BÜYÜK DOĞU-İBDA DİLİ
“Necib Fazıl’ı ve İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nu okumayan bir kimse, kendisini ve çevresini tanıyıp anlayamaz!”
Böyle bir cümle işitmiş olsanız, ne dersiniz?
Genel olarak; “çok iddialı”…
Fakat hüküm vermekte acele etmeyiniz; belki de böyle düşünmeniz, tamamen Büyük Doğu ve İBDA Mimarları’nı okumamanızdan ileri geliyor.
Bu “sembol” mütefekkirlerin dili, Türk milletinin geçmişiyle geleceği arasında bir köprüdür. Sadece geçmişiyle geleceği arasında değil, kendisi ile çevresi arasında da bir köprüdür.
Gün gibi açık nice hakikat vardır ki, mânâsına uygun bir dille tasvir edilmediği zaman bütün gerçekliğini kaybeder. Meselâ eski putperestler, gözleriyle gördükleri hâlde güneşi hakikatiyle tasvir edememişler, bir “ilah” sanmışlardır.
Yüce fikirler ve büyük gerçekler, ancak mânâlarına uygun bir dille yaklaşıldığı takdirde, zihinde tecelli eden suretler olur. Meselâ, zihninde, sadece zarurî ihtiyaçlarını dile getirmeye yarayışlı birkaç yüz kelime olan bir kimsenin, kendi anatomik gerçekliği hakkında dahi kavrayabileceği bir fikir yoktur.
Bir ilkokul talebesinin felsefî metinleri anlamasının beklenmemesi, onun zihnini o metinleri kavrayacak bir dil ve anlayış olgunluğuna elverişli bulunmamasındandır. Bir “tarzan”, gözüyle görüp eliyle tutmadığı “akıl”, “ruh”, “zaman” gibi büyük mücerredleri tabiî olarak düşünemeyecektir.
“Bildiren çevre olmadan, bilen şuur olamayacağı” hakikatiyle, şu ölçüye de dikkat etmek lazımdır: Bir yönüyle işte belki bu yüzden, İBDA fikriyatında “eşya ve hadiseler mahiyetlerini kendilerine sorulan soruya göre verirler” denmiştir.
Şimdi müslüman olup da, Necib Fazıl’ı okumadan, onu hakikatiyle “okuma”nın yegâne anahtarı olarak İBDA Mimarı’nı okumadan, kendisini ve çevresini tanımak isteyenler, biraz da bu Tarzan misâline benziyor. Büyük Doğu-İBDA’yı bilmeden girişilen fikir imâli, günübirlik didişmelerden başını kaldıramıyor.
Hegel hakkında ne söyleyebilirsin?.. Marksizme nasıl karşı olabilirsin? Freud’un Psikanalizi hakkında ne düşünüyorsun? Tanzimat’ın, Meşrûtiyet’in, Cumhuriyet’in mânâsı nedir ve nerededir?
Büyük fikirler ve büyük gerçekleri, İslâmî tefekkür ve tahassüs bünyesine aplike etmek gibi büyük bir görevi Üstad Necib Fazıl ve “bir ve aynı” mânânın “yürüyen” kutbu olarak İBDA Mimarı başarmıştır!..
GÜNLÜK DİL-FİKİR DİLİ
Dil inkılâbının toplum hayatımız üzerindeki en önemli başarısı “idraklerin iğdiş edilmesi” oldu. Bunu da, “günlük hayatın dili” ile “fikir hayatının dili”ni birbirinden koparmakla başardılar. Binaenaleyh artık fikir hayatına yönelen bir kimse, toplumun karşısına çıktığında, yamyamlar arasına düşmüş gibi olur hâle geldi.
Bugünün üniversitelerinde, fikir talimi yerine, uydurukça enjeksiyonuna savaşılması, kültür hayatımız adına ne hazin bir tablo! Felsefe talebesine “zihin” yerine (anlak), psikoloji talebesine “ruh” yerine (tin), antropoloji talebesine “kültür” ve “hars” yerine (ekin) demeyi öğrettikten sonra, onun hangi fikri edinmesini ve hangi topluma hitab etmesini bekleyebilirsiniz?
Bir edebiyatçının “edebiyat” kelimesinden anladığının, bir tornacının aynı kelimeden anladığından farklı olması tabiîdir. Mücerred kelimeler piramidâl bir mânâ yapısına sahibtirler; aşağı indikçe tarifleri umumîleşir ve yukarı çıktıkça hususîleşir. Ama “edebiyat” kelimesi, tornacının dilinde “edebiyat” olarak kalır ve edebiyatçının dilinde (yazın) şeklini alırsa, hem yukardan takviyesi olmadığından öz mânâsını aşağıda kaybeder, hem piramidin yukarısı uçar gider, başka bir piramit hâlini alır.
Bu durumu ahlâk ölçüsüne vurduğunuz zaman, karşınıza bir münafık tipi çıkar ki, vasfı şudur: “Dudaklar başka söyler, bacaklar başka yürür…”
Bugün Osmanlı aydınlarının halktan koptuğunu söyleyenlerin içinde bulunduğu durum, gerçekten halktan kopma noktasını temsil eden “Servet-i Fünun” cereyanının içine düştüğü durumdur. Oysa Osmanlı Türkçesi’nin (“Osmanlıca” değil) genel seyrinde, bu kabil bir kopuştan söz edilemez.
TÜRK DİL TARİHİ
Türk milleti millet olmadan önce, Orta Asya steplerinde “bozkurt budunları” hâlinde esip gürlemekteydi. O zaman bu “budunlar” arasında, bugünkü Türkçe’nin en eski kelimeleri olan, ekseriya tek heceli ve maddî kasıdlara matuf “al, ver, tut, kır, yat, kalk” gibi bir ifâde sistemiyle anlaşılıyordu.
Ne zaman ki Türkler, İslâma girmeye başladılar, o zaman “bozkurt”, “söğüt”e ve “budun”, “millet”e istihâle etti. Bu sırada Türk milleti varlık dairesinde daha evvel hiç duymadığı keyfiyetleri tanımak ve hiç düşünmediği mânâlara temas etmek ihtiyaciyle, Arab ve Fars dilinin kavramlarına kapısını açtı. Üstad Necib Fazıl, Türkler’in “bozkurt”tan “söğüt”e inkılâbının bu yönünü, “Türk dil çarşafına, Arap ve Fars irfan yemişlerinin silkelenmesi” olarak vasıflandırır.
Türk milletinin gerçek doğuşu, Anadolu’nun fethinden sonra, “Kayılar” önderliğinde oldu ve çok geçmeden “Osmanlılar” adını alan bu çerçevede, Türk millî dilinin de temelleri atıldı. Bu dilin manevî temellerini atan, ilk büyük Türk şairi Yunus Emre’dir. Bunun dışında Türk milletinin, Anadolu dışındaki akrabalarıyla hiçbir ruhî ve tarihî alâkası kalmamıştır ve bin senedir yoktur.
Türk dilinin büyüyüp gelişmesi, Arab ve Fars irfan yemişlerinden sonra, Rum ve İtalyan mevziî terimlerini de içine aldı. Tanzimat’tan itibaren, zamanın yeni tecellileri karşısında, Türk dili ve şuurunun kapısını bu sefer de Lâtin ve Yunan irfan yemişlerine açmak lüzumu hissedildi. Böylece modern Türk dili, en büyük tefekkür ve en ince sanat imkânlarını içinde barındırır bir derinlik ve genişliğe kavuştu. Eğer “dil inkılâbı” isimli samyeli olmasaydı, bugünün Türk dili, dev mütefekkirlerin ve sanatkârların yatağı hâlinde bulunabilirdi.
İşte bu imkânı ilk defa Necib Fazıl farketti ve Türk dilinin ihtişamlı sarayını o kurmuş oldu. Bu sarayın aynı ihtişamdaki “teorik ve teknik dil” hisarını da, artık Necib Fazıl’a bakışın ve Büyük Doğu sarayına varışın biricik “yol”unu temsil eden İBDA Mimarı inşâ etti.
DİL KURUCULUK
1992 Yılında kontrgerilla tarafından öldürülen komünist Kürt aydını Musa Anter’le ölümünden önceki son ropörtajı, kapatılan Taraf Dergisi adına, Sevgili Ali Osman Zor ile bendeniz yapmıştık.
Anter bize, “ne mutlu Türküm diyene diyarında bir Kürt” olarak başına gelenleri anlatırken, şöyle bir itirafta bulunmuştu:
-“Ben beş defa Türkçe öğrenmek zorunda kaldım. İlkini ilk okulda öğrendim. Sonra Mustafa Kemal, “bu yanlıştır, doğru Türkçe budur” dedi, bir defa daha öğrendim. Ondan sonra İsmet Paşa bir şey daha icat etti, onu kullanmaya başladık. Menderes zamanında eskiye bağlı, ama eskisi gibi olmayan yenice bir dil hakim oldu. Nihayet Yaşar Kemal ile Çetin Altan bir Türkçe kurdular, halen onunla okuyup yazıyoruz.”
Tabiî Musa Anter’in o sıralarda yaşı bir hayli ilerlemiş olduğundan, 12 Eylül sonrasında televizyon ve gazetelerin kurduğu Türk-Amerikan dilini öğrenme fırsatı olmamıştı. Bu son dili maalesef, bugün kendilerine “İslâmcı Entellektüel” diyen bir zümre öğrenir ve öğretir oldu…
Biz böyle derken acaba ne demek istediğimiz anlaşılıyor mu?
Fikir ve sanat dili, halk dilinin sonsuz imkânları içinde doğar ve kendisinden zuhur ettiği halk dilini ileriye götürür.Dante’nin İtalyancada, Cervantes’in İspanyolcada, Montaigne’in Fransızcada, Shakespeare’in İngilizcede, Goethe’nin Almancada oynadığı dil kurucu rolü hep bu tarz olmuştur.
Zikredilen isimlerden de görüyoruz ki, dil kurmak ancak büyük fikir ve sanat adamlarının kârı olabilir. Kezâ bir dil, temas ettiği meseleler, terennüm ettiği duygular ve temayüz ettiği fikirlerle doğar ve gelişir.
İleri Türkçenin Arab ve Fars sayesinde bulduğu ruhunu, Yunan ve Latin sayesinde tanıdığı teknik-yapma varlık plâniyle evlendirerek dünya irfan yemişlerini kucaklayıcı bir bünyeye sahib olması da, Büyük Doğu mimarisinin aynı hâlinde İBDA dili çerçevesinde vücut bulacaktır.
“TERSİNE MUCİZE”
Allah Resulü’nü diğer nebilerden ayıran eşsiz vasıflardan birinin de, “kelâm ve mânâ toplayıcılığı” olduğu İBDA’da olanca derinliğiyle belirtilmiştir. Ahlâkî yücelikleri tamamlamak üzere gönderildiklerini buyuran Kâinatın Fahri, âlemleri bütün kemâllerin mecmuu-toplamı sayılan “Ferdî Hikmet” ile şereflendirilmişlerdir.
Üstad Necib Fazıl, son devri, “bir mucize; ama O’nun nurundan ayrılmanın, O’na bağlanmışken geri dönmenin ne demek olduğunu gösteren tersine bir mucize!” şeklinde hükümlendirir. 1930’ların dil faaliyetleri, kelâm ve mânâ toplayıcılığı hikmetini de tersinden tecelli ettirici mahiyetiyle, bu tesbiti doğrular.
1930’larda, mühendisliği Ermeni Dilaçar ile Dönme Dilmaç’ın, hamallığını da Falih Rıfkı ve Nurullah Ataç gibilerin yaptığı “arıdil” davulculuğu, tarihin sillesini yiyenlere ne güzel misâldir? “Kalem” yerine (yazgaç), “musikî” yerine (küğ) ve daha ne yerine ne teklif edecek kadar şaşıran bu zümrenin imâlatı, bir nevî “kelâm ve mânâ dağıtıcılığı” keyfiyetindedir. Fakat bugün onların pis kokusu olarak (bay) ve (bayan) gibi zırvalar hâlâ kulak tırmalamaktadır.
1960’larda, C.H.P.’nin ikinci diktatoryası sırasında ihdas edilen dil ise (sorun), (neden), (sayın), (bağlam) gibi bir yığın yeniliği ile kültür hayatımıza daha fazla nüfuz imkânı bulmuştur. Böylece birinci dalganın yıkamadığını ikinci dalga yıkmış ve yeni nesillerin “millî” ve “dinî” şuur hayatıyla bütün bağları koparılmıştır. Bırakın uzak geçmişi, dilde oynamalar neticesinde, iki nesil arasındaki kopuntu o raddeye varmıştır ki, yurt sathı müthiş bir kaos âlemine, toplum yapısı başıboş sürüler demetine dönmüştür.
Çocukluğunda Arabça, gençliğinde Japonca, olgunluğunda Fransızca konuşan ve her yeni lisan öğrenişinde bir önceki lisanını bir sonraki lisanıyla harmanlayıp ikisini de tanınmaz hâle getiren ve ihtiyarlık çağında hiç konuşamaz hâle gelen bir marazîlik tahayyül ediniz!
Hâliniz bundan başka nedir ki?
Bunu anlamamak da “tersine mucize”dir.
YABANCI DİL-YABANÎ DİL
YÖK Başkanı Kemal Gürüz’ün neler yaptığından kaç kişi haberdar?
Kemal Gürüz, bütün üniversite eğitimini İngilizce verdirmenin sancılarını çekiyor. Bu plânın ilk adımları atılmaya başlandı.
Ya bu ne demektir?
-“Ey sefil Türk milleti, siz düşünemez, duyamaz, anlayamaz, bilemez yabanî bir sürüsünüz; ancak efendilerinizin düşünüş, duyuş, anlayış, biliş kalıblarını beyninize yerleştirdiğiniz takdirde yabanîlik esaretinden kurtulabilirsiniz!”
Demektir. Aslında bir kültür ve ihtisas mevzuu olması gereken “yabancı dil eğitimi”, ülkemize Tanzimat rezaletinden sonra sokulan misyoner okullarıyla, millî bünyemizi kangrenleştirmeye dönüşmüştür. “Özel” kolejler, anadolu liseleri, fen liseleri, askerî liseler, nihayet anaokulları, yabancı dil kursları ve devlet üniversiteleri çerçevesinde yaygınlaşan bu eğitim politikası, bugün neredeyse bir diktatörlük yasaları niteliğine bürünmüştür.
Bir felsefe talebesine, “bu benim anlattığım gerçek felsefe değil, ancak onun bir tezahürü; sen gerçek felsefeyi öğrenmek istersen, yabancı dil öğrenmelisin!” diyerek ders vermeye başlayan bir felsefe profesörü, aslında Türkiye vatandaşlığına girmiş bir misyoner ve casustur. Bu tutum, emperyalizmin Hawaii tipi müstemlekelerde kullandığı, “yabancı dil-efendinin dilini bilmezsen, adam olamazsın!” şeklindeki bir büyük plânın parçasıdır.
Ben “materyalizm”in ne olduğunu anlamak için Fransızca öğrenmek değil, en başta kendi dil ve düşünce dünyamı onu anlamaya müsait hâle getirmek zorundayım. Ancak bundan sonra “materia”nın, bu felsefeye ait diğer kavramların, bu felsefenin temelde savunduğu ve karşı olduğu fikirlerin, onun kendi dünyasında karşılaştığı tenkidlerin ne mânâya geldiğini anlayabilirim. Şayet kendi dil ve düşünce dünyama sahibsem, “materyalizm”in neyinin bana uygun ve neyinin benim dışımda olduğunu da billurlaştırabilirim.
Bir gayrimeşrû işler ustası yetiştirerek, ona “dünya dili” diye İngilizce öğretebiliyoruz ama, onu Fransa’da yakalattığımız zaman Fransız polisinin “dünya dili”nden hiç haberdar olmadığını öğrenerek şoke oluyoruz. Buradan da anlaşılıyor ki, “yabancı dil eğitimi” ülkemizde bir “yabancılaştırma” siyaseti olarak tatbik edilmekte ve günlük hayatımız ile tefekkür dünyamız arasına her geçen gün yüksekliği daha da artan bir Ye’cüc-Me’cüc seddi çekilmektedir.
Hangisi yabanîliktir?
İBADET DİLİ
“İngilizce eğitim”i günlük hayatın en ücrâ köşelerine kadar indirici bir tahakküm meselesi olarak savunanların, mevzu İslâm olunca birdenbire en koyu şovenistler hâline gelmeleri, “Türkçe Ezan”, “Türkçe Kur’ân” çığlıkları atmaları hayretliktir.
Bunları niçin istediklerini şöyle bir tekerlemeyle açıklar:
-“Kur’ân’ı herkes anlasın diye…”
Bize sorarsanız, kendilerinin Kur’ân’ı anlamak gibi bir niyetleri olmadığı gibi, maksadları da bunun tam tersinedir: “Kur’ân’ı hiç kimse anlamasın diye”, O sadece karacahil sosyete kokonalarının “gün”lerinde merasim figürü olsun diye…
Türkçe, Çince, İngilizce Kur’ân olmaz! “Kur’ân’ı Kerim lafz ve mânâ olarak nazil olmuş Allah Kelâmı’dır” denmiştir. O’nun ne bir harfine, ne lisânına insan parmağı dokunabilir. Böylelikle –lafz olarak- okunur, dinlenir, ezberlenir ve –mânâ olarak- zahirî ve batınî binbir ilme ve ilhama kaynak olur. Çinli, İngiliz ve Türk müslümanlariyle, en kaba çiftçiden en nazik şaire kadar bütün bir ümmet kadrosu içinde “birlik noktası” olur.
Sosyete kokonalarının televizyon programlarında şöhret arayan cadaloz şiveliler, şu lâfı da ağızlarından düşürmezler:
-“Ben Allah’a ibadet ederken, ne dediğimi bilmek isterim.”
Bilmek istersen, zaten bilirsin. Her hâlin ve vaktinde Allah’a hangi lisân ile görünüyorsan, Kur’ân okurken ve ibadetinde de aynı lisân ile görünürsün. “Kelâm taayyündür; görünüşe çıkmadır!” der İBDA Mimarı. Binaenaleyh mü’minin ibadeti “mü’mince”, münafıkın ibadeti “münafıkça” ve kâfirin ibadeti “kâfirce”dir. Kişinin ibadet lisânı, onun hâl lisânına göredir. Kur’ân’ı kendi hâline göre değiştirmekle olmaz.
Eğer ben meâlci ve reformcu soyunun, gerçekten Kur’ân’ı anlamak diye bir dâvâları olsaydı, başlarını önlerine eğip kendi çirkin hâllerine Kur’ân’dan kılıf arayacaklarına, başlarını kaldırıp başta Sünnet-i Seniyye olmak üzere, Ehl-i Sünnet tarihinin “anlayış” bulutlarına bir göz atarlardı.
“HAYAT”A DAİR – I
“Hayat” kelimesinin lisânımıza Arapça’dan geçtiği bahanesiyle, yerine (yaşam) uyduruldu. Hangi hak ve izâhla? Belli değil… Çilesiz, düşüncesiz, hatta vahşice bir muamele…
(Yaşam) da nesi, nereden çıktı?
“Yaşamak” fiili malûm… “Ölmek”ten “ölüm” oluyor da, “yaşamak”tan (yaşam) niçin olmasın?
Yeryüzünde bu mantıkla zihni dağıtılan bir başka millet var mıdır?
Bizim bildiğimiz, hiçbir büyük dilde yabancı menşeli olduğu için bir kelime atılıp, yerine yenisi uydurulmaz.
Bizim bildiğimiz, hiçbir büyük dilde yabancı menşeli olduğu için bir kelime atılıp, yerine yenisi uydurulmaz. Hiçbir Avrupalı’nın, “Arablardan öğrendik” gerekçesiyle “kahve”, “amiral”, “limon” gibi kelimeleri atıp, yerine yenilerini uydurdukları görülmemiştir. Hele hele kendi tarihî serüvenlerini reddederek Yunanca, Lâtince, İbranice kelimelere sırt dönmeleri, hayâle bile sığmaz.
Rusya’da bütün geçmiş değerleri allak bullak eden Bolşevikler, Rus diline dokunmayı akıllarının ucundan bile geçirmemişlerdir. Stalin, “Marksizm ve Dil” isimli eserinde, “Sovyet devriminin dili, Puşkin’in dilidir!” diyerek, yaklaşık kendisinden bir asır önce ortaya çıkan modern Rus dilini iftiharla müdafaa eder.
Buna mukabil zikrettiğimiz mantıkla kelime uydurmak, ancak mizahçıların ve (paralojik) adı verilen ruh hastalarının kârı olabilir. Siz hiç, bir İngilizin, “ölmek”ten “ölüm” olursa, “yaşamak”tan da (yaşam) olur, gibi bir çocuk mantığıyla, lisanında mevcud ekleri olur olmaz köklere bitiştirdiğine rastladınız mı?
Kaldı ki, “hayat” kelimesinin atılması ve yerine (yaşam)ın uydurulması, belki de Türk kültür hayatına vurulan en büyük darbelerden biridir.
Lisânımızdaki “hayat” kelimesinin, Allah’ın güzel isimlerinden “El-Hayy” ile taalluku vardır ve hayatın menbaının ilahî olduğu ihtarındadır. (Yaşam) kelimesinin ve diğer benzerlerinin ihdâsıyla, aslında bütün bir din, kültür ve medeniyetin temelinden dinamitlenmesi, bir deyişle sonsuzluğun “ölüm” ve “ölümlü”yle mel’un takası emeli güdülmektedir.
“HAYAT”A DAİR – II
Lisânımızdan “hayat” kelimesinin atılması ve yerine (yaşam) saçmalığının ikâme edilmesi, lisânımızın ve buna bağlı olarak dimağımızın “hayatiyet”inin katline, hazin bir misâldir.
Bir kere, sosyal hayatımızdan, “hayatî” gibi hayatî bir kelime kaldırılmış oluyor. Hâlbuki bu kelime öylesine canlı ve dinamik bir kelimedir ki, yerine uydurulan (yaşamsal)ın onun revnâkına kavuşabilmesi için, aradan en az bin sene geçmesi icap eder. Bugün “hayatî”nin ancak bir mânâsını, o da görülmedik bir ıkınma ile karşılayabilen (yaşamsal), belki bin sene sonra babalarının çocuklarına bir isim olarak koyabileceği derinliğe kavuşabilir.
Hiçbir gerçek Türk şair ve münevveri, “hayat” kelimesindeki hayâtiyeti, (yaşam) uydurmasının tedaîleri hedefinde bulamaz. “Hayat” kelimesini hakkiyle anlamaya çalışmak bile, insana hayat hakkında bir eser yazdırabilir.
Meselâ “hayat”ın “ihraz” kelimesiyle olan alâkası ve “ihraz” kelimesinin bir mânâsının da “birini güzel bir sûrette korumak” demek oluşu ve bundan doğan deryâ dolusu hayat fikri, (yaşam)la hiçbir sûrette sağlanamaz. “Hayat” kelimesini idrâk eden kimse, hayatın, “Allah’ın insanı güzel bir sûrette terkip ve himaye etmesi” mânâsına geldiğini düşünebilir de, (yaşam) ancak (yaşam kadını) ziyareti gibi, orada başlayıp, orada biter.
“Hayat” kelimesinin imlâda bile binbir zenginliği vardır. Faraza ebced değeri “419”dur ve şârihler bunu “tarih düşürme”de, hakîmler “hikmet keşfetme”de kullanabilirler, ama (yaşam) ile bütün bu kültür öldürülmüş olur.
Şimdi, dinî tebliğden bahseden birkaç kucak “İslâmcı entellektüel”, tebliğin dil ile mümkün olmasını gözönünde bulundurarak, “uydurma dil”e hangi hassasiyetle kucak açtıklarını bize “tebliğ” etmelidirler.
DİLİM DİLİM
Dinimize düşman olanların, dilimize de düşman olmaları, sadece bir tesadüf müdür?
*
Sebeblerine ve neticelerine bakıldığında, “din inkılabı” ilânına cür’et edilemediği için, “dil inkılâbı” ve “harf inkılâbı” tezgâhlandığı düşünülebilir mi?
*
“Dil inkılâbı”nın baş düşmanlar listesinde “fikir”, “akıl”, “ruh”, “zaman”, “mekân” gibi mücerred isimlerin bulunması ve halka inilip “pırasa”, “maydanoz”, “limon”, “baba”, “hala” gibi aynı menşeli müşahhas isimlere dokunulmaması, fikir ve sanat hayatımızı nasıl etkilemiştir?
*
Dil meselesinin, dinin tebliğinden fikrin düzenlenişine, eşya ve hâdiseyi idrak biçiminden en basit sosyal münasebetlere kadar, ferd ve toplum hayatını kuşatıcı aslî rolü, lisan üzerindeki her oynamanın, olanca ferd ve toplum hayatını altüst edecek ciddiyette bir suç olarak “hıyanet-i vataniye” kanuniyle karşılanmasını gerektirmez mi?
“Allah” yerine, mücerred “ilâh” kasdı bile olmayan, ama ibtidaî kabilelere mahsus totem inancından gelen (tanrı), “peygamber” yerine şaman reislerinden kalma (yalvaç) kavramını getirenler, “Türkiye Cumhuriyeti” yerine (Türkeli Toplumcuklanması), “Mustafa Kemal” yerine (Ayıklanımsal Olgunluk) gibi herzeleri düşünmekten niçin kaçınmış olabilirler?
*
“Yabancı dil eğitimi”ni ve uluorta çiftleşmeyi (evrensellik) adına savunanların, âlemşumul bir dinin icablarına el atarak “Türkçe ezan”, “Türkçe Kur’ân” yaygaraları koparmaları, ne ile açıklanır?
*
Tıp dili, iktisat dili, teknoloji dili en kapsamlı Türkçe lûgatleriyle dahi anlaşılamıyorken, “Kur’ân dili”nin kültürsüz sosyete kokonalarına hasredilmeye çalışılması, hangi emelin bir şûbesi olabilir?
Kaynak: S.G. “Akademya’ya Doğru Sitesi”, 2001-2005 (2010 öncesi arşiv makalelerimizde yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında makalelerini yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmaktadır.)