‘Neden böyle bir başlık?’ diye sorulabilir. Bu soruyu cevaplamak kolay değil ancak, inandırıcı olur mu bilmiyorum, şunu söyleyebilirim ki, “Dört yapraklı gözyaşı” başlığına göre bir nebze daha sâde olduğu için. Sakın yanlış anlaşılmasın, ikincisini beğenmediğimden falan değil zira o sözler bana ait değil, dünyanın en büyük şiir ustalarından biri olarak kabul edilen ve 1979 yılında Nobel Edebiyat ödülüyle taltif edilmiş olan ünlü Yunan şair Odyseas Elitis’e ait.
En çok cahili olduğum konulardan biri belki de şiirdir. Bırakalım yetkin olmayı, sıradan bir şiir okuru kadar bile şiire âşinalığım yoktur. İlle de bir kıyaslama yapmak gerekirse; ABD’li işçiler arasında yapılan bir araştırmanın sonucuna göre bu kategorinin zekâ yaşı “sub-normal” (normal altı) olarak tesbit edilmiş. Benim şiir bilgim de en fazla sub-normaldir. Normal koşullarda şiirle ilgili fikir serdetmeyi büyük bir ayıp sayarım. Ancak yaşadığım 51 günlük zindan süreci beni, kafa göz yara yara da olsa, fikirlerimi ve / veya duygularımı klasik ifâdelerin dışında ve de arkasına kolayca saklanabileceğim yorumların yordamıyla ortaya koyabileceğimi gösterdi. O sebeple, makâlede karşılaşabileceğiniz çiğliklerin hepsi bana, güzelliklerin hepsi de ustalara aittir.
9 Mart 2001 tarihinde zindana atıldığımda, karakterim gereği yine âsîleştim. Karmakarışık duygularımdan bazılarına kısaca değinmemde yarar var: Soykan’ın makâlesinde belirtildiği üzere, ego-santrizm (ben-merkezcilik) ve gurur ile sorumluluğun karanlık (olumsuz-zulüm) yüzü sürekli dirsek temâsı içindedirler. Bendeki ego-santrizm ise gizli falan değil apaçıktır. Meselâ kendimi birden Arakhni’nin yerine koydum. Kim mi Arakhni? Yunan mitolojisinde adı geçen bir karakter, Yunanistan’ın en güzel dokumalarını ve kumaşlarını o üretiyor, dillere destan bir dokuma ustası, aynı zamanda çok güzel örgü örüyor üstelik güzeller güzeli bir kadın ancak küçük bir kusuru var: Ölümlü! Olympos’un en yetkin ilâhelerinden biri, kadın-erkek, kıskançların kıskancı Athena (doğrusu Athina’dır) da onun medhini duyuyor ve onu ödüllendirmek istiyor. İşte ne oluyorsa o sırada oluyor ve Arakhni, Athena’yla aşık atmaya kalkışıyor. “Sen de kimsin” gibilerinden bir tavır içine giriyor. Athena bu, Arakhni’yi ömür boyu dokumaya ve örmeye mahkûm ediyor. O gün bugündür Arakhni örüp dokuyup durur. Şaka yapmıyorum, Fransızca’ya Araignée, Latince’ye Arachnis veya Arachnida olarak geçen bu kelimenin Türk dilindeki karşılığı “Örümcek”tir. Öyle değil midir? Örer ve dokur.
Ben ölümlü Arakhni ve-meselâ-Athena da Yunan devleti (bunun yerine başka terimler de yerleştirebilirsiniz). O beni, mahkûm ediyor. Neden? Çünkü ben rahat durmuyorum, “DEVLET!”le yarışmaya hattâ çatışmaya kalkıyorum, başıma gelecekleri bile bile.
Bir diğer ilk duygu “nefret” oldu ve hemen kısıtlı şiir dağarcığım arasından güç belâ bir Rimbaud mısraı gelip hafıza yüzeyime takıldı: “Bu aile bir köpekler yuvasıdır!”. Hazır Rimbaud ile girizgâh yapmışken bir örnek daha verelim: “Açlıklarım, siyahî havanın uç noktaları”. Şimdi sırası mıdır bilmem ama yine de belirtme ihtiyacı hissettim. Lisede Rimbaud’yu incelerken, edebiyat hocamız onu-üstü örtülü bir biçimde-eşcinsel olarak tanıtmıştı bize. Yıl 1980. Ancak, Rimbaud’nun şu mısralarını bir türlü anlamlandıramıyordum:
“… Ah, şu sevimli İŞÇİLER için,
Ki onlar bir Babil kralının özneleri
Venüs! ÂŞIKLARI bir ân için yalnız bırak (terket)
Ki, (onun) ruhu taçtan…”.
Unuttuk gitti. 2000 yılının Eylül ayında Atina’daki bir hasbihal sırasında dostum Dimitris Livaditis‘in Rimbaud ile ilgili söylediklerini kendi bilgilerimle üstüste koyunca 1980’e geri dönüverme ihtiyacı hissettim:
“…Seslilerin renklerini icad ediyordum! A siyah, E beyaz, İ kırmızı, O mavi, U yeşil…”.
Rimbaud’nun bir “Müslüman” olarak vefât ettiğini müteâddit defalar duymuştum ama kesin bir kanıya varamamıştım. Fakat bazı mısraları birçok ipucunu da içinde taşıyor gibiydi:
“ …Zehrin şiddeti âzâlarımı büküyor, beni altediyor (yere çalıyor)
Susuzluktan ölüyorum, boğuluyorum, bağıramıyorum
Bu, (işte) cehennem, sonsuz acı!
Bakın görün ateş nasıl kalkıyor (uyanıyor)
Gerektiği gibi yanıyorum
Defol git Şeytan!..”.
Bir Rimbaud hastası olan Livaditis, Rimbaud’nun sadece bir Müslüman olmadığını ve tasavvuf ve hattâ cifir ile de ilgilendiğini söyleyince mutmain oldum ve Fransız emperyalizmine bir kez daha sövdüm. (Sevgili Attila İlhan, yabancı dille eğitim veren okullardan mezun olan insanların o kültürlere endekslendiğini eşdeyişle kaybedildiklerini söyler. Yerden göğe kadar da haklıdır. Sadece istisnaların da olabileceğini hatırlatıyorum). Hâl böyle olunca da, Rimbaud’yu rahmetle yâd ettim. Türkiye’de Rimbaud ne kadar tanınır, ne denli sevilir bilemiyorum ama naçizâne şunu söyleyebiliyorum: Müslümanlar mutlaka ama mutlaka Rimbaud’yu okumalılar!
Konu dağıldı gibi görünüyor ama başta da belirttiğim gibi ben bundan pek rahatsız değilim. Zaman içinde zindanda, evlere şenlik Yunanca’mla biraz Elitis okumaya kalkıştım. “Toplu Şiirler”ine haddime düşmeyerek göz gezdirdim. Gözüme takılmasında ısrar ettiğim bir şiirinden bir bölümü şöyle: “…Bir kırlangıç / güneşe dönüyor / Ölü binler istiyor / diri binler / Allah’ım, benim ilk ustam / Allah’ım, benim ilk ustam…”. San’at değeri olmayan hattâ belki de yanlış olan bir çeviri, iyi biliyorum. Aynı gün yani 12 Mart 2001, Yunanistan’ın büyük gazetelerinden ikisi Adesmeftos Tipos (Bağımsız Basın) ve Athinaiki (Atinalı veya Atina’nınki) şöyle yazıyor: “…Doğduğu yere iade edilmek üzere Komotini zindanına konulan H.A.’nın İBDA-C adlı örgütün…”. Elitis için ne demeli bilemiyorum, sürrealist mi, romantik mi, lirik mi ya da başka bir şey mi? Açıkçası beni pek alâkadar etmiyor. Onu klasifiye etmek bana düşmüyor. Ama bazı ipuçları vermekte de bir sakınca görmüyorum. Kendisini yine Elitisi’in ağzından dinlemekte fayda var. 1979, Nobel Konuşması’ndan:
“… Eşyanın, bütün detaylarıyla birlikte, algılanan ortak ve tabiî kapasitesinden söz etmiyorum. Yalnızca özlerini kavrayabilmek ve onları, bir diriliş (yükseliş) gibi ortaya çıkan metafizik mânâlarıyla birlikte saflık hâllerine taşıma iğretilemesinin kudretinden sözediyorum.
Malzemelerini, değerlerinin ötesine taşıyarak kullanan Kiklad dönemi heykeltraşlarının tarzını düşünüyorum. (Yine), sadece saf (doğal) renklerden yararlanarak, ‘İlâhî’ olana ulaşmayı başaran Bizanslı ikona ressamlarını düşünüyorum …”
“Mozart: Romans” isimli şiirinin bir bölümünde şöyle diyor:
“…Ne aşk, ne kanâat, ne de rüyâ var / uyumanın / uyumanın ötesinde / ve, işittiğim (şey) / yürüyen arzın gümbürtüsü…”.
Şunu iyi biliyoruz ki, Elitis’in şiirlerinde rüyâlarının çok önemli bir etkisi var ve o nedenledir ki, gördüğü rüyâları not etmekten kendini alamıyor. Densiz’in biri, Elitis’in romantik olduğunu yazmış vaktin birinde, densiz diyorum zira bu yazıyı yazma nedeni Elitis’i eleştirmekmiş. Elitis’i realiteden kopuk olmakla eleştirmiş. Bu nedenle de, Elitis sık sık “Alithia” ya (hakikat) vurgu yapar olmuş özellikle nesir yazılarında. “Alithia” Yunanca, “Hakikat” mânâsına geliyor. A: Olumsuzluk öneki, sız, siz, suz, süz anlamında. “Lithia” ise, “saklı kalan, gizli kalan, örtülü kalan” mânâsına. Yani, “hiçbir şey saklı kalmamalı, açık açık söylenmeli” anlamında, aynı Matta İncili’nde belirtildiği gibi (10. Bap, 26-28. Âyetler), hiçbir şey gizli kalmamalı, her şey, herkes soyunmalı, bildiği, inandığı ne varsa söylemeli, fısıldamamalı, alenen, bağıra bağıra ilân etmeli. Serâhaten ortaya dökmeli, Elitis gibi. “Allah’ım, benim ilk Usta’m” demeli, diyebilmeli. Yunanca ifâdesiyle, “Protomastoras” diye haykırabilmeli. Evet, Elitis, gerçekten de “elit”.
Elitis yazar da ben yazamaz mıydım? Oturdum, rutubetli bir köşeye ve yazdım: “Bir Yemen hançeri saplandığında, beyaz akrebin sadrına / Göğüs hizamızdan merhaba dediğimizde Gaia’ya / Akbedenli tarla kuşları görünür olduklarında / bil ki; / ebrulî bir tavanarasında / neftî bir esmer hazırlanıyordur / Mukarrebler’in savaşına / Ne Mecid Tavlaları’ndaki bin küheylan / ne soysuz karakulak / ne de Aziz George’un mezarına söven satrap / hiçbiri / üç altın elmanın peşinden ayrılmayacaklar”.
Bir yandan arkamı dönerek satranç oynamaya çalışıyor diğer yandan fakir şiir dağarcığımı kurcalıyordum. Birden şöyle bir cümle çıktı: “… Gece, hava içre olduğunda …”. Ne yalan söyleyeyim, kimindir, nedir bir türlü hatırlayamadım, ama bir türlü de kovalayamadım. Psikiyatri biliminde, “Clang çağrışımı” adı verilen bir durum vardır. Meselâ, birisi “Tabut” der, karşısındaki hemen “Calûd” der. İkincisi, birincinin diğerinde uyandırdığı ilk izlenim diğer bir deyişle çağrışımdır. Bu duruma “Clang çağrışımı” denir. Benimki de öyle bir şey oldu. Bu cümleyi hatırlar hatırlamaz bende uyandırdığı ilk kavram, “Zeytindağı” oldu. Sanki, gecenin hava içre olabileceği tek mekân orasıymış gibi bir düşünceye kapıldım. Bilinçaltımdaki Zeytindağı, bilinç yüzeyime çıkmıştı. Sabaha kadar oturup bunu çözümlemeye çalıştım, tam umudumu yitiriyordum ki, içimden bir ses “hele bir Elitis’i karıştır” dedi. Bir de ne göreyim:
“…Akıp giden (koşan) suyun sesini dinliyorum / belki Allah’tandır / ve galiz küfürler savuruyorum ona / ağızdan…”.
Pes!!! Zeytindağı işte şimdi yerine oturdu.
Oturup kelimelerle uğraşıyorum: “Rheia” Yunan mitolojisindeki 12 titandan biri. “Rayiha” Arapça, koku, “Rıh”, tatlı rüzgâr, üfürüm anlamıda “Ruh” kelimesinin de bunlardan geldiği biliniyor. “Rıh”, ince kum mânâsına. “Gaia” (Gea): Yunan mitolojisinde “Toprak Ana, Yeryüzü”, aynı kelimeden türemiş olan “Gi” (Yi) kelimesi modern Yunanca, yeryüzü, toprak anlamında. Neredeyse bütün dünya dillerinde kullanılan “Coğrafya” (Geography, Géographie) kelimesinin kökeni de aynı: “Gaia”. Yine, Jeoloji (Geology), Geometri, Jeodezi, Jeo-politik, Jeo-stratejik, Jeo-morfolojik kelimeleri de buradan mülhem. Aklıma hemen “Gayya” kelimesi geliyor, oradan da “Gayya kuyusu”. Mutlaka aralarında bir ilişki olmalı diyorum. Bu sefer de aklıma, Kumandan geliyor. Allah, Allah … Kumandan’ı tâkiben sırada yine Elitis. Hayrola? diyorum. Elcevab: Elitis’in mahlası, Odiseas Alepouis. Ne yapalım yâni? Şöyle: Odiseas’ın Batı dilleri ve Türkçe’deki karşılığı meşhur Homerik kahraman “Ulysse” veyâ “Ulyssis”. Hani, uğrunda entellektüellerin bile intihar ettiği, bir dönem ABD’de yasaklanan, her dile çevrilemeyen, Türkçe’ye yedi yıllık bir uğraş neticesinde çevrilebilen, anlaşılması çok zor olan / mümkün olmayan, İrlandalı şair-yazar James Joyce’un eserinin de ismi. Ütopik Anarşizm’in ilham kaynağı … Peki “Alepouis” neyin nesi? “Alepou” Yunanca, “Tilki” mânâsına geliyor. Alepouis ise “Tilki’nin” ya da “Tilkigil” anlamında. Yâni, “Tilki’nin Ulysse’si” veyâ “Ulyssis Tilkigil!”. “Ulysse-Ulyssis”i, “Yulisis”, “Yulis” veyâ “Yulise” şeklinde okumak mümkün. Bakın neler çıkıyor ortaya kelimelerin sevişmesinden: “Tilkilerin Ulu’su”, “Tilkigiller’in Ulu’su”, “Ulu Tilki”, “Ulus’un Tilkisi”, “Tilkigiller Ulusu”, “Tilkiler Ulusu”, “Tilki’nin Yolu”, “Tilki Yolu”, “Avcı ne kadar YOL bilirse Tilki o kadar AL bilir”…
Arka arkaya geliyor kelimeler: “Gehenna” veya “Cehenna”, İbranîce, “Şehir dışında, çöplerin yakıldığı büyükçe alan” anlamına geliyor, oradan Arapça’ya ve nihâyet Türkçe’ye “Cehennem” olarak geçiyor. Geylânî, Goya, Goyyim (İbrânîce, İbrânî olmayanlara verilen ad), gay, geyşa, gayzer (geiser: sıcak su kaynağı), gayda… Bunların arasında mutlaka bir akrabalık olmalı diye düşünüyorum. Ne de olsa zindan…
Birden aklıma “Orkide” kelimesi geliyor. Şöyle diyorum kendi kendime, “eğer insanlar ‘Orkide’ kelimesinin nereden geldiğini bilselerdi, bu çiçeğe karşı aynı duyguları taşımaya devam edebilirler miydi?”. Evet, kelimenin kökeni Yunanca “Orchion” (Orkion). Karşılığı ise, “haya” veya “husye”. O ismi almasının sebebi ise, ismi verenlerin bu çiçeği “husye”ye benzetmiş olmaları.
Çağrışım bombardımanı sürüyor: Bu sefer de Yunanca “Y” harfine takılıyorum, hani Fransızlar’ın “İ Grec” yâni “Yunan İ’si” dedikleri harfe. Yunanlar bu harfin küçüğünü bizdeki “u” gibi yazıyorlar ve “i” gibi okuyorlar. Niye takıldım ki? Şundan: Bu “Y” harfinin içinde geçtiği kelimelerin kahhar çoğunluğunun, “su, sıvı, akışkanlık, sıvısallık, nemlilik, uçuşkanlık, hayal, rüyâ” ve benzeri mânâlar içerdiği iddia ediliyor. Yine, içinde “Y” barındıran birçok kelimenin şekli de “kadehimsî”. Dikkat edilirse harfin kendisi de kadeh biçiminde, âdeta sıvı olan herşeyi kapsamaya hazır bir duruşu var. İddia tâ Platon dönemine kadar gidiyor. Birkaç örnek vermek şart oldu: Y-dor: Su, Y-gron: Rutûbet, Y-pnos: Uyku, Y-li: Madde, Maddî öz, sıvısal ilk öz, Y-dria, r-Y-sis, r-Y-ton, k-Y-liks: Kadeh. Bunu okuyanlar, “zorlama” bir iddia diye içlerinden geçireceklerdir mutlaka, Allah’tan tez bana ait değil, polemik arayanlar için biçilmiş bir kaftan. Küçük bir öneri olarak, Platon’un “Kratilos” adlı eseriyle başlayabilirler diyorum.
Sırada neler yok ki, “Anthropos”, Yunanca “İnsan” anlamında ve “Başını yukarıya, göğe çevirmiş olan” mânâsından neşet etmiş. “Namus”, Yunanca “Nomos” (Düzen, ölçü) kelimesinden geliyor ve herhâlde “Namusluluk” da “Ölçülülük, düzenlilik” mânâsındadır. “İncil”, Yunanca “Evangelismos” kelimesinden geliyor. “Eu”: Hoş, güzel-“Angelismos”: Haber. Evangelismos: Hoş haber, müjde, muştu. “Kleopatra”, Yunanca, “Kleo” kelimesi “anılmak, bir şeyle ünlenmek, adı öyle olmak, onunla namlanmak, şanlanmak” anlamlarında, “Patra” Yunanistan’da bir kent (Türkçesi Patras). Kleopatra: Patra ile namlanmış olan, orasıyla anılan, namlanan. “Laos”, Yunanca “Halk” anlamında. Kökeni tam olarak bilinmemekle birlikte çok eski bir ada halkının ismi olduğu sanılıyor. Onlara bu ismi veren ise muhtemelen bir tür taş. “Laik”, Yunanca “Laikos” (Halka değgin, halka ait olan) kelimesinden. Siyâsî anlamını neredeyse tamamen kaybetmiş durumda, kültürel-sosyal bir içeriği var. İnsanım, laikim, namusluyum, hoşum, güzelim, halktanım, namım böyle yürüsün diyorsanız eğer, hiçbir itirazım yok fakat “öteki” beni şöyle tanımlamak istiyor: İnsanlık karşıtı (Anti-Anthropos), Namus karşıtı (Anti-Nomos), “Kakos: Kötü, fenâ-Asimos: Çirkin, İtici-Emetikos: Kusturucu, mide bulandırıcı-hideos: İğrenç, tiksindirici”, taş devri adamı-mürteci-yobaz-gerici: Opistodromikos, Varvaros! İtirazım var mı? Asla ve kat’a, ellerimiz ve ayaklarımız basın-yayın yasasıyla, Anayasa’yla ve bilumum matbu ve mezkûr yasalarla bağlı olabilir ama dişlerimizi kim ve nasıl bağlayacak? Bağlanamayan dişlerimizle ısırmamıza kim engel olacak allasen?..
“Başıma ne geldiyse dilim belâsından” demem yanlış değil. Hani bir atasözü vardır Türkçe’de, “Dilin kemiği yoktur” diye. Hep şunu düşünürdüm, bu atasözü yanlış değil ama sanki bir eksiği var gibi. Şu Allah’ın işine bak, ben ne bileyim bu atasözünün aslında Türk atasözü değil de Yunan atasözü olduğunu? Nereden mi biliyorum? Şuradan: Atasözünün başlangıcı aynı ama devamı da var yâni Türkçe olanın kuyruğu yok ve aynı kuyruksuz kedi gibi dengede duramıyor, sendeliyor, sallanıyor. Orijinali şöyle: “Dilin kemiği yoktur AMA KEMİK KIRAR!…” İşte şimdi oldu. Nasıl ki afyonkeş, eroinman, kokainman ve bilumum uyuşturucu bağımlısı “madde”siz edemiyor, ben de “dil bağımlısı”yım, “dil”siz yapamıyorum ve tabiî ki, yan etkilerine de katlanmak zorunda kalıyorum. Hem sevdiğim hem de nefret ettiğim bir deyim daha var: “Dil dokuz boğumdur, dokuz kere düşün bir kere söyle”. Anatomik olarak çok iyi biliyorum ki-zira ben bir Anatomi bilim doktoruyum, doktora diplomamda öyle yazıyor-dil dokuz boğum değil! Ayrıca dokuz kere düşünene kadar insanın dokuz doğurma ihtimali var. Sakın, düşünmemeyi, boşboğazlık etmeyi, lafazanlığı savunduğum sanılmasın ama Fransızlar’ın bir deyimini de burada hatırlatmakta yarar var: “Ce n’est pas ma tasse de thé” yani “Benim çay fincanım değil (bu)” yani “benim mevzuum, konum, ilgi alanım bu değil”. Peki kimi ilgilendiriyor o hâlde? Cevabı yine bir Fransız deyimiyle vermeli: “Avoir un poil dans la main” yani “Elinde (avucunda) bir kıl bulunmak (olmak)” yani “yazıp çizmeye, kafa yormaya, düşünmeye kapalı olmak” yani “tembelin teki olmak”. Demek ki, yurdumda bu atasözünün muhatabı olan hayli vatandaş var. Yoksa, kimse canı sıkıldığı için böyle bir söz söylemezdi. Yunus Emre’ de “dil”e dokunmadan edemiyor: “Söz (dil) var kese savaşı / Söz (dil) var kestire başı”. Kumandan’ın dediği gibi, “Ben bıçak imâl ediyorum, isteyen adam keser, isteyen ekmek”. Dil bu, herşeye muktedir, yeter ki onunla dans etmeyi becerebilesin, dünyanın en güzel figürlerini ortaya koyman içten değil, heyhat dans etmeyi bilmeyen için ise “dil” tam bir iğneli fıçı, zehirli bir varlık… O nedenledir ki, dans etmeyi bilmeyenler uyarılıyorlar: “Eline, diline, beline hâkim ol”. Olmazsan, eline yüzüne bulaşır, diline dolaşır / dolanır, ayağana dolanır / takılır, belini büker, ısırır, koparır, acıtır.
Benim açımdan “dil” bir “timsah”tır. Gösterilere bu timsahla çıkarım ve gösterinin niteliği gereği, elimi, ayağımı, başımı sürekli bu timsahın ağzına sokarım, onu kucağıma alır ortalıkta dolaşırım, hayatımı böyle kazanırım. Öyle anlar olur ki, timsah elimi yüzümü ısırır, kan revân içinde kalırım ama onsuz yapamam illâki beraber…
Bütün bunların arasında, Zvi Pedro isimli bir Fransız mahkûm bana garip birşeyler söyledi daha doğrusu sordu: “Yunan Pantheonu’nun (İlâhlar Âlemi) baş ilâhı kimdir? Cevap verdim: Zeus. Şöyle devam etti: Evet, Zeus. Peki Mısır’daki Süveyş kanalına Batılılar’ın verdiği isim nedir? Cevap: Suez. Şimdi tersinden oku. Cevap: Zeus! Buraya kadarki bölüm heyecan verici değil. Şimdi sıkı durun. Soru: Zeus’un Yunanca’daki orijinal karşılığı nedir: Dias! Peki Süveyş’in bağlı olduğu şehir hangisidir? Cevap: Port Said! Yâni Said limanı. Şimdi “Said”i tersten oku. Cevap: Dias!!! Çok hoşuma gitti. Kendi kendime uğraştım başka birşey daha buldum: Assuan, Mısır’da bir şehir, barajıyla ünlü. Şimdi ters çevir: Nassua. Nassua, Yunanistan’da bir kent. Assuan’da Eski Yunan’dan kalma eserler olduğunu da öğrendim. Muhtemelen bir ilişki var. Eski Yunan’a ait bir diğer çarpıcı şey daha var (bir sürü var…). Eski Yunan aydınları Allah’ı tanımlamak için bir el işâreti kullanıyorlar. Akıllara ziyan bir şey bu ve aynıyle vâkî. Baş parmaklarıyla işâret parmaklarını sıfıra benzeyecek biçimde birleştiriyorlar, 3-4 ve 5. parmaklarını da havaya kaldırıyorlar. Bu konfigürasyonu ortaya koyduğunuz zaman, Arapça “ALLAH” yazısı ortaya çıkıyor. İnanmayanlar, Yunan felsefesiyle uğraşanlara (ustalara…) sorsunlar. Sokrat’ın da, Platon’unda, Aristoteles’in de, Pythagoras’ın da bu işâreti kullandıkları biliniyor.
Şiir demiştim ama, başka şeylerin tacizinden bir türlü kurtulamıyorum. Yine de, Lorca’sız olacak gibi değil:
“Gece, imtinanın (dikkatin) kara heykelidir”.
Bunu nereye bağlasam acaba diye düşünürken cevap bir Rus mahkûm-amatör şairin (Aleksander Abramov) ağzından dökülüveriyor:
“Ölüler; / Onlardan korkmam / Ölüler: / Onlardan kaçmam / onlarla yatmam / onlarla kalkmam”.
Ve yine Lorca:
“Venüs, tabiî beyaz bir ölümdür”.
“Blanca Muerta” diyor İspanyol şair, yani “Beyaz Ölüm”. Afrodit ya da Zühre neden beyaz ölüm ola ki? Denizin / dalgaların beyaz köpüklerinden doğduğu için mi acaba? Ya da “Afrodizyak” kimliğinden dolayı mı? O kadar kolay değil usta! Aklıma meşhur “Elmalı Afrodit” (Afrodit Milo) heykeli geliyor. Gelir gelmez de Paul Elouard:
“Sabah, yeşil bir meyveyi yakar”.
Başlangıçta ağaran (beyaz olan) elma önce yeşile, sabahla birlikte de-muhtemelen-kırmızıya dönüyor. Hemen belirtmeliyim ki, burada bahsettiğim kırmızı elmanın, Kızıl Elma ile bir ilişkisi yoktur. Atalanti’nin 3 altın elmasıyla da ilgili değil. Kırmızı elma daha sonra kararır, daldan Gaia’ya düşer ve Kilise babalarından birinin dediği gibi;
Güzel beden önce mezara girer sonra mezarla bütünleşir ve en sonunda da sadece mezar olur.
Elma, Gaia’ya karışır ve nihâyet Gaia olur. Sonra da Gaia, Elma olur. Aklıma Üstad’ın efsânevî tiyatro eseri “Bir Adam Yaratmak” geldi. “Her şey olurum ama ‘Yok’ olamam” diyordu. Peki şimdi, ha Afrodit, ha Zeynep mi? demek gerekiyor. Beni aşıyor…
Zindan nire, Romantizm nire? dememeli. Bir gece rüyâmda Alphonse de Lamartine’i gördüm. Meşhur “Lac” (Göl) şiirinin ilk mısraını okudu:
“O Lac suspends ton vol”
(Ah Göl, uçuşunu (kaçışını) durdur (askıya al)). Hani, bizim bir şairimiz de bundan aparıp “Göl Saatleri”ni yazmıştı. İsmi Ahmet miydi, neydi…Yalnız gelmemişti Lamartine, yanında Lirizm’in babalarından Alfred de Vigny’yi ve –bana göre-olağanüstü güzellikteki “Le Loup” (Kurt) şiirini de getirmişti. Bunların bana taşıdığı kavram ise “Dehr” oldu ve hemen akabinde, “Dehr’e küfretmeyin, o Allah’tır” kafama dank etti.
Biraz daha gerilere gittim, baktım Corneille bir duvarın dibine oturmuş, bir kahramanını konuşturuyor:
“ O râge, o déséspoir / ô vieillesse ennemie / N’ai-je donc tant vécu pour cette infamie / Ne suis-je blanchi dans les travaux guerriers …”
(Ey azgınlık (kıran), ey ümitsizlik / ey düşman ihtiyarlık / Bu kadar zaman bu onursuzluk (görmek) için mi yaşadım / (Saçlarım) savaşlarda ağarmadı mı?)
Daha da gerilere gittiğimde biraz daha karamsarlaşmaya başladım zira karşıma François Villon çıktı ve “La Ballade des Pendues” (Asılmışların Baladı) yü okuyuverdi. Gözümün önüne meşhur “Mont Faucon” (Şahin Tepesi) geldi. Fransa’da, idam edilenleriyle ünlü bir mekân. Asılanların cesetleri ibret olsun diye günlerce orada bırakılıyor ve kuşlara yem ediliyordu.
Ne yapacağımı şaşırmıştım ki, Bedri Rahmi imdadıma yetişti:
“… Bildin mi üç dil bileceksin / üç dilde ana avrat küfredebileceksin …”.
Yanımda oturan İranlı palikarya da, boyuna Farsça şiirler söyleyip duruyordu. Dedim, ne mırıldanıp durursun. Dedi ki, “Ben Ateist’im, cennete de, cehenneme de, Allah’a da peygambere de inanmıyorum, ney’e, kadına ve şaraba inanıyorum o nedenle de ‘Rubaiyat’ı çok seviyorum”. Ey gidi Hayyam ey! Sen ne demişsin, Acem ne anlamış desem olmaz. En iyisi onun “anlamadığı” dilden, “şiirle” cevap vermek lâzım diye düşündüm:
“Şefkatle revân olmalı yola / sihirbazdan, kendinden, ortografiden berî / Ütopyaya yakın, ütopyaca / iğfale meydan vermeden …”
Bir keresinde Atina’da Türkiyeli sosyalistlerle şu boş muhabbeti yapmıştık: Bir yazının son paragrafına başlarken, “Özcesi” mi, “Kısacası” mı, “Sözün özü” mü, “Son tahlilde” mi, “Son Analizde” mi, “Nihâyet” mi, “Son tecritte” mi dersek daha doğru olur. Herkes kendi “Son tecritte”sini beğendi. Elitis ise şöyle diyordu:
“… Ben gözyaşları içindeyken, orada uzaklarda birileri kahkahalar atıyor …”.
Ustanın sözünün üstüne söz söylemek yakışmaz …
Kaynak: H.A. “Akademya’ya Doğru Sitesi”, 2001-2005 (2010 öncesi arşiv makalelerimizde yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında makalelerini yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmaktadır.)