Ariflerin Menkıbeleri adlı eserde Mevlânâ Hazretleri ile ilgili şöyle bir hadise rivayet edilir:
— «Yine bir gün Mevlânâ Konya pazarı ortasında gidiyordu. Meğer bir Türk, bir tilki postunu elinde tutmuş: “Dilku, tilki, dilku, tilki!” diye mezat ediyor ve bunu ciddiyetle söylüyordu. Mevlânâ Hazretleri nara atarak dönmeğe başladı ve “Gönül nerede? Gönül nerede?” diyerek ve semâ ederek mübârek medreseye kadar gitti.»
•
Ünlü filozof Bertrand Russel’ın, “Dili şeffaf bir vakıa olarak görürüm.” meâlinde bir sözü var. Felsefenin özellikle de matematik felsefesinin 20.yüzyıldaki en büyük temsilcilerinden birisi olan Russel’ın bu sözü, felsefenin dil üzerine önemle eğildiği bir dönemde söylemesi muasırlarına karşı bir tenkid olarak mütalaâ edilebilir. Hakikat araştırmasını dilin varlık alanına münhasır kılan (Wittgenstein gibi) veya dili, varlığın belirlenime geçtiği ve varlık strüktürünü –yapısını oluşturduğu kabulüyle dil içi irtibatı temel metod olarak gören (Heidegger gibi) düşünürlere karşı bir tepki olarak söylenmiş olabilir.
Felsefeden sanata ve ilime kadar bütün bilgi alanlarının ortak derdi hakikat nedir suali etrafında cereyan eder. Varlık ve Oluş’u hakikate giden yolun ana durakları olarak göz önüne aldığımızda içiçe üç bilinmeyenli ve birbirini hizada tutan bir denklemle karşı karşıya olduğumuzu hissederiz. Umumi olarak, hakikat, varlık ve oluş’un mihengini ifâde ettiğine göre, hakikat takip edilebildiği müddetçe, oluşta beliren varlık durumları ve müşkülleri tabir edilebilir ve hâlledilebilir.
Tarih içindeki serüveni boyunca ardarda yenilen darbelerle felsefî düşüncede hakikat hissi kayboldu, nihayetsiz ve karanlık bir tünelde yalçın ve yabanî bir yalnızlık hissi ile başbaşa kalındı. Bunun neticesinde varılan nokta, (aslında Dekart’tan itibaren görünen bir hâl) 20.yüzyılda ortaya konulan çeşitli düşüncelerin ortak paydasının, hakikati, en öndeki mevkiinden alaşağı etmek zorunda kalmasıdır. Bundan sonra umumi bakış şudur: Aslolan varlıktır ve varlık oluş hâlinde görünüşe çıkar. Varlığın mahiyeti olan irade (arzu), oluşla kendi hürriyet alanını doldurur. Bu hürriyet alanını doldurduğunca kendi hakikatini “belirler”. İnsanın kendi hakikatinden anlaşılan artık en basit görünümüyle otokontrol vazifesi gören “insanî hakikat” değil, şahsın ihtiyaç objesini hedefleyip kendini bu hedefte açığa çıkaran egosudur, benidir, nefsidir. Bütün insanlığın paylaştığı temel bir insanî hakikat olmayınca, daha doğrusu olsa bile bunun için gerekli hakikat inzibatı olmayınca, insan sayısınca insanî hakikatin çoğalması tabiîdir. Bu da değerinin düşmesine ve mânâsızlaşmasına sebeb olur.
Varlığın hakikatinden varlıkların hakikatlerine yönelmenin neticesinde maddî keşifler de sökün etmeye başladı. Anlaşılan o ki, varlığa umumi kategoriler sunmaktan vazgeçmek, her varlığı kendi bütünlüğü içinde inceleme mevzuu yapmak ve bu çerçevede ölçümlerde bulunmak semeresini vermişti. Her zaman rastlanılan bir durum olarak, başarı elde edilmiş sahalardaki bilgi ve metodlar insanî sahaya da aplike edilmekte geç kalınmadı. Maddî keşiflerin getirdiği coşku normalleştiğinde, elde bulunan zihnî modellerin –hepsi de mevzusunda otorite sayılan profesyonellerce geliştirilmiş-, birbirine zıd ve fiktif olduğu da görülmeye başlandı. Gelişmiş âlet eksikliği, yetersiz ölçüm şikayetleri, vs. meselenin çözülmesine ivme vereceğine, daha da çetrefilleşmesine sebeb oldu. Sonuç: zihnî modeller tozlu raflara…
Modellerden uzaklaşıp, projektörlerimizi zihin hayatına döndürmek ve şuur hâllerini incelemek gerekiyor. Şuurun ifâdeye geçtiği her alan bir dil alanı belirtir ve dolaysız dil alanının tahlili bize ruhî hayatımızın şemasını elde etmemizi sağlar. (Zihinden şuura ve şuurdan ruha geçişimiz ve sanki birbirinin müradifiymiş gibi bahsetmemiz, okuyucuyu yanıltmasın.)
Dile olan ilginin temelinde bu düşünceyi görüyoruz. Russel’ın sözüne geri dönersek, dilin “şeffaf bir vakıa” oluşu, mugalatacılara karşı söylenmesinin ötesinde bir iddia değeri varsa, bizce bu çok büyük bir iddia olur. Şöyle ki, dil, diğer varlıklardan ayrı bir keyfiyet belirtir. Varlıkların belirttiği mânâ dil içinde ve dille belirginlik kazanır, ifâde olunur. Diğer varlıkları veya varlık grublarını kendimden uzaklaştırarak, tetkik mevzuu yapabilirim; fakat dil, bu varlıkların belirttiği “dışardalığı” bana sağlamaz. Diğer varlıklar, dilin umumi hey’eti içinde mefhumlaşabildiği –kavramlaşabildiği hâlde, dil, dile sığmaz. Hidrojen ve oksijenin dil içinde “anlaşılan” bir mânâsı yoksa, suyun yapısını iki hidrojen ve bir oksijen atomu oluşturur hükmü elde edilemez. Buradan şu sonuca ulaşmak çok mu kestirmece olur: Dil sayesinde varlığın dildeki gizlilikleri ortaya çıkar, şeffaflaşır. Buna dışardakinin dışlaştırılması diyebiliriz.
İnsanî duygu ve düşüncelerin aynı gaye doğrultusunda malûm hâle getirilmesi de yine şeffaflaştırma olarak içerdekinin dışlaştırılmasıdır. Bu yüzden dil için aynı zamanda gizli mânâları malûmlaştırma âleti de diyebiliriz.
Doğduğumuz zaman, içinde bulunduğumuz mekân, mensubu olduğumuz aile ve giderek bütün kainat belirleniminde hiç veya çok az payımızın olduğu bir verilmişliği belirtir; kaotik bir durum… Bu kaos iki yönlüdür: Varlıkların birbirlerine karşı belirttiği karmaşıklık ve bize göre olan karmaşıklığı. Varlıkların birbirine göre olan karmaşıklığını dışardakinin dışlaştırılması diye formüle ettiğimiz operasyonla gidermeye çalışırız. Ya bize göre olan karmaşıklığı? Burada tam tersi bir yolla gerçekleştirilen bir şeffaflaştırma sözkonusu: Varlık belirlenimlerini ruhî atıf kategorileri hâlinde birleştirip, kendi benliğimizde tekleştirmek, her şeyi ruhî hayatın hasrı altına alabilmek… Bu da sembolik bir dilin keşfedilmesini –kurulmasını zorunlu kılar.
Öyleyse dil, şeffaf bir vakıa olmaktan ziyade vakıayı –malûmu şeffaflaştıran ve varlık yekununu ben’de –malûm’da toplamayı sağlayan bir âlettir.
Mânâ dil ile görünüme geçtiğine göre ben-malûm ile kainat ancak dilde karşılaşır, katışır. Bu yüzden dil, toplama ve dağıtma vasatını oluşturur. Dil, ben ile kainatın karşılaştığı zemin vasfını görürken, mümkün olup olmadığı ayrı bir dava, şuurun dil üzerine eğilmesi, şuurun kendine dönmesi veya bir misâlle anlatılacak olursa, dikkatin aynadaki suretten aynaya döndürülmesi çabasıdır.
Hülasa, dil hayatına şuurlu bir bakış, Kuantum teorisinde belirtilen, ölçü âletlerinin, bizâtihi kendilerinin ölçümlerde sapmaya yol açması tarzındaki problemleri de göz önüne almak zorundadır. Buna rağmen ben ile kainat arasındaki ilişkinin cereyan ettiği bu vasat fark edildikten sonra bu elverişli noktadan vazgeçmek de razı olunacak gibi değil. Bütün mesele, dilin şeffaflığını kendinde gerçekleştirmek olan toplu anlayışa –mânâya ulaşabilmekte. İlişkiler tersyüz edilmişçesine kainat ve beni bir dilin gerçekleşmelerini gösteren taayyünler –belirişler olarak ele almak…
•
Tekrar “şeffaf vakıa”ya dönersek şunları söyleyebiliriz:
1.Dille ifâde edilen mânâ, ifâde eden açısından açıktır, şeffaftır. Halbuki muhatab için bunu her zaman öne sürmek doğru olmayabilir.
2.İbtidaî bir saffetle söylendiği hâlde, muhatabda derin tesir uyandıran sözler de vardır: Herkesin şeffaf mânâsı kendine. Yukarıdaki menkıbede olduğu gibi.
3. Bazen söylenilenden gaye, doğrudan mânâdır; bazen de muhatabda aratıcı, buldurucu ruhî bir tavrın doğmasını gaye edinen nazik ve latif bir imâdır: Burada şeffaflık, söyleyen için… Muhatab için de olursa ne âlâ.
4. “Bahaneden sarhoş dil” mısraında olduğu gibi ifâde ve mânânın tamamen alâkasız olduğu durumlar da unutulmamalıdır. Aslolan mânâ olduğuna göre ruhî alışverişin doğrudan olduğu yerde söz lüzumsuzlaşır veya dolgu malzemesi vazifesini görür.
5.”Kelimesiz düşünmek yaradanı”… İfâde vasıtası, hissi -mânâyı olduğu gibi aksettirmiyorsa, ifâde ne kadar şeffaf olsa da dil ters yönde sembolleşir. Burada sembol, toplayıcı değil, açıcıdır; inkıbaz bir müşkülü çözen, dağıtan bir hâl. Artık ihtiyaç duyulmayan bir füze roketi gibi…
•
Şimdi ilk başta aktarılan menkıbeye dönüyoruz. Lûgat cihetinden bakarsak;
Dil: Gönül, kalb, niyet. Cesâret, yürek. Mandıra, ağıl.
Dil: Lisân, zeban. Lûgat. Denizin içine uzanmış üstü düz kumluk, uzunca kara parçası. Mecazen: Gıybet, mezemmet, dedikodu, çekiştirme.
Dil: (Farsça) Nokta. Gönül, kalb. Mandıra ve ağıl.
Til: Etrafına çok iltifat eden kişi. Etrafındakilerle şakalaşan kimse.
Til: Nokta. Ben. Şâme.
Kû: (Farsça) Hani, ne oldu, nereye gitti gibi istifham ifâde eder.
Birr: Tilki eniği. Temizlik. Günahtan çekinmek. Takva. İn’am ve ihsan etme. Amel-i Salih. İyi amel. Koyunu sevketmek. Gönül, kalb. Fâre.
Tilki, dilku: Gönül nerede? Ben nerede? Nokta nerede? Latif nerede? Takva nerede? Dil nerede? Bir nerede?
Tilki Osmanlıca farklı yazılışlarına göre farklı Ebced değerleri alıyor:
(1) Te + lâm + kef + ye = 400 + 30 + 20 + 10 = 460
(2) Te + ye + lâm + kef + ye = 400 + 10 + 30 + 20 + 10 = 470
(3) Te + lâm + kef + vav = 400 + 30 + 20 + 6 = 456
1.yazılışında ye’yi elif’e kalbedersek Ebcedi 451’e denk geliyor. Bu da Salih Mirzabeyoğlu’na.
Türkçe’de –ki eki “Gönül ki huzurdan nasipsiz meydan” mısraında olduğu gibi, sonraki ifâdeyi öncekine bağladığı gibi, şerhine de başlangıç teşkil ediyor: Til ki: dil ki, gönül ki, ben ki, nokta ki… Tilki Günlüğü?..
Alıcısına çok lütfeden, ama her nasılsa vermemiş de muhatabın kendisinde bulduran bir incelikteki bu latife sırrından olan alışverişte tilki bir kavramdan ziyade bir motif. Bu yüzden akıl disiplinin yanında ruhî bir ayar gereği de kendini hissettiriyor.
Kaynak: M.E.D. “Akademya’ya Doğru Sitesi”, 2001-2005. (Arşiv makalelerimizde yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında makalelerini yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmaktadır.)