Rejimin tartışmaya açılması bizim uzun süredir ısrar ettiğimiz meselelerin başında gelmekteydi ve bu tartışma, Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesine olanak tanıyan kararla beraber başladı. Ülkenin gündemine göre kimi zaman harlanan bu tartışma, zaman zaman medyanın peşinden savrulduğu günlük itiş kakıştan kalkan tozun ardında kalsa da, bizce son derece ehemmiyetli bir konudur. Dönemin Başbakanı Receb Tayyib Erdoğan’ın “Başkanlık sistemi artık tartışılmalıdır” açıklamasıyla gündeme gelen bu meselenin altı ve üstü bugüne kadar herhangi bir kesim tarafından doldurulamamış olsa da, en azından 90 senelik rejimin tartışmaya açılmış olması bakımından son derece ümit verici bir gelişmedir. Bir diğer taraftan da Irak ve Suriye’de meydana gelen hadiseler, bir birlik olunması, Müslümanların birlik olmaya olan ihtiyaçlarının artık zaruret hâlini aldığını bizlere ihtar ediyor.
Misilsiz devlet modelimiz hakkında konuşmamıza vesile olan bu gibi tartışmalardan azamî derecede istifade etmek gerekir. Biz de bu tartışmalar dolayısıyla mensubu olduğumuz Büyük Doğu-İBDA dünya görüşünün “Başyücelik Devleti” modelinden etraflıca bahsedeceğiz. Bunu yaparken hem mevcut rejimi, hem de teklif edilen başkanlık sistemini değerlendirerek, gerçekten bize lâzım olanın ne olduğunu da açıkça ortaya koymaya çalışacağız. Öncelikle bir zemin olması bakımından devlet çeşitleri ve bu çeşitler içerisinde mevcut Türkiye Cumhuriyeti’ni ele alarak başlayalım…
I-Devlet
Devlet mefhumunun ne olduğu yahut ne ve nasıl olması gerektiği hakkında bugüne kadar birçok fikir öne sürülmüştür. Çeşitli veçhelerden bakarak devlet mefhumuna yönelik yapılan tariflerden bazılarına kısaca yer vererek başlayalım.
Devlet felsefesi alanında fikir beyan eden filozoflardan “Platon’a göre devlet “birlikte yaşama zorunluluğundan doğan” , Aristoteles’e göre “doğal bir oluşum”, Ancillon’a göre “dil gibi içtimâiyattan doğan”, Hobbes’a göre “herkesin herkese karşı savaşını sona erdirmek için ortaya çıkan”, Rousseau, Spinoza ve Locke’a göre ise “toplum sözleşmesinin sonucu”, Fichte için “saf insan amacının yüce aracı”, Schelling’e göre “mutlak olan”, Hegel’e göre “ilâhî fikrin yer yüzünde billurlaşmış hâli, Cicero için “hukukun neticesi”dir. Günümüzde de birçok siyaset bilimci ve filozofun farklı tanımları vardır.” [1]
Devlet; bir mefkûreye bağlı olmak kaydıyla, sınırları içinde yaşayan insanların birbirleriyle olan münasebetlerini ve iradî faaliyetlerini ahenkli hâle getirmek ve dışa dönük olarak da bağlı bulunduğu mefkûrenin menfaatine göre siyaset belirleyen ve icrâ eden müessesedir.
II-Devlet Şekilleri ve Nitelikleri
İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun “Başyücelik Devleti” eserinin tahlilini konu alan ve alacak olan sayılarımızda geçecek olan kavramların doğru bir şekilde kullanılması ve anlaşılması adına bu bölüme özellikle yer veriyoruz. Kavramların doğru şekilde anlamak adına aynı eserden geniş bir şekilde istifade edeceğimizi de belirtelim.
a. Ahalinin Özelliğine Nisbetle
Devletler ahalinin özelliğine göre mütecanis ve gayr-ı mütecanis olarak ikiye ayrılırlar. Yâni ahaliye nisbetle kültür, dil, ırk, ve coğrafya bakımından bir olan devletler ile bir olmayan devletler…
b. Kuruluşlarına Göre
Devletler “basit devletler” ve “birlik hâlindeki devletler-birleşik devletler” şeklinde ikiye ayrılır.
– “Birlik hâlinde vücut bulmuş devletler, “şahsî birlik” ve “gerçek birlik” olarak ikiye ayrılır… Aynı şekilde “toplanmış devletler” de, “konfederasyon” ve “federal devletler” olarak ikiye ayrılır.” [2]
Basit devletler: Siyasî otoritenin tek merkezde toplandığı, merkezî otoritenin tek bir anayasa ile sağlandığı devletlerdir. Yasama organının yaptığı kanunlar bütün ülkede uygulanır.
Basit-üniter devletlerde mahallî işlerin yürütülmesi tâli bırakılmıştır.
Basit-üniter devletler mütecanis ve gayr-ı mütecanis olabilirler.
Basit-üniter devletler mahallî idarelere tanıdıkları yetkinin az ve çok olmasıyla birbirlerinden ayrılırlar.
Şahsî birlik: İki ayrı devlet olduğu hâlde sadece devlet başkanının şahsında birleşmelerdir. Bu birlik modeline göre devletler birbirilerinden farklı olan hâkimiyet, iktidar, hukuk ve rejimlerini muhafaza ederler. Bu şekildeki birlikler geçicidir…
Gerçek Birlik: Devlet başkanının şahsında birleşmenin haricinde birbirleriyle hukukî esaslara dayanan birlik vücuda getirirler. Bu birlik devletleri, iç örgüt, kanunlar ve idare hususunda serbest olmakla birlikte, dış işlerde ve memleketi savunma hususlarında aynı esasa bağlı birliklerdir.
Konfederasyon: Bağımsız devletler tarafından hâkimiyetlerini koruma şartı ile oluşturulan ve üye devletlere diledikleri zaman ayrılma hakkı tanıyan karma devlet biçimidir. Hukukî olmaktan çok siyasî birlik olan bu durum daha çok ittifaka benzer. Günümüzde misâli yoktur, eski İsviçre, Almanya ve ABD konfederasyona örnek olarak gösterilebilir.
Federasyon: Ortak bir anayasa altında birleşen devletlerin oluşturduğu devlet şeklidir. Bu tip devletlerde ayrıca her federasyonun kendi anayasası, yürütme ve yargı organları vardır. Konfederasyon farklı devletlerin anlaşmasından doğan bir birlik iken, federasyon tam bir devlettir. Birlik anayasa güvencesindedir, hükümet ve uyruk birdir. Günümüzden dünyasından federasyon şekline misâl olarak Almanya, ABD, Kanada, Avusturya, İsviçre, Avustralya, Rusya verilebilir…
c. İktidarın Kaynağı Bakımından
Devletler “monarşik devletler” ve “cumhuriyet idareleri” diye temel bir ayrıma tâbi tutulabilir.
Monarşi
“Monarşik devlet” şeklinde iktidarın kaynağı ve sahibi tek bir kişidir. Monarşinin tarihte “Teokratik Monarşi”, “Patrimonyal Monarşi”, “Seçimli Monarşi”, “Mutlak Monarşi”, “Meşruti Monarşi” gibi tiplerinin uygulandığını görürüz. Kısa kısa bahsetmek gerekirse:
Teokratik Monarşi: İçinde hem teokrasiyi hem monarşiyi barındıran yönetim biçimidir. Bu tip bir monarşi idaresinde hükümdar bir ilâh veya Allah’ın bir temsilcisi olarak kabul edilir. Osmanlı sultanlarının Allah’ın yeryüzündeki gölgesi sayılmaları ve Allah Resûlü’nün halifesi olmaları da aynı anlayışın bir örneğidir.
Patrimonyal Monarşi: Bu tip bir monarşi idaresinde hükümdar, devletin sahibi ve malikidir. Ülke üzerinde hükümdarın bir mülkiyet hakkı ve ülkeye bağlı olmaları itibariyle de uyruklar üzerinde mutlak bir hükümdarlık hakkı mevcuttur.
Şark monarşilerinde, Roma İmparatorluğu’nun son zamanlarında ve bazı farklarla orta çağda görülmüştür.
Seçimli Monarşi: Bu tarz rejimi olan devletlerde, adından da anlaşılacağı üzere hükümdar halk tarafından seçilir; fakat cumhuriyetten farklı olarak hükümdarın hükümranlık hakkı kendisine has bir hak sayılır ve belli bir süre için değil, kayd-ı hayat şartı ile mevkie gelir ve seçimli monarşiler genellikle sonradan irsî monarşiye dönüşür.
Mutlak Monarşi: Bu şekilde hükümdarın hükümranlık hakları kanunlarla bir sınırlamaya tâbi tutulmamıştır. Hükümdarları bağlayacak bir Anayasa yoktur. Bazı ahvâlde, hükümdara uygulanabilecek müeyyide sadece dinî ve vicdanîdir.
Meşrutî Monarşi: Bu devlet şeklinde, hükümdarın hakları kanunlarla sınırlamaya tâbi tutulmuştur. Devletin, millet ve onu temsil eden meclis gibi birinci derecede hükümdarın üstünde organları vardır.
Cumhuriyet
Hâkimiyetlerin sınıflandırılması bakımından devletlerin sınıflandırılmasında ikinci grubu, “Cumhuriyet idareleri” teşkil eder. Burada hâkimiyetin sahibi birden çok kişilerdir. Bu rejimi kabul etmiş bulunan devletlerde, gerçek kişi yerine, kurallar ve tüzel kişiler birinci derecededir. Bu birinci derecedeki organın mahiyetine göre Cumhuriyetler de, “aristokratik” ve “demokratik” olmak üzere ikiye ayrılmaktadır.
Aristokratik Devlet: Belli bir sınıf, doğuş, yaş, bilgi, servet, sınaî veya ticarî meslek gibi bazı sebeplerle hâkimiyeti elinde bulundurur.
Bu imtiyazlı sınıf, devletin birinci derecede organıdır ve kanun yapma fonksiyonunu bu sınıf ifâ eder. Yürütme yetkisi, bir kişiye veya bir kurula bırakılmıştır; yalnız buradaki yürütme organının, hükümdar olmadığı açıktır. Hâkimiyetin-iktidarın kullanış tarzı ne olursa olsun, aristokratik idarelerde hâkimiyet hakkı tek kişiye âit olmayıp, birçok kişiden oluşan ve hukuken ayrıcalıkları olan bir sınıfa âittir.
Demokratik Rejim: Aristokratik idarenin aksine olarak, “demokratik rejim”i kabul etmiş devletlerde, aristokraside olduğu gibi iktidar-hâkimiyeti elinde tutan imtiyazlı bir zümre ve sınıf mevcut değildir. Onun yerini “ahali-millet” almıştır. Bu nev’i devlet şeklinde ahali kanun yapma (yasama-teşri) ve yürütme (icrâ) fonksiyonunu ya bizzat ifâ eder veya bu fonksiyonların ifâsı bir kurula bırakılmıştır; birinci durumda “doğrudan demokrasi”, ikinci durumda ise “temsili demokrasi” sözkonusudur. Şüphesiz ki çağımızda “doğrudan demokrasi”, nüfus unsuru yüzünden pratikte mümkün değildir ve yoktur… Bu iki şekil arasında her ikisinin sakınca ve zorunluluklarını bağdaştırmaya çalışan ortaklama bir sistem olarak da “yarı doğrudan demokrasi” şeklini görüyoruz. Bu sistemde de halk, diğerlerinde olduğu gibi vekillerini seçer; fakat teşekkül eden parlâmentonun, kanun yapma ve bazı belli hususlarda karar alabilme gibi önemli yetkileri kullanabilmesinde son sözü söyleme yetkisini halk kendisinde saklı tutmaktadır. Halk bu yetkisini “referandumlar”, “veto” ve “kanun teklif etme” yolları ile kullanır. Yarı doğrudan demokrasiyi uygulayan devletlere örnek olmak üzere, İsviçre ve Amerika Birleşik Devletleri’ni göstermemiz mümkündür.
*
– “Birinci Dünya Savaşı sırasında, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Wilson’un yayınladığı beyânnâmenin, “Milletlerin encâmını tâyin etmeye hakkı vardır” şeklindeki maddesi, demokrasiyi bir iç rejim olmaktan daha ileri götürerek, onu Milletlerarası ilişkilerin temeli olarak bütün dünyaya ilân etmiştir.” [3]
III. Türkiye Cumhuriyeti Devleti
Ahalinin Özelliğine Nisbetle
İslâm ordularının Anadolu’yu fetihleri ve farklı kavimlerden insanların Müslüman olarak bu topraklara yerleşmelerinden sonra birçok millet tek bir potada erimiştir. Ne var ki Cumhuriyetin kurulmasıyla beraber insanımızın biricik ortak paydası olan İslâm’ı reddederek ulusçu bir anlayışa yönelen Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Anadolu’daki ahengi de böylelikle bozmuş ve bugün devletin muhatab olduğu ve çözüm üretemediği bir çok sıkıntının da tohumlarını ekmiştir.
Hâsılı kelâm Anadolu, bugünkü rejim anlayışı dolayısıyla esasında gayr-ı mütecânis olsa da, yeni bir anlayış ve yeni bir bakışla merkeze alınan payda değiştirilerek bir ânda mütecanis devlet hâline gelebilir.
Kuruluşuna Göre
“Türkiye üniter bir devlettir.” Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 3’üncü maddesine göre, “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür.” Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün olması onun “üniter devlet” olması demektir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin yetkisi tüm Türkiye topraklarını kapsar ve her Türk vatandaşı bu topraklar üzerinde eşit muamele görür. Sözkonusu üniter devlet yapısı, Türkiye’nin bölünmez bütünlüğünün ve iç huzurunun en büyük teminatıdır.
Türkiye’de üniter devlet yapısı; merkezî idarenin merkez, taşra ve yurtdışı teşkilatları ile yerel yönetim teşkilatlarından oluşmaktadır.
Hükümranlığına Göre
“Türkiye bağımsız bir devlettir.” Türkiye bağımsız bir devlettir de, en son Suriye ve Irak’ta faaliyet gösteren IŞİD’e karşı kurulan koalisyonun içine Türkiye’nin zorla dâhil edilmek istendiğini, bunun için birçok enstrümanın Türkiye’ye karşı baskı unsuru olarak kullanıldığını ve her ne kadar direnilse de Türkiye Cumhuriyeti’nin dışa bağımlılık üzerine kurulu olan rejim anlayışı neticesinde, birçok noktada tavizler verilmek zorunda kalındığını görüyoruz. On bir senedir gerçekleşen ıslâhâtlara rağmen hâlâ mahkûm vaziyetteysek, biraz da oturup bunun nedeninin düşünülmesi gerekiyordur herhâlde. Kitapların üzerine maddeler hâlinde yazmakla yahut lâfla bağımsızlık olunmuyor. Bağımsızlığın bir hâl biçimidir ve doksan bir yıldır zaman zaman denense de, tam mânâsıyla bağımsız bir politika izlenemediği net bir şekilde görülmektedir.
İktidarın Kaynağı Bakımından:
“Türkiye Devleti bir cumhuriyettir.” Anayasanın değiştirilemez(!) ve değiştirilmesi teklif edilemez(!) hükümlerinden olan ikinci maddesinde bu cumhuriyetin nitelikleri şu şekilde tarif edilmiştir:
– “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.”
Açık bir dille ifâde etmek gerekirse, Türkiye Büyük Millet Meclisinin de duvarında yazdığı üzere hâkimiyet milletindir.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın yedinci maddesine göre “yasama yetkisi” Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisi’nindir ve Bu yetki devredilemez. Sekizinci maddesine göre ise “yürütme” yetkisi ve görevi”, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından, Anayasaya ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir.
Devlet Reisi
Türkiye Cumhurbaşkanı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin başıdır. Bu mahiyetle Türkiye Cumhuriyeti ve Türk halkının birliğini temsil eder. Türk Anayasasının yerine getirilmesi ve devlet organlarının organize ve uyumlu iş yapabilmesini garanti eder. Görev ve yetkileri anayasanın 101. maddesinden 107. maddesine kadar belirtilmiştir.
Ne var ki bugün tartışmaların merkezine de bu tarif yerleşmiş durumdadır. Receb Tayyib Erdoğan, her ne kadar “Başkanlık Sistemi”ni tartışmaya açmak istediyse de bu işte muvaffak olamadı. Ne iktidara yakın kesimden ne de karşı taraftan kimse bu mesele hakkında enine boyuna bir çalışma yapıp ortaya koymadı. Tartışma havada kaldı. Erdoğan’da halkın oyuyla Cumhurbaşkanı seçilince herhangi bir tartışmaya mahâl vermeyerek “Başkan” tarzında bir yönetim şeklini yürürlüğe koydu. Hâli hazırdaki anayasa Cumhurbaşkanına bu gibi yetkileri veriyorsa da, bugünkü uygulama şekli uzun vadede büyük tartışmalara gebe görünüyor.
Yasama, Yürütme ve Yargı
“Yasama yetkisi” Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisi’nindir. Bu yetki devredilemez.
“Yürütme yetkisi ve görevi”, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından, Anayasaya ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir.
“Yargı yetkisi”, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır.
IV. Başkanlık Sistemi
Türkiye’de seçilmiş iktidarın, kendisine karşı yapılan gayr-ı hukukî operasyonlar karşısında rejimin mahiyeti dolayısıyla çok defa eli kolu bağlı kaldığını gördük. 28 Şubat döneminde Necmettin Erbakan bu süreci yaşadı ve istifa etmek zorunda kaldı. Rejim, millet ile devlet arasında bir ahenk sağlanamaması üzerine inşa edildiği için meşruiyet çeşitli kesimlerin menfaatleri ile aldıkları direktiflere göre şekillendi.
Receb Tayyib Erdoğan’ın Başbakanlığı döneminde de yerleşik rejim unsurları ve kuyrukçular tarafından iktidara karşı birçok operasyon yapıldı yahut yapılmak istendi. Bunlardan bazılarına karşı iktidar geri adım attı, kimiyle mücadele etti ve bu zamanlara gelinirken nihayetinde rejimin yapısı Receb Tayyib Erdoğan tarafından tartışmaya açılmak istendi.
Rejimin yerleşik unsurları ile mücadelenin daha hızlı ve kararlı bir şekilde gerçekleştirilebilmesi adına Erdoğan, Başkanlık Sistemine geçilmesi gerektiğini vurguluyor ve bu konunun tartışmaya açılmasını istiyor. Ne yazık ki burada karşımıza şöyle bir durum çıkıyor, bu tartışmanın ne Erdoğan’a yakın ne de karşısında olan tarafları mevcut köhnemiş rejimi tartışacak liyakate haiz olmadıkları için iş “istemezük” veya “evet isteriz” seviyesinde kısır bir tartışma hâline gelerek rafa kalkıyor.
Türkiye Cumhuriyeti’nin şimdiki mahiyetini belirttiğimize göre, direkt olarak “Başkanlık Sistemi”nin ne olduğundan ve Türkiye’de nelerin değişmesine vesile olacağından bahsedelim.
Başkanlık Sistemi Nedir?
Başkanlık sistemi, yürütme erkinin yasama organından bağımsız bir şekilde yönetimde bulunduğu hükûmet sistemidir. Başkanlık sisteminde yasamanın yürütmeyi feshetme yetkisi yoktur.
Yasama, yürütme ve yargı organları arasında kesin bir ayrıma ve dengeye dayanan, yasama ve yargı organlarının demokratik denetimi içinde, yürütmenin iktidar olanaklarını genişleten bir hükûmet sistemidir. Başkanlık sistemi, Başkanlık hükûmeti sistemi olarak da adlandırılmaktadır.
Başkanlık sisteminin en tanımlayıcı özelliği yürütmenin nasıl ve ne şekilde seçildiğidir. Başkanlık sistemini parlamenter sistemden ayıran temel özellik, yürütme organının biçimi ve rolü ile ilişkilidir ve parlamenter sistemden farklı olarak başkanlık sisteminde yürütme organı ile yasama organı iç içe geçmemiş durumdadır.
Başkanlık Sisteminin Nitelikleri
Devlet başkanı yasa önermez fakat yasama organının (parlamento) yaptığı yasaları veto etme hakkına sahiptir. Buna rağmen yasama organından nitelikli bir çoğunluk bu vetoyu iptal edebilir. Bu yöntem İngiliz Monarşi sisteminde herhangi bir yasanın kraliyet onayı olmadan yürürlüğe konamayacağı konseptinden türetilmiştir.
Sabit bir başkanlık süresi vardır. Seçimler planlanmış tarihlerde yapılır. Güvensizlik oyu ile hükûmet düşürülüp erken seçimler düzenlenemez. Bazı ülkelerde devlet başkanının kanunları ihlâl ettiği durumlarda “Impeachment” denilen meclis soruşturmasıyla erken seçimlere gidilmesi şeklinde istisnalar vardır.
Yürütme yetkisi tek kişi, bir şahsiyet elinde toplanmıştır. Kabine üyeleri devlet başkanıyla birlikte çalışır ve yürütme ile yasama organlarının ilkelerini tatbik etmek zorundadırlar. Başkanlık sisteminde devlet başkanının bakanlar kurulu için önerdiği adaylar ve hâkimler yasama organı tarafından onaylanmalıdır. Devlet başkanı; kabine üyeleri, ordu veya yürütme erkinin herhangi bir çalışanını doğrudan yönetme hakkına sahiptir. Fakat hâkimleri feshetme veya emir verme gibi bir yetkisi yoktur.
Yasama ve yürütmenin ayrıldığı yönetimlerde suçtan hüküm giymiş mahkûm ve suçluları affetme veya cezalarını hafifletme genelde devlet başkanının elindedir.
“Başkan” terimi yalnızca başkanlık sistemiyle yönetilen ülkelere has bir ifade değildir. Örneğin popüler olsun veya olmasın, yasal yollarla seçilmiş olsun veya olmasın bir diktatör de “başkan” olarak isimlendirilir. Aynı şekilde bunun tersi olarak pek çok parlamenter ve demokratik sistemlerde de devlet başkanı makamına büyük ve şatafatlı törenlerle geçer.
Türkiye için “Başkanlık Sistemi”, devlet şekilleri bakımından, Devlet Reisi makamının niteliklerinin değişmesi anlamına gelir. Kuvvetler ayrılığı bakımından ise yürütme yetkisinin tek bir elde toplanması demektir.
Başkanlık Sisteminin Türkiye İçin Avantajları
Açık olmakta fayda var. Ak Parti’nin iktidarda bulunduğu zaman zarfında birçok kere yürütme organına müdahale edildiğine şahitlik ettik. Taraflardan hangisinin haklı veyahut haksız olduğu bir yana, halkın oylarıyla tek başına iktidara gelmiş olan siyasî partiye bürokrasi tarafından birçok kez müdahale edildi ve böylelikle Türkiye’deki rejimin kendi içindeki tutarsızlık da ortaya çıkmış oldu.
Ak Parti hükümeti bu tip müdahaleler karşısında kimi zaman geri adım atarak, kimi zaman olmadık sermaye veyahut bürokrasi unsurlarıyla işbirliği yaparak ayakta kalmasını bildi. Bu tip müdahaleler Ak Parti’ye yürütme organının mevcut sistem içinde bağımsız bir şekilde işletilemeyeceğini de göstermiş oldu. Dolayısıyla üçüncü dönem iktidar olduktan sonra yürütmeyi sermayenin ve yerleşik bürokrasinin tahakkümünden kurtaracak bir arayışa yöneldiler. Ülke içindeki çeşitli kesimleri rahatsız etmeyecek, modern(!) görünen, yürütmenin zincirlerini de kıracak olan model olarak da Başkanlık Sistemini tartışmaya açtılar. Ne yazık ki bu konu tartışılamadı, değişim de fiilen gerçekleşmedi. Yalnız burada şöyle bir şey gerçekleşti, Ak Parti’nin yaptığı değişiklikle Cumhurbaşkanını seçme yetkisi parlamentodan alınarak millete verildi ve seçilen Cumhurbaşkanı halkın oylarıyla direkt isim olarak seçildiği için, vekillerin seçtiği Başbakan’dan daha meşru bir konuma geldi. Erdoğan’da bu durumu fırsat bilerek Cumhurbaşkanlığı makamını Başkanlık makamı gibi işletmeye karar verdi.
Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı ve Ak Parti’nin iktidarı daha ne kadar sürer, başkanlık seçimine geçilir mi, mevcut anayasal boşluklar kullanılarak Türkiye Başkanlık sistemi gibi mi idare edilir bilinmez ama bizim “kenarından düzelt”, “yanındaki çıkıntıyı törpüle”, “ona uydur”, “bundan kurtul”dan ziyâde bambaşka ve yepyeni bir teklifimiz var.
V. Başyücelik Devleti’nin Şekli ve Nitelikleri
Bugün Cumhurbaşkanından Başbakana, vekillerden yazarlara kadar birçok kesimin temsilcisinden şu ifâdeyi duymak mümkün; “Şartlar Türkiye’yi tarihî misyonunu üstlenmeye zorluyor.” Bu ifâde esasında İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun geçmiş yıllarda ortaya koyduğu bir tesbit. Bugün birçokları bu ifâdeyi rahatlıkla kullanıyor; fakat Türkiye tarihî misyonunu üstlenmeye hazır mı, rejim bu misyonu yerine getirmeye uygun mu, Türkiye kendi içinde bu misyonun gereği olan ahlâk ve kültüre sahip mi? Bu sorular sorulmuyor ve sorulmadığı için de, ne cevablar verilip gerçekle yüzleşiliyor ne de bu misyonun karşılanması için gereken şartların nasıl yerine getirileceği hususunda çalışmalar yapılıyor. İş slogan zaviyesinden yürüyüp gidiyor…
İBDA Mimarı Mirzabeyoğlu “Şartlar Türkiye’yi tarih’i misyonunu üstlenmeye zorluyor” derken, tüm bu soruların yanıtlarıyla beraber misilsiz bir devlet modeli hâlinde üstlenmek zorunda olduğumuz misyonumuza uygun misilsiz devlet modelini de geliştirerek sözün havada kalmasına müsaade etmiyor. Ne yazık ki Türkiye’deki aydınlar devekuşu vaziyetindeki hayatlarından ve bu vasatın içindeki ışıltılarından memnunlar.
Türkiye’nin ve Devlet-i Aliyye’nin bakiyesi olan topraklarda meydana gelen hadiseler şartları meydana getiriyor. Hem içeriden hem de dışarıdan gelen müdahaleler zorlamayı ifâde ediyor. Tüm bu şartların zorladığı misyon ise İslâm Birliği’nin kurulması olarak karşımıza çıkıyor. İslâm Birliği’nin nasıl kurulacağı konusu ise havada kalmaya devam ediyor.
Hangi İslâm Birliği
İş, boş beleş konuşmaya geldiği vakit kim neler söylemiyor ki? Ciddi olalım, tüm konuşanlar bir araya toplansınlar da evvelâ şu suâli yanıtlasınlar. Hangi anlayış? Mevzuu “İslâm Birliği” olduğu vakit, herkes bol keseden atmayı biliyor; “evet efendim,” “lâzım efendim,” “şart efendim,” de, ee? Ne olacağı ve nasıl olacağı hakkında da “Osmanlı gibi” falan diye gevelemekten başka bir şey duyduğumuz yok. Lafı yalama etmekten ve ciddî meselelerin hakikatini perdelemekten başka bir vazife ifâ eden yok. O zaman biz konuşalım, biz altını dolduralım, nesini ve nasılını biz bir kez daha hatırlatalım ve umalım ki, üç maymunu oynamaktan ve bu vasattan şahsiyet bulduklarını sanmaktan vazgeçsinler.
İslâm Birliği hakkında bir mesele konuşacaksak eğer, o zaman evvelâ İslâm anlayışının ne olması gerektiğini çerçevelenmesi gerekir. Suud’un da bir İslâm anlayışı var, tabelasında “İslâm Cumhuriyeti” yazan İran’ın da, Cemaatin de, IŞİD’in de, Amerika’nın da, İngiltere’nin de…
Peki, bugün bize lâzım olan anlayış hangisi: Doğu ve Batı’nın irfan yemişlerini yeni bir dil çarşafı üzerine silkeleyerek “Mutlak Fikir”in önünde hesaba çekip verimlendiren, zamanın gereklerine göre yenilenmiş olan İslâm’a Muhatab Anlayış’tan başka anlayış mı var?
Sapkın anlayışları tek tek sıralayıp haklarında bahsetmeye yerimiz müsait olmadığı için atlıyoruz.
Rönesans Hareketlerinin başladığı zamanki konjonktürün bir benzerini idrak ediyoruz bugünlerde. Her ne kadar kemmiyetin biçimi ve cinsi farklılık arz ediyor olsa da, içinde bulunulan şartlar birbirine çok benziyor. Nasıl ki o dönem Avrupa kendi köklerinden kopmuş, fikir, sanat, edebiyat ve bilim alanında tekâmül damarı kesilmiş ve İslâm dünyasından gelen tercümeler ile beraber kendi köklerine tekrar uzanarak Rönesans’ı, yâni “yeniden doğuşu” gerçekleştirmişse, bugün de Doğu bakımından benzer bir durum söz konusu. Özellikle “dil devrimiyle” beraber İslâm’dan gelen kökleri kesilip atılmak istenen Anadolu, bugünlerde 150 cildi bulan Büyük Doğu-İBDA külliyatıyla birlikte kendi Rönesans’ının, yeniden doğuşunun merkezî çekirdeğini tamamlamak üzeredir.
Rönesans üzerinden devam edecek olursak, Avrupa’nın kendi köklerinden gelen tefekkür ve İslâm tasavvufu eserlerinin sentezi üzerinden inşa ettikleri Batı Medeniyeti’nin, Devlet-i Aliyye’nin İslâm aşkı ve vecdinden uzaklaşmasının ardından Doğu’nun ipini nasıl çektiği bugün açıkça ortada. Hem de bizim elimizdeki gibi “solmaz, pörsümez bir yenisi” olmadığı hâlde… Batı’nın kurduğu hâkimiyete bakarak, bugün bizim Rönesans’ımızın neticelerini kestirmek mümkündür herhâlde.
Büyük Doğu-İBDA, gerçek bir İslâm Birliği’nin üzerine inşa edileceği zemin olarak; anlayışta “İslâm’a Muhatab Anlayış,” fikirde “Bütün Fikir”, devlet modelinde “Başyücelik Devleti”, ve yeni bir ferd ve toplum tasavvuru ortaya koymaktadır.
Solmaz pörsümez yeni olan İslâm yenilenmez, O’na muhatab olan insanların, Müslümanların anlayışı yenilenir diyen Büyük Doğu-İBDA, İslâm’a dönük yepyeni bir kavrayış tarzı olan “İslâm’a Muhatab Anlayış”ı ortaya koyarak kurulacak İslâm Medeniyeti’nin mihrak sistemini örgüleştirmektedir.
Batı’nın elinde parçalara ayrılarak aklın dâhilinde kemmiyet planına saplanan, insanlığın yaralarına pansuman olacağı yerde yarayı derinleştiren ilmi, saplandığı yerden kurtararak ruhçu bir anlayış ile “Bütün Fikrin” tasarrufuna alan Büyük Doğu-İBDA, İslâm Birliğinin üzerinde tecelli edeceği sahaların ilim metodunu örgüleştirmiştir.
Doğu’nun kültürüne Batı tarafından yapılan suikastın en önemli hedeflerinden biri de dildir. Doğu’nun dili, Batı ve Batı’nın Doğu’lu kuyrukçuları tarafından direkt olarak hedef alınmış, bozulmuş ve Batılılaştırılmaya çalışılmıştır. Bu durumun en önemli sebebi düşünmenin yegâne vesilesi olan dilin bozulmasıyla beraber tefekkür melekesini iptal etmek ve kültür emperyalizminde muvaffak olmaktır. Büyük Doğu-İBDA’nın temel meselelerinden birisi de dildir. Dünyanın irfan yemişlerini bir dil çarşafına silkeleyerek yeni bir dil ve dolayısıyla da yeni bir kültür ortaya koymuştur ve bu dil, genişlik ve derinlik bakımından Batı’nın kültür emperyalizmi karşısında kurulacak olan İslâm Birliği’nin en hususî dayanağı hüviyetindedir.
Gelelim devlet modeline… Demokratik, oligarşik, lâik ve seküler devlet modellerinin dünyayı getirdiği nihai vaziyet bugün bütün dehşetiyle karşımızda duruyor. Bugün Türkiye içinde bulunduğu vaziyetin farkında ve Başkanlık Sistemi gibi bir çıkış noktası arıyor. Bu işlerin ıslahatlar yaparak olmayacağını tarihe bakarak görmek mümkün; hangi devlet içinde bulunduğu durumdan çıkmak için köklü değişikler yerine ıslahatlara yönelmişse, o devlet tarih sahnesinden silinip gitmiştir. Öyleyse bu vaziyet -kabul edilse de edilmese de- aynı zamanda Türkiye için bir varlık-yokluk dâvâsı hâlindedir.
Büyük Doğu-İBDA el attığı diğer meselelerde olduğu gibi devlet bahsinde de misilsiz bir model olarak “Başyücelik Devleti”ni ortaya koymuş ve teklif etmektedir.
Öyleyse şimdi gelelim devlet şekillerinden yola çıkarak kısa kısa Başyücelik Devleti’nin incelemesine…
Ahalinin Özelliğine Nisbetle “Başyücelik Devleti”
Devlet şekilleri bahsindeki ilk ayrım olan mütecânis-gayr-ı mütecânis ayrımına göre Başyücelik Devleti modeline bakacak olursak, mütecânis bir devlet görürüz.
Büyük Doğu-İBDA ideolocyasının milliyet anlayışında ortak paydada İslâm vardır. Bu bakımdan Başyücelik Devleti ümmetçi bir devlettir ve mütecanistir.
Diğer bir taraftan isminden de anlaşıldığı gibi “Başyücelik Devleti” alt başlık olan bir ulusa değil, üst bir başlık olan Müslümanı millet olarak tanımlar, ümmetçidir. Bu bakımdan gerçekten İslâm Birliği’nin tesis edilmesi noktasında mutabık isek, mevcut sistemi ve Büyük Doğu-İBDA’nın teklif ettiği “Başyücelik Devleti” modelini korkmadan, çekinmeden konuşmak ve tartışmak zorundayız. Eni boyu belli olmayan kuru bir “Başkanlık Sistemi” tartışması zaman kaybetmekten başka bir işe yaramıyor, değil mi?
Kuruluşuna Göre “Başyücelik Devleti”
Başyücelik Devleti, kuruluşuna göre “Birleşik Devlet”tir. Anadolu merkezli olan bu devlet, bütün İslâm Âlemi’ni bir bayrak altında toplamayı hedefler. Bu yüzden aynı zamanda hilâfet devletidir ve kuruluşunun tamamlamasının şartı, hilâfet devletinin haiz olması gereken şartları taşımasıdır. Devlet olarak hilâfet devletinin taşıması gereken şartlara haiz olduktan sonra, gerekirse beyâtını almak adına zor kullanmak dâhil her metoda başvurarak İslâm Birliği’ni tesis eder.
Hükümranlığına Göre “Başyücelik Devleti”
“Başyücelik Devleti” hükümranlığına göre bağımsız bir devlettir. “Mutlak Fikir” hadlerine sımsıkı bağlı kalmak kaydıyla, iç ve dış işlerinde hükümranlığı tamdır. İslâm Birliği’nin merkezinde yer alacak olan hilâfet devletinin eksik hükümranlık üzere olması zaten düşünülemez.
Anadolu’nun iç ve dış politikalarında yabancıları söz sahibi yapan bütün anlaşmalar ve ortaklıklar Başyücelik Devleti’nin ilânıyla beraber hükümsüzdür.
İktidarın Kaynağı Bakımından “Başyücelik Devleti”
Millete dayatılan adaylar ve millete karşı söylenen yalanlarla, algı biçimlendiren enstrümanlarla kurulan hükümetler yerine Büyük Doğu-İBDA “Yüceler Kurultayı” modelini teklif eder.
– “Başyücelik Devleti, Eski Yunan’dan bugüne kadar gelen örnekler arasında misilsiz bir ilerilik ve yenilik temsil ettiği gibi, tarih buyunca gelmiş, ya ferdî, ya içtimaî, yahut da zümrevî irade hâkimiyetine bağlı şekillerden teker teker herbirinin faziletlerini toplayıcı son ve üstün buluştur. Öyle bir buluştur ki, İslâm’ın “Şûrâ” ölçüsüne de sımsıkı bağlı…” [4]
Kaynağı işaret etmek ve kısaca bahsetmek adına İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun “Başyücelik Devleti” eserinden şu iktibası ilâve edelim:
– “’Büyük Doğu’ mefkûresinde, cemiyet idaresini temsil adına, dünyanın her yerinde örnekleri bilinen millet meclisleri yerine, bir ‘Yüceler Kurultayı’ vardır.
‘Yüceler Kurultayı’, milletin; dinde, fikirde, sanatta, ilimde, siyasette, müsbet bilgilerde, ticarette, askerlikte, idarede, işte, hulâsa insan kafasının arayıcı hamlelerini ve idrak çilelerini plânlaştıran her sahada, eser, keşif, görüş, terkip ve dava sahibi aksiyoncu güzidelerden örülüdür.” [5]
“Başyücelik Devleti”nde Devlet Reisi
Bu devlet modeli aynı zamanda hilâfet devletidir ve devletin başı olan “Başyüce” aynı zamanda halifedir. Ki bu iş de yalnızca ben halifeyim demekle olmayacağı için “büyük devlet reisliği/hilâfet makamı” için gereken tüm keyfiyetlere malik mihrak şahsiyet şarttır.
Bir diğer taraftan, bugün hilâfet makamı çoğu kez dinî bir makammış gibi anlaşılıyor ve genellikle papalık makamıyla karıştırılıyor. Oysa ki hilâfet siyasî bir makamdır ve halife de “olması gereken” tek İslâm devletinin -ki bu devlet fiilen diğer bütün Müslüman devletlerin ister diplomatik yolla isterse zor ile bey’atını alma durumundadır- başıdır.
“Başyücelik Devleti” Yasama ve Yürütme
Başyücelik Devleti’nde yasama yetkisi Başyüce’nin başkanlık ettiği Yüceler Kurultayı’ndadır. “Yüceler Kurultayının her ölçüsü kanundur; ve her kanunu, tezatsız bir ideolocya bütününün tatbikî hâlinde bir ana manzumeye ve onun da perçinli olduğu aslî mihraka bağlıdır.” [6]
İslâm Birleşik Devletleri’nin icrâ organı, Başyücelik Hükümeti’dir. Başyücelik Hükümeti, doğrudan doğruya Başyüce tarafından ve Yüceler Kurultayı kadrosu dışından seçilir ve göreve getirilir. Başyücelik Hükümeti, bir “Başvekâlet”, 11 vekâlet ve 33 müsteşarlıktan oluşur. Bu vekâlet ve müsteşarlıklar şunlardır:
“Maarif Vekâleti: “İlim ve Güzel Sanatlar”, “Halk Terbiyesi ve Evleri”, “Umumî Öğretim” isimli üç müsteşarlığa bölümlü…
Savaş Vekâleti: “Kara”, “Deniz”, “Hava” isimli üç müsteşarlığa bölümlü…
İktisad Vekâleti: “Sanayi”, “Ticaret”, “Ziraat” isimli üç müsteşarlığa bölümlü…
Mâliye Vekâleti: “Bütçe ve Umumî Muvazene”, “Vergiler ve Resimler”, “Bankalar ve İnhisarlar” isimli üç müsteşarlığa bölümlü…
Sağlık ve Bakım Vekâleti: “İyileştirme”, “Güzelleştirme”, “Çoğaltma” isimli üç müsteşarlığa bölümlü…
Adliye Vekâleti: “Mahkemeler”, “Islâhhâneler”, “Kanunlar” isimli üç müsteşarlığa bölümlü…
Matbuat ve Propaganda Vekâleti: “Matbuat”, “Propaganda”, “Turizm” isimli üç müsteşarlığa bölümlü…
Hariciye Vekâleti: “Şark”, “Garp”, “Haber Alma” isimli üç müsteşarlığa bölümlü…
Dahiliye Vekâleti: “Mülkî Teşkilât”, “Belediyeler”, “Umumî İnzibât” isimli üç müsteşarlığa bölümlü…
Düzenleme Vekâleti: “Teşkilât Düzeni”, “İş Düzeni”, “Sigorta ve Tekaüt Sandığı” isimli üç müsteşarlığa bölümlü…
Nâfia Vekâleti: “Tesisler”, “Yollar”, “Münakale (Ulaşım) vasıtaları” isimli üç müsteşarlığa bölümlü…”[7]
*
Bu sayımızda devlet şekillerini, devlet şekillerine göre Türkiye Cumhuriyetini, Başkanlık Sistemini inceledik ve ardından da genel anlamda Başyücelik Devlet’i modeline bir giriş yaptık. Bundan sonrasında bölümler hâlinde derinleşerek ele almayı planladığımız Başyücelik Devleti hakkındaki bahislerin havada kalmaması adına kavramların yerine konması gerektiğini düşündük.
İçinde bulunduğumuz zamana gelecek olursak, Türkiye’de ve dünyada tartışmalar vasat bir zaviyede sürüyor ve esaslı meseleler bu vasata mahkûm ediliyor. “Başkanlık Sistemi” tartışmaya açılıyor, konuşacak kimse yok. İslâm Birliği deniyor, çocukça lâflar. Şartların Türkiye’yi üstlenmeye zorladığı misyonunun çeşitli gerekleri var ve bunun başında da rejim değişikliği geliyor.
Umuyoruz artık aydınlarımız yokluktan şahsiyet bulma huylarından vazgeçerler de esaslı meseleleri konuşmaya başlarlar.
Yine umuyoruz ki siyasîlerden aydınlara kadar kimse zamanın ruhunu kaçırmaz ve zamanın dışına düşme gafletinde olmaz…
Kaynaklar
1. Franz Oppenheimer, Devlet, Trc. Yavuz Sabuncu, Phoenix Yay, İstanbul 2005, s. 29
2. Salih Mirzabeyoğlu, Başyücelik Devleti –Yeni Dünya Düzeni–, 2 Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 2004, s. 15.
3. Salih Mirzabeyoğlu, Başyücelik Devleti –Yeni Dünya Düzeni–, 2 Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 2004, s. 24.
4. Salih Mirzabeyoğlu, Başyücelik Devleti –Yeni Dünya Düzeni–, 2 Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 2004, s. 183.
5. Salih Mirzabeyoğlu, Başyücelik Devleti –Yeni Dünya Düzeni–, 2 Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 2004, s. 190.
6. Salih Mirzabeyoğlu, Başyücelik Devleti –Yeni Dünya Düzeni–, 2 Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 2004, s. 192.
7. Salih Mirzabeyoğlu, Başyücelik Devleti –Yeni Dünya Düzeni–, 2 Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 2004, s. 202-203.
Kaynak: http://www.aylikdergisi.com/yazar-devlet_sekilleri__turkiye_cumhuriyeti__baskanlik_sistemi__basyucelik_devletiC292ne_giris-96.html