Dil ve Düşünce

HANGİ DİL?

Madem ki, “dil” gibi en temel bir meseleden başlıyoruz, o hâlde bundan sonra konuşacaklarımızı da bu temel üzerine oturtarak çoğaltmak, en doğru yaklaşım olacaktır.

Ama bu demek değildir ki, Batı’nın ne kadar dil felsefesi ve linguistik meselesi varsa toplayalım, çuvalımıza dolduralım ve söz pazarına onlarla çıkmaya bakalım. Hattâ daha acısı söylenebilir: Bu bizim için ne kadar “çok” olursa, o kadar “yok” olacak bir faaliyet olur!

“Dil” deyince, hemen, kolaycacık, bir çırpıda ne anlıyoruz? İşe böyle bir temelden ve böyle bir soruyla başlamak yerine, lâfı bilmem hangi dil filozofunun girift allâmeliklerinden almamızın sebebi ne? Niçin bize Heidegger’in dil felsefesi, Einstein’ın kâinata “dil” çıkaran o meşhur fotoğrafından daha dilli, daha konuşkan, daha mânâlı görünsün?..

Herşeyden önce, şunu kabul etmek gerekir: Biz, Batı’yı idealleştirici, Batılılaşmacı bir çizgide görünemeyiz! Batı’nın meseleleri ve gündemi, bizim mesele ve gündemimizden farklıdır; ayrı zamanların, ayrı dünyaların insanlarıyız. Dolayısıyla, onlar ne dediyse almak yerine, bize ne lâzımsa bulmak gibi bir mükellefiyet altındayız!

Herşey kendi ıztırabı içinde değer kazanır. Yoksa dış görünüşler, çoğu zaman derinliği olduğu gibi, gerçek değeri de kaybettirici olur. Dış görünüşler, zannedilir ki, yalnız fotoğraf karelerinde vardır… Hâlbuki en yüksek fikirler ve en derin mânâlar da sırf “dış görünüş”ten ibaret kalabilir ve onları kuru kuru tekrar etmek, gerçek değerlerini, mânâ derinliklerini, onları mesele yapan ıztırabları kaybetmemize yol açar.

Bir bakıma, “Geri Kalan” memleketlerle, “İleri Giden” memleketlerin kalite farkı, bu noktada düğümlüdür. Geri Kalan memleketler, kendi ıztırabını çektikleri şeyleri görünüşe çıkarmasını bilmezler de, İleri Gidenleri dışyüzden taklide kalkarak, onların ıztırablarına ve mânâlarına ortak olduklarını sanırlar. Bu kötü bir aldanıştır; çünkü kendi yaşamadığı bir hayatın sahibi olduğunu iddia edenler, ancak tımarhânede hoş karşılanır.

Şu hâlde, “dil”i konuşalım… Bizim meselemiz nedir, ıztırabımız nedir, söze nereden başlayalım?.. Sahiden bizi dinleyen, bizim muhatabımız var mıdır?.. Olmayabileceği tehlikesini göze alalım; çünkü bir antitezi olmayanın, muhatabı olmayacaktır!..

MESELE DİLİ

Hiç şübhe yok ki, son zamanların en güzel haberi, “Akademya’ya Doğru” dergisinin çıkışı olmuştur. Bu çıkış, eski Akademya kadrosunun ve onlara katılan yeni fikir erlerinin bir bütün hâlinde, ufukta bir “kurtuluş ordusu” gibi belirmesi gibi gelmektedir; her türlü değerlendirme ve nitelendirmeden önce bu ak ve pak doğuşun ve ona hizmet edenlerin selâmlanması gerekir.

Fakat dil güzelleme düzerek değil, mesele konuşarak yaşar ve yaşatılır. Nitekim Büyük Doğu-İbda dili’ni, onun şöyle güzel, böyle yüce olduğunu lâytmotif ezberciliği hâlinde tekrarlayarak değil; o dille meselelere ve hâdiselere hâkim olarak yayar ve yaşatırız. O bakımdan, sözü fazla uzatmadan, hemen dergimizin yayınlanmadığı dönemdeki internet faaliyetleri üzerine gelen “mesele doğurucu” bir elektronik mektuba dikkat çekerek işe koyulalım!

“Yaprak Dinsiz” imzalı mektubta şunlar söyleniyor:

– “Takma ismimden de anlaşılacağı gibi ben dinsiz biriyim fakat dinî konulara da ilgi duyarım. Sitenizi tesadüfen gördüm, yazıların bir kısmını beğenmedim, bir kısmı tekrardan ibaret geldi, yalnız özellikle (…), (…), (…), (…) gibi imzaların yazıları şaşırtıcı çünkü ben bu imzaların İslami bir kimliği olduğundan (en azından geçmişlerinde) pek emin değilim. Hepsinin de ateist değilse bile anarşist ya da marksist-leninist (sosyalist) bir safhadan geçtiklerini sanıyorum. Bunları sitenize veya ideolojinize nasıl dahil ettiğinizi bilmiyorum ama bunu başarmanız da ilginç. Ben liderinizi pek iyi tanımıyorum ama Necip Fazıl’ı okudum, ilgimi çeken yanları olduğu gibi, sistemden kopamayan (partici-devletçi) yanları olduğunu düşünüyorum. Bunu da bir dönem, Fransa dönemi ve sonrası, kendi ifadesiyle monden (Milliyet gazetesindeki ifadesi böyle) hayatına bağlıyorum. Tabiî ki önemli bir fikir adamı olduğunu da teslim ederim. Fakat sitedeki bu sıçramanızı fiili hayatta görmüyorum, bunu bir eksiklik olarak mı yoksa bir taktik yahut yeni bir politika olarak mı değerlendirmek gerekir bilemem. Türkiye’de pratik politika üretmeden sonuç alamayacağınızı herhalde biliyorsunuzdur. Türk solcuları ve anarşistlerindeki köylülük sizde yok, bu bir avantaj olabilir ama onlardaki pratik kıvraklık da sizde yok. Derseniz ki sana ne, nasıl olsa sen bir dinsiz zındığın tekisin, buna karşı birşey demem, bence bu eleştirimi kaale alın. Bir de anarşizmle ilgili yazı yazarsınız belki Türkiye’de azınlıkta olduğu sanılan ama öyle olmayan (biliyorum) bir grup insanın da ilgisini çekersiniz. Son olarak; “kanun yolu”na girip siyasîleşmeyi düşünüyor musunuz, eğer düşünüyorsanız bunu açıkça söyler misiniz yoksa gizler misiniz? Bu kadar.”

Hayır! Biz, “sana ne, sen dinsiz zındığın tekisin!” demeyiz ve kimsenin kendisini böyle takdim etmesini dilemeyiz. Mesele konuşuyoruz madem, meseleler içinde konuşalım; gerçek ihtiyaç ve hakiki çözüm noktaları görünsün. Yoksa iş, kör döğüşüne döner ve kimse kimseyi ne anlar, ne dinler!

AKADEMYA’NIN MİSYONU

Her şeyden önce, dün ve bugün “Akademya”nın ne olduğu ve yarın için de ondan ne beklenmesi gerektiğine dair bir görüşü, İbda Mimarı’nın yön tâyini şeklinde işaretlemekte fayda var:

– “Şimdi kekelenen mevzu çerçevesinde, denip de denemeyen veya sezip de ifâdelendirilemeyen bir hususu ben açıkça ifâde edeyim: Biz, İslâm dışı çevrelerin eylemlerini bile destek niyetine kendi kâr hânesinde eriten bir hassaya mâlikiz… Tabuta da girsek, bu böyle; insan ölse de, keyfiyet, sahiblerinde eşya ve hâdiseyi kendine delil kılarak yaşar… Eşya ve hâdiselerin kendisini doğruladığı, “kurmay” mânâsına “marjinal” keyfiyet… Anlatabildim mi?..” [1]

Bu dil, en yukarıda, en mükemmel biçimde “Bütün Fikrin Gerekliliği” idrakından doğmuş bir dildir; meseleler içinde ve birbirinden yansımalar hâlinde belki en aşağıya kadar indirilebilir, en katı gerçeklerin en basit hükümleri hâlinde, tek kelimeyle zabtedilebilir; ama bu bir “keyfiyet tenzili – kalite düşürme” şeklinde olmaya müsaid değildir. Böyle olduğu takdirde, meseleler içinde kaybedilmiş, değişik mevzular yine eskisi gibi kendi dilleriyle ve birbirini anlamaz ve dinlemez esprileriyle konuşturulmaya başlanmış olur. Hâlbuki Büyük Doğu-İbda dili, toplayıcı keyfiyet dili, yâni “intikal mihrakı”dır.

Dava bu şekilde ortaya konulduktan sonra, pek çok sorunun cevabı, pek çok yönden, kendiliğinden meydana çıkar. Belki en başta, bizce hiç cevabına tenezzül edilmesi gerekmeyen, Üstad Necib Fazıl’ın “sistemden kopamayan yanları olduğu” gürültüsü karşılığını bulur. Çünkü biz burada, anarşistler gibi mutaassıb bir karşı oluculuğa, barbarlar gibi safi bir yıkıcılığa ve gerçekten kavganın içinde olmayan herkes gibi “apayrı” ve “bambaşka” bir hayâlciliğe inanmıyoruz ki, bu mânâda O’ndan sözümona bir “sistemden kopuş” bekleyelim; uyuştuğu yerler olabilir, fayda devşirdiği mevzîler olabilir; ama Üstad’ın bütün bâtıl sistemlerin en büyük düşmanı olduğu en küçük şübhe kaldırmaz!

İşte, “Akademya’nın Misyonu” bakımından, bu örneği gözönünde tutmak gerekir. Meseleler kendi keyfiyet dereceleri içinde ele alınır, yahut belli başlı stratejilere bağlı olarak değerlendirilirken, bunların dışımızdaki hangi sistem açısından nasıl görüneceği biteviye hesablanamaz. Dava kendimizi anlatabilmek ve böylece başkalarıyla anlaşabilmektir; ama biz bunu yapmak isterken, herkes bizde kendi doğrularını arayacak ve bizi kendi alışageldiği düşünce kalıbları içinde görünmeye zorlayacaktır. O hâlde, netice şuraya varır:

Zaman İBDA’yı haklı çıkaracaktır; bize düşen, her işte ve oluşta, O’nun hakkını ve haklılığını vurgulamaktan ibarettir; isterse O’na ve bize tek kimse inanmasın; tek kimse anlamasın, tek kimse beğenmesin!..

AKADEMİK MİSYON VE POLİTİKLEŞTİRİLMİŞ FİKİR SAVAŞI

“Akademik misyon” tabirinden ne anlamak gerektiğini, politik bir benzetmeyle anlamaya çalışalım: Amerikan ordusu hava hücumlarında müthiş seviyelere varıyor, ama “kara savaşı” dendi mi kaçacak delik arıyor!..

Herhâlde muhatabımız bizi böyle bir politik seviyede görüyor ve “kara savaşına girmezseniz, kazanacağınız bir başarı da yoktur!” demeye getiriyor. Ciddi olarak, bu mütearifeyi kimse inkâr edemez; yukarıda verdiğimiz misâlin altı, özellikle bu bakışla çizilmelidir.

Savaş, ne sermaye, ne teknik, sadece insan unsuruyla yapılabilir ve zaten zamanımızda kalmış en insanî şeydir. Amerika’nın mevcud savaş potansiyeli de, mahrumu olduğu insan gerçeğini en açık biçimde ortaya çıkarır ve onu bir kere kaybettikten sonra, artık ne sermaye, ne teknikle elde edebileceğini gösterir.

Hava üstünlüğünü ele geçirenin, kara üzerinde müthiş bir muzafferiyet sağlayacağı muhakkaktır. Hattâ füzelerin ve uçakların gelişmesi o raddededir ki, karada biriken bütün kuvvetlerin kolayca yok edilebileceğini teorik olarak daima mümkün görmek kaçınılmazdır. Bununla beraber, karada; havada ve başka bir yerde olmayan bambaşka ve apayrı bir savaş potansiyeli vardır ve bu potansiyeli ele geçirmeden, hiçbir savaşın nihaî zafer elde etmesi imkânı yoktur.

Karayı savaş plânının merkezine alan şey, insanın ve insan topluluğunun karada yaşamasıdır; bu durum karayı, apayrı bir merkezî özellikte öne çıkarır. Hava ve deniz savaşlarının plânını çizen, silâh ve mantığın sentezidir; fakat karada, insanın karada yaşaması hasebiyle daha birçok unsur ve imkân devreye girer, mekanizm durdurulmakla savaş sona erdirilmez, bir kuvvet yok edilmekle bir irade söndürülmez ve insan ile onun tabiî çevresi, binbir sürprize ve mucizeye açık bütünleşmesi ile, savaşın asıl belirleyici saikini teşkil eder.

İmdi, bu misâl, akademik misyonun toplum karşısındaki durumunu da açıklığa kavuşturacaktır. Bu misâl içinde akademik misyon, harbte hava kuvvetlerine karşılık gelir; öncelikli hedef daima bu kuvvette üstünlüğü sağlamaksa da, “son duruşma” daima toplum meydanında ve halk arasında olacağından ve bu da ancak siyasî açılım ve organizasyonu gerekli kılacağından, sosyal plânda karşılığını bulmayan ve bulamayacak olan her akademik mücadele, mihraksız, hedefsiz ve temelsiz kalmaya mahkûmdur.

Bu sayede bir formüle varırız: “POLİTİKLEŞTİRİLMİŞ FİKİR SAVAŞI!..” “Politikleştirilmiş” demenin, günlük politika didişmesine düşürülmüş demek olmadığını, ancak ideolojik mücadelenin büyük kültür politikasının suretini çizmek yoluyla sağlanabileceğini de unutmadan…

FİKİR ÇAĞI’NA DOĞARKEN…”

Biz, felsefeye ihtiyaç doğurucu bir yerde bulunamayız. Bilâkis, felsefeye olan ihtiyacı ortadan kaldırıcı bir yerde durmalıyız. Çünkü gerçekten düşünen insanın, felsefeye ihtiyacı yoktur; felsefeye ihtiyacı olmadığını anlamaya ihtiyacı vardır.

Bizim, düşünmek isteyen, doğru dürüst bir fikir geleneği olmadığı için buna yol bulamayan, fakat hasmında gördüğü silâhın etkisine kapılıp, aslında fikre olan iştiyakını açığa vuran, ancak bunun aslını bilemediği ve bunu aslında göremediği için ne felsefeyi, ne sahici fikri başarabilen, iki arada bir derede ve birtakım ne dediği anlaşılmaz efkâr bulutları içinde kalakalmış gençliğimizin, felsefeye ihtiyacı olmadığı gibi, imkânı da yoktur.

Öncesiyle, sonrasıyla olanca Cumhuriyet tecrübesi delâlet eder ki, Türkiye’de felsefe yapılamıyor!.. Hattâ o kadar yapılamıyor ki, bu tesbit, “Türkiye’de felsefe öğrenilemiyor!” demeye kadar vardırılabilir. Bunda, Üstad Necib Fazıl’ın “ırkî istidatsızlığımız”dan başlayarak teşhis ettiği ve İBDA’da tam bir sebebler haritasını bulacağımız çeşitli âmiller sözkonusudur.

Fakat yine biz bu yolu takibederek mucize çapında bir tecellîye şahid olabiliriz: Irkımızın felsefeye olan ihtiyaçsızlığı ve istidadsızlığı, tamamiyle mücerred fikre olan ihtiyaçsızlık ve istidadsızlık değildir. Aksine insanımız, her yeni nesilde daha da beliren bir şiddetle, gerek dış yönelişler (felsefe zorlama ve hevesleri), gerek iç eğilimler (tabiî ihtiyaç ve ahlâkî ilgiler) bakımından, mücerred fikre, yâni Büyük Doğu-İbda’ya olan açlığını açığa vurmaktadır.

İnsanımız, en dangıl dungul ferdine kadar, elverişli bir zamanda, elverişli bir şekilde Büyük Doğu-İbda’nın en küçük bir kırıntısıyla karşılaşacak olsa, bunun cazibesine kapılmaktadır. Fakat Cumhuriyet rejiminin idrakına yağdırdığı binlerce hastalıktan dolayı, bu cazibe ancak bir ânlık bir tecellî suretinde olmakta; hemen arkasından yine günlük hayatın ve organik aklın binbir ayak oyunu faaliyete geçerek, onu hakikatten uzaklaştırmaktadır; kendi hakikatinden, hakikatin hakikatinden…

Mâmâfih, tecellînin bir ânlık olması, bütün bir zamana yayılabileceğinin ve çağa hâkim kılınabileceğinin mucizevî bir işaretidir. Bu nokta, insanımızı, tamamen istidadsız olan bütün “İleri Giden” ve “Geri Kalan” kavimlerden ayırmakta ve adetâ “Allah’ın seçtiği kurtulmuş millet” olabilmenin muhteşem potansiyelini barındırmaktadır. Demek ki ona, bu eşsiz ideoloji, elverişli bir zamanda, elverişli bir şekilde nakledilebilir ve bu naklin nasıl olacağı üzerine misilsiz tartışmalardan bahsedilebilir.

O zaman herkes şunu düşünmelidir: “Naklin dili ne olmalı?”

İBDA DİLİ VE BİZ

İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu, 1984 yılına ait “Misyonum ve Meseleler Etrafında” isimli mülâkatta, “Üstad’ın dili ve üslubu”nu başlı başına bir mücadele biçimi olarak ortaya koyar ve bu mevzuda şunları ifade eder:

  • Büyük Doğu Mimarı’na “has ve hususi nisbet” içinde “doğrulayıcılık usûlü” ve “intikal mihrakı”nı temsil ediyorum… Erbabına, bir adım daha atarak söyleyeyim: Zât sevgisi ve bunun nisbeti… Zâttan zuhur eden dışyüz menfiliğindeki engelleri aşıp, onlardaki el değmemiş hikmet incilerini devşiren “tek”!..
  • Necip Fazıl’ın üslûbunun dünya görüşüne ve misyonuna âit sırrını ilk defa ben işaretledim… Herşeye sahtesinin musallat olması gibi, “ah, ne üslûb, ne erişilmez!” gibi lâflar… “Falancaya benziyor ama, ondan da üstün!” filân… “Kültür Davamız” isimli eserimde, onun üslûbunun, fikre âit mânâsını işaretledim: “Derinliğin derinliğini ve anlatılamazın anlatılamazlığını hissettiren…”
  • Fikrin KENDİNİ DEĞİL DE, düzenini ve tertibini ifâde eden “diyalektik” ne ise, doğru ve iyinin zarafet ambalajını gösteren estetik de “güzel”e nisbetle o… Doğrunun güzellik usûlüyle âlet özellikleri içinde temini… Fikrinde ve sanatında, telkin ve sindirmenin dili…
  • Siyaset… İnsan organizmasının yaşama adına faaliyetleri, savunması, korunması, hayata uyum adına yaptığı topyekûn hareketleri neyse, bir ideolojiye göre mânâsı o… ŞUURUN MUHTEVASINI ele veren…
  • Siyaset, hareket olarak, vasıta olarak, hedef ve gaye olarak, “olunması gereken”in tertibidir, âletidir, her basamakta ve her türlü görünüşü içinde, “ruh ve fikrin sindirileceği” vesiledir, manivelâdır…
  • Olunması gereken”e âit bir fikir ve imajın olduğu yerde, “gerektiği yerde gerekeni yapmak” vardır… Gerektiği yerde gerekeni yapmak; yapmanın “nasıl” ve “niçin”ini bilen için… KENDİSİNİ İFÂDELENDİREMEYEN ZITLIKLARIN dışında kalan idrak budur.
  • İslâmî tefekkürün hakikati, “has oda” sırrına giden yolun döşenmesidir… Olunması ve yaşanması gereken hayatın yolu…
  • Bütün insanlığın ve bizim tek meselemiz var… Meselelerin meselesi: RUH VE ANLAYIŞ… Hangi ruh ve anlayış?..[2]

O’nu takdim cür’etinde veya hükümlendirme niyetinde görünmeksizin söyleyelim ki, dil bahsinde, dava bahsinde, mevzu ve eser (yazı) bahsinde aradığımız bütün nisbet ölçüleri, yukarıda bulunabilir!.. Biz, İBDA’nın ramazan davulcuları değil, onun da apayrı bir sanat ve şeref olduğunu bilen, Diyalektiğin akademya bulutlarına sindirilmesi işinin kavgacılarıyız!..

MUKADDES FİKİR MÜCADELESİNDE, SANAL ÂLEMDEN REEL ÂLEME

Şimdi politikayı, o zavallı politikacılara bırakalım. Onda “samimiyet” gibi en temel bir hayat şartı eksik olduğu için, o bizi zaten anlayamaz.

Bize düşen, onun kakavanca ileri sürdüğü “Bilgi Çağı” yâvesini sistemli bir biçimde reddetmekten ibarettir. Ümidvâr olalım; günü gelecek SAMİMİYETİN DİLİ herşeyi kuşatacak, herşeyi eline alacak ve herkesin kendi öz lisanıyla konuştuğu odanın kapısını aralayacaktır; böyle bir odada, hiç şübheniz olmasın ki, politika da kendi dilini bulmuş ve kendi kimliğine kavuşmuş olarak yerini alacaktır.

Bugün “Bilgi Çağı”ndan söz ediliyor, “Bilgi Savaşı”ndan dem vuruluyor; “Bilgisayarlar Ağı”nın fikir ve ahlâk üzerine kurduğu robot tahakkümünün, geleceğin insan tipini meydana getireceğinden bahsediliyor…

Bizim için “orada o var, burada bu oluyor” şeklinde bir malûmatfuruşluğun ve “onu da biliyorum, şunu da biliyorum” şeklinde bir gayretkeşliğin, kocakarı gürültüsünden öte bir kıymeti yoktur. Batı Medeniyeti “Felsefe Çağı”nın ardından böyle bir çığıra geldiği için, felsefenin mahiyeti, “bilgi” dedikleri şeyin hüviyetini göstermeye yarayabilir:

– “Felsefe, doğruyu getirmenin değil, birbirinin yanlışını çıkarmanın mezhebi…”

E, onu bizim mahalle karıları da yapar artık!..

Burada sözkonusu olan, “bilgi”nin putlaştırılması ve mücerredler lûgatında kalması değil, falancanın “zaafı”, “yanlışı”, “açığı” üzerinde bir İMAN yahut İSTİSMAR mevzuu hâlinde kullanılmasıdır… Bizim için kuru bilgide ne İMAN, ne İSTİSMAR davası olabilir; ruh ve anlayış asıl, bilgi ise “aslın görünebilmesi için gerekli araz”dır!.. Aslın ve esasın olmadığı yerde, arazın ve malûmatın da kıymeti yoktur!..

Meselenin bu şekilde ortaya konulmasıyla, (sanal-mevhum âlem) dedikleri “internet” dünyâsına “hayâl” izafe etmenin o kadar doğru olmayacağı da anlaşılır. Çünkü bu şey, eğer bizim anladığımız gibiyse, tam aksine hayâli öldürücü, hiçbir hayâle yer bırakmayıcı, herşeyi kesin sebeb-sonuç ve çıplak hakikate döndürücü öyle bir menfî istidad belirtiyor ki, ona “hayâl” demek, insanda hayâl melekesine yapılacak en büyük haksızlık olarak görünüyor.

“Eğer bizim anladığımız gibiyse”… Zira biz burada “bilgisayar simülâsyonları” ile avunmuyor, ancak bu avuntunun ne demek olduğunu anlamamıza yarayacağını sandığımız “F Tipi Cezaevi gerçekliği – kısmî hakikat”inde bulunuyoruz. Bırakalım bizim bulunduğumuz yeri, anlayanınca atfımızın görüleceği “Şrödinger’in Kedisi” meselesini de değerlendirici şekilde, bu mevzuu kökünden halletmeye bakalım:

İnsanlar zindanda birer kemmiyet;

Urbalarla kemik, mintanlarla et.

Bilindiği gibi, Üstad Necib Fazıl, “zindanda insan keyfiyeti”ni bu harikulâde teşbihle anlatır ve bu teşbih “Bilgi Çağı”nı, onun “mevhum dünya”sını ve bunlar karşısında insan kıymetinin ne noktaya vardığını apaçık göstermeye yeter!..

Burada fikir, zindanda insan gibi, üryan etmiş niteliksiz bir çokluk hâlinde, sadece zarf ve kabuk doldurmaya, çene düşürmeye, ahmak avlamaya mahsus bir yerde ele alınır. Buna göre, ona bir “haber ağı” gözüyle dahi bakılamaz; zira bu âlemde hiçbir haber-bilgi, gerçek yerinde, mânâsında ve kıymetinde değil, sadece “bir ânda çok ve bir ân sonra yok” olmasına göre değer kazanan bir program kapsamındadır.

Eğer bu ise, ona yalnız “birsam – yalancı hayâl” (halüsinasyon) izafe etmek de yeterli olmaz; bir de buna “evham – yalancı fikir” (kuruntu) vasfını eklemek icâbeder. Çünkü burada, sadece toplumun en ablak kafalılarına hitabeden çıplaklar kampı tanrıçası Afrodit’e değil, bir de toplumun en alçak tabiatlılarına söz geçiren yeraltının tanrıçası İkabe’ye tapmak sözkonusudur. Nereden bakarsanız bakın, bu “internet” dedikleri şey, bizim “tinerci çocuklar”ın sanal zevkleri kadar bir insanî kıymet bareminde kalır.

Fakat bunun İbda Diyalektiği’nin “reel ekonomi” reçeteleri içinde, bir “menkul kıymetler borsası” şeklinde değerlendirilebilir, bir propaganda değeri olsun yok mudur? Hiç şübhesiz böyle bir görev, ne inkâr edilebilir, ne ihmâl edilebilir; gerekirse, “eylem için eylem” gibi, “bilgi için bilgi” ve “para için para” da bizim başvuracağımız silâhlardan biri olarak önem kazanabilir ve Mukaddes Fikir Mücadelesi’nde birtakım mevzîler kazanmamızı sağlayabilir.

Elbette burada da gayet dürüst ve samimi olmak gerekir. Tam da fikrin tadına varılacak yerde, bir bakarsın ki, birdenbire bir ekşi yüzlülük… Ne oldu; niye kaçıyorsun, niçin ele gelmiyorsun?.. Apaçık, dupduru, bembeyaz bir edâ ve üslûba bürünmekten duyduğun bu endişe ne demek? Her yüksek fikir, bir mübhem ifadedir; ama her mübhem ifade, bir yüksek fikir değil… Hattâ çoğu zaman mübhemlik gayretinden, bulanık zihinlerin çürük kokusunu duyarız… Anlarız ki, anlamamış; anlamadan anlatıyor!..

Akademya’nın mezhebi ve meşrebi, öyle küçük dokunmalara, değinmelere, göndermelere ısmarlanamaz; SAMİMİYET tüten her çalışma, eksiği ve gediği kurcalanmadan onda yerini ve değerini bulur… Elverir ki, “KİTABLIK” çapta görünmeyi ve “MEDENİYET” seviyesinde gerçekleşmeyi hedeflemiş olsun!..

NOT: Akademya’ya Doğru, Özel Sayı, Şubat 2002. Kartal Özel Tip Cezaevi’nde “Akademya’ya Doğru” dergisinin çıkışı münasebetiyle kaleme alınmıştır.

Dipnotlar:

1) Salih Mirzabeyoğlu, ADIMLAR -1984’den 1996’ya-, İBDA Yayınları, İstanbul 1997, s. 102-103.

2) Salih Mirzabeyoğlu, ADIMLAR, s. 13, 14, 15, 16, 17, 18. (Büyük harfle vurgular bize âid)

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!