandacılığı” reddedilip, “istiklâl-i tam” ısrarcılığına bir mânâda cevab olarak Kemalistlerce ilân edilen –ve tamamen “manda” meselesinin konuşulup reddedildiği- “Sivas Kongresi”nde, Refet Bele şunları söylüyor:

“-Bir de diyelim ki, biz haricî ve dahilî bir istiklâl-i tam isteriz! Fakat kendi başımıza yapabilecek miyiz, yapamayacak mıyız? Ondan evvel, acaba bizi kendi başımıza bırakacaklar mı? İngiltere’nin elinde oyuncak olmamak için herhalde onun rakibi olan Amerika’nın mandasına muhtacız!”(15)

“Türk-Yunan Savaşı” esnasında yapılan görüşme ve anlaşmalarla (Kars ve Ankara Anlaşmaları) Rusya, İtalya ve Fransa ile sorunlar (ve “sınırlar”) hâlledilmiş fakat İngiltere, Yunanistan “maşası” ile hâlâ bir “sorun” olarak ortada durmaya devam ediyordu. İngiltere, “İstanbul, Boğazlar ve Musul” üzerinde ısrarlıydı; işte böyle bir ânda “Amerikan mandacılığı” ortaya çıkmış, K. Karabekir’in anlatımıyla “Artık şu Amerikalılar “manda”yı(16) kabul etse de bitirsek şu işi!” diyen Atatürk de dahil, Kemalistlerin gözü “yeni dünya”ya dönmüştü.

Amerikan topraklarında “en çok 20 senelik rezerv bulunduğuna” dair raporların yayınlanması, “petrole bağımlılığı artan” ABD’yi yeni petrol alanlarına çekiyordu bu açıdan da, “Anadolu’nun Doğu illerinde (Van Bölgesi) Kafkasya ve İran’da bulunduğuna inandıkları petrol kaynaklarıyla” yakından ilgileniyordu. İşte ’23 Devrimcileri de bu duruma oynuyorlar ve bir müddet sonra dünya petrolünü yönlendirecek-ele geçirecek ve “seven sisters-yedi kızkardeş” olarak nitelenecek dev petrol şirketlerinden 4’üne sahib olan ABD’yi “oyuna sokmaya” çalışıyorlardı.

İran Petrolleri İngilizlerin elindeydi; yeni petrol alanı Musul (Kürdistan) ise, “Misak-ı Millî”nin sınırları içindeydi ve daha “mütareke” olmamış, İngiliz ve Kemalist dikleşmesi devam etmekteydi.

“Misak-ı Millî” ise, bir şurası, bir burası olan, tam mânâsıyla Kemalistlerin bir “devlet” sahibi olmak için kullandıkları şantaj âleti hâline gelmişti. Birçok kaynakta (buna Kemalistler de dahil) “1918 Mondros Antlaşmasına kadar olan Osmanlı sınırı” olarak belirtilen “Misak-ı Millî sınırları”, BMM’de konuşan Mustafa Kemal’e “göre” ise şöyledir:

“-Misak-ı Millî şu hat bu hat diye hiçbir vakitte hudud çizmemiştir. O hududu çizen şey milletin menfaati ve Hey’eti Celilenin isabet-i hazarıdır. Yoksa bu haritası mevcut bir hudud yoktur.”(17)

İngilizler, tam anlaşma (Mondros Anlaşması) imzalandığı gün Musul’u işgal etmişlerdi. Yani, fiilî durum yapmışlardı ve bölge (ve petrol!) üzerinde hak taleb ediyorlardı. Kemalistler ise, Mondros Anlaşması’na göre bu durumu “işgal” olarak görüyor ve kabul etmiyorlardı. Kemalistlerin ABD’yi işin içine sokma çabaları bügünlere denk düşer; her nekadar BMM’de daha sonra reddedilseler de, İtalya ve Fransa’yı “maden ve demiryolu imtiyazları” ile savaştan çekmişler ve şimdi sadece (İngiliz destekli) Yunan’la savaş halindeyseler de, ABD’ye ihtiyaç duyuyorlardı. ABD’nin İstanbul Ticarî Ateşesi Julian E. Gillespie ile görüşen Kemalistler şunu söylüyorlardı:

“-Rauf, hükümetinin iki şey istediğini, savaşı başarılı bir şekilde bitirmeyi ve Barış Konferansında Avrupalı güçlere Türkiye’deki bütün imtiyazların başkalarına, örneğin AMERİKALILARA ZATEN VERİLMİŞ OLDUĞUNU SÖYLEYEBİLMEYİ istediğini (Gillespie’ye) söyledi. Türkiye’nin Musul iddiasını sürdürdüğünü söyledi. Bu bölgedeki ve Van gölü civarındaki petrolün çok önemli olduğunu ve herhangi bir Amerikan petrol grubundan gelecek önerilerin tercihli muamele göreceğini söyledi.”(18)

Bu noktada da, Osmanlı’dan “imtiyazı” alınan fakat savaş nedeniyle gerçekleşemeyen “CHESTER PROJESİ” tekrar hayata geçirildi.

“Ottoman-Amrikan Devolopment Company”nin hazırladığı proje, Lozan görüşmelerine ara verildiği sırada, TBMM’ne sunulmuş ve 9 Nisan 1923 tarihinde onaylanmıştır.

“Chester Projesi”ne göre, (-onaylanan imtiyaz anlaşmasıyla-) “Ottoman Amerikan Development Company” şirketi, hiçbir kilometre garantisi ve ücret almadan Anadolu’da takriben 4.400 km. uzunluğunda demiryolu inşâ edecek, bunları, inşa edeceği Akdeniz ve Karadeniz kıyılarında üç limana bağlayacaktı; ve inşa ettiği liman ve demiryolları ile, bu hattın iki yanında toplam 40 km.’lik şerit içindeki mevcut ve bulunacak olan maden kaynaklarını 99 yıllığına işletme hakkına sahib olacaktı! Demiryolu hattı şu şekilde kaydedilmişti:

1) Sivas-Harput-Ergani-Diyarbakır-Bitlis-Van

2) Harput-Yumurtalık

3) Diyarbakır veya Bitlis’ten-Musul-Kerkük-Süleymaniye

4) Samsun-Havza-Amasya-Zile-Sivas

5) Musaköy-Ankara

6) Çaltı-(1. hattan)-Erzurum-Doğu Beyazıd

7) Pikriç veya Aşkale’den (6.hattan) Karadeniz kıyısı

8) Hacı Şefaatli (5.hattan)-Kayseri-Ulukışla.

Şirkete inşaat esnasında lazım olan âletleri “vergi ve gümrükten muafiyet”li olarak alımının yanında, gerekli olduğunda ormanlar, kum ve taş ocaklarını ücretsiz olarak kullanım hakkı veriliyordu. İnşaatta kullanacağı tuğla ve kiremitler için inşa edeceği fabrikanın ürünlerini piyasaya satabilecek, elektirik için santral kurabilecek, akarsulardan ücretsiz faydalanabilecek, kendi kullanımı için telgraf hattı döşeyebilecekti.(19)

Bunun dışında aynı şirketle yapılan “sözlü anlaşmaya” istinaden, şirketin “Amerika’nın şehirleri gibi” bir Ankara şehir projesini de(20) aldığı gazetelere yansımıştır. Amerika taraftarı “Vatan” gazetesinde, Ankara’nın güneybatısındaki tepe üzerinde, 20 km.²’lik bir arazide devlet daireleri ve BMM de dahil yepyeni bir şehir kurulacağı, Arthur Chester’ın projeyi teferruatlı olarak hükümete sunduğu belirtilmektedir. Bunun yanında bir de “tarım anlaşması”(21) gerçekleştirilmiştir. Kısaca, “ülkede ne var ne yok herşey” Chester Grubu/Amerika’ya verilmişti.

Böylesine büyük bir imtiyaz’a şirket şu şekilde yanaşıyordu; idarecilerden Henry Woodhouse’dan:

“-Chester İmtiyazı, 200 milyon dolardan 300 milyon dolara kadar harcama gerektirdiği hesaplanan inşaat sözleşmelerini ve 10 MİLYAR DOLAR değerindeki madenlerin ve diğer tabiî kaynakların işletilmesini kapsayan birçok ayrı imtiyazı kapsıyor. Van ve Musul vilayetlerinin 8 MİLYAR VARİLLİK PETROL potansiyeline sahib olduğu; Ergani bakır madeninin 200 milyon ton yüksek derecede bakır cevherine sahib olduğu hesaplanıyor. Chester İmtiyazının kapsadığı topraklarla ilgili İngiliz, Alman, Fransız ve öteki jeolojik incelemelerin gizli raporları, bu toprakların, bakır, altın, platin, gümüş, demir, kurşun, çinko, kalay, civa, kobalt, magnezyum, nikel, antimon, kömür ve tuz bakımından zengin olduğunu gösterir. Petrol alanlarının ve Ergani madeninin değeri, işletilerek fiilen kanıtlanmıştır.”(22)

Ülkenin tüm demiryolu inşaı sayesinde Kemalistler hem ticarî hem de siyasî maksatlarına ereceklerini hesaplıyorlardı. Bütün bunları kendilerinin yapabilecek malî güçleri olmadığından, “Türkiye’ye âit, kabul edilsin ya da edilmesin, görünürde olan herşeyi Chester/Amerika’ya verecek kadar ileri”(23) gidilmiş, böylece “yeni Türkiye’nin kalkınmasının (development) sağlanması ile, “doğudaki ayrılıkçılara” demiryolu vasıtasıyla askerî gücün süratle sevki ve “imha” edilmeleri hesaplanmıştı; bunun yanında elbette, “Müttefiklerin yeni Türkiye ile kabul edilebilir barış koşullarını saptama çabalarını yeniden başlatmak üzere Lozan’da toplandığı bir sırada milliyetçi hükümetin, imtiyazı onaylamasında kendine göre nedenleri vardı. Kuşkusuz Türkler, Müttefik dayanışmasını bozmayı, Birleşik Devletleri müttefiklerden ayırmayı ve muhtemelen perişan durumdaki maliyetlerini düzeltmek için Amerika’dan borç almayı umuyorlardı.”(24)

Anlaşmanın TBMM’de onayı akabinde Mustafa Kemal yabancı bir gazeteciye verdiği mülakatta şöyle diyordu:

“-Biz, Amerikalıları Türkiye’de görmek istiyoruz; çünkü özlemlerimizi en iyi onlar anlayabilirler. Zengin ve çeşitli millî kaynaklarımızın, Amerikan sermayesi için çekici olması gerekir. Biz, gelişmemizde Amerikan yardımını memnuniyetle karşılarız, çünkü bütün başka ülkelerin sermayesinden farklı olarak, Amerikan parası, Avrupa milletlerinin bizimle ilişkilerine can veren siyasî entirikalardan uzaktır. Başka bir ifâdeyle Amerikan sermayesi, yatırılır yatırılmaz bayrağını çekmeye kalkmaz.”(25)

Amerikan yönetimi ise, defeatle, “anlaşmanın şirketi bağladığını ve ABD olarak tarafsız” olduğunu belirtmiş ve ihtiyatlı (“sinsi”) bir tavır takınmıştır. Çünkü “Chester İmtiyazı”nın geçtiği demiryolu hatlarından bir kısmı, savaş öncesinde başka devletlere –Osmanlı tarafından- verilmişti. Almanlara âit olan demiryolu hattı (“Anadolu Demiryolu Şirketi”), Almanlar savaştan yenik çıktığından İngiliz ve Fransızlarca paylaşılmıştı. Bunun yanında, Mezopotamya, güzergahı bakımından Almanların “Bağdat-Basra Demiryolu”na benzemekte ve örtüşmektedir. Üstelik İngilizler, Ankara’nın, Mezopotamya üzerinde hiçbir hakkı olmadığını ve imtiyaz veremeyeceğinde de ısrarlıydılar! Mezopotamya veya kısaca Musul hem İngiliz işgali altındaydı ve hem de “Irak Krallığı”nın toprağıydı!!! O günlerde iyice “alevlenen” petrol savaşında “bütün petrol sahalarının İngilizlerin elinde olduğu, Amerikalıların yakında sıfırı tüketecekleri” dedikodusu(26) yayılmaya başlanmıştı. Amerika’nın bütün bu hâdiseler dolayısıyla İngiltere’yi dışlayarak hareket etmesi sözkonusu olamazdı; öyle de oldu! Amerika hem Chester’a hem de “Türkish Petrolıum Company”ye oynuyordu! “TPC-Türk Petrol Şirketi” Osmanlı ermenisi Kılavst Gülbenkyan tarafından kurulmuş ve yüzde beşi onun, yüzde ellisi BP’nin, diğer kısımları da Shell ile “Bağdat Demiryolu” için para yardımında bulunacak olan Alman Merkez Bankası’nın idi. Bahsettiğimiz gibi Almanya yenik sayıldığından savaş sonrası yapılan gizli görüşmelerle, hisselerle İngiliz ve Fransızlar arasında pay edildi! Amerika’nın itirazları sonucu (1922’de) Amerikan Exxon Şirketi, yüzde yirmi hisse sahibi oldu. İşte bu TPC grubu da –Chester grubu gibi- Amerikan hükümetine kendilerini desteklemeleri için baskı yapıyordu. Fakat tavır olarak “tarafsız ve “açık kapı” denilen tutumu sergiliyor gözükse de, Amerikan hükümeti, Chester İmtiyazı yerine “TPC-Amerikan Grubu”nun faaliyetlerine destek veriyordu. Chester İmtiyazını elinde bulunduran, “yeni Türkiye’nin kalkınmasına” yönelik “ne varsa herşeyi alan” “OADC”; finans sorununu çözmeye çalışıyor fakat bunda başarılı olamıyordu; 24 Temmuz 1923’te Lozan anlaşması imzalanıyor, “Musul Sorunu” Cemiyet-i Akvam’a havale ediliyor ve projenin “en çekici” bölümü muğlak bir görüntü alıyordu. Buna rağmen, “sadece demiryolu inşaatı” bakımından bile “çekici” olduğu bilinen “imtiyaz sözleşmesi”, gerekli ön hazırlık yapılamaması ve “teminatın yatırılamaması” neticesinde Nafia Başkanlığı tarafından 18 Aralık 1923’te iptal edildi!

Projenin iptali “yeni T.C. devletini”, iktisadî ve malî sıkıntıları içinde “Lozan’da kabul edilen bağımsızlığıyla(!)” başbaşa bırakmak ve “nâfia işlerini” kendi varlığıyla gerçekleştirilmesini istemek idi.

Bazı kaynaklarda, “Türkiye’nin kalkınma ihalesini almak o andaki uluslararası konjonktürde Amerika için bir tenezzül meselesiydi. Kanımca buna tenezzül edilmedi.”(27) ifâdelerine rastlanmakta ve “mesele”, basit bir tepki ile değerlendirilmektedir. Oysa, “mesele”, bu kadar “basite irca” edilemeyecek kadar “girift ve derin”di; tıpkı, “meselenin” içyüzünü ve hesabın büyüklüğünü anlatan Atatürk’ün “Nutuk”taki şu ifâdesi gibi:

“-Lozan Sulh masasında mevzu olan meseleler, üç-dört senelik yeni bir devreye münhasır kalmıyordu. Konferansta asırlık hesaplar görülüyordu. Bu kadar eski, bu kadar karışık, bu kadar mülevves hesaplardır!”

Bu “mülevves hesabı” ise Siyonizm görüyordu! Gerçekleştirdiği görevin büyüklüğünden ötürü “Mısır Hahambaşılığı”na getirilen Hayim Naum’un, “TPC-Amerikan Grubu”nun Yahudi finansörü olması sebebiyle, Chester İmtiyazı’na karşı kendi politikalarından emin bir şekilde, İngiltere ile “Musul meselesi”nde işbirliği yapmasındaki “sırrı” da ortaya çıkaran, önce Amerika, sonra da Londra’da yaptığı görüşmeler neticesinde, Lord Gürzon’a yaptığı teklif, “yeni T.C.’nin geleceğini ve rotasını” çiziyordu:

“-Türkiye’nin mülkî tamamiyetini kabul ediniz; onlara, ben, İslâmiyet temsilciliğini attırmayı kabul ve taahhüt ediyorum!”(28)

Lozan’ın ikinci toplantılarında herşeyin kolaylıkla halledilmesi, o güne kadar direnen İngiltere’nin anlaşmaya istekli hâle gelmesi hep işte “kabul ve taahhüt” içinde düğümlü!.. Savaş yanlısı Lloyd George’nun yerine geçen, ondan tek farkı, bütün siyasî emellerde bir olmakla birlikte, “yen bir savaş istememesi” olan Lord Gürzon’la yapılan “kabul ve taahhüt” teklifini içeren görüşme, Hayim Naum’un İsmet Paşa, onun da Atatürk ile yaptığı görüşme neticesinde realize edilmeye başlanmıştır; bugünleri anlatan Ali İhsan (Sabis) Paşa şunları naklediyor:

“-Vagonda kendisine sorulan suallere karşı Mustafa Kemal Paşa şu izahı verdi: “Mukabil Sulh Projemiz, Hey’et-i Murahhasımızın Lausanne’deki son teklifleri dairesindedir; gizli celselerde bir takım beyanatta bulunanlar oldu; nihayet ben Meclis’e gitti; dedim ki:

-Efendiler!.. ne istiyorsunuz? Karaağaç, MUSUL VESAİRE İÇİN HARP Mİ EDELİM? Millet harpten usanmıştır. Milleti harbe sürüklemek için pek hayatî, son derece mühim mes’elelerin mevzubahs olması lazımdır.”(29)

Bunun mânâsı ise şu idi: Bizde de savaş isteyenler var, onları dizginliyorum, fakat bir an önce Anlaşma’yı yapalım, ne olacağı belli olmaz!!! Musul’u, Batı Trakya’yı –Misak-ı Millî sınırları olmasına rağmen- harbe değmez meseleler olarak gören, gördüğünü, “gizli celse”deki konuşmaları alenen ve de gazetecilere açıklayanların, “İslâmiyet temsilciliğini atmayı taahhüt ediyorum”a denk gelen bu sözlerine, İngilizlerin “mülkî tamamiyetini kabul ediyorum”dan başka bir cevabı olamazdı! Musul’dan vazgeçildi! Chester İmtiyazları, “siyasî koz” olarak kullanıldı ve Lozan sonrasında da iptal edildi!

Üstad Necib Fazıl’ın hükmü bütün bu olanların cem’î açıklamasıdır:

“-Sûri istiklâlimizi elde edebilmek için, onlara, bir milletin hayatında dünyalara bedel bir kıymet feda ettiğimiz âşikârdır. Bu kıymet, Türk cemiyetinin bütün dinî varlığı, mukaddesat alakası, manevî müesseseleri, ruhî temeli, tek kelimeyle topyekûn manevî hayatıdır!”(30)

Ve Türkiye, Lozan’dan sonra bambaşka bir hürriyete bürünmüştür. O güne kadar söylenenlerin aksi yapılmış ve sınırlar içerisindeki demiryolları “devletleştirilmiştir”. 24-05-1924 tarihinde çıkan 506 Sayılı Kanun’a istinaden yapılan bu faaliyet ile birlikte, “Anadolu-Bağdat Demiryolları Müdüriyeti Umumiyesi” kurulmuştur. Bu kurum daha sonra –31.05.1927 tarih, 1042 sayılı Kanun’la- “Devlet Demiryolları ve Limanları İdare-i Umumiyesi”; 29.07.1953 tarih 6186 sayılı Kanun’la birlikte de “T.C. Devlet Demiryolları İşletmesi / TCDD”(31) haline-ismine kavuşmuştur.

T.C. idarecileri demiryolu inşaatına önem veriyorlardı. Bunu hem iktisadî hem de siyasî bir zorunluluk olarak görüyorlardı. Doğu’ya yapılan Demiryolları öncelikli olarak siyasî-askerî maksatlıydı; Kürt direnişçilerin üzerine büyük çaplı askerî sevkiyatlar böylece yapılacaktı ve “dahilî fesad unsurları” enterne edilebilecekti.

Demiryollarının yapımı 1950’ye kadar çok hızlı idi. 1923-1950 arası 3271 km.’lik inşaat bitirilmişti. Fakat 1950’den itibaren hızlı bir şekilde “karayolu” inşasına başlanmış ve demiryolları geri plâna itilmiştir.

1999 rakamıyla demiryolu uzunluğu 10.933 km.’dir. Bunun 3271 km.’si 1950 tarihine kadar yapılmıştır; 4086 km.’si ise Osmanlı döneminde inşa edilmiştir. 1950’den sonraki hatların uzunluğu, demiryoluna verilen değeri(!) gösterdiği gibi, bugün tarihiyle bu hatların, “yarım asırdan daha yaşlı, eski teknoloji ile yapılmış, tek hatlı, elektirifikasyonsuz, sinyalizasyonsuz, geometrisi bozuk ve modern demiryolu araçlarına (“hızlı tren”) uyumsuz” olması da, demiryollarımızın acınacak hâllerinden misâllerdir.

Kısaca şunu söylemek gerekir: Osmanlı zamanında, devleti elde tutmak için tek çare olan ve sayesinde iktisadî-malî-siyasî krizden kurtulanacağı hesablanan demiryolu; T.C. döneminde daha çok “Kürt ayrılıkçılara” asker sevkiyatı maksadıyla, iktisadî talepler gözetilmeden ve zamanına göre de “geri teknoloji” ile inşa edilerek, Tek Parti devrinin “iç savaş/baskı âleti” olarak kullanılmıştır.

DİPNOTLAR / III. BÖLÜM

1) Prof. Dr. Süha Güney, “Siyasî Coğrafya”, C. 2, s. 2, 1993. (Yazar, “İ.Ü. Beşeri ve İktisadî Coğrafya Öğretim Üyesi” olup, kitabı Üniversite Yayınları-3820 numara ile yayımlanmıştır.)

2) A.g.e., s. 6

3) Sun Tzu, Savaş Sanatı, Anahtar Kitaplar

4) Prof. Dr. Süha Güney, “Siyasî Coğrafya”, s. 11-14

5) Bu konuda, “Siyasî Coğrafya” yanında, Doç. Dr. Ramazan Güney, “Jeopolitik ve Jeostratejik Açıdan Türkiye”, Marifet Yayınları 1998, kitablarından faydalanılmıştır.

6) Herkes, “heartland-rimland” kelimelerinin ve yüklendikleri kavramların farkında olmadan, daha doğrusu farketmesine izin verilmeden, “jeopolitik-jeostratejik” kavramlarıyla tanışır. Gazetelerde, “ABD Ortadoğu raporu… Yakındoğu raporu” başlıkları altında haberler okur. Fakat sadece, “okur!”. Dikkat etse, esasında “dünya kalesi-heartland” olan Anadolu’nun kıymetini ve oynanan oyunları daha bir güzel kavrar ve “NATO’YA HAYIR! İNCİRLİK KAPATILSIN!” sloganlarının hangi temele dayandığını, tâ yüreğinde duyar. Bunun yanında, “Demokrasi-Kendi Kaderini Tayin Hakkı”nın HİÇBİR ZAMAN OLMADIĞINI-OLAMAYACAĞINI da anlar. Bunun yanında, “Birleşmiş Milletler Teşkilâtı”nın gerçek işlevini ve “hakemlik” yaptığı “Milletlerarası Hukuk”un gerçek yüzünü de görür. Kumandan Mirzabeyoğlu’nun 1988 yılında verdiği, “İşkence ve Filistin Meselesi” isimli konferansta söylediği şu söz önemlidir:

“-Genç hukukçulara bir hususu ikaz ediyorum: Her ne kadar Milletler Hukuku diye bir hukuktan bahsediliyorsa da, böyle bir hukuk YOKTUR… Bunun üzerine gitsinler. Müeyyidenin olmadığı yerde hukuk olmaz…”

Tek bir “hukuk” altına girebiliyorlarsa, “milletler” olmaz, “millet” olur; tersi durumda ise, “tek bir hukuk”un dünya devletlerine dayatılması vardır ki, buna literatürde EMPERYALİZM denir!

7) Siyasî coğrafya içerisinde üretilen “kuramlar”ın tamamen Batılı coğrafyacıların eseri olması TSK ve bazı “emekliler” açısından, “Türkler bugüne kadar strateji üreten, yeni stratejik düşünceler ortaya atan bir güç ve kapasite olmayı başaramamışlardır. İthal malı düşünceler benimsenmiş ve kullanılmıştır.” (E. Tuğamiral M.Cemal Türsen, Dz. Kuv. Org., Nisan 1986, s. 29 ve Erol Mütercimler, Yüksek Strateji, Erciyaş Yay., 1997, s. 5) gibi, “şanlı tarihimiz” edebiyatı olarak görülmesin ama, 1000 seneye yakın Türklerin dünya hâkimiyetini, “yazı-tura atarak” yaptıklarını zanneden ve böylece, üç tarafı denizle çevrili ülkede, ancak “filika” niteliğinde ve kendi gemilerini batırmakla ünlü “deniz kuvveti ve amirallerin” nasıl meydana geldiğini gösterici ifâdeler kullanılmaktadır. Bir kere onlar, Batılı kafirlerin gözü olan yeri ve nicelerini (“dünya kalesi” ve “iç kale”yi) asırlar önce ele geçirmişler ve asırlarca ellerinde tutmuşlardı. “Kaybetmemek için uğraşmadılar!” Evet; sizin gibi “Batı (h)öykünmecileri” çıktığından, kaybettiler. İkinci olarak, onların gözü, dünyanın bir yerinde değil, FİİLEN her yerde hâkimiyet kurmaktı, bunu da başardılar; “kuramlarla” değil, pratikle uğraştılar. Bundan da mühimi, tâ 1400 sene önce verilmiş bir “müjde” ve daha Batılı kuramcıların ataları, mağarada pislik içinde yaşarken verilen bir “emir” için safha safha hareket ettiler: “Konstantinapolis, ne güzel bir şehirdir! Onu fetheden kumandan ne güzel bir kumandandır!” Yetmez mi?!

8) Bağdat Demiryolları Savaşı, s. 191-192

9) Osmanlı Demiryollarına Bir Bakış, s. 67

10) A.g.e., s. 67

11) Demiryolundan Petrole Chester Projesi, s. 46-47

12) İsmail Cem İpekçi, Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi, 12. Basım, Cem Yay., s. 319-320

13) “-Maliye Vekili Hasan Fehmi Bey, Meclis’te verdiği izahat sırasında şunları diyordu: Ecnebi sermayesine karşı ise, Türkiye’nin hiçbir buğz u adaveti yoktur ve onun memlekete girmesi için her türlü kolaylığı, bütün milletlere olduğu gibi göstermeğe hazırdır” (Yakın Tarihimiz, 1962, C. 4, s. 157)

Bütün bunların dışında yabancı sermaye Atatürk döneminde Türkiye’ye akın etmiş ve belli maddelerin “inhisarı-tekeli”ni ele geçirmişti: Rockefeller’in Standart’ı petrol tekelini, bir Belçika firması da “kibrit tekeli”ni –niceleriyle birlikte- ellerinde tutuyorlardı:

“-Lozan anlaşmasıyla emperyalizme verilen tavizler, Chester tipi teşebbüsler ve yabancı sermaye-yerli sermaye-siyasetçi ortaklıkları, aslında öyle bir tablo ortaya koymaktadır ki, bu tablodan SİYASÎ İKTİDARIN EMPERYALİZME ve ONUN YERLİ ORTAKLARINA KESİNLİKLE TESLİM OLDUĞU sonucunu çıkarmak pek de güç değildir.” (Korkut Boratav, Türkiye’de Devletçilik, s. 282)

“Maddede kurtuluş”un bedeli!..

14) D.P. Chester Projesi, s. 189

15) Uluğ Demir, Sivas Kongresi Tutanakları, TTK Yay., S. 58-59

16) Adına Kemalistlerce dernek bile kurulan ABD Başkanı Wilson’ı, manda meselesi sebebiyle, tanımayan yok gibi, “mürekkeb yalamışlar” arasında!.. O, “kendi kaderini tayini” savunan bir demokrat(!) olarak biliniyor. Oysa… 1856’da doğup 1924’de ölen Thomas Woodrow Wilson’ın nasıl bir Yahudi kuklası ve mason olduğu, kendisine dikte ettirilen meşhur “prensibleri” (ondört madde) yeni yahudi-dünya düzeni için nasıl savunduğunu öğrenmek isteyenler –bir ara TRT’de sinema filmi yayınlanan- Taylor Caldwell’in “Kaptanlar ve Krallar” isimli romanına müracaat edebilir, rakibinin nasıl öldürüldüğünü de öğrenebilirler. Bizde adına dernekler kurulan ABD Başkanı Wilson ise Türkiye için şöyle düşünüyordu: “Woodrow Wilson, 1912’de seçilmesinden kısa bir süre sonra büyükelçi atamalarını değerlendirmekteyken, Albay House Türkiye Büyükelçiliğine Henry Margenthau’yu önerdi; Wilson, “TÜRKİYE DİYE BİR ŞEY OLMAYACAK” yanıtını verdi.” (D.P. Chester İmtiyazı, s. 171) Wilson’un, Jean Monnet ile olan ilişkisini, CFR-Bilderberg Grup’un kurucusu Joseph Retinger ile olan ilişkilerini buraya kaydetmek uzun yer işgaline sebeb olur. Fakat şunu söyleyelim, bu ilişkiler, bu ilişkilerden önce “Monro Doktrini” ile kendi kıtasından dışarı çıkmamayı ve oranın güvenliği ile uğraşmayı düşünen ABD’nin, dünyaya siyaset ihracı ve zorlama yapmasını hakikatiyle öğrenebilmek, bütün bunların içyüzünü görmeden, mümkün olamaz; “sapmalar” ortaya çıkar, “ABD emperyalizmi” ile yetinmeyi arkasındaki “Siyonizmi” görmeyi engelleyici durum hasıl olur.

17) Kazım Öztürk, Atatürk’ün TBMM Gizli ve Açık Oturumlarındaki Konuşmaları, Kültür Bakanlığı, 1992, s. 725

18) Lawrence Ewans, United State Policy and The Partition of Turkey: 1914-1924, 1965, s. 334 (Aktaran: D.P. Chester Projesi, s. 215)

19) Y. Sezai Tezel, 1. BMM’de Yabancı Sermaye Sorunu-Bir Örnek Olay, SBF Dergisi, C. 25, Sayı: 1

20) 9 Nisan 1923 tarihli Vatan Gazetesinde Ahmed Şükrü’nün Arthur Chester ile yaptığı ropörtaj.

21) Zamanın iktisad vekili Mahmud Esad Bey, 5 Şubat 1923’de Meclis’te, “Chester grubu ile bir alat ve edavat mukavelesi yapıldığını, mukavelenin on milyon liralık bir şirketle akdedildiğini” bildirir. Bu anlaşma, “alat ve edavatın getirilmesi, tamir atölyelerinin açılması ve taksitle satışını” içermekte ve “3.000.000 pound”luk bir miktarı kapsamaktaydı. Fakat bu anlaşmada diğer anlaşma gibi unutuldu gitti! Maddi kurtuluşun(!) bedeli!..

22) Demiryolundan Petrole Chester Projesi, s. 270

23) A.g.e., s. 273

24) John DeNovo, Amerikan Interest and Policies in the Middle East, 1900-1939, 1963, s. 225 (Aktaran: D.P. Chester Projesi, s. 277)

25) Ergun Özbudun, Bir Yabancı Gazetecinin Ankara Yolculuğu ve Atatürk ile Görüşmesi.

26) The Seven Sisters-Petrol Oyunu, s. 88

27) Bir diğer “not”ta bahsettiğimiz “D.P. Chester Projesi” kitabının yazarına âit, bazı çevrelerce de paylaşılan bir ifâde.

28) Necip Fazıl Kısakürek, “Dedektif X1 Açıklıyor!”, Büyük Doğu Dergisi, 1949

29) General Ali İhsan Sabis, Ankara 1951, C. 1, s. 276

30) Dedektif X1 Açıklıyor.

31) TCDD İşletmesi Genel Müdürlüğü “web sitesi-tarihçe” bölümü

* “Kimse, eski Osmanlı İmparatorluğunun neresi olduğunu kesinkes bilmediğinden, Gülbenkyan eline kırmızı bir kalem geçirdi; İran’la Kuveyt’in dışında, başta TÜRKİYE olmak üzere bütün Ortadoğu’yu bir daire içine aldı. Ve petrol tarihinin en büyük paylaşması böylece gerçekleşti. Bu pay etmeye KIRMIZI HAT ANLAŞMASI denir… Petrolün ortaya çıkması ile, birgün gelir de Türkler de petrolden hisse istemeye kalkarlar kaygısı ile, şirketin adı “Türk Petrol Şirketi-TPC”den “Irak Petrol Şirketi”ne çevrildi.” (Petrol Oyunu, s. 91) Bu paylaşım ileride “Aramco”yu doğurdu, tüm Arabistan’ın petrolleri paylaşıldı. Wilson’ın, “Türkiye diye bir şey olmayacak!” sözü, bu paylaşımı yapanların başta Rockfeller olmak üzere Siyonizm aşığı olmaları, Wilson’ın da tamamen Yahudi kontrolünde olması, Chester’in boşuna uğraştığının, “yeni dünya”yı anlayamadığının bir ifâdesi olduğu gibi, “yeni dünya”ya T.C.’nin nasıl “uyum” gösterdiğinin de delilidir.

Kaynak: “Akademya’ya Doğru Sitesi”, 2001-2005

 

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!