IV. BÖLÜM
“MUASIRLAŞMA” ÂLETİ OLARAK DEMİRYOLU
“Bir ideolocya manzumesinin bünyeleştirilmesi gayesine bağlı olmayan, bilgi ve hammaddesine kadar dışardan gelen bir sanayileşme, eserin de insan üzerindeki tesirinden hareketle, kültür emperyalizmine açılmış bir kapıdır ve ideolojinin teknoloji üzerindeki rolünü anlamayanlara, teknolojinin ideoloji üzerindeki etkisini anlatmak mümkün değildir…” (Salih Mirzabeyoğlu)
Necib Fazıl’dan bir iktibas:
“….. biz, Avrupalının kendi familyasından sandığı bir millet değiliz. İstediğimiz kadar ondan olduğumuzu iddia edelim, onun kılığına bürünelim, ve harflariyle yazı yazalım, Avrupalı bu iddiamızı, hatta bu iddiada muvaffakiyetimizi alkışlarken, için için bize gülecek, bizden tiksinecek ve tuzağa kendi ayağıyla düşen bu saf dil avı kaçırmamak için her şaklabanlığı yapacaktır…
Tanzimattan beri bütün inkılâp anlayışımız, Avrupalının, (…) bu, kendimizi inkar ve tahrip tuzağına bir parça daha yerleşmekten ve o tuzakta dünyanın en yavan ve saadet ve kurtuluş edebiyatlarını gevelemekten başka birşey olmamıştır.
Tarih boyunca birbirine karşı en ağır imtihanları vermiş olan Şark ve Garp medeniyetleri, neticede Garbın, akıl madde hâkimiyetiyle Şarkın boynuna, müstemleke ve istismar sahası boyunduruğunu geçirmeye muvaffak oluşundan beri, karşılıklı ve zımnî bir anlaşma halindedirler. Bütün Medeniyet unsur ve âletlerini Garplı imal edecek ve Şarklı, sadece ahmak müstehlik sıfatıyla bunları kullanacak ve mukabilinde tarlalarını Garplı hesabına ekip biçeçek ham maddelerini onun emrine verecektir. Bu arada Şarklının Garplıya yaklaşma haddi, sadece iradesiz bir hayranlık ve ipin ucu daima efendide kalmak şartıyla satıhtan taklittir.”(1)
Yukarıdaki satırlarda “muasırlaşma-batılılaşma/batılaşma” hareketinin, 200 yıllık çizgisini ruhî katmanları / iç yüzü ifşa edilirken, Islahatçı Paşalara, İngilizlerce “tavsiye edilen” demiryolu hatlarının yüklendiği “misyon” da ortaya çıkarılıyor.
“- Sanayileşme Batı’nın literatüründe çok az konu, Batı’nın teknolojik başarısının onur simgesi olan ve Batı uygarlığını dünyanın geri kalan kısmına taşıyan demiryollarından daha büyüleyicidir.”(2)
Üstad Necib Fazıl’ın “Avrupalı Tuzağı” başlığı altında “Garplının, Şarklının boynuna müstemleke ve istismar sahası boyunduruğunu geçirmeye muvaffak oluşunu”, yani, “Batılılaşmak/ Batılaşmak-muasırlaşmak” diye “ilerici aydınların” ifâde ettiklerini, “emperyalizm… sömürgecilik… yeni sömürgecilik” kavramlarıyla ifâde etmek yerine, akademisyen kimliği sebebiyle “yeni bir kuramsal yaklaşımıyla”, “Avrupamerkezci-modern standardizasyon” kavramıyla vurgulayan bir yazar, demiryolları ve misyonu üzerinde şu tesbiti yapmaktadır:
“- Genelde, merkezin çevreyi standardizasyonunda, ulaşım, hemen hemen en “dolaysız” araç olagelmiştir. Bunun en önemli nedeni ulaşımın “kendinden” özellikleridir: Kültürel, iktisadî, siyasî ve askerî standardizasyona hizmet.
Denizciliğin ve deniz ulaşımının gelişimiyle büyük bir hız kazanan “dünyanın Avrupamerkezci-modern standardizasyonu” süreci, 19. yüzyılda gelişen demiryolculuk sayesinde yepyeni bir boyut kazanıyordu. Çünkü geçtiği bölgelerin entegrasyonuna yönelik olan ray döşeme işi de, kendi başına bir endüstri olarak, demiryollarının geçeceği yerlerin “değişimine” yol açıyordu. Yani demiryolları işletmeye açılıp asıl görevi olan “ulaşım” işlevi görmeden; daha inşaat aşamasında standardizasyon süreci de başlamış oluyordu. Demiryollarının yayılmasının tarihi, bir anlamda, dünyanın standardizasyonunda izlenen zamansal ve mekansal sıralamayı da ele vermektedir. Nitekim, dünyanın Avrupamerkezci-modern standardizasyon süreci başlayalı bir kaç yüzyıl olduğu halde, Avrupa’da ve Amerika’da 19.yüzyılda gelişen demiryolculuk ilk önce merkezin kendi çevresini standardizasyonuna hizmet etmiş (merkezin iç standardizasyonu), sonra da hem merkezin çevreyi (merkezi ve çevresiyle birlikte), hem de çevrenin merkezinin çevrenin iç-çevresini standardizasyonunda çok önemli bir rol oynamıştır. Böylece Batı, demiryollarını bir yandan çevrenin merkezini kendisine “bağlamak” için kullanırken, bir yandan da çevrenin merkezinden çevreye yayılan kollarla iç satndardizasyon süreci başlamıştır. İlk anda ekonomik rolü göze battığı için bugüne kadar genellikle bu yönü ön plâna çıkarılan demiryolları, -20. yüzyılda çevreye iyice yerleşen “ulusal devlet” mentalitesi ile birlikte kendi sınırları içinde “birlik” sağlamak için çaba harcayan- çevre merkezlerinin en çok gereksinim duyduğu araç hâline gelmiştir: İdarî birlik, dil birliği, pazar birliği ve “ruh birliği” (!).
Ortadoğu’da demiryollarının yayılma süreci ve güzergâhı genellikle Avrupamerkezci-modern standardizasyonun izlediği güzergâhla aynı olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu sınırları içindeki bölgelerde demiryolları öncelikle “Batılılaşmanın” ilerlediği yerlerde başlamış ve buna paralel bir süreç izlemiştir. Yani, BATILILAŞTIKÇA DAHA ÇOK DEMİRYOLU, DAHA ÇOK DEMİRYOLU İLE DE DAHA DA BATILILAŞMA!..”(3)
Üstad Necib Fazıl, “Makinayı yapan ve birbirini doğuran makineler manzumesini bizzat yapamadıkça, makineleşmek esarettir” der! Buna, “millî” şair Mehmet Akif’in “ilmini ve irfanını almalıyız Batı’nın” anlayışıyla(!) yanaşıp(4), Kumandan MİRZABEYOĞLU’nun “ideolojinin teknoloji üzerindeki rolünü anlamayanlara, teknolojinin ideoloji üzerindeki etkisini anlatmak mümkün değildir”(5) sözünü (“ihtarını”) görmezden gelip, bırakalım “ağır sanayi” şarlatanlığını, demiryolu ile taşınan “Batılılaşma” ve işte şu an yaşadığımız ne Batı, ne Doğu’ya ait “kültür” (“Cumhuriyet kültürü”) ortamı çok şey anlatmalı!…
Çok değil, bundan 15-20 sene önce, hâlâ “Batı’nın tekniğini ve iyi taraflarını almalıyız!” diye ortada dolaşıp, “alınanın” (demiryolu özelinde meselâ) zâtıyla-kendisi olarak alınmadığını, “bünye”de ne gibi “değişiklik” yapacağını yani çevresini nasıl tanzim edeceğini -teknolojinin ideoloji üzerinde tesirini; icad eden değil de kullanan olduğundan ideolojinin teknoloji üzerindeki tesirini değil elbette- düşünemiyenler vardı; “teknoloji”nin “ideoloji”yi nasıl değişime uğrattığı şuradan belli ki, “Batı’nın iyi yanlarını, tekniğini almalıyız” diyen ve üstelik “Avrupa Ekonomik Topluluğu”na “Batı Klüp” diyerek karşı çıkanlar, bugün cümlesiyle birlikte “Batı tipi demokrasi… Batı tipi lâiklik… Batı tipi özgürlük” için, “daha çok hava ve özgürlük için” için “Avrupa Birliği’ne Evet!” diyorlar!.. Avrupa, bildiğimiz ve -özde- değişmeyen Avrupa; değişenler ise, tıpkı “Jön Türk”ler gibi “Avrupaî ‘hürriyet’ anlayışını tek çözüm” olarak gören “İslamcı aydınlar!”
Öz yoksunu, ruh yoksunu, fikir yoksunu, herşeyi maddî bir takım reçetelerin cicili bicili ambalajlanmış tezahürlerinde gören, “İslamcı aydın”ın, Tanzimat-Meşrutiyet paşa-beylerinden hiç farkı yok esasında; kafa seviyesinde farkları olmasa da, ötekilerin “Devlet-i Osmanîye’nin felahı” için, yani parçalanmasını engellemek maksadıyla “öyle” davranırlarken, bunlar, zamane aydınları ise “devlet-i lâikiyyenin bekâsı” için çaba sarfedip “reçete” sunuyor ve arsızca “İslamcı”(!) etiketini alıyorlar birde!..
“-Kendimizi, kendimize ve davamıza imanımızı, vecdimizi, aşkımızı zaman ve mekâna tahakküm kudretimizi, kısaca ruhumuzu ve ahlâkımızı kaybetmeye başladığımız ve aşksız, vecdsiz, anlayışsız, hikmetsiz yobazlar elinde küflendiğimiz devir… (17 ve 18. asırlar…)
Ondan sonra bize dışarıdan toslayan Batı ejderhasiyle, içeriden tartaklayan ruh zelzelesi, kolkola üzerimize çullanıp apışmamızı resmî ve alenî hâle getirir ve göğsümüze iflâs yaftasını asar.
Tanzimat; öteden beri eksiğimiz olan sâf ve büyük tefekkür adamları yerine, sığ ve basit politika kuklalarının; Batıyı, radyodan duyduğu sesleri, taklit eden bir (eskimo) çapında anlamaya davranıp, ruhu ve maddesi inmeli Türk’e deri üstü bir kopya plânında kurtuluş aramaları hengâmesi.
Büyük tefekkür eksiğimiz, asıl bu devirde belli olur. Ve üstü kaval, altı şişhane, bir cemiyet bünyesi doğmaya başlar.
Meşrutiyet; artık içimize, elinde bir de “Hasta Adam!” kırbacı “Düyunu umumiye”leri, (Kapitülasyon)ları, (Banker)leri, mektepleri ve kavaslarıyla giren Avrupalı karşısında duyduğumuz, fakat bir türlü ferdî ve içtimaî illiyetlerine ulaştıramadığımız akılsız bir hıncın, intikamını basit idare şekillerinde aramasında ibaret, cüce bir aksülâmel…”(6)
İBDA tezi olarak, “aşkın, vecdin, hikmetin, anlayışın kaybedilmesiyle”, (Eskimo) haline dönüştürülmeye başlamamız “start” alır; bu ruhî -ve elbette bunun tezahür zemini olan maddî- gerilememiz, bir tevafuk olarak Batı’nın (Rönesans-Uyanış) hamlesiyle aynı zaman içerisindedir! Fakat, (Eskimo) misâli olmaya başladığımız için gerilemedik ve bugünkü hâle gelmedik; “donan, kabuk tutan vecd ve aşk, hikmetleri kör nefsaniyet ve şahsî idrakine kurban edici zümre mânâsına ham softa ve yobaza meydanı terketti; maddi ve manevi en şanlı taarruz hamlemiz, birdenbire en hazin bir müdafaa çabalamasına döndü!”(7)
İşin başında, başın başında RUHU KAYBETTİK; netice olarak, maddeyi kaybedişimizin kapısı açıldı!..
19. asır ile birlikte, “aklın madde üzerindeki tecessüs ve tefahhus hakkını sistemleştirmeye ve bu sistemin ilk yemişlerini devşirmeye başlayan Batı”, ruhu kaybetmeye başladığımız devirlerde, ruhu kaybetmeyi bilmeyi bırakın, ruh’a bile inanmayan “küfür ve dinsizlik yobazları” sayesinde, bu halimizden faydalanmanın ve asırlarca kendisine –aşkın, vecdin, hikmetin, anlayışın sistemli hâlde kemâl zirvesinde olduğu devirlerde, 17.asıra kadar– tahakküm altına almış olan İslâm-Osmanlı Devleti’ni, “devşirme” usûlünü bize karşı kullanarak, bir nev’i İslâm’ı İslâmlara yıktırmanın yolunu buldu!.. Bu yol, “Misyoner okulları” ile “aklın madde üzerindeki tecessüs ve tefahhus hakkının yemişleri”nin kullanımının öğretildiği meslek okulları!.. Böylece, misyoner okulları ile “kendine” benzetirken, meslek okulları ile de (Eskimo) üretimi yapılıyordu!..
Osmanlı Devleti’ne yönelik ilk misyonerlik çalışması, “London Missıonary Society” kurumu ile 1808’de, İngilizlerce ve misyoner Johann Friedrich Wiesenger’in Malta’ya(8) yollanmasıyla başladı! Bu nokta ise oldukça dikkatli bakılması gereken bir yerdir. Malta, sıradan bir yer değildir; Masonluğun en sistemli yerleştiği, Siyonizmin “üs”lerinden biridir! Siyonizmin ve onun güdümündeki Batı, Osmanlıya karşı büyük taarruza başlamıştır! Malta’da kurulan yayın evi vasıtasıyla binlerce incil ve –müthiş rakam- 21 milyon dînî risale yayınladı. İzmir (sonra İstanbul), Beyrut ve Urmiye’de açılan yayınevlerinde Ermenice, Arapça başta olmak üzere 10 dilde yayın neşredildi.
“Amerikan Board of Commissioners for Foreign Missions – ABCFM” tarafından yönlendirilen –sadece Amerikan misyoner okulları- çalışmaları neticesinde, 1869’da 21 ayrı merkezde (“station”) 46 misyoner çalışırken, bu, 1909’da 185’e çıktı; 1914’te ise 17’si merkezde olmak üzere 256 çalışma birimi oluşmuştu. Okul sayısı ise 185!.. Bunun yanında “sağlık hizmeti” vermeye başlayıp birçok yerde hastaneler kurdular; bu, 1833’te doktor olan bir misyoner, Asa Dodge’nin, Beyrut’a gönderilmesiyle başladı. 1880’lerden itibaren misyoner istasyonları hastahânelerle birlikte faaliyet yapıyorlardı. İlk hastahâneler, Antep, Kayseri-Talas, Mardin ve Van’da kuruldu, daha sonra İstanbul, Merzifon, Harput ve Diyarbakır’da klinikler açıldı. 1914’te, tam teşkilatlı 9 hastahâne mevcuttu.
Misyonerlerin hedef kitlesi daha çok gayri müslimlerdi; “mürted” ve cezasının “idam” olması, müslümanlar üzerinde “Hristiyanlığa sokma” faaliyetini engelliyordu. Misyonerler, bağlı oldukları ülkenin çıkarına faaliyet gösterirken, Osmanlı Devleti’nin hususi yapısından ötürü, aralarında çıkar kavgası olsa da, yaptılarının neticesi Batılıların tümünün çıkarına idi!.. Maksad, aşkın, vecdin kaybedildiği topraklarda, (Eskimo) ve “devşirme” yetiştirmekti:
“- Küçük Asya (Anadolu) insanına nüfuz edebilmenin en geçerli yolu okul olacaktı. “Bizim amacımız, eğitim değil, İncil’i öğretmektir” şeklinde formüle edilen katı misyoner tutumu, olayların ve zamanın karşısında geçersiz kalmıştır. Bundan böyle, “ENDÜSTRİNİN İSTEKLERİNE” ve “DOĞMAKTA OLAN YENİ YAŞAM BİÇİMİNE” UYGUN EĞİTİM VERİLMESİNE özen göstrilecekti. Misyoner eğitimin dizgesi giderek daha lâik bir nitelik taşıyordu. “Protestan ahlâkı”nın aşısı tutmuyor ama maddeci temele dayanan Amerikan idealleri genç kuşaklarda yeşeriyordu. (Misyonerlerin kontrolündeki) yüksek okullardan mezun olanlardan pek çoğu iş hayatına atıldılar… Çok azı bağlı oldukları devlette çalışmayı yeğlerken, büyük çoğunluğu başta İngiliz şirketleri olmak üzere yabancı şirketlerce istihdam edildiler. Tanrının kelamını egemen kılmak için kurulduğu savunulan bir eğitim sistemi, kısa bir sürede Batı kapitalizminin değerlerini ve bir ölçüde de bilgi ve becerisini aktaran kurumlar haline geldi.”(9)
Osmanlı’nın “Batılı kuşatma” altına alındığı devirde, “ulaşımın kendiliğinden dolaysız ‘değişimci’liği” ile Demiryolları ve misyonerlerin “giriş faaliyet alanları” bile, yapılanların ne kadar büyük ve sistemli bir plânın (strateji) işleme konulduğunu ortaya koyar: Demiryolu, “Mısır”da ve “Balkanlar”da; Misyonerlik de aynı yerlerde!.. Ve “hassas” yer – 100 yüzyıldan beri!- Doğu Anadolu veya o zamanki ismiyle, “Kürdistan”da!..
Malta adasındaki merkez ile “Yunan Ortodoks kilisesi” kullanılarak “Helen milliyetçiliği kışkırtılıyor, “kürdistan”daki “station”larla da, Süryanîler, Yezidîler ve “evlad-ı saliha” Ermeniler üzerinde çalışılıyor, “ulusal şuur” uyandırılmaya çalışılıyordu.
“Amerikan misyonerlerinden ve misyonerler okullarından Ermeniler, kendi dinlerini ve tarihsel geleneklerini yeniden yüceltmeyi öğrendiler; Batı’nın siyasî, sosyal ve iktisadî gelişme ideallerini tanıdılar; ve MÜSLÜMAN KOMŞULARINDAN ÜSTÜN OLMA GİBİ BİR DUYGU GELİŞTİRDİLER.
Yeni, Osmanlı olmaktan oldukça uzak bir düşünce biçimi Ermeniler arasında gelişiyordu; genç Ermeniler, çabucak Avrupalı entellektüel söylemi özümsediler ve inanç çağını yaşayan tebaa konumundaki azınlık bir grubun kaderciliğinden, enerjik, dünyevî pragmatik bir gerçekliğe geçtiler.”(10)
İşin ta o günlerde ulaştığı çap, “Batı kuşatması”nı yarmaya çalışan, daha doğrusu geliştirdiği müthiş denge(-sizlik) politikası ile direnen Sultan II. Abdülhamid Han’ı, “tebaa-i sâdıka” – Ermeniler ile katletme girişimi ortadadır!
“Misyonerler… yabancı dil öğrenerek, azınlıkların dînî duygularını güçlendirerek ve batılı düşünceleri ve alışkanlıkları bölgeye sokarak Türk ulusçuluğunun gelişimini engellediler. Batı’nın demokratik kuruluşlarını idealize ederek, otokrasiyi zayıflattılar. Misyonerlerin kendilerinin ve onların himayesindeki farklı ırklardan ve dinlerden azınlıkların diplomatik olarak korunmasından kaynaklanan uluslararası sorunlara sebep oldular. Hiçbir ülkede MİSYONERLER, TÜRKİYE’DE OLDUĞU KADAR –farkında olmadan da olsa- EMPERYALİZMİN NEFERLERİ OLARAK NE KADAR YARARLI olduklarını ispatlayamadılar.” (11)
Ve demiryolları!..
Misyoner faaliyetleri “doğmakta olan yeni yaşam biçimine uygun eğitim” yani, “Batı’lı anlayış” eğitimi (“Eskimo”laştırma) verilerek “kafa”ca insanlar hazırlanırken, demiryolları ile de “nüfüz alanları” oluşturuluyor, insanlar “mide ve zevk” itibariyle avlanılıyordu:
“-Demiryolları Osmanlı ekonomisini Avrupa ekonomisine daha da sıkı bir biçimde bağlılaştırdı. Osmalı tebaasının yaşamı günden güne daha fazla Osmanlı İmparatorluğu’nun ve siyasî liderlerinin denetimi dışındaki ekonomik eğitim ve gelişmeler tarafından belirlenir oldu. Giderek daha fazla Osmanlı çiftçisi uzak pazarlarda satılmak üzere üretim yapar oldu… Aynı zamanda, sattıkları tarım ürünleri karşılığında elde ettikleri geliri daha fazla Avrupa yapısı giyim, kuşam hatta yiyeceğe harcar oldular. Demiryollarının çeşitli toplumsal etkileri de olmuştur. (Bunlar) evden işe gitme-akşam işten eve dönme biçiminde yeni bir alt-kültürün oluşmasından, Osmanlı toplumundaki etnik gruplar arasında gerilimlerin artmasına kadar geniş bir alana yayılıyordu. Örneğin, İstanbul’un zenginleri Marmara Denizi ve İzmit Körfezi kıyılarında villalar alıyor, yeni yaşam üslûpları ve tüketim kalıpları ediniyorlardı. Demiryolları aynı zamanda çeşitli bölgeler arasında işçi akımını da hızlandırmış, genel oarak Osmanlı İmparatorluğu’nun çeşitli bölgelerinde oturan ahali arasındaki ilişkileri daha önceki dönemden daha yakın ve sık hale getirmişti.”(12)
Osmanlı’dan sonra kurulan “yeni Türkiye Cumhuriyeti”nin idarecileri, işte böyle bir iklimde yetişen “yüzleri daima Batı’ya dönük” asker ve aydınlardan oluşuyordu. Batı, demiryolu ve misyonerlik faaliyetleriyle gerçekleştirdiği “kuşatma”sının hedefine varmış ve “hasta adam”ı musalla taşına yatırmıştı! “Kuşatma”dan uzak kalan (“etkili ve yetkili”lerce yönlendirilen) Anadolu’nun saf insanları, “Batılılaşma tuzağına” düşmelerinin avantajıyla “gavura, Yunan’a, Ermeni’ye karşı Padişahı ve Hilafeti kurtarmak” için gerilla mücadelesi veriyordu. Komiteler kuruyor, Kongreler tertibliyor, “din ve vatan için” mücadele etmeye yemin ediyorlardı. Vahidüddin Han’ın, “ümidim Anadolu!” sözü, halkın “Batılaşma” tesirinden nisbeten uzak kalmasından ötürü… Fakat “başsız hiçbir şey” olan “Kuvayi Milliye” hareketi, kaderin bir cilvesiyle Kemalistlerin eline geçti. Bunlar ise Batılılarca eğitilmiş asker ve aydınlardan oluşmaktaydı. Tâ baştan beri Kuvayı Milliye’nin başarısız olacağına ve tek yolun “en iyi şartlarda bir teslim anlaşması” olduğuna inanıyorlardı. Milletin azmine inanamıyorlardı. Ve netice olarak siyasi entrikalar, devletlerle yapılan gizli görüşmeler, cinayetler ve tehditler ile otorite olarak hem Anadolu’ya hem de işgalcilere “Ankara-Kemalistleri” kabul ettirdiler. Bir devlet olarak “bağımsızlıklarının” tanınması için de, “memlekette ne var ne yok” verdikleri gibi, “Batılılaşma”daki azimlerinin (!) sembolü olarak, Hilafet’i de “kaldırdılar!”
Mustafa Kemal, bir yabancı gazeteye verdiği demeçte şöyle söylüyor:
“-Türklerin asırlardan beri takib ettiği hareket, devamlı bir istikameti muhafaza etti. Biz daima Şarktan Garba yürüdük!”(13)
Ne kadar doğru!!!
Bir Alparslan’ın, Murad’ın, Fatih’in Şarktan Garba yürüyüşü, bir de Atatürk’ün, öncesindeki Tanzimat paşalarının yürüyüşü arasındaki, haysiyet ve keyfiyet farklılığı!!!
Toynbee şöyle diyor “böyle” durumlar için:
“-Avrupalılar kendilerini “seçilmiş insanlar” olarak görüyorlardı. Bunu itiraf etmekten utanmamalılar. Gentiles’leri-kâfirleri seyrettiklerinde, Avrupa’nın kültür mirasını almak için kendilerinkini bir kenara bıraktıklarını görüyorlardı, hem kendilerini hemde kültürel olarak kendilerine benzeme gayreti gösterenleri tebrik ediyorlardı. Avrupalılar kendi kendilerine şevkle, “Bir günahkar daha dinsizlerin kirli oyunlarından pişman oldu ve gerçek İman’a sarıldı” diyorlardı.” (14)
Hemen, “İngiliz, İstanbul İşgal Komutanı” General Harington’nun şu sözü hatırlanmalı:
“-İngiliz bayrağı, hiçbir zaman, Türkiye’yi terkettiği zamandaki kadar yükselmemiştir!”(15)
1850’de başlayan “kuşatma”nın en mühim aktörlerinden olan “demiryolu”, İBDA tezi olarak, “Türk’ün madde plânında kurtuluşuna” sebeb oldu ama, “mânâda tam bir katliam” yapılmasına da vesile oldu!
“Ticaretin artırılması” için girdi; bu “tanışıklıkları” sağladı; bu “vaatleri” getirdi; bu “kültürü” götürdü!..
“Hak geldi, bâtıl zail oldu!” Nasıl da oldu!.. Gerçek bir müminin yapması gereken “maddeye tahakküm”ü, “aşkı, vecdi, hikmeti, anlayışı” yitiren “güneşi paltosunda saklayan” müslümanlar yapamayınca; bilgi düzeyinde kendilerinden katbekat üstün olan Mısırlıları, sadece, onların “bakır” kendilerinin ise “demir kılıç” kullanmaları sebebiyle Kadeş’te yenen Hititliler gibi, bir ibretlik ve hikmetlik mekrr-i ilahî gerçekleşmiş ve “çalışan” Batı kazanmış oldu!
DİPNOTLAR / IV. BÖLÜM
1) Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, Büyük Doğu Yay., 9. Basım, İstanbul 1997. “Avrupalı Tuzağı”
2) Donald Quateret, Social Desintegtation and Popular Resistance in Ottoman Empire”, New York Univ. Press, 1983, s. 71 (Aktaran: D.P. Chester Projesi, s. 41)
3) Bilmez Bülent Can, D. P. Chester Projesi, s. 41-42
4) Demiryolunun Osmanlı Devleti’ne ilk giriş mıntıkası Mısır’dır. O gününün Mısır’ı İngiliz kontrolündedir. Meşhur Ezher uleması da, “Batılılaşma”nın yanındadır. Bu, Cemaleddin Efgani ile onun “müridi” M. Abduh ve gazeteci Reşid Rıza’nın “yoğun faaliyetleriyle” en üst noktaya kadar getirilmiştir. Efgani’nin Renan’a, İslâmiyet’i zem’ eden mektupları, masonluğu Mısır’da yayması, isyan çıkartması, demokratik nizamı savunması vesaire… Bir yandan teknik bir yandan kültür!.. Mısır işte böyle bir fitne odağı haline getirilmiş, yetişen “ürünler”(!) bugün bile sarık altına frak giyen (tabiî ruhen!) İslâmcı(!) aydınların dilinden düşmemektedir. C. Efgani ve yârânının tesiri, Orta Asya-Türk illerine de ulaşmış, “Cedidçi”ler piyasaya çıkmış, Bolşevik devrimi neticesinde de Ankara’ya doluşup, Kemalizm ile işbirliği yapıp, hep birlikte “hurafelerin(!)” üzerine yürümüşlerdir. Üstad Necib Fazıl’ın “Doğru Yolun Sapık Kolları” isimli eseri, bâtıl mezheplerin, İslâm’ın bozulması ve dünya hâkimiyetini kaybetmesi yolunda İngilizler-emperyalistler tarafından nasıl kullanıldıklarını itiraza yer bırakmayacak şekilde ortaya koymaktadır. Keza, C. Efgani hususunda, Muhammed Reşad Bey’in, “C. Efgani Etrafında Makaleler” (Mail Boxes Etc. 139 Taksim-İstanbul) isimli “efsaneyi yere çalıcı” kitabında da ayrıntılı bilgi ve belgeler bulabilirsiniz. İşte, böyle hain bir “misyona” âlet değil, gönülden bağlanan “millî şair”in yukarıdaki kelâmı, muharref bir İslâmî anlayışa dayanmaktadır. Abdülhamid Han’ın yani bütün ömrü boyunca İngiliz-Yahudi plânlarına direnen zatın, “İngilizlerle işbirliği yapan C. Efgani adlı maskara” dediği adamın en sadık bendelerinden Ezher’de öğretim üyeliği yapmış olan, M. Abduh, Ezher’de “şer’î hukuk” öğretip, işgal ettiği Kadılık makamında da “medenî-laik hukuk”a göre uygulama yapıyordu; bu nasıl “tahrif” ise, bu anlayışı (!) seven ve öven (Safahat’ta!) “millî şair”in de bu şekilde konuşması normaldir: Çünkü o kökten besleniyordu. O kökü besleyen ise İngiliz…
5) Salih Mirzabeyoğlu, Necip Fazıl’la Başbaşa –İntıbâ ve İlhâm-, 2 Basım, İBDA Yay., İstanbul 1989, s. 120
6) Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, “Türk’ün Muhasebesi-Teşhis” bölümü, s. 76-77
7) A.g.e., “Tarih Hükmü: Nasıl Bozulduk-Fasledici Tarih Çizgisi” bölümü, s. 146
8) “Protestant Diplomacy and the Near East”, Univ. of Minnesota Pres, 1971, s. 9 (Aktaran: D.P. Chester Projesi, s. 85)
9) Uğur Kocabaşoğlu, Kendi Belgeleriyle Anadolu’daki Amerika, Arba Yay.
10) D. P. Chester Projesi, s. 87-88
11) Bağdat Demiryolları Savaşı, s. 6
12) 19. yy.’da Osmanlı İmparatorluğu’nda Demiryolları
13) D. P. Chester Projesi, s. 278
14) A.g.e., s. 3’ten iktibas.
15) “13 Ekim 1923’te İngiltere’de irad ettiği nutuk”-Atatürk’ün Millî Dış Politikası, c. 1, Kültür Bkn., 1981, s. 514
Kaynak: “Akademya’ya Doğru Sitesi”, 2001-2005