BİYOTERÖR
Düstursuz ve destursuz meseleye girmemek adına, öncelikle Büyük Doğu Mimarı’na kulak verelim; otuz beş yıl önce Üstad şöyle sesleniyordu:
– «Sanayileşmekteki kısırlık ve iş dehasına uzaklık halimizi, yerli film diye ortaya attığımız her bakımdan pespaye eserlerin vücuda geliş şartları misallendirir.
Ham film… Dışarıdan gelir.
Alıcı, verici makineler… Dışarıdan gelir.
Laboratuvar malzemesi… Dışarıdan gelir.
Kimya unsurları… Dışarıdan gelir.
Senaryo… Ecnebî filmlerden aparılır.
Sanatkâr… Yabancı artistlere özenir.
Ve:
İşbu filmin sadece seyircisi yerlidir. O da tam değil…
Bu misali, bütün imal sahalarımızda ve yerli mal davamızda akametimizin sembolü olarak gösterebiliriz.
İlaç fabrikalarımız vardır; bize bu işte, tarifnamesi yine dışarıdan gelen unsurları, yine ve yine dışarıdan gelen hassas teraziler üzerinde tartıp bulamacını yapmak düşer. Unsurlardan herhangi biri gelmedi mi ilâç yoktur.»
Bu girizgâhın hemen bitişiğinde hatırlamamız gereken husus, yıllardır Recep Tayyip Erdoğan’ın iki stratejik sektör üzerinde önemle durması: Yerli ilaç ve silah sanayi. Biri görünen diğeri ise görünmeyen düşman için. Ayrıca buradaki mahallîlikten kasdın, tabelada Türkçe isim olmasından çok öte olduğu da açık.
Mevzuumuzun genel çerçevesi “biyoterör” olduğu için, yabancı ilaç firmalarının dünyadaki ve Türkiye’deki operasyonları üzerinde konseptimiz dışı detaylı duramayacağız lâkin birkaç satırbaşını da yeri gelmişken hemen aktarmakta fayda var. Zira Coca Cola’yı, içmeyerek protesto edebiliriz, lâkin envai türlü kanserden MS’e kadar birçok hastalıkta bu firmalara bir nevi muhtaç durumdayız. Diğer bir deyişle, “multiple skleroz” olduğumuzda paşa paşa bu firmaların ilaçlarını kullanmaya mecburuz. Misal, dünyanın en büyük jenerik ilaç firması TEVA Pharmaceutical yıllardır Türkiye’de de faaldir. Bu İsrailli firmanın, ABD ayağının -ABD’deki en büyük siyonist lobi olan- AIPAC ile yakın ilişkileri olduğu da herkesçe bilinen bir şey. Bir başka örnek olarak da Sandoz’u hatırlatmak isteriz. Yine yıllardır Türkiye’de faaliyet gösteren bu firmanın geçmişi ise son derece ilginçtir. CIA’in kitleleri yönlendirmek için 1950’lerde başlattığı MKULTRA projesi kapsamında kullanılan LSD isimli sentetik uyuşturucuyu üreten firmadır. CIA’in MKULTRA’sından önce ise, 1951 yılında, Sovyetler Birliği’nin zihin kontrol çalışmalarında kullanılmak üzere Sandoz firmasından yaklaşık 50 milyon doz LSD satın aldığı ilgili raporlarda mevcuttur. Son olarak, -her şey gibi bu da unutuldu gitti ama- 2004 yılında patlayan “Roche skandalı”nı hatırlatmakta fayda var. Firma yetkilileri ile bazı bürokratların, devlete yüksek fiyatla ilaç satarak, yaklaşık 8 milyon TL zarara uğrattığı iddia edilmiş; İstanbul Başsavcılığı, aralarında Roche yöneticileri ve üst düzey bürokratların da bulunduğu 18 kişi hakkında dava açmıştı. 2006 yılında görülmeye başlayan ve o dönemde “ilaçta çete” davası olarak medyaya yansıyan mahkeme sonucunda ne oldu peki? Nisan 2013’te, Roche’un eski genel müdürü de dahil, 7 sanık beraat etti, 11 sanık ise zaman aşımıyla kurtuldu.
Bu bölüm için düşündüğümüz birkaç sayfalık hacimde tüm detayları aktarmamız mümkün olmasa da, buraya kadar yazdıklarımıza nisbetle, terkibî hükümler hâlinde ve çok da teknik ifadelere girmeden elimizden geldiğince aktarmaya devam edelim.
Kültür emperyalizmi (Brzezinski’nin ifadesiyle “kültürel çekicilik” de diyebiliriz) nasıl ki “küresel şeytan imparatorluğu” kurmak için gizli bir silahsa, “biyolojik terör” de aynı merkeze, “derin dünya imparatorluğu”na hizmet eden önemli bir güç. (Elbette bazı silahların bumerang etkisi yapabileceği ve fırlatana geri dönebileceği de söz konusu.)
Lûgattaki tarifi bir yana, günümüzde “terör”ün karşılığı (dünyada genel algılanışı) şu an için IŞİD düzeyinde olsa da, “biyolojik terör” dediğimiz hadise, giyotinci Fransız Jakobenlerine sempati hissettirecek cinsten. Zira ortada görünmeyen bir düşman var. Ve öylesine bir bilgi kirliliği içerisindeyiz ki, silahı yapanı ve kurşunu sıkanı kısmen bilsek de, nerede kime sıktığını ve bu kurşunun tam olarak muhtevasını bilemiyoruz. Evet, tanımadığımız bir düşmanla karşı karşıyayız.
Öldürücü hastalık yayan virüs ve bakterilerin laboratuvar ortamında üretilip kullanılmasıyla, insanlara zarar vermeyi hedefleyen her türlü madde biyolojik silah olarak tanımlanıyor. Ve bu tanıma -ortak kanaate göre- biyolojik olarak türetilmiş zehirler de giriyor.
Her ne kadar laboratuvar ortamında üretilmemiş olsa da, tarihteki ilk biyolojik saldırının Cengiz Han’ın soyundan gelen Cani Bey tarafından yapıldığı iddia ediliyor. Cani Bey, vebadan ölen askerlerini, ele geçirmek istediği şehirlere mancınıklarla atarak bilinen ilk biyolojik silahı kullanmış sayılıyor. Ayrıca vebalı fareleri kalelerin içine bıraktırdığı da rivayetler arasında.
Dünya tarihine geçmiş bir diğer biyolojik silah kullanımı ise, İngilizlerin Amerikan yerlilerine verdiği battaniyelerle gerçekleşir. Bu battaniyeler çiçek hastalığı taşır ve Yeni Kıta’nın insanlarının bağışıklık sistemleri böyle bir hastalıkla mücadele edebilecek çapta değildir.
Bundan sonrası ise bu kadar masum (!) değil. Özellikle II. Dünya Savaşı’ndan itibaren gelişen teknoloji-laboratuvar şartlarında birçok biyolojik silah üretildi. Ruslar, Almanlar, Japonlar, İngiliz ve Amerikalılar gözlerini kırpmadan bu silahları kullandı.
Temel amaç, “dünya hâkimiyetlerini” güvence altına almak isteyen elitist bir yapının, küresel imparatorlukları için -keyfiyet planında- zihin ve kalb kontrolü yanında, aynı zamanda -kemiyet planında- nüfusu kontrol arzuları. Bu bazen savaşlar çıkarıp doğrudan gerçekleştirilebildiği gibi, bazen de kısırlaştırıcı ilaç-aşı-gıda ve salgın hastalıklar yayarak dolaylı olarak da gerçekleştirildi. Hattâ bu yollarla da farklı gelir kalemlerine, büyük kârlara da kapı açıldı.
1970’lerde bu kontrol politikalarının başında ABD’nin meşhur dışişleri bakanı, Henry Kissinger vardı; elbette en büyük destekçisi de Rockefeller ailesiydi.
Günümüzde ise CIA’in 2030 nüfus politikaları ve 2050 perspektif raporu malûm. Hattâ yeni evli çiftlerin yüzde 5’inin çocuk sahibi olabilecek seviyeye çekilmesi, daha doğrusu biyolojik ve genetik yapılarıyla oynanması. Ve tüm dünyada oluşturulmaya çalışılan korku iklimi… AIDS’in ABD kaynaklı bir laboratuvar virüsü olduğu artık açıklık kazanmışken, dün “kuş gribi”, “domuz gribi” bugün ise EBOLA!..
Sahi ne olmuştu kuş gribinin sonunda?.. Roche firması sipariş üzerine sipariş almıştı. Niçin? Kuş gribinde tüm dünyada yoğun olarak kullanılan, ABD’de kullanılması yönünde hakkında genelge hazırlanan, kuş gribi virüsünün öldürücü H5N1 türüne şifa “Tamiflu” isimli bir ilaçtaydı ve bu ilacın tek üretim lisansı da Roche’taydı. Peki bu ilacın patent hakkını göze batmamak için Roche’a kim vermişti? Kaliforniya’daki biyoteknoloji laboratuvarında ilacı geliştiren “Gilead Bilim”. Ve bu hususta son bir not: Dönemin ABD Savunma Bakanı Rumsfeld, Başkan Bush ile omuz omuza çalışmaya başlamadan önce, 1997 yılında hangi şirketin Yönetim Kurulu Başkanıydı? Tahmin etmek zor değil elbet, “Gilead Bilim”in!..
Aslında hep aynı hikâye… Dün (ilk önce Kızılderililerin üzerinde New Mexico’da 1990’larda denenen) SARS ve Çin, bugün EBOLA ve Afrika… Hedef yine aynı… Sömürebildiği kadar sömürmek -ki yıllardır bunu yaptılar-, sonrasında da Afrika’yı insansızlaştırmak. Yoksa beş yıllık testler yapılmadan, aşıları hemen nasıl piyasaya sürüyorlar? Ya daha önceden yapıldı bu testler, yahut birileri yine kobay oluyor. İşin ilginç tarafı Almanya ve Hollanda bu aşıları kabul etmiyor ama Suudi Arabistan’da, Kenya’da bu aşılar yapılıyor.
Lâkin artık oyunun sonuna gelinmiştir. Hem de en sona!.. Ve oyun biterken, pusuda olan değil, şahı çeken tehlikededir.
FRANKEŞTAYN MENÜSÜ
“Petrolü kontrol edersen, milletleri kontrol edersin!
Yiyeceği kontrol edersen, insanları kontrol edersin!’’
Bu söz, 1970’li yıllar boyunca Amerikan elitinin menfaatine hizmet eden, ABD’de doğmadığı için başkan olamayan, ancak başta ABD olmak üzere dünyanın dinamiklerini değiştirmek konusunda başkandan bile etkili olan, Yahudi kökenli Dışişleri Bakanı Henry Kissenger’a ait.
Global yiyeceği kontrol etme planı ilk kez 1929 Ekonomik Buhranı’yla ortaya çıkmış, sonrasında ise bugün de isimlerini bildiğimiz bazı ailelerin (Rockefeller ailesi gibi) servetlerini korumak amacıyla kurdukları vakıfların yardımı ile de desteklenmiştir. Bu planın -günümüz için- en müşahhaslaşmış hâli de kısaca GDO dediğimiz, “Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar”dır.
GDO; bir canlının gen diziliminin değiştirilmesi, yahut ona kendi tabiatında bulunmayan bambaşka bir karakter kazandırılması yoluyla elde edilen organizmalardır. Bir canlıdan diğerine gen aktarımı, bir çeşit kesme, yapıştırma ve çoğaltma işlemi olup, genetik mühendisleri tarafından uygulanır. Aktarılacak gen, önce bulunduğu canlının DNA’sından kesilerek çıkarılır, sonra da “vektör” adı verilen taşıyıcı virüs ile bu gen DNA molekülüne yapıştırılır. “Frankeştayn Gıda” olarak da nitelenen GDO’lar, bugün kolera bakterisi geni taşıyan yonca, akrep geni taşıyan pamuk, tavuk genli patates, balık genli domates gibi gıdalar şeklinde karşımıza çıkıyor.
Canlılar üzerinde yapılan bu değişiklikler; canlı sağlığı, biyolojik çeşitlilik (tür zenginliği), ekolojik dengenin bozulması, ekonomik bağımlılık, canlıların hayat hakkının elinden alınması ve canlılar üzerinde mülkiyet hakkı tanınması açısından önemli riskler oluşturmuş, kısacası, hayatın filizi olan tohumlar, hayatımızı tehdit eden bir faktör hâline gelmiştir.
Bugünlere Nasıl Gelindi?
Biyoteknoloji (biyolojik mühendislik) ile hayat biçimlerinin özelliklerinin değiştirilmesi ilk olarak 1970’lerde Amerikan laboratuvarlarında başladı. Bu dönemde hükümette bu konunun kilit ismi -sonradan ABD başkanı da seçilecek olan, eski CIA başkanı- George Bush (baba Bush) idi. Bu konuya el atmış ilk şirket olan “Monsanto”yu da daha sonra sahnede çok kereler görmek mümkün olacaktı. 1980’li yılların başında pek çok şirket bu sektöre hücum etti. Nitekim o yıllarda bu ürünlerin üretimi, satışı ve riskleri konusunda herhangi bir kanunî düzenleme yoktu ve girişimci şirketler bu düzensizliğin devam etmesini istiyordu. 1988 yılında Bush’un başkan olmasıyla birlikte Monsanto ve büyük GDO şirketlerine yeni serbestlikler ve teşvikler tanındı. Bununla da yetinmeyen Bush, 1992 yılında “Yeni Biyoteknolojik Yiyecek Politikası”nı halka duyurarak bu şirketlerin önünü tamamen açmış oldu. Bu politikaya göre, GDO’lu yiyecekler denetim açısından diğer ürünlerle aynı kısıtlamalara sahip olacak ve GDO’lu ürünler için başka denetleme getirilmeyecekti. Böylece Pandora’nın kutusu açılmış oldu. Sözde denetim için dört Amerikan kuruluşuna da muğlâk sorumluluklar verildi ve nitekim bu kuruluşlardan birinin (Ulusal Gıda ve İlaç İdaresi – FDA) GDO’lu ürünler için belirttiği “çekince” dikkate bile alınmadı.
Piyasaya sürülen büyük ölçekli ilk GDO, “büyükbaş hayvan büyüme hormonu” içeren süttü. Bu sütün elde edilmesi için hayvanlara düzenli olarak bir ilaç veriliyor ve bunun sonucunda yüzde 30 daha fazla süt elde ediliyordu. İlk zamanlar zaten ekonomik darlıkta olan çiftçiler için karşı konulamaz gibi görünen bu çözüm, uygulamanın ikinci yılından itibaren enfeksiyon nedeniyle yürüyememe baş gösterince, yerini çözümsüzlüğe bırakmış oldu. Ürünün sahibi olan Monsanto’nun, ürünü aklamak için resmî kurumlar çerçevesinde gösterdiği lobi faaliyetlerini dikkatle incelediğimizde, bugün pek çok gıdanın ve ilacın iznini veren Amerikan kurumlarının ne kadar güvenilebilir olduğunu da düşünmekte fayda var.
Bilimin Üzerindeki Demokles Kılıcı
GDO’lar hakkında yapılmış ilk tarafsız ilmî araştırma, bize aynı zamanda, ilmî çalışmaların hangi şartlarda ‘bağımsız’ olabildiğini anlatmaktadır.
GDO’lar konusundaki ilk tarafsız ilmî çalışmayı 35 yıllık tecrübeye sahip İskoç bilim insanı Dr. Arpad Pusztai yapmıştır. Bitkilerin genetik değişimi konusunda dünyanın önde gelen isimlerinden biri olan Pusztai’nin çalıştığı kurum yani “Rowett Research Institute”, hükümet destekli bir kuruluştu.
İskoçya Tarım Ofisi, “Rowett Research Institute”tan, GDO’lu bitkiler ülkede henüz yaygınlaşmadan önce ürünleri denetleyebilecekleri ilmî test metotları geliştirmesini istedi. Bunun üzerine Pusztai, genetiği değiştirilmiş patatesler ile deney farelerini beslemeye başladı ve 110 gün sonra bu farelerde bir farklılık olduğunu saptadı ki, en tehlikeli farklılık, farelerin bağışıklık sistemlerinin zayıflamasıydı.
Pusztai genetiği değiştirilmiş patateslerin kötü etkilerinin yavaş gözlendiğini ve mecbur kalmadıkça genetiği değiştirilmiş gıdaları kesinlikle tüketmeyeceğini açıkladı. Bir ânda tüm dünya bu sansasyonel açıklamayı tartışır oldu. Pusztai’nin patronu, ilk başta, büyük bir özenle yapılmış bu araştırmayı tebrik etti, hattâ bununla kalmayıp sonuçları basına dağıttı. Ancak 48 saat içinde bu destek birden kayboldu ve 68 yaşındaki Pusztai işten atıldı. Ayrıca türlü tehditlerle de şirketten uzak durması sağlandı.
Pusztai’ye yapılan bu haksızlığa, 13 ülkeden 30 bilim insanı bir bildiri yayınlayıp itiraz etseler de, bu girişimden pek bir sonuç da alınamadı. Üstüne üstlük hemen bir karşı hamle geldi. Zira hadisenin geçtiği yıllar tam da İngiltere’de Tony Blair hükümetinin başta olduğu yıllara denk geliyordu. GDO oyununda tarafsız olmadığını açıkça bildiğimiz Blair’in baskıları ile “İngiliz Bilim ve Teknoloji Komitesi” Pusztai’yi kınayan bir açıklama yayınladı. Pusztai’nin tüm bu olumsuzlukları atlatabilmesi, hayatının beş yılına ve birkaç kalb krizine mâloldu. Rowett’taki eski iş arkadaşları Pusztai’nin susturulma emrinin Blair’den geldiğini ve ona bu emri veren kişinin de ABD Başkanı Clinton olduğunu belirttiler. Şirket yöneticileri de hükümetten aldıkları desteğin kesilmemesi için, tecrübeli bilim adamını bir kalemde silebilmişlerdi. Nitekim 90’lı yılların sonunda GDO firmalarının hisseleri Wall Street’te tavan yaptı.
GDO’ların 1970’lerde başlayan ve hâlâ devam eden serüvenini inceledikçe, yukarıda okuduğunuz uygulamaya çok daha sık rastlamak mümkün. Önceleri birkaç büyük Amerikan şirketinin el attığı bu sektörün daha sonra meşhur ailelerin sermaye savaşlarına sahne olmasında, aynı şekilde hükümetlerin de devreye girip bunlara destek çıkmasında, aslında insanlığa hizmet ettiği bizlere öğretilen bilimin nasıl da özel amaçlara köle edildiğini ibretle görebilmekteyiz.
Bu arada, yaşadığı onca olumsuzluğa rağmen Pusztai, elindeki tüm sonuçları bir İngiliz bilim dergisi olan “The Lancet”te Ekim 1999’da yayınlatmayı başardı. Derginin editörü, Kraliyet Cemiyeti’nin üst seviye bir isminden, “işinden olabileceği” yönünde bir tehdit telefonu almış da olsa, Pusztai’nin makalesine yer verdi. Makale yayınlandıktan sonra Pusztai, çok da yabancı olmadığı baskılara yeniden maruz bırakıldı. Bu sırada İngiltere’de rüzgâr Blair hükümetinden yana esmekteydi ve seçimlerden önce bu yapıya destek veren Lord Sainsbury, desteğinin karşılığı olarak “Bilim Bakanı” oldu. Kendisi bilimden ne kadar uzaksa, -iki büyük GDO firmasının hisselerine sahib olmakla- GDO’lu yiyeceklere bir o kadar yakındı. Bu bağlantının İngiltere’de GDO’lu yiyeceklerin yükselişini nasıl yönlendirdiğini tahmin etmek çok da zor olmasa gerek… Bu destek öylesine beslendi ki, 2000 yılında, çalışmaların sonuçlarına bakılmaksızın GDO’lu mısırlar için izin sertifikası verildi. Ve bu sürece, konu ile ilgili ilmî kuruluş çalışanlarının GDO’lu yiyecekler konusunda açıklama yapmasının yasaklanması da eklenince, muhtemel bütün engeller kaldırılmış oldu. Böylece Pusztai’nin canlı hayvanlar üzerinde yaptığı çalışma, İngiltere’deki ilk ve son araştırma olarak kaldı.
Evet, 1930’lu yıllarda fikrî olarak yeşeren, 1970’li yıllarda temeli oluşturulan ve 1990’lı yıllardan itibaren de sahnede alenî olarak gördüğümüz GDO’lu yiyeceklerin, hangi desteklerle ve hangi amaçlarla bugünlere geldiğini kısaca resmetmeye çalıştık. Bu konuda anlatılabilecek şübhesiz daha çok şey var. Lâkin altını önemle çizmek istediğimiz husus, özellikle tarafsız (objektif) telakki edilen bilimin, aslında hiç de öyle -tarafsız- olmadığı gerçeğidir.
Ve çoğu durumda kârhane olarak görülen bilim, elitist bir yapının elinde, birçok sahada Frankeştayn imalâthanesine dönmektedir.
TELEGRAM VE ZİHİN KONTROLÜ
Her yerde “demokrasi, insan hakları” diye naralar atıp, balonlar uçursalar da, Latince “inquisitio” (soruşturma) kelimesinden gelen Ortaçağ Engizisyonu’nun “Böğüren Boğa” metodundan beri, Batı dünyası ileri işkence tekniklerinde büyük mesafe (!) kat etmiştir. Klasik tanımla “işkence”; bir kimsenin düşüncelerini öğrenmek amacıyla uygulanan, maddî veya mânevî olarak yapılan sistemli bir eziyettir. Nasıl ki ulaştırmadan haberleşmeye kadar her sahada, yaşanılan çağa özgü güncellemeler oluyorsa, gelişen (!) işkence metodlarına paralel, işkence kavramını da “denetim ve kontrol altında tutma” özelliğini ekleyerek yeniden tanımlamamız gerekir.
Hatırlanacağı üzere, 2014 yılının Aralık ayında, ABD Merkezî Haberalma Teşkilatı (CIA) hakkında, 11 Eylül saldırıları sonrası terör şübhelilerine uyguladığı işkence ihtiva eden gözaltı ve sorgulama tekniklerine dair Senato İstihbarat Komitesi raporu açıklanmıştı. Medya ile paylaşılan ise yaklaşık 6 bin sayfalık raporun sadece 500 sayfasıydı. Ne vardı bunların içinde? Batı adamının genetik yapısına uygun olarak, son derece iğrenç, ağır, aşağılık, fizikî ve mânevî işkence uygulamaları ki bu yazıda bunları tekrarlama niyetinde değiliz. Bir bakıma günah çıkartma adına paylaşılan bu raporun içinde yer alan işkence uygulamaları, aslına bakılırsa, dünyanın en saygın kurumlarından biri olan (!) Harvard Üniversitesi’nden hukukçuların vakti zamanında “onay vermesiyle” başlamıştı. Onlar buna, “işkence” değil, “ileri sorgulama teknikleri” diyordu. Raporda kaba işkenceler bir tarafa, bir husus vardı ki, aslında üzerinde yeteri kadar durulmadı. Bu işkence metotları, CIA dışından (“dışında” olmak ne demekse) iki psikoloğun yönlendirmesi, geliştirmesiyle yapılmıştı. Medyaya servis edilen isimler ise gerçek değildi. Kaldı ki, ismi paylaşılan bu iki psikoloğun, birazcık da yığınların gazını almak ve sus payı anlamında adlarının verildiği, aslında arka planda APA – Amerikan Psikologlar Birliği’nin de zaten CIA ve Ulusal Güvenlik Dairesi (NSA) ile organize çalıştığı iddia edildi.
“Halkın aklı gözündedir” hakikatine binaen, bu vesileyle kamuoyu bir kez daha kaba işkence metodlarına dikkat kesildi. Ne var ki, teknolojisi görünmeyen, gösterilmek istenmeyen, elden geldiğince sır gibi saklanmaya çalışılan ve konunun giriftliğinden mütevellit, anlaması, anlatılması, kültürel ve tarihî arka planının kavranması ve isbatı da zor olduğu için, kof adamların kafa yorma zahmeti yerine, inkâr etme kolaylığına kaçtıkları bir husus daha var: TELEGRAM!
İnsanın hür iradesini kırmak, zabt altına almak için -niteliği askerî sır olan- bir cihaz marifetiyle “elektromanyetik sinyaller” göndererek, hedef alınan kişinin zihin ve bedenini uzaktan kontrol etmeye ve yönlendirmeye çalışan bir silah teknolojisi ve zihin yönlendirme metodunun adı TELEGRAM. İsim babası, kendisi de bu cihazın işkencesine maruz kalan Mütefekkir Mirzabeyoğlu.
2003 yılında yayımlanan aynı isimli eserinde şöyle der Mütefekkir:
– «Telegram-telemetri; uzaktan zihin kontrolü, zihni yönlendirme, haberleşme, telepati, işkence… Telegram, kelime anlamıyla, bildik dile çevrilmek üzere kendi “mors alfabesi” dedikleri işaretlerle uzaktan haber iletmeye yarayan “telegraf” demek; elektrikle çalışır bir model… Aynı neticenin çeşitli usullerle sağlanır olması bakımından, bizim anlatacağımız “telegram”, sadece âletle ilgili bir şey değil…
(…)
Şair Bodler’in, simyadan mülhem, sevgilisine “sen bana çamur verdin, ben ondan altun yaptım!” demesi gibi, bize zehir yedirdiler, biz onu panzehir ve bağışıklık aşısı yolunda kullandık. Bir bakıma Türkiye’de pratiği -teorisi de!- benimle meşhur olan bu iş, “ilim sınır tanımaz” tesellisiyle Lût kavmine parmak ısırtır melânete ve yardımcı unsurlarla insanı robotlaştırmaya davranmışken, diğer yönüyle “dünyada” da kıstırılmış fertler üzerindeki tecrübelerin sınırını aşamamıştır.»
İmdi bu şerhin ışığında, toplumda çokça karıştırılan bir husus var ki, kelimelerin elverdiği ölçüde konuyu netleştirmeye çalışalım. “Telegram” ile “zihin kontrolü-yönlendirmesi” genellikle birbirinin yerine kullanılıyor ve kafa karışıklığına sebeb olabiliyor. Öncelikle, zihin kontrolü-yönlendirmesi denilen husus, ferdî ve/veya içtimaî mânâda söz konusu olabiliyor. Telegram ise tamamen ferdî, topluluğa değil de seçilmiş fertlere yapılıyor ve bunun için askerî, siyasî, istihbarî amaçlarla kullanılan “özel bir cihaz” kullanılıyor. Bu genel ifade içinde, her gün binlercesine maruz kaldığımız reklam mesajlarını, basını, televizyonu, dizileri, müziği, sinemayı, modayı, hipnoz tekniklerini, halüsinasyona maruz bırakan ilaçları, LSD gibi kimyevi maddeleri, uyuşturucuları ve elbette eğitim sistemini ve bunun yanında daha birçok hususu “telegram” ismiyle değil de, “zihin kontrolü ve yönlendirmesi” başlığıyla anmak daha yerinde olacaktır.
Vakti zamanında Orta Asya’daki mankurtlaştırma da, bugün TV ve bilgisayar önünden kalkamayan çocuk da, dün Hasan Sabbah’ın maddî bir aracı (haşhaş) kullanarak fedailerini kontrol etmesi de, yahut 20. yüzyılda gizli servislerin yürüttüğü LSD deneyleri de aynı kategoride görülebilir. Keza, şamanların kullandığı davul sesinin dalgaları ile tedavi ettiği kişinin beyin dalgaları arasında bir uyum oluşturduğu ve bu sırada dua okuyarak onun beynine istediği emirleri yerleştirdiği bugün ilmî olarak isbatlanmıştır. Çağımızda ise bu olay, daha da gelişerek “neurolinguistik programlama” (NLP) adını almıştır. (Elbette bu kullananın amacına göre, iyiliğe de kötülüğe de hizmet edebilir.)
Bir parça daha detaylandırmak adına şunu da ifade edelim: Kasım 1963’te Kennedy suikast sonucu ölür. Halk şok içindedir. Bu sırada Vietnam savaşı da başlamıştır. Efsane diye anılan müzik grubu “Beatles”, Şubat 1964’te ABD’ye geldiğinde, Martin Luther King tarafından düzenlenen gösterilere binlerce Amerikalı katılmaktadır. Beatles, ABD’de birden parlar ve patlar. Festival adı verilen etkinliklerde, meydanlardan bedava uyuşturucu dağıtılmaktadır. Niyet bellidir. Savaş karşıtlarına hedonizm pompalamak ve potansiyellerini haşhaş dumanıyla buharlaştırmak. Derin Dünya İmparatorluğunun elit yapısı, “karşı kültürünü” kendi elleriyle oluşturur, şekillendirir, esas meselelerinden onları koparır. Radyo istasyonları en çok sevilen kırk şarkıyı sürekli yeniden çalan makineler hâline de işte bu zamanda gelir. Neticede amaç bellidir, kitleleri yönlendirmek ve kontrol etmek. Zaten 1954 tarihli Bilderberg Toplantısı’nda şöyle bir karar alınmıştır: “Tecrübeyle isbat edilmiştir ki, bir sessiz silahı korumanın ve halk kontrolünü ele geçirmenin en basit yolu, onları bir taraftan şaşkın, organizasyonları bozulmuş, ilgilerini gerçekten önemi olmayan başka sorunlara çekilmiş bir durumda tutarken, diğer taraftan disiplinsiz ve temel sistem prensiblerinden habersiz tutmaktır.”
1963 yılında CIA Başkan Vekili olan Richard Helms ise şöyle diyordu: “10 yılı aşkın bir süredir illegal servisler insan davranışlarını kontrol etme çalışmalarını sürdürmektedir. Bu deneylerin sürdürülmesi yönündeki çalışmalar gerçekçi ve bu ölçüde kontrol edilebilir olmalıdır.”
2015 yılı itibarıyla, onlarca Hollywood filmine de ilham kaynağı olan, gerek kültür emperyalizminin bir uzantısı olan “zihin kontrolü ve kitlelerin yönlendirilmesi” hususunda, gerekse de şeytanî bir işkence aracı olan (kaba işkence iz bırakır, bu ise isbat edilemez) “elektromanyetik zihin kontrolü” konusunda (ki dünya üzerindeki mağdurların beyanı bir yana, Boğaziçi Üniversitesi Elektrik-Elektronik Mühendisliği bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Selim Şeker’den Prof. Dr. Nevzat Tarhan’a kadar birçok akademisyen ve bilim insanının da teyidi vardır), Türkçe’de de yaklaşık otuz eser artık mevcuttur.
1978 yılında, Operation Mind Control (Zihin Kontrol Harekâtı) adıyla yayınladığı kitabında araştırmacı-yazar Walter Boward şöyle diyor:
– “CIA tarafından uyuşturucu ilaçlarla yapılan deneyler, ABD hükümetinin uyguladığı çok gizli zihin kontrol projesinin yalnızca bir kısmıdır. Bu deneyler binlerce kişi üzerinde 35 yıl devam etmiştir. Bu araştırmalar; hipnoz tekniği, narkotik-hipnoz, elektronik olarak beynin uyarılması, ultrasonik mikrodalgalar, alçak ses frekanslarıyla davranışların etkilenmesi ve davranış değişiklikleri terapisidir. CIA, psikolojik silah stoklarını, psişik silahların değişik tiplerini geliştirmeyi başararak artırmıştır. Şimdi bu kabiliyetleriyle yeni bir tip savaşa girmesi mümkündür. Bu savaşın görünmez muharebe sahası insan zihinleridir. (…) Parapsikolojik silahları devletler vatandaşlarını kendi ideolojik ve politik sistemleri içinde tutmak için veya diğer ülke insanlarının zihinlerini etkileyerek değiştirmek ve kendi gayelerine uygun yönlendirmek maksadıyla kullanacaklardır.”
Bu bölümün sonunu, -genel bir kaide ile- İmam Şafiî Hazretleri ile mühürleyelim:
“Ehl-i dünyanın yakınlığı, sağlam insanı bile hasta eder.”
BENİ YAVAŞÇA ÖLDÜREN İŞKENCE
8 Ocak 2013 tarihli Euronews’in Türkçe yayınında “Himalayalar’daki Mutluluk Krallığı” başlıklı son derece “şaşırtıcı” bir habere yer veriliyor, özetle şöyle deniliyordu:
– “Güney Asya’nın küçük ülkesi Bhutan Krallığı’nda gelişmişlik Gayri Safi Millî Hâsıla yerine Gayri Safi Millî Mutluluk endeksi ile ölçülüyor. Tüm dünyada, kişi başına düşen millî gelir tartışılırken, bu sıradışı Himalaya krallığında halkın ne kadar mutlu olduğu önem taşıyor. Gayri Safi Millî Mutluluk, sürdürülebilir kalkınmanın sağlanmasına, iyi bir yönetime, çevrenin ve kültürel değerlerin korunmasına dayanıyor.”
Devam eden görüntülerde, 11-12 yaşındaki bir kız öğrenciyle, sınıfında mini bir röportaj yapılıyor ve muhabir İngilizce olarak “mutlu bir kız mısın?” diye soruyor. Kız öğrenci, “her zaman” diye cevap veriyor. Muhabir, “her zaman mutlu olman mümkün mü?” diye sorunca, bizi sarsan bir cevap geliyor (ki detaylarını birazdan izah etmeye çalışacağız): “Zihnimizi kontrol edebilirsek bu mümkün…”
Bu haberi bizim için “şaşırtıcı” kılan husus şu: Dünya kamuoyuna, Himalayalar’daki Mutluluk Krallığı şeklinde lanse edilen Bhutan, aslında, kelimenin tam anlamıyla adaletsizlik, zorbalık, zulüm, asimilasyon ve işkence krallığıdır. Tahmini 700 bin olan nüfusunun 100 binden fazlası mülteci olarak ülke dışında ağır şartlarda, Bhutan’dakiler ise büyük bir baskı ortamında yaşamaktadır. Ve bu baskı, yâni kontrol altında tutulma durumu, tam da kız öğrencinin -muhtemelen farkında olmadan- ifade ettiği gibi, zihin kontrol tekniklerine de dayanmaktadır.
Televizyonun ancak 1999 yılında girdiği Bhutan Krallığı, ilginçtir ki rejim muhaliflerine, “cihazlı-elektromanyetik zihin kontrolü” yapabilme teknolojisine sahibtir. Elbette kasdımız bunu ürettikleri değil de, bir yerlerden temin ettikleri yahut bir yerlerden verildiğidir.
Dünya nüfusunun yarısından fazlasının haritada yerini bile gösteremeyeceği Bhutan Krallığı’nın yapmış olduğu zulmü ve elektromanyetik zihin kontrolünü, dünya kamuoyuna duyuran kişi ise kendisi de yıllarca bu işkenceyi bizzat yaşamış Bhutanlı bir devlet adamı: “Tek Nath Rizal”. Yazımızın başlığı (Beni Yavaşça Öldüren İşkence) ise Rizal’in 2010 yılında “TORTURE Killing Me Softly” ismiyle yayımladığı, 2011 yılında ise Yusuf Pazar’ın böylesine önemli bir eseri tercüme edip, Türkçe literatüre kazandırmasıyla, Tahkim Yayınları’ndan çıkan kitabının ismi.
Peki kimdir Tek Nath Rizal, niçin böylesine bir işkencenin hedefi olmuştur?.. Rizal, 27 Mart 1947’de Hindistan ve Çin arasında bulunan küçük Himalaya ülkesi Bhutan’ın güneyindeki Lamidara’da doğdu. Henüz 16 yaşındayken Bhutan’ın resmî ölçme ve değerlendirmeler birimine kabul edildi. 1964 yılında Bhutan Mühendislik Hizmetleri’ne girdi. Chirang vilayeti Lamidara bölgesinden milletvekili seçilerek 1974’ten 1984’e kadar 10 yıl Bhutan Millî Meclisi’nde görev yaptı. Aynı dönemde, Bhutan Millî İş Kurumu’nun da yöneticileri arasındaydı. Milletvekilliğinden sonra Kraliyet Danışmanlığı’na tayin edildi ve 1984-1988 arası dönemde, hem Kraliyet Danışmanı, hem Bakanlar Kurulu üyesi, hem Kraliyet Kamu Hizmetleri Komisyonu üyesi, hem de Bhutan Devlet Denetleme Bürosu Koordinatörü olarak ülkesine hizmet etti. Ne var ki, Devlet Denetleme Bürosu’nu yönetirken, yüksek mevkilerdeki devlet memurları arasında yaygınlaşan yolsuzlukları açığa çıkardığı için Kral’ın hışmına hedef oldu, tüm görevlerinden alındı ve ülkesini terk etmeye zorlandı. Sığındığı Nepal’de tutuklanıp Bhutan’a sınırdışı edildi ve “vatana ihanet ettiği” gerekçesiyle müebbet hapis cezasına çarptırıldı. 1989’dan 1999’a kadar Bhutan hapishanelerinde korkunç işkencelerle geçen on yıllık bir hapis hayatından sonra, insan hakları kuruluşlarının baskısı sonucunda, eski “devlet adamı” yeni “fikir suçlusu” Tek Nath Rizal, Bhutan rejimi tarafından serbest bırakıldı. Hapisten çıkar çıkmaz Nepal’e iltica ederek, hem mücadelesini hem de yaşadığı tüyler ürpertici işkenceleri kitablaştırdı.
Toplam üç eser kaleme alan Rizal, “Beni Yavaşça Öldüren İşkence” isimli kitabında, rejimin bir korku iklimi yaratıp, baskı ile insanları hizaya çekmeye çalışmasından, Bhutan’daki özgürlük ve insan hakları mücadelesine kadar birçok hususa yer veriyor. Asıl çarpıcı konu ise, bu zulüm ortamında, Rizal’in yaşadığı –adi işkence uygulamaları bir tarafa- TELEGRAM ve zihin kontrolü işkencesi. Rizal, elektromanyetik radyasyonun, vücudunun biyolojik sistemini ve beynini nasıl etkilediğini etraflı bir şekilde açıklıyor. Neticede, Rizal’in bu kitabı, zorba devletlerin böylesine aşırı bir zihnî işkenceyi, siyasî tutuklu ve mahkûmlar üzerinde nasıl kullanılabildiğine dair önemli bir delil olma özelliği taşıyor.
Kitabın önsözünde şöyle diyor Rizal:
– «Hayatımın 10 yılını Bhutan hapishanelerinin en haysiyet kırıcı ve insanlık dışı şartlarında geçirmiş birisi olarak, bu tecrübelerimi diğer insanlarla paylaşmak istedim. Bu kitabın öncelikli hedefi, kültürel saflığı inşa etmek adı altında etnik temizliğin bir devlet politikası olarak yürütüldüğü güya son “saklı yeryüzü cenneti”nin diğer yüzünü ifşa etmektir.
İşkence; kamçı, zincir, kelepçe, elektrik gibi fizikî uygulamalarla sınırlı olmadığı gibi, artık ışık hassasiyeti, çok yüksek desibelde ses, zihnî faaliyeti hedefleyen elektromanyetik dalga gibi teknikleri de ihtiva etmektedir. Amaç çok açıktır; aklı durgunlaştırmak, anormal davranış değişikliklerini uyarmak ve şahsiyeti parçalamak.
Bende istenen sonucu elde etmek için, hissî tecrid ve beyne değişik enerji çeşitlerini ışınlamanın bir terkibi uygulandı. Bütün hissiyatımı yok etmek için sistematik çalışmalar yapıldı, ancak içimde bir alt şuur sağlam kaldı. Bu ise kendimi yaşadıklarımı ve böylece hatırladıklarımı dünya ile paylaşmaya adadığım işkence sonrası yeniden yapılanma dönemimde, tutunduğum asıl faktör oldu.»
Ezcümle, hapishanede gördüğü fizikî işkenceyi (ve tahliyesinden sonra da devam eden elektromanyetik zihin kontrolünü) tüm çıplaklığıyla kitabında resmetmeye çalışan Rizal, Bhutan’ın zalim yöneticilerinin maskelerini indirmeyi başarırken, onların “Büyük Mutluluk” felsefesini sadece yerle bir etmekle kalmıyor, tarihin gördüğü en korkunç silahlardan birinin de bizzat kurbanı olarak, kamuoyunu farklı bir açıdan da bilinçlendiriyor.
Yeri gelmişken şu kaydı düşelim hemen. Vücuda yapılan fizikî bir işkenceyi açıp göstermek mümkünken, elektromanyetik sinyaller havada yakalanıp gösterilemeyeceği için, yâni meselenin delillendirme kısmı havada kalınca, iddia sahibini “şizofren” benzeri yaftalarla “deli”lendirme gayreti, bazen bilmemezlikten-saflıktan, bazen ise bilip de bilmezden gelme tavrından dolayı kaçınılmazdır. Hâsılı, cihazın verdiği maddî ve metafizik sıkıntılar yanında, bir de derdini anlatamama veya anlatsan da anlaşılamama ve yaftalanma sıkıntısı da başlı başına ayrı bir mânevî buhran sebebidir. (Hattâ bundan dolayı bazı kurbanlar yaşadıklarını kimseye anlatmamayı seçebiliyor.) Tüm bunları; dışlanma, karalanma, tecrit edilme gibi farklı veçhelerden Rizal’in yaşadıklarında da müşahede ediyoruz.
Dünyaca meşhur Savaş ve Güvenlik Uzmanı, Nepal Anayasa Meclisi Üyesi Prof. Dr. Indrajit Rai’nin, Rizal’in gördüğü zihin kontrol işkencesiyle ilgili şunları söylüyor:
– «Bir “savaş çalışmaları profesörü” olarak, savaş esirlerine zihin kontrolü tekniğinin uygulandığına askerî araştırmalarım süresince şahid olmuştum. Bu, insanın bütün vücudunun ve zihninin kontrolünü eline alabilen elektromanyetik bir zihin kontrolü tekniğidir. Burada, insan beyninde sesler üretilmesine yol açan ayarlanmış elektromanyetik dalgalar kullanılır. Bu, şuuraltı hipnotik emir formundadır ve insan hiç haberi olmadan yıllarca hipnotik olarak yönlendirilebilir. Düşünceler, onun hiç haberi olmadan kurbanın zihnine yerleştirilir.
Elektromanyetik dalgalar yoluyla işitmede ise, hedeflenmiş kişi dışında hiç kimse bu sesleri işitemez. Ses, hedef kişinin kulaklarında monoton olarak yansıma yapar. Tek bir hücrede, yüksek perdeli ses arttırılır. Yavaşça şuuraltını karıştırır ve sinirleri derinden etkiler.»
Son olarak altını çizmemiz gereken bir önemli husus da şu: Tek Nath Rizal, hâlâ tam mânâsıyla hürriyetine kavuşmuş değil. Şiddetli burun kanamaları, vücuduna derin acılar verilmesi, geceleri uykudayken dilini şiddetli bir şekilde ısırıp kan içinde uyanması, ibadet ederken taciz edilmesi, dayanılmaz baş ağrıları, geçici hafıza kaybı, konuşma üzerinde kontrol kaybı, kırılan kemik acısı, tüm vücutta yanma ve kaşınma hissi, şahsî duyguları ifade kabiliyetsizliği, susama hissinin kaybı ve yemeklerden tiksinti, yiyeceklerin idrar ve pislik kokması, kalb atışlarının aniden hızlanması, gözlerin önünde parlayan ışıklar ve gözlerin devamlı kızarması, yazma-okuma gibi kabiliyetlerde ciddi körelme, uykusuz bırakılma, bedene sıcak iğneler batırılıyormuş hissi, hastalık yokken aniden çıkan suni ateş gibi onlarca etkiye, fiziken cezaevinde olmasa da, hattâ yüzlerce kilometre uzakta da olsa (Avrupa ve ABD’ye yaptığı seyahatler de dâhil) dönem dönem maruz kalmaya maalesef devam ediyor.
Son söz, asrımızı “bilgi çağı” olarak adlandırıp, bilmez (!) olanlara… Dostoyevski’den gelsin:
– “Ah siz, şu beş para etmez, reddetme ustası kâhin filozoflar, niçin yolun yarısında duruyor, daha öteye gitmiyorsunuz?!..”