Haftasonu (10 Kasım 2012, Cumartesi) Bakırköy’e, Ruh ve Sinir Hastalıkları hastahânesinde bulunan Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nu yalnız bırakmayan arkadaşlarımın yanına gidiyorum. Hastahâne girişinde bir arkadaşımı arıyor ve nerede olduklarının tarifini alıyorum. Soruyor: “Heykeli geçtin mi?” Ne heykeli diye düşünürken, aklıma geliyor; öyle ya “düşünen adam” heykeli… Bugün de (12 Kasım 2012, Pazartesi) internet sayfasında Google’ı açtığımda “Düşünen Adam” heykeli ile karşılaştım. Meğer, Rodin’in doğum yıldönümü imiş.
Fransız heykeltraş Auguste Rodin’in (d. 12 Kasım 1840 – ö. 17 Kasım 1917) en meşhur eseri, herhâlde “Düşünen Adam” heykelidir. Aslında heykelin orijinal ismi, “Thinker” yâni “Mütefekkir-Düşünür”dür. Hikâyesi şöyle:
1880 yılında Fransız devleti, yeni açılacak Paris Dekoratif Sanatlar Müzesi için Rodin`e bir kapı ısmarladığında Rodin 40 yaşındadır. Müze açıldığında kapının yetişmemesinden dolayı bir skandal meydana gelir. Oysa Rodin, Dante`nin “İlahî Komedya”sından mülhem sözkonusu “Cehennem Kapısı” üzerinde 10 yıl boyunca çalışmış, kapının üzerindeki 200 figürü de tek tek, birbirinden bağımsız ele almıştır. Bu eserde “Düşünen Adam”, kapının en tepesine oturtulmuş, Âdem ve Havva figürleri ise kapının iki yanında yer almıştır. “Düşünen Adam” heykeli, daha sonra alçıdan yapılmış büyük hâliyle, ilk kez 1904 yılında Londra’da sergilenir.
İşte bu “Düşünen Adam” heykelinin, dünyanın dört bir köşesinde çok sayıda kopyası yapılır. Hepsi de ya müze ya bilim merkezi ya sanat galerisi ya üniversite ya akademi girişlerine, kısacası en seçkin “fikir-ilim-sanat” kurumlarının en güzel köşelerine konulur. Ne var ki bu heykel, YALNIZCA TÜRKİYE’DE, Ruh ve Sinir Hastalıkları hastahânesinin bahçesine “münasib” görülür. Ülkemizde “düşünen adam”a biçilen değeri buradan da süzmek mümkündür. Mütefekkir Mirzabeyoğlu’nun tam da bugünlerde “düşünen adam” heykeline komşu olmasındaki “ironi”yi de…
MÜTEFEKKİR Salih Mirzabeyoğlu’nun “Ölüm Odası-B Yedi” isimli eserinin -bundan yaklaşık iki yıl önce yazdığı- 26. bölümünde anlattığı “Düşünen Adam”ı hatırlamamak ne mümkün. Kendisinin TELEGRAM suikasti dolayısıyla daha önce de Bakırköy’e sevkedildiğini (2000) göz önünde tutarak okuyalım:
– «Gözalabildiğine dümdüz buzdan bir zemin; dörtbir yanınız, sonsuzluğa açılan bir yalnızlık hissinden başka hiçbir şey vermiyor. Şu ânda sıcak odanızda veya Kutub bölgesiyle kıyaslanamaz bir ortamda bu satırları okurken, sizi üşütmek istiyorum. Hiçbir canlı yaşamaz ve yön duygusunun kalmadığı o zeminde, küçük bir kaya çıkıntısı ve üzerinde Rodin’in meşhur “Düşünen Adam” heykelini andıran, eli çenesinde oturan çıplak bir adam. Bu adamın hâli, sosyal çevresi ve anlatmaya kalkacağı şey, hiçi yaşarken, onu anlatmak kadar zor ve söze döner dönmez alelâde veya mânâsızlık diye bakılabilecek soydan şeyleri ihtiva etmekte. O adam bendim. 18-20 yaşlarında yaşadığım ve 30 yaşlarında büsbütün kaybolmadan o döneme âit bir psikolojiyi ibtidaîliği ve safiyeti ile aktarmak üzere ele aldığım YAŞAMAYI DENEME isimli romanımda, kahramanım KİM hakkında geçen bir cümle, Kartal Cezaevi’nde yaşadığım TELEGRAM sürecine pek uygundur:
— “İlk kez duyuyordu yaşamanın da kahramanlık olduğunu!”
(…)
Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastahanesi’nde bulunan DÜŞÜNEN ADAM heykeli, bulunduğu mekân itibariyle “düşünen adam”ın hâlini de gösteriyor. “Deli ile dâhi arasında incecik bir çizgi var!” denilmesine nisbet, belki de o düşünen adam, dâhi idi; ıssızlığın ortasında. Düpedüz akıl hastası bir delinin hâli; dâhi için bir felâket daha. Tasavvuf’ta, bütün mertebeleri aştıktan sonra eşya ve hâdiseye tasarruf iradesini asli sahibi Allah’ın iradesine bırakmış ve O’nun karşısındaki HİÇLİK’inin hâlini, Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’nin ifâdesiyle “tam bir değersizlik” olarak yaşayan üstün velinin hâli ile, basbayağı değersiz olan arasındaki fark karışırsa? Kılık kıyafetleri ve bütünüyle yaşamaları şu dünyaya sırtını dönmek olan MELAMİLERLE, köprü altında yaşayan evsiz barksız gariban berduşların şahsiyetleri karıştırılırsa? Bugün hakikati kalmamış bir kemâl yolu olan “melamilik”i karşılayan kelime, KALENDER:
— “Dünyayı terkederek elini çekip Allah yolunda giden kimse. Dünya alâkalarından uzak, hakikat adamı. Filozof.”
Bu tabir, Batı’da Diyojen ve Epiktetos gibi filozofların, bizdeki karşılığı olarak “Kelbiyyun” mektebinin yolu mensublarını da kapsıyor. Sıradan insanlar için onların yaşadıkları şartlar, düşkün ve rezillerle aynı kefede mütalâa edilmelerine sebeb olabilir.
(…)
Telegram’ın, daha arkadan gelecek olan dehşetlerini yaşamamışken, olup bitenin verdiği şaşkınlık hâllerinde, onların vermesine lüzûm yok, kendime teselli ve ümit olarak zihnimden geçen düşünce:
— “Bütün bunlar geçecek ve yaşadığım değişik bir şeyi yazacağım!”
Mehmed, Kenan, Arar, her kimse, yaptığından emin ve güzel sesli biri, duvar dibinde gezinen ses:
— “Ha, haa! Şuna bak! Kurtulup yazacağını düşünüyor!”
Onlara cevab verebilme değil de, cevabın tafsili şartlarında değilim. Oysa ben, gözle görülür şekiller içinde olsun olmasın, varlığın yokluğa, bedenimizin nasılsız ve niçinsiz ruhumuza delil olması gibi, anlattığım ve yazdığım zaman o hâle delil getirmiş oluyorum. “Tahlil, kritik etmek, benim tabiî yapım!” demem, kendimi “uykusunda bile düşünen adam!” diye tarif etmem, Kartal gibi, Bolu’daki NYMPHALAR için de abartılı görünüyor: Çünkü ben, yiyorum, içiyorum, boş duruyorum, helâya gidiyorum, banyo yapıyorum, uyuyorum, yahud havalandırmaya çıkıyorum, vesaire, vesaire… NYMPHALAR’ın tekidli iğnelemeleri içinde olduğundan, onlara da cevab olmuş bir YEVMİYE’yi aktarıyorum: “Bir yazıda kendi kendimizle imtihan hâlinde olduğumuz için, mütemadiyen beğenmeyiz, yazarız… Farkında olmadığımız şeyler oluyor hayatımızda, içimizde bir şey pişiyor, biz farkında olmuyoruz, pişiyor, pişiyor ve birden detay gibi görünen, bir vesileyle patlayıveriyor… Patlama ânlarının mâziye doğru psikolojik pırıltıları; işte KAFA KÂĞIDIM’da düşündüğüm o!”
TİLKİ GÜNLÜĞÜ, muradım bakımından, tam 7 sene 24 saatime hâkim örtülü veya açık, mesaimi ifâde eder: “İçimizde bir şey pişiyor, pişiyor” da, bu dilden kim ne anlıyor ve hayatı böyle mi görüyor? Eğer, Tilki Günlüğü’nün açtığı yoldan gelen eserlerim olmasaydı, tıbkı kutubtaki bir kayaya oturmuş, temessülü gitmiş adam hâli, o eserin yazılış sürecindeki imkânsızı anlatırcasına bir tatsızlıktaki sıkıntım da anlaşılmayacaktı. TELEGRAM’da yaşadığım hâdiselerin kuru naklinin, bana neye mâlolduğu malûm. DÜŞÜNEN ADAM HEYKELİ’ne komşu oldum.»
Bizim ekleyeceğimiz ise şu kadarcık: “Düşünen Adam” heykeline aradan geçen bunca yılın ardından yine komşu olan MÜTEFEKKİR Salih Mirzabeyoğlu, ülkemizde düşünceye ve düşünce adamına verilen değerin, “düşünen adam”ın başkalarınca nasıl ve nereye lâyık görüldüğünün de “heykelleştiği” isimdir aynı zamanda. Bir ülke ve toplum adına “tarihe geçecek” ne büyük utanç!..