Derleyen: HAYREDDİN SOYKAN
29 Mart 1900’de Bruxelles’in Libre-Esthétique Kurumunda verilen konferans.
Théo Van Rysselberghe’ye
Bayanlar, Baylar,
Buraya etkiyi savunmak için geldim.
Genel olarak iyi ve kötü etkiler vardır derler. Onları birbirinden ayırdetmeyi üzerime alacak değilim. Ben bütün etkileri savunmak istiyorum.
Herkese öyle gelmez ama, bu etkiler arasında çok iyilerinin de bulunduğu fikrindeyim.
Bence, bir etkinin iyi veya kötü oluşu kesin olmayıp, etki altında kalan kişiye göredir.
Bence özellikle, öyle kötü yaradılışlar vardır ki onlar için her şey talihsizlik, her şey zarardır. Tersine, öyleleri de vardır ki onlar için her şey mutlu bir gıda, her çakıl taşı bir ekmektir. Goethe der ki: “Herder’in bana öğretmek lûtfunda bulunduğu her şeyi açlar gibi yutuyordum.”
İlkin, etki altında kalanları savunacağım; sonra da etki altında bırakanları; konuşmamızın başlıca iki noktası bunlar olacaktır.
Goethe, Hâtıralar’ında, gençliğinin bir dönemini heyecanla anlatır; bu dönemde kendini dış dünyaya bırakarak, ayırdetmeksizin her yaratığın ayrı ayrı etkisi altında kalmış. “Bu durum için de, diyor, her şeye karşı öyle büyük bir yakınlık duyuyor, bütün tabiatla öyle mükemmel bir ahenk içinde bulunuyordum ki, her yer, saat ve mevsim değişmesi beni derinden duygulandırıyordu.” Goethe, en uçucu etkilere bile kendini kaptırmaktan haz duyuyordu.
Etkiler türlü türlüdür, size Goethe’nin bu sözlerini hatırlatmam da her birinin ayrı ayrı önemi olan bütün etkilerden söz edebilmem içindir, en mübhem, en tabiî olanlardan başlayacağım. İnsanların ve insan eserlerinin etkilerini sona bırakıyorum; çünkü anlatılması en güç olanlar, en çok mukavemet ettiğimiz yahut etmek istediğimiz, kafa tutmaya kalkıştığımız etkiler bunlardır – bu sonuncu etkileri savunmak istediğim için, bu savunmayı gücümün yettiği kadar, yani ağır ağır hazırlamam da tabiîdir.
İnsanlar için etkilerden kaçınmak imkânsızdır; kendilerini en çok koruyan, dört duvar içinde yaşayan insanlar bile etki altındadırlar. Etkilerinin sayıca azalmaları o nisbette kuvvetlerinin çoğalmasına bile sebeb olur. Fena havalarda, vakit geçirecek hiçbir şey bulmasaydık, en küçük sağnak bile bizi hüzün içinde bırakırdı.
Bütün tabiat ve insan etkilerinden tamamiyle kurtulmuş bir insan tasavvur etmek o kadar imkânsızdır ki, dış âleme hiç borçlu görünmeyen, gelişmeleri açıklanamayan, yaptıkları bu işin yabancısı olanlarca bir türlü anlaşılamayan ve hiçbir insanî güdünün sonucu görünmeyen kahramanların başarıları, gezegenlerin etkisiyle açıklanırdı, çünkü tamamiyle, bütün derinliğiyle, esasından spontané olan insanî bir şey tasavvur etmek, o kadar imkânsızdır.
Zannedersem, genel olarak yalnız kendi yıldızlarına uymakla büyük bir şöhret kazanmış olanların, genel –yani bütün bir halkı, yahut şehirde oturanları birlikte etkisi altında bırakan- etkilerden çok şahsî, seçilmiş etkiler altında kalan insanlar olduğunu söylemek mümkündür.
O halde etkiler iki sınıfa ayrılıyor: Ortaklaşa etkiler, özel etkiler; bütün bir ailenin, bir insan topluluğunun, bir memleketin aynı zamanda aldığı etkiler; insanın ailesinde, şehrinde, memleketinde yalnız başına (isteyerek veya istemeyerek, bilerek veya bilmeyerek, seçerek veya seçilerek) aldığı etkiler. Birinci sınıf etkiler ferdi ortaklaşa tipe irca etmek; ikinci sınıf etkiler de ferdi topluma karşı getirmek zorundadırlar. Taine, hemen hemen yalnız birincilerle uğraşmıştır; çünkü, bunlar kendi determinizmini öbürlerinden daha çok okşuyordu…
Ama hiç kimse tek başına kendisi için yeni bir şey icad edemeyeceğinden, ferdi ailesinden, toplumundan ayıran, bu sebeble şahsî dediğim bu etkiler, bir ferdi aynı etkiler altında kalan veya kalmış olan tanımadığı başka fertlere de yaklaştırır, – bu suretle yeni insan toplulukları ve birbirinden bazan uzakta yaşayan üyeleri ile yeni bir aile doğmuş, ruh akrabalıkları kurulmuş olur. Aynı etkiler filân Moskovalı ile beni aynı fikre götürebilir; Jammes’i Vergilius ile – ve geçen Perşembe günü size sevimli, basit ve gülünç şiiri okuyan o Çinli şair ile akraba yapabilir.
Ortaklaşa etkiler ister istemez en kaba olan etkilerdir – kaba (grossier) kelimesinin ortaklaşa (commun) kelimesiyle aynı anlama gelişi tesadüf eseri değildir. – Nietzsche içkinin genel olarak bir milletin töreleri ve düşüncesi üzerinde büyük bir etkisi olduğunu, söz gelişi, bira içen Almanların, şarap içen Fransızların o zihin hafifliğine ve keskinliğine, hiçbir zaman erişemeyeceklerini, sırf aykırılık olsun diye söylemiş de olsa, gıdanın etkisinden söz açmayı nerdeyse, ayıb sayacaktım. Geçelim.
Ama tekrar ediyorum: Etki, kabalığı azaldıkça, kendini özel bir tarzda daha çok duyurur. Havanın ve mevsimlerin etkisi büyük kalabalıklar üzerinde aynı zamanda görülmekle beraber onlar üzerinde daha ince, daha hassas bir tarzda kendini gösterir ve çok değişik tepkilere sebeb olur. – Sıcaklık falanı bitkinleştirir, falanı da coşturur. Keats ancak yazın, Shelly de ancak güzün iyi çalışırmış. Diderot: “Fırtınalı havalarda ruhum çılgınlaşır” derdi. Başka örnekler, daha birçok örnekler verebilirim… Geçelim.
Bir iklimin etkisi, onu yabancı olarak duyanlar için genel olmaktan çıkar, bu bakımdan da duyulur bir hal alır. – Burada özel etkilere geliyoruz; – Gerçeği söylemek gerekirse, bizi en çok ilgilendirmeye değen etkiler de bunlardır; Goethe, Roma’ya geldiği zaman: “Nun bin ich endlich geboren!” Nihayet şimdi doğdum!” diye bağırmış. Mektublarından birinde, İtalya’ya ayak basarken ilk defa kendisini kavrar gibi olduğunu ve var olduğunu söyler… İşte yabancı bir memleket etkisinin ne kadar önemli olduğunu göstermeye yalnız bu söz bile yeter. – Bu etki, fazla olarak, seçilmiş bir etkidir. Yani mecburî seyahatler yahut sürgünler gibi bahtsızlıklar istisna edilirse, genel olarak gezip dolaşmak istediğimiz yeri kendimiz seçeriz; onu seçmemiz, daha oraya gitmeden biraz onun etkisinde bulunduğumuzu gösterir. – Zaten falan memleketi seçmemiz, bizi etkisi altında bırakacağını bildiğimiz, etkisini umduğumuz, onu dilediğimiz içindir. Seçtiğimiz yerler zaten bizi en çok etkileyeceğini sandığımız yerlerdir. – Delacroix, Fas’a giderken, oryantalist olmak için değil, daha canlı, daha narin, daha ince ahenkleri kavrayarak, kendisini, renkçiliğini daha “iyi tanımak” için gidiyordu.
Burada Lessing’in, çok bilindiği için gülümseten bir sözünü hatırlatırken âdeta utanıyorum. Bu sözü Goethe de Affinités Electives’de tekrarlar: “Es Wandelt niemand unbestraft unter Plamem.” Bunu Fransızcaya kabaca ancak şöyle çevirebiliriz: “Hiç kimse bir ceza görmeden hurma ağaçları altında gezinemez.” Buna vereceğimiz anlam, onların gölgesinden çıkmak boşunadır, artık önceki halimizi bulmamıza imkân yoktur, demek değil de nedir?
Falan kitabı okudum; okuduktan sonra kapattım; sonra kitablığımın şu rafına tekrar koydum, – ama bu kitabta unutamayacağım bir söz vardı. Bu söz, içimde o kadar derinlere indi ki artık onu kendimden ayırdedemiyorum. Artık, ben onu bilmeden önceki adam değilim. – Bu sözü, okuduğum kitabı unutsam, onu okumuş olduğumu bile unutsam; ancak şöyle böyle hatırlasam… ne çıkar! Ben artık onu okumadan önceki adam olamam. – Onun bu gücünü nasıl izah etmeli?
Bu güç, o sözün bana iç varlığımın henüz bilmediğim bir yerini aydınlatmasından geliyor; o söz benim için bir izahtan – evet, kendi kendimin izahından başka bir şey değildi: etkilerin benzerlikle kendilerini gösterdiği çok söylenmiştir. Etkileri, göründüğümüz gibi değil de olduğumuz gibi, bizi gizli taraflarımızla aksettiren bir çeşit aynalara benzetmişlerdi. Henri de Régnier:
O henüz sen olmayan içindeki kardeş,
diyordu, – ben etkiyi daha açık olarak, Maeterlinck’in bir piyesinde prensesleri uyandırmaya gelen o prense benzeteceğim. İçimizde uyuklayan ve uyanmak için bir temas, bir ses, bir kelime bekleyen, varlığını bile bilmediğimiz nice prenses vardır!
Bunların yanında, kafa ile öğrendiğim, hâfıza yardımı ile saklamaya çalıştığım bilgilerin ne değeri olabilir!
– Okuya okuya, öğrene öğrene içimde ağır hazineler, rahatsızlık veren bütün bir zenginlik, bir servet biriktirebilirim. Ama hiç şübhesiz, bir araç olduğu için değer taşıyan bu servet benden ebediyen ayrı kalacaktır, – Cimri, altınlarını bir sandığa yerleştirir; ama sandık kapanınca, içi boş gibidir.
Oysa daha çok sevgi ile karışık bir tanımadan başka bir şey olmayan, yeniden bulunmuş bir akrabalığın duygusunu taşıyan o içimizin derinliğindeki bilgide böyle bir şey yoktur.
Roma’da, ıssız küçük mezarının yanıbaşında Keats’in nefis şiirlerini okurken kendimi ne büyük bir saflıkla onun tatlı etkisine bırakmış, bu etkinin ne derin bir şefkatle ruhumu sardığını, bana tanıdık çıktığını, en bulanık, en belirsiz düşüncelerimle kaynaştığını duymuştum. – Öyle ki Keats hasta iken yazdığı o Bülbül’e Şarkı’da:
Ah! Kim bana o şaraptan bir yudum verecek – derin toprakların altında yıllarca soğumuş şaraptan, – Flora’dan, kır yeşilliklerinden, danslarından, Provence şarkılarından, ve güneşin yaktığı neşeden tadına tat katılmış şaraptan?
Ah! Kim bana sıcak güney güneşiyle dolu bir kâse sunacak?
diye haykırırken bu İlahî yalvarışın kendi dudaklarımdan fışkırdığını işitir gibi oluyordum.
Kendi kendini yetiştirmek, yeryüzüne serilip gelişmek, gerçekten kaybolmuş yakınlarımızı bulmak gibidir.
Şimdi meselenin en hassas, en tehlikeli noktasına geldiğimizi, konuşmanın daha güç, daha nazik bir iş olacağını hissediyorum. Çünkü artık tabiî diyeceğim etkilerle değil, insanî etkilerle karşı karşıyayız: Şimdiye kadar etki, bize kendi varlığımızı zenginleştirmeye yarayan hayırlı bir araç olarak görünüyor, hiç değilse ortaya hazineler çıkaran fındık ağacından bir sihirbaz değneğine benziyordu, – nasıl oluyor da burada ansızın kendimizi korur bir duruma geçiyor, korkuyor (açıkça söyleyelim hele son zamanlarda) sakınıyoruz? Burada etkiyi uğursuz bir şey, nefsimize karşı bir nevi suikast, mukaddes kişiliğimize karşı işlenmiş bir suç sayıyoruz.
Çünkü özellikle bugünlerde, ferdiyetçilik gütmeden bile her birimiz bir kişilik sahibi olmak istiyoruz; bu kişilik, sağlamlığını biraz kaybeder etmez, kendimize veya başkalarına biraz silik, biraz zayıf, biraz cılız görünür görünmez; onu kaybetmek korkusu yakamıza yapışır ve en insanî zevklerimizin tadını kaçırır.
Kişiliğini kaybetmek korkusu!
O güllük gülistanlık edebiyat dünyamızda birçok korkular gördük geçirdik: Yenilik korkusu, eskilik korkusu – son zamanlarda da yabancı dil korkusu vs… ama bugün bunların en kötüsü, en ahmakçası, en gülüncü elbette, kişiliğini kaybetme korkusudur.
Genç bir edebiyatçı (merak etmeyin ben yalnız övdüğüm zaman isim veririm) bir gün bana: “Etkisi altında kalırım diye Goethe’yi okumak istemiyorum” demişti.
İnsanın, değişirse kötüleşeceğine inanması için, müstesna bir yetkinlik katına erişmiş olması lâzım.
Bir yazarın kişiliği, bu narin, bu nazlı kişilik, değerli sayıldığı için değil, daha çok her an kaybedilecek bir şey sanıldığı için, kaybedilmesinden korkulan bu kişilik – çoğu zaman şu veya bu şeyi hiçbir zaman yapmamış olmakla elde edilir. Buna yoksunlu kişilik (personnalité privative) demek mümkündür. Onu kaybetmek, yapmamaya karar verilen şeyi yapmak arzusunu duymaktır.
– On yıl kadar oluyor, yazarının qui’siz ve que’süz hikâyeler adını verdiği bir kitab çıkmıştı. Yazar, bu kitabta hiçbir bağlaç kullanmamakla, bir yenilik, özel bir üslûb, bir kişilik elde etmiş oluyordu. (Sanki qui’ler ve que’ler ona rağmen yaşamaya devam etmiyormuş gibi!) – Kişilikleri ancak böyle olan nice yazar ve sanat adamı vardır ki, qui’leri ve que’leri herkes gibi kullanmaya razı oldukları gün, insanlığın o birbirine benzeyen ama son derece ince farklarla birbirinden ayrılan yığınlarına karışırlar.
Bununla beraber itiraf etmeli ki en büyük adamların kişiliği birçok şeyleri anlamayışlarından da meydana gelmiştir. Özelliklerinin belirmesi bile kesin bir sınırlamayı gerektirmektedir. Bütün büyük adamların bizde bıraktıkları intiba mübhem değil, açık ve pek bellidir. Büyük adamın, anlamadığı şeylerle tanımlandığını söylemek bile mümkündür.
Voltaire’in ne Homeros’u, ne de Mukaddes Kitab’ı anlamaması; Pindaros’u okurken kahkahaları basması, bize Voltaire’in portresini çizmiyor mu? Bir ressamın, konturunu çizdiği bir çehreye: “İşte olup olacağın budur” demesi gibi.
İnsanların en zekisi olan Goethe’nin Beethoven’i anlamaması – Beethoven’in (genel olarak Ayışığı Sonatı adı verilen) Ut dieze mineur Sonat’ını çaldıktan sonra Goethe’yi soğuk bir sessizlik içinde görünce derin bir ümitsizliğe düşerek: “Üstad, siz de bir şey söylemezseniz – beni kim anlayacak?” diye bağırması aynı zamanda Goethe’yi – ve Beethoven’i anlatmıyor mu?
Bu anlayışsızlıklar bakın nasıl açıklanıyor: Bütün bunlar elbette ahmaklıktan değil göz kamaşmasından ileri geliyor. – Nitekim her büyük aşk inhisarcıdır ve âşığın sevgilisine olan hayranlığı onu başka güzellikler karşısında hissiz bırakır. – Voltaire’in lirizm karşısındaki hissizliği zekâya olan sevgisi’ndendir. Goethe’nin, tutku kasırgalariyle sarsılan Beethoven’den ürkmesi ve kendisine Symphonie en ut mineur’ü çalan Mendelssohn’a: “Hayretten başka bir şey duymuyorum” demesi, eski Yunanistan’a ve Mozart’ın saf, gülümseyen şefkatine duyduğu hayranlık yüzündendi.
Her büyük üretimcinin, her ibdâcının, etki yapmak istediği nokta üzerine, etraftaki bütün şeyler karanlık görünecek şekilde, manevî bir ışık bolluğu, bir ışın demeti aksettiregeldiğini söylemek belki mümkündür. Bunun tersi, hiçbir şeyi tutkuyla yani tek başına sevmediği için, her şeyi anlayan dilettante değil midir?
Ama gölge ve ışıktan ibaret mukadder bir kişiliğe sahib olmaksızın, zayıf midesi ancak pek az değişik gıdalara dayanabilen (ama o zaman ne de güzel hazım eden!) bir hasta gibi, perhiz tutarak, ruhunu bazı etkilerden yoksun ederek kendine dar ve devşirme bir kişilik oluşturmaya çalışan kimse, evet o kimse, üretimci olamadığı ve konuşamadığı için dikkatli olmaya karar veren ve mükemmel surette dinlemesini bilen ve bunu sahiden meslek edinen dilettante’ı bana ne kadar aratıyor. (Bugün, çığırlar bulunmadığı gibi dinleyiciler de bulunmuyor. – Her ne pahasına olursa olsun orijinal olmak ihtiyacının sonuçlarından biridir bu.)
Artık herkese benzemek korkusu, ona gösterebileceği garib, tek (böyle olduğu için de anlaşılmayan) yönleri arattırıyor. – Bunlar ona, geri kalanın zararına da olsa, şişirmek zorunda olduğu başlıca önemi olan şeyler olarak görünüyor. Böyle birini bilirim, Ibsen’i, “çok iyi anlamaktan korktuğu” için okumadığını söyler. Bir başkası da “dilinin saf anlayışını” kaybetmek korkusuyla, yabancı şairleri okumamaya karar vermiştir.
Etkilerden korkan ve onlardan kaçınan kimseler ruhlarının fakirliğini kapalı olarak itiraf etmektedirler. Onlarda keşfedilecek yepyeni hiçbir şey yoktur, çünkü keşiflerine rehberlik edecek hiçbir şeyle suç ortağı olmak istemezler. Onların kendilerine akraba bulmaya pek önem vermemeleri bana öyle geliyor ki bu akrabalığa layık olmadıklarını bilmelerindendir.
Büyük adamın yalnız bir tasası vardır. Mümkün olduğu kadar insanî olmak, daha doğrusu alelâde olmak. Shakespeare gibi, Goethe gibi, Moliere gibi, Balzac ve Tolstoy gibi alelâde olmak… Asıl şaşılacak şey de en büyük kişiliğin böylece elde edilmesidir. Kendisini düşünerek insanlıktan kaçan kimse, özel, tuhaf, eksik olmaktan ileri gitmediği halde… İncil’in sözünü zikredeyim mi? Evet, çünkü anlamını değiştirdiğimi sanmıyorum: “Hayatını (şahsî hayatını) kurtarmak isteyen onu kaybeder: ama onu vermek isteyen kurtarır. (Yahut Yunanca metni daha doğru çevirmiş olmak için: “Onu gerçekten canlı kılar.”)
İşte bunun için, büyük zekâların, etkilerden hiç de korkmadıklarını, tersine, onları var olmak hırsına benzeyen bir nevi hırsla aradıklarını görüyoruz.
Bir Goethe, hiçbir şeye – yüz çevirmemek, yahut Nietzsche’nin deyişiyle “hayır dememek” için kendisinde kim bilir ne zenginlikler hissetmiş olmalıdır! Goethe’nin biyografisi sanki aldığı etkilerin tarihidir. – (Bu etkiler Goetz ile millî, Faust ile ortaçağlı, Iphigénie’ler ile Yunanlı, Tasso ile İtalyandır, ilh… nihayet hayatının sonlarına doğru Hammer’in o sıralarda Almancaya çevirdiği Hâfız’ın Divan’ı ile Doğu etkisi altında kalmıştır. Bu etki o kadar şiddetli olmuştur ki yetmişini aştığı halde Farsçayı öğrenmiş, kendisi de bir divan yazmıştır.)
Goethe’yi İtalya’ya sürükleyen aynı şiddetli arzu, Dante’yi de Fransa’ya sürüklemişti. Çünkü Dante İtalya’da yeteri kadar etki bulmadığı için, üniversitemizin etkisinde kalmak üzere Paris’e kadar koşmuştu.
Bununla beraber sözünü ettiğim korkunun, edebiyat ve sanatta görülen anarşinin son neticesi olan, yepyeni bir korku olduğunu kabul etmek lâzımdır; bu korku önceleri bilinmiyordu. Her büyük çağda, insan şahsî olmayı aramadan şahsî olmakla yetiniyordu, o suretle ki ortak, harikulâde bir mal büyük çağların sanatçılarını birleştiriyor, onların, istemeksizin değişik olan çehrelerini birleştirerek bir nevi toplum oluşturuyor gibiydi; bu toplum, her çehre ayrı alındığı zaman da hemen hemen bir o kadar güzeldir. Bir Racine, herhangi bir kimseye benzememek için kafa mı yoruyordu? Phedre, denildiği gibi, jansenist bir etkiden doğdu ise, değerinden bir şey mi kaybetmiştir? XVII. Yüzyıldaki Fransa, Descartes’ın baskısı altında kalmış olmakla küçülmüş müdür? Shakespeare, Plutarkos’un kahramanlarını sahneye koymaktan, kendisinden öncekilerin yahut çağdaşlarının piyeslerini tekrar etmekten utanç mı duymuştu?
Bir gün bir edebiyatçıya, kendisi için o kadar uygun bulduğum, ama o zamana kadar ele almayı akıl etmediği için şaştığım bir konuyu öğütlüyordum. Sekiz gün sonra onu tekrar gördüğümde üzüntülü buldum. Nesi vardı? Merak ettim… Bana acı acı: “Eh, dedi, size hiçbir sitemde bulunmak istemiyorum, öğütlerinizi iyi niyetle verdiğinizi sanıyorum – ama Allah rızası için aziz dostum bana artık öğüt vermeyin, geçen gün bana sözünü ettiğiniz konuya işte kendiliğimden gelmiş bulunuyorum. Söyleyin Allah aşkına şimdi ne yapayım bunu ben? Bu konuyu bana öğütlemiştiniz; onu kendiliğimden bulmuş olduğuma artık hiç inanamayacağım.” – Emin olun, uydurmuyorum! – İtiraf edeyim ki bir süre bir şey anlayamadım: – Zavallı adam şahsî olmamaktan korkuyordu. Puşkin’in bir gün Gogol’a: “Genç dostum, geçen gün aklıma bir konu geldi – fevkalâde bir fikir olduğunu sanıyorum – ama öyle hissediyorum ki ben bu konudan hiçbir şey elde edemeyeceğim. Bunu siz almalısınız; siz benim tanıdığım adamsanız, bana öyle geliyor ki siz ondan bir şeyler çıkarabilirsiniz” dediğini anlatırlar. Bir şeyler! – Gerçekten – Gogol o küçük konu ile, bir gün Puşkin’in aklına koyduğu bu tohumla, en azından, söhretini borçlu olduğu Ölü Canlar’ı ibdâ etti.
Daha ileriye gidip söyleyelim: Sanat ibdâlarının büyük çağları, verimli çağlar en çok etki altında kalan çağlardır. – İşte Yunan edebiyatının etkisinde kalan Auguste çağı; eski Yunanistan’ın bir sonucu olan İngiliz, İtalyan, Fransız rönesansı.
Kendilerinde uzun zamandan beri ekilmiş olan ve filizlenip bekleye duran her ne varsa hepsinin mesud tesadüfler neticesinde büyüdüğü, serpilip geliştiği o büyük çağların temaşası – bugün bizi eseflerle, hüzünlerle doldurabilir. Hayran olduğum ve sevdiğim çağımızda, bizi bir lahza coşturarak verdiği ateşi bir hayat taşkınlığı zannettiren bu genel karışıklığın nereden geldiğini aramak, zannedersem faydasız değildir. – Zengin değişikliği içinde her şeye rağmen, büyük bir çağın birliğini sağlayan şey, o çağı meydana getiren insanların aynı sulardan içmesidir; bunu anlamak faydalıdır…
Bugün hangi kaynaktan içeceğimizi bilmiyoruz – birçok sulardan şifa umuyoruz, biri gidip şurada, biri de orada içiyor.
Bunun için de hiçbir tek büyük kaynak fışkırmıyor, buna karşılık her tarafta görülen hareketsiz sular, yerden ancak sızmakta, sonra toprak üstünde birikip durmaktadır. – Edebiyat toprağının manzarası da bugün tam bir bataklık manzarasını andırıyor.
Artık kuvvetli bir akıntı, bir kanal, düşünceleri büyük, ortak bir inanca, hâkim büyük bir fikre bağlayarak toplayan ve birleştiren genel bir etki yok – bir kelime ile, artık çığır yok – ama benzemek korkusu yüzünden, tabiî olmanın verdiği dehşet, kararsızlık, şübhecilik, karmaşalık yüzünden garib, küçük kişilerin başarılarını sağlayan birçok özel küçük inançlar var.
Büyük adamlar etkileri hırsla ararlar; çünkü kendi zenginliklerine inanmışlardır; varlıklarında serbestçe doğan sezişin duygusuyla doludurlar ve yeni çiçeklenmeleri sevinçle bekleyerek yaşarlar. –Tersine, büyük kaynaktan yoksun olanlar, İncil’deki o trajik sözün doğru çıkacağı korkusunu daima içlerinde taşır görünürler: “Varlığı olana verirler; varlığı olmayanın elindekini bile alırlar.” Yine burada hayat zayıflar için merhametsizdir. – Ama bu, etkilerden kaçmak için bir sebeb midir? – Hayır. – Zayıf olanlar elde edebilecekleri o azıcık orijinaliteyi de etkilerle kaybedeceklerdir… Aman ne iyi! Bir çığırın doğmasına imkân veren de budur.
Bir çığırı, daima eşine az rastlanır birkaç büyük rehberle – üzerinde o birkaç büyük rehberin yükselebileceği tarafsız zemini vücuda getiren onlara tâbi peykler açar. Burada, ilkin birkaç büyük insanın ortaya attığı o kadar büyük olmayan insanların da doğru diye kabul ettikleri bazı fikirlere bir boyun eğme, bir nevî üstü kapalı, şuurlu olmayan teslimiyet görüyoruz. – Bu büyük insanların ardından gidenler olursa ne çıkar! Çünkü bu büyük insanlar onları, kendiliklerinden gidemeyecekleri kadar uzaklara götüreceklerdir. Rubens olmasaydı, Jordaens ne olurdu bilemeyiz. Jordaens, Rubens sayesinde o kadar yükseklere çıkmıştır ki, bu durum insana, örneğimin fena seçildiği, tersine Jordaens’i çığır açan büyük zekâlar arasına koymak gerektiği hissini verebilir. – Ya çığır açan, yürüyen Van Dyck’den de söz etseydim ne olurdu?
Bir şey daha var: Çoğu zaman tek büyük bir adamın büyük bir fikri ifade etmeye, bütün büyüklüğü ile göstermeye gücü yetmez; birçoklarının işe koyulmaları, bu ilk fikri almaları, tekrarlamaları, onu aksettirmeleri, ondaki son bir güzelliği değerlendirmeleri gerekir. – Shakespeare’in ölçüsüz görünen büyüklüğü, uzun zaman görmemize engel oldu, ama bugün onun etrafındaki harikulâde dram yazarlarına hayran olmamıza artık engel olmuyor. – Hollanda çığırının göklere çıkardığı fikir, bir Terburg’da, bir Metsu’da, bir Pieter de Hooch’da tam ifadesini bulmuş mudur? Hayır, hayır, bunların her biri ve daha niceleri lâzımdı!
Nihayet şunu da söyleyeyim ki büyük bir fikri yükseltmek için kendilerini veren bütün bir büyük insanlar zinciri nasıl gerekli ise, onu kuvvetten ve gözden düşürmek, yıkmak için de öylece başka insanlar gereklidir. – Şiddetle aleyhte bulunanlardan söz etmiyorum – bunlar genel olarak yıkmak istedikleri fikre hizmet ederler, düşmanlıklarıyla onu kuvvetlendirirler. – Ben sadece, ona hizmet ettiklerini zannedenlerden, kendilerinde fikrin nihayet tükendiği o bahtsız nesilden söz ediyorum. – Ve insanlık müthiş surette fikir tükettiğine ve edeceğine göre, bunlara minnettar olmak gerekir. Bunlar, nihayet bir fikirde hâlâ asıl olan ne varsa hepsini tüketerek onu tekrar Fikir’e, benzer göründüğü Hakikat Fikrine kalbederek sonunda bütün usaresini boşaltırlar ve yeni bir fikir aramaya gelenleri zorlarlar, – bu yeni fikir, o da bir süre için Hakikat olarak görünür.
Ölmek üzere bulunan Hollanda çığırının yıkılmasını tamamladıkları, son hâkimiyetlerinin hakkından geldikleri için Allah Mieris’lerden, Philippe Van Dyck’lerden razı olsun.
İnanınız ki edebiyatta Parnasse’ın hakkından gelmiş olanlar, “serbest nazımcılar” değildir. Vielé-Griffin’ler, Verhaeren’ler gibi, onların en büyükleri bile değildir: bizzat Parnasse kendi kendisini yok etmiş, son acıklı temsilcilerinde kendisini yıkmıştır.
Şunu da söyleyeyim: Etkilerden korkup kaçınanlar cezalarını ne güzel bulmuşlardır: bir taklidçi ortaya çıktı mı o taklidçiyi bunlar arasında aramak gerekir. – Onlar başkalarının sanat eserleri önünde rahatsız olurlar. İçlerindeki korku onları eserin sathında durdurur, dudaklarının ucu ile tadarlar. – Orada aradıkları şey, maddenin, işçiliğin (öyle sanırlar) tamamıyla dış sırrıdır – bu ise bizzat sanatçının kişiliğine içten ve derin surette bağlı olduğu için ancak vardır ve onun en terk edilmez nimetleri olarak kalmaktadır. – Sanat eserini var eden sebebler hakkında onlar tam bir anlayışsızlık içindedirler. Heykellerin derisini alabileceklerine inanır görünmektedirler.
Derin etkilere susamış olan gerçek sanatçı, sanat eseri üzerine eğilir, onu unutmaya ve daha derinlere inmeye çalışır. Tamamlanmış sanat eserini bir duruş, bir sınır noktası olarak dikkate alır; daha uzaklara yahut başka yerlere gitmek için, manto değiştirmemiz gerekir. – Gerçek sanatçı, eserin gerisinde insanı arar, öğreneceğini de ondan öğrenir.
Açıktan açığa taklidin, pastiche (“Bir sanatkârın uslûbunu, tarzını, dilini veya düşüncesini takliden meydana getirilen eser, taklid, nazîre.” H.S) ile hiçbir ilişiği yoktur. Pastiche daima sinsi ve gizli bir iştir. Bugün hangi sapıklık yüzünden, artık taklide cesaret edemediğimizi söylemek çok uzun sürer – zaten bütün bunlar birbirine bağlı, buraya kadar beni takib edenler, dediklerimi kolaylıkla anlayacaklardır. – Büyük sanatçılar taklid etmekten hiçbir zaman korkmamışlardır.
Michelangelo önceleri eski Yunan sanatçılarını o kadar ısrarla taklid etmişti ki, bazı heykellerine – bu arada bir uyuyan Cupidon’a – kazılarda bulunmuş birer heykel süsü vermekle eğleniyordu. – Michelangelo’nun, başka bir aşk heykelini de toprağa gömdüğünü sonra Yunan heykeli diye topraktan çıkardığını da anlatırlar.
Eskilerle haşır neşir olan Montaigne, kendisini arılara benzetir; arılar “şurada burada çiçekleri, emerler” ama sonra “tamamiyle kendilerinin olan” balı yaparlar – artık bu kendi deyişiyle “ne kekik, ne de merzenguş otu”dur.
– Evet hiçbiri değil: sadece Montaigne: isabet ki öyle.
Hanımlar, Beyler,
Etki altında kalanı övdükten sonra etki altında bırakanı övmeye karar vermiştim. Şimdi bunu pek faydalı bulmuyorum. Etki altında bırakanı övmek “büyük adam”ı övmek değil midir? Her büyük adam bir etkicidir. – Büyük adam sanatçı ise, yazıları, tabloları, eserinin ancak bir parçasıdır; etkisi eserini açıklar, devam ettirir. Descartes yalnız Metod Hakkında Nutuk’un, Dioptrique ile Düşünceler’in yazarı değildir; Cartésianisme’in de kurucusudur. – Bazan insanın etkisi eserinden bile daha önemlidir; bazan bu etki eserden ayrılır ve onu çok uzaktan izler görünür; – işte hareketsizlik yüzyılları içinde Aristo’nun Poetika’sı, XVII. yüzyıl Fransa’sında böyle bir etki yapmıştır. Nihayet bazan etki, tek eserdir, adlarını ancak söylemeye cesaret ettiğim şu iki eşsiz insanda, Sokrat’la İsa’da olduğu gibi.
Büyük adamların sorumluluğu üzerinde çoğu zaman konuşulmuştur. – Fikirlerinin bazan trajik akislerinden dolayı falan yazara edilen sitem kadar Hıristiyanlığın sebeb olduğu bütün ölüm ve işkenceler için İsa’ya sitem edilmemiştir.
– Werther’den sonra bir intihar salgını başgösterdiği de söylenir. Rusya’da Lermontof’un bir şiirinden sonra da aynı şey olmuştur. Madame de Sevigné, La Rochefoucauld’nun Özdeyişler’inden söz açarken “Bu kitabı okuduktan sonra, insan artık ya kendini öldürmeli yahut da Hıristiyan olmalı” diyordu. (Bu sözleri, dine dönmeyi ölüme tercih etmeyecek kimse bulunamayacağına kuvvetle inandığı için söylüyordu). – Edebiyatın öldürmüş olduğu insanlar, fikrimce, ölümü önceleri kendilerinde taşıyan insanlardır; Hıristiyanlığı kabul edenler de Hıristiyan olmaya hazır bulunanlardır; dediğim gibi, etki bir şey yaratmaz; uyandırır.
Ama büyük adamların sorumluluğunu azaltmaya çalışmaktan zaten sakınacağım; onların büyük şöhretlerini dikkate alarak, bu sorumluluğun mümkün en büyük, en korkunç sorumluluk olduğuna inanmak bile lâzımdır. Bu sorumluluğun onlardan herhangi birinde tereddüd uyandıracağını sanmam. Tersine, gittikçe daha büyük sorumlulukları üzerlerine almak isterler.
Ama onları daima sevk eden, bir hüküm etme ihtiyacı değildir: Çoğu zaman başkası üzerinde, sanatçının elde ettiği hâkimiyetin çok değişik sebebleri vardır. Zannedersem bir kelime ile onları anlatmak mümkündür. Sanatçı kendi kendine yetmez. Taşıdığı fikrin önemini bilmesi, ona azab verir. Bu fikirden sorumludur, bunu duyar. Bu sorumluluk ona en önemli şey olarak görünür; öbürü daha sonra gelir. Yapayalnız ne yapabilir? – Dolup taşmaktadır. Dünyayı elle yoklamak için beş duyusu; yaşamak, düşünmek, düşündüğünü söylemek için günde yirmidört saati yetmemektedir. Onun yardımcılara, vekillere, sekreterlere ihtiyacı var. – Nietzsche: “Büyük adamda yalnız kendi ruhu değil, bütün dostlarının ruhu da yaşar” der – her dost ona duyularını verecektir; daha ileriye gidecek: onun için yaşayacaktır. O, merkez oluyor (istemediği hâlde), bakıyor, ve her şeyden faydalanıyor, etki yapıyor: Başkaları onun için fikirlerini yaşayacaklar ve onlarla oynayacaklar; bu fikirleri onun yerine denemek tehlikesini göze alacaklardır.
Büyük adamları övmek bazan çok güçtür. Onun için burada bunu tasvib ettiğimi hiç de söylemek istemiyorum; sadece bunsuz büyük adamın asla mümkün olmadığını söylüyorum. – Büyük adam etki yapmaksızın eser vermek isteseydi, fikirlerinin etkisini göremediği için tam bir fikir sahibi olamazdı; üstelik ilgi de uyandıramazdı; çünkü biz yalnız etkileyen şeye önem veririz. – İşte etki altında kalanların büyük adamlara gerekli olduklarını şimdi söylemeye cesaret edebilmek için, ilkin onları övmeye dikkat ettim.
Hanımlar, Beyler,
Size söylemek istediğim şeyi şimdi aşağı yukarı söylemiş bulunuyorum. Belki burada anlatmaya çalıştığım fikirler size ya aykırı gelecek yahut da yanlış görünecektir. – Ama onlara karşı itiraz yollu da olsa, sizde doğru ve güzel olarak kabul edeceğiniz birkaç fikir doğurtabildimse – uyandırabildimse demek istiyorum – kendimi bahtiyar sayacağım. – İşte tepki yoluyla etki adını vereceğimiz şey de budur.
Bruxelles, 29 Mart 1900
KAYNAK
André Gide, SEÇME YAZILAR, M.E.B. baskısı esas alınmıştır.