Ekonomi-Politik

Ekonomik düzende, 1999 yılında kendini iyice hissettirmeye başlayan kriz, son noktasına hızla yaklaşmak üzeredir. 2000 yılı başından itibaren IMF ile yapılan ve kontrollü sıcak para girişiyle ithalata dayalı ekonomik büyümeyi hedefleyen ve son kurtuluş reçetesi olan politikalar, uygulanmaya başlaması üzerinden bir yıl bile geçmeden duvara tosladı. Haberci dergisinin 1-2-3. sayılarında sonunun ne olabileceğine dair gözlemlerde bulunduğumuz uluslararası sömürgenin tahkimini sağlayacak IMF destekli politikalar, Anadolu insanının gerçeklerini daha fazla örtemeden tepetaklak oldu.

Türkiye neden hep kriz ekonomisi içerisinde yaşıyor ve sürünüyor? 22.sini yaşamakta olduğumuz IMF destekli süründürme ve sömürü politikalarına neden muhtaç bırakılıyoruz?

Her devlet, bir dünya görüşü üzerine kuruludur. Bir devleti, rejimi, düzeni kuran kadrolar, kendi inanç ve dünya görüşlerine göre, kurdukları yapıyı şekillendirirler. Ve bu yapı, insan ve toplum hayatının bütünlüğünden hareketle; hayatın birer şubesi olan hukuk, zanaat, ticaret, sağlık, eğitim, imar, güvenlik, sosyal dayanışma kurumları gibi, iktisadî hayatın kuralları da belli bir anlayışın, belli bir dünya görüşünün, belli bir ahlâkın hayata bakışının özelliklerini yansıtır. Bir bütünün şubeleri olan bu müesseseler, her ne kadar kendi başlarına bağımsız gibi görünseler de, aslında hepsinin birbirleriyle çok yakın alâkası vardır. Bu alâkayı gözönüne alarak müesseseleştirilmiş ve insanının dünya görüşüne yabancı olmayan bir nizâm üzerine kurulmuş devletler, sağlıklı olarak yaşarlar ve bu müesseseleştirilmiş nizâmın-devletin ve dolayısıyla halkın bütünlüğü “yapısallaşır”.

TÜKETİME DAYALI SÜRÜDEN, İNSAN İÇİN ÜRETEN TOPLUMA DOĞRU: TC’NİN İKTİSADİ İFLASI

Yaklaşık 200 yıl önce Osmanlı’da başlayan, “Batı’dan müessese ithal edelim ama onun kültürünü almayalım” anlayışı, zamanla pek tabiî olarak, müessese ile beraber Batı’nın kültürünü de ithal etme çaresizliğine düşürmüştür Osmanlı–İslâm toplumunu… Çünkü, her müessese, onu vücuda getirenin hayata bakışını, inancını, kültürünü yansıtır ve siz o müesseseyi aldığınız ândan itibaren onu vücuda getireni de içinize almış olursunuz. Buradaki birinci tehlike, yeni alınan bu yabancı müesseseye karşı bünyenizde onu özümseyecek bir anlayış ve mekanizmanın bulunmamasıdır. İkincisi ve en büyüğü ise, o müesseseyi tamamen kendinden kabul edip, onun yabancı olduğunu görememek ve hastayken sağlıklı yaşadığını sanmaktır. Dışarıdan aldığınız bu müessese, artık sizin vücudunuza yerleşmiş bir virüs gibidir. Virüslerin en büyük özelliği kendini vücudun bir parçasıymış gibi kabul ettirip, girdiği vücudda kendisine bir yer bularak hayatını ve dolayısıyla mikrobunu bulaştırmaya devam ettirmesidir. Siz ancak ölecek duruma gelince bu virüsün sizden olmadığını anlarsınız, ama iş işten geçmiştir.

İşte, kökleri Osmanlı’da başlayan ve günümüze kadar devam eden “eski-yeni”, “irticacı-ilerici” kavgaları, hep birbirini besleyerek bugünlere kadar gelmiş ama her iki anlayış da meselelere hiçbir zaman vâkıf olamamış ve dolayısıyla çözememiştir. Çökmüş olan Osmanlı Devleti’nin külleri ve daracık Anadolu toprakları üzerine, Batıcı-Laik-Modern bir anlayışla kurulmuş-kurdurulmuş TC., ne müslüman Anadolu insanının inancına tercüman olabilecek bir hayat nizâmı sunabilmiş -ki öyle bir derdi olduğu su götürür- ve ne de iddia ettiği gibi, Batı kültür ve hayat anlayışını gerçekten anlayabilecek bir tefekkür zahmetine girişmiştir. Batı’dan gelen rüzgâr hangi yönde eserse, günü kurtarmak için hep o yöne koşmuştur. İslâm olmasın da ne olursa olsun anlayışı hâkim olmuştur hep…

Niçin bu kadar uzun bir giriş yapma ihtiyacı duyduk? Daha önce de söylediğimiz gibi, hayat bir bütündür ve aslında bağımsız gibi görünen hayat şubelerinin birbirleriyle yakın bir alâkası vardır. İş, “bütün” bir fikre nisbetle, bu şubeler arasındaki dengeyi kurabilmektedir. Batı’ya karşı, Batıcı-Milliyetçi bir anlayışla kurulan-kurdurulan devletlerden biri olan laik TC, savaştan sonra güya kendi millî çıkarını korumak için, protestan ahlâkının eseri olan sınırsız kâr elde etme anlayışına dayalı vahşi-Batı kapitalizmine karşı, yine Batı kaynaklı olan ve bazen komünizm nizâmını andıran “devletçilik”i temel politika olarak benimsemiştir. Kökeni Fransız nizâmına dayanan, devlet-memur kontrollü sosyal hayat nizâmını aynen sürdürmüştür. Üretime dayalı olmayan, yerli burjuvazisi olmadığı için, -burjuvazi Batı sosyal tabakalaşmasının bir gerçeğidir ve Batı dışında hiçbir toplumun, kastedilen mânâda bir burjuvazi sınıfı olmamıştır-, halktan alınan vergilerle Batıcı bir burjuva sınıfı meydana getirmeye dayalı bir ekonomik politika anlayışıdır Cumhuriyetin yaklaşımı. Güya vücuda getirilecek bu burjuva sınıfı, sınaî yatırımları yapacak, memlekette yeni yeni iş sahaları açılacak ve bir üretim patlaması yaşanacaktır… Oysa gerçek hiç de öyle olmamıştır. Devlet destekli bu kodamanlar, neredeyse bedavaya getirdikleri bu kredilerle, Batı’dan üç kuruşa ithal ettikleri her mamülü kat ve kat fazlasına fakir Anadolu insanına kakalamışlardır. İthal edilen bu malların çoğu tüketime dayalı ve Batı’ya döviz kazandıracak mallardır. Oysa onlardan beklenen yatırım malları denen ve sanayinin kurulmasını sağlayacak bir ticaret anlayışı idi… Olmadı ve olamazdı; niçin? Çünkü, TC’nin kendine âit bir dünya görüşü olmadığı gibi, sınaî altyapısını kuracak bilgi birikimi bile yoktu. “Toplum değerlerine bağlı” bir dünya görüşüne mâlik her devlet kendisinin ve toplumunun ihtiyaçlarına göre şekillendiği için, sahib olduğu bilgi birikimi ve kuracağı sınaî altyapı ve üreteceği mamül hep ona göre olacaktır. 1950’li yılların İngiliz teknolojisine göre ve İngiliz toplum ve coğrafyasına göre imal edilen binlerce BMC-Land-Rover tipi kamyonun hafif bir sıcak havada yolda kaldığı ülkemizde, o kamyonları çalıştırmak için harcanan çaba ve para, İngiliz ekonomisine fazladan kâr olarak gitmiştir; kamyonların ömrünün kısalması da cabası… 1950 yılına kadar sıkı bir devletçi politikayla idare edilen iktisadî hayatta yük hep köylünün sırtında olmuştur. Nüfusunun ezici bir çoğunluğu köylü olan halk, memur-mâmur, eşraf, büyük toprak sahipleri ve sanayici-ithalatçı dörtlüsünü beslemiştir. 1950 yılında dışarıdan estirilen demokrasi rüzgârıyla beraber, iktisadî bir liberalizm rüzgârı esmeye başlamıştır. Artık memur kuvvetten düşmeye başlamış, “mâmur bey” olmaktan çıkıp, “memur bey” olmaya doğru gerilemiştir. Onun yerini onların palazlandırdığı, güya memleketi sanayileştirecek olan, sunî olarak ve zorlamayla meydana getirilmiş burjuva–ithalatçı sınıfı almıştır. Eşraf ilçelerde partili olmuş ve o da sosyal baskı grubu olarak aynen yerini korumuştur. Liberalizmle beraber; devletin ekonomideki kontrolünün zayıflatılmasına çalışılmış ve bunda da bir anlamda muvaffak olunmuştur. Artık ekonomik hayatın düzenlenmesi devletle birlikte ithalatçı-montajcı büyük sermayenin kontrolünde olacaktır. Amaç, Batı’dan ithal edilen tüketim mamüllerinin gümrük kapılarından geçişini daha da kolaylaştırmak ve tüketimi hızlandıracak altyapıyı hazırlamaktır. Batılı firmalarla ortak olarak büyük şirketler kurmaktaki amaç; bir çoğu makine imâl edecek makinelerin, fabrikaların kurulması değil de, onların ürettiklerini, parçalar halinde ve gümrüksüz olarak yurda sokup, içerideki montaj fabrikalarında bir araya getirip yerli malı diye yutturarak fahiş fiyatla satmak olmuştur. Türkiye’de Anadolu insanının, üretimde bulunma duygusu yok edilerek sürekli tüketme duygusu yerleştirilmeye çalışılmış, bunun için de, sıcak para politikalarıyla ticarî düzenin hızlandırılması sağlanmıştır. Üretimsiz, karşılığı olmadan basılan banknotlar ithalatı, ithalat döviz krizini, o da enflasyonu körüklemiştir. Para bulmak için kıvranan devlet kendini bir ânda IMF’nin kollarında bulmuştur. IMF ile ilk defa 1947 yılında masaya oturmak zorunda kalan devlet, IMF’nin çözüm olarak sunduğu ve 50 yıldır her devlete verdiği; “devletin sosyal ve yatırım harcamalarını kıs, maaşları düşür, bankacıya taze para sağla, ithalatı arttır!” politikasıyla tanışmıştır. Uygulanmaya başlanan bu politikanın sonucu binlerce ocak sönmüş, binlerce, insan bunalıma girmiş ve onbinlerce küçük işyeri ve esnaf dükkanı kapanmak zorunda kalmıştır. O günden bu yana halk, tam beş defa devalüasyona maruz kalarak cebindeki paranın üçte birini bir gecede kaybetmiştir. Anadolu insanının kendi kendine yeten üretim ve tüketim anlayışı, Batıcı laik TC’nin bu ikinci devresiyle beraber büyük bir darbe daha yemiştir. 1950 öncesi, dünya konjonktürünün getirdiği gizlilik perdesi altında cebinden sürekli parasının çalındığını ve kimin çaldığını göremeyen halk, artık parasının göz göre göre çalındığını ve çalmanın bütün usûllerini bildiği halde bir şey yapamamaktadır. 1950 öncesi dönemde, Başbakan Rüştü Saraçoğlu öldüğü zaman evinin bodrum katından 77 sülalesine yetecek kadar erzak çıkmıştır, hem de halk savaş bahanesiyle karneyle çavdar ekmeği yemek zorunda kalırken… Devlet sırrı adı altında ve devletin korumasıyla büyük vurgunlar yapılmış, bankaların içi boşaltılmış ama bu halka yansıtılmamıştır. 1950 sonrası dönemde ise bu hırsızlıkların artık açıkça yapılmaya başlanmış olduğu görülmektedir. Türkiye 1980 yılına kadar, adına karma ekonomi denen bu ucûbe anlayışla gelmiştir, gelmiştir ama, burnundan da solumak zorunda kalmıştır. Çünkü kendini adapte etmek istediği Batı dünyası, kendi içerisinde bir anlayış ve yapı değişikliğine giderek milli devlet ve milli ekonomi anlayışından, “global-küresel” devlet ve ekonomi anlayışına geçmiştir. Ve Batı’ya girmek için, bir zamanlar onun zoraki olarak kabul ettirdiği Milli devlet-Milli ekonomi anlayışını terketmek zorunda kalmıştır. 24 Ocak 1980 yılında IMF ile yapılan anlaşmayla bunun yolu da açılmıştır. Üretmeyen Türkiye, artık tüketim kıskacı içerisine iyice girmiştir. Bunun için, memur ve işçiyle doldurulmuş ve bu halkın ödediği vergilerle kurulan ama içleri boşaltıldığı için sürekli olarak zarar ettirilen büyük fabrikalar, devleti zarardan kurtarma bahanesiyle özelleştirilecek ve kapatılacaktır. Buralarda imal edilen mamüller de Batı’dan alınan sıcak parayla yine Batı’dan kolayca ithal edilecektir. Ortalık işsizlerle dolacak, devlet borçlarını, yüksek faizler karşılığında aldığı iç sermayenin kan kusturucu paralarıyla ödeyecek ve dış borcun yanında en az onun kadar ve daha kısa sürede çökerten bir borçlanma süreci başlayacaktır. Öyle bir noktaya gelinecektir ki, toplanan bütün vergilerle iç borcun faizi bile ödenemeyecektir. İçeride, daha önce döviz kurunun yüksekliğinden dolayı ve işçi ücretlerinin düşük tutulmasıyla bir nebze artan ihracat, enflasyonun içerideki maliyeti yükseltmesinden dolayı gözden düşecektir. Ve büyük bir kısmı orta ölçekli işadamının geçim kapısı olan ihracat da böylece duracaktır. Yapılan ihracatın önemli bir kısmı hayâlîdir ve bu bürokrat-işadamı-general ve siyasetçi dörtlüsünün kurdukları, “Vurgun A.Ş”lerle kolayca yapılabilmektedir. Bankalar yine bu dörtlünün maharetli elleriyle kolayca boşaltılabilmektedir. Türkiye yıllardır uluslararası kara para ve uyuşturucu trafiği üzerinde olmanın getirdiği paralarla yaşamaktadır. Ve artık kara paranın getirdiği gelir bile TC’yi kurtarmaya yetmemektedir. Bugüne kadar, sıkıştığında sıcak paraya dayalı yüksek enflasyonlu üretimsiz ticari büyümeyi model alan TC, bu yolun sonunun çıkmazda olduğunu görünce, artık sıcak para politikasına son vermek zorunda kalmış ve bugüne kadar sıcak paranın sarhoşluğuna alışmış olan 65 milyonluk devasa tüketici kitlesi halkımızın büyük bir şok yaşamasına sebeb olmuştur. Dün yüksek enflasyon vardı ama, karşılıksız ve bol keseden verilen sıcak paranın etkisiyle gaza gelip sürekli tüketen Türk halkı, bugün elinden bu oyuncağı alınınca “acı gerçekler”le karşı karşıya kalmış ve ne yapacağını bilemez duruma gelmiştir. Üretmeyi unutan ve sürekli tüketme duygusu aşılanan halkımız, bu duygunun verdiği hırsla ve parasızlığın getirdiği çaresizlikle kıvranıp durmaktadır. Bugün, günde 25 kişinin intihar etmesinin zahirî sebeblerinden bir tanesidir bu tüketim çılgınlığı. Bugün bir ayda onlarca işadamı intihar etmektedir. Neden? Çünkü yaşadığı bu düzenden umudunu kesmiştir. Batı destekli rejim, bugün halkımıza kurduğu tuzağa kendisi düşmüştür aslında. Çünkü halkı maddiyata tapacak duruma getirir ve maddiyata taptırma gayesinin imkanlarını sürekli olarak sağlayamazsanız, bir noktadan sonra gaye haline getirilmiş maddiyata tapma duygusunu giderebilmenin hırsıyla ayaklanacak bir halk seli karşısında duramazsınız. Nitekim 19 Mart 2001 tarihli Newsweek dergisi, hiperenflasyonun ve stafiglasyonun (durgunluk) rejimlerin devrilmesine yolaçan iktisadî bir vakıa olduğunu ve görmezden gelinemeyeceğini yazmıştır… Ve bugün başta ABD olmak üzere Batı’nın en önemli kozu gibi görünen kapitalist-sürekli tüketime dayalı bir hayat anlayışı eğer bu imkanları sunamazsa sürekli tüketmek isteyen bir kitlenin çılgınca bir saldırısına uğrayabilir. Bu şuna benzer:

Bir insanı eroinman haline getirirsiniz. Çünkü, ona eroin satarak para kazanacaksınız. Bu insanın parası bitince ne olacak? Eroin vermezseniz eroin krizine giren kişi sizi öldürebilir. Arada bir doz kaçırırsanız, “altın vuruş”la müşterinizi kaybedersiniz. Verirseniz bedavaya vereceksiniz. Hep böyle gitmez. Bugüne kadar tatlı para olarak size dönen eroin altyapılı düzeniniz, artık sizin için, size doğru çevrilmiş ölümcül bir silahtır.

Bugün Türkiye, tekrar eski sıcak para-yüksek faiz-yüksek enflasyonlu döneme geri dönemez, Batı buna izin vermez, farz-ı muhal verse bile, döndüğü vakit, müthiş bir bastırılmış tüketim duygusuyla, insanlar önüne gelen her şeyi almak istercesine saldıracaktır. Peki bu ne ile karşılanacak? İçeride üretim olmadığına göre, ithalata yönelecek ve ithalat büyük bir patlamayla belki 100 milyar doları aşacaktır. İçeride zaten çökmüş olan ihracatçı da, daha tatlı gelmesinden dolayı iç pazara yönelecektir… Bütün bu harcamaların parası nasıl karşılanacak? Devlet korkunç miktarda karşılıksız para basacak, büyük miktarda yüksek faizli, iç ve dış borç almak zorunda kalacak ve destekleme alımları, yüksek maaş zamları, kamu bankalarından piyasaya düşük faizli bol miktarda kredi vermek suretiyle elde ettiği bu sıcak parayı piyasaya sürecektir. Piyasaya giren bu para tüketime dayalı büyümeyi hızlandıracak ama, hemen arkasından müthiş bir yüksek enflasyon-yüksek faiz, döviz krizi, iç borç krizi vs. olarak geri dönecektir. Hem de bugüne kadarkinden daha büyük ve daha hızlı bir şekilde… Bunun tersi olursa, yani bugün yaşadığımız IMF destekli çökertme politikası olursa: İç pazar diye bir şey kalmayacak, irili ufaklı hemen hemen bütün işletmeler kapanacak, devletin bütün sosyal harcamalarına ve tarıma verdiği destekleme alımlarına son verilerek çiftçi ürün ekemez duruma getirilecek, bu gibi yollarla güya bütçe açıkları kapatılacak, iç borç çemberinden kurtulmaya çalışılacaktır. Vergiler aşırı şekilde yükseltilecek ama, üretim olmadan ve çoğu iflas durumuna gelmiş işletmelerden nasıl vergi alınacağı hiç hesab edilmeyecektir. İşsizlik, grafikleri göğe fırlatacak şekilde patlayacak, tabiî sonuçta müthiş bir ferdî, ailevî, sosyal facialar yaşanacaktır. Gelinen bu hâl, bir önceki hâlin 78 yıldır uygulanmasının son hâlidir. Tekrar geriye dönüş olursa -ki mümkün değil- bu bir sarhoşun uçurumdan aşağıya düşerken sevinç çığlıkları atmasına benzer, yok şu ânki yaşadığımız hâli tasvir edecek olursak; ayaklarından bir tankın arkasına bağlanmış ve keskin taşlarla, dikenlerle dolu geniş bir arazide orta süratte süründürülerek ve acı içinde kıvrandırılarak öldürülmek istenen bir kurbanın hâline benzemektedir hâlimiz.

BU KISIR DÖNGÜDEN ÇIKMAK İÇİN NE YAPMALI?

Her şeyden önce, “yeni insan-yeni nizâm-yeni devlet-yeni toplum” anlayışını kuşanarak ve bu anlayışa bağlı iktisadî düzen ve politikalarla feraha çıkabiliriz. Gelin, durumumuzun ve çözüm yollarının nasıl olması gerektiğini, Cezayir İstiklâl Savaşının kahramanlarından ve ilk Cumhurbaşkanı Ahmed Bin Bella’dan okuyalım ve nihaî çözüm yolunu işaretleyelim:

“Soru: “İçinde bulunduğumuz dünya gerçeğini nasıl sınırlayabilir, nasıl ortaya koyabilirsiniz? İlk evrensel kurum olarak takdim edilen, dünya düzenini nasıl anlayabiliriz? Geçmiş tarihine nasıl bakarız, uluslararası hegemonyanın boyunduruğundan, iktisadî, kültürel ve hukukî ağlardan kurtulma ve her türlü zorbacı, üstünlükçü ve tahakkümcü ilişkilerini kurup sürdürdükleri bağlardan sıyrılma imkanlarını nasıl görebiliriz?

Cevap: “Öncelikle içinde bulunduğumuz gerçeği tarihî açıdan değerlendirmek ve ortaya koymak gerekir. Bunu yapamadığımız zaman, egemen olan dünya düzenine alacağımız tavrı bilemeyiz. Zira, yer ile gök arasında muallâkta yaşamıyoruz. Organik olarak birbirine bağlı olan ve ismi dünya düzeni olan bir kurumun içindeyiz. Beş asır öncesi, bu düzenin ikamesinden bu tarafa da, bu kuruma Batı hâkimdir. İfade ettiğim gibi, bu düzenin ilk belirtilerini Haçlı Savaşları’nda bulabilirsiniz. Fiilen ortaya çıkışı ve gelişmesi de, 1492 yılı sonlarında gerçekleşen Amerika’nın keşfi ile birlikte olmuştur… En yakın akrabalarına tahammül edemeyen bu insanların aynı anda evlerini kedilerle, köpeklerle, yılanlarla, farelerle, vb. Batı toplumlarında sayıları artan hayvanlarla doldurduklarını görürüsünüz. Misâl olarak söylüyorum: Sadece Fransa’da dokuz milyon köpek, sekiz milyon da kedi vardır. Bunların yıllık tüketim miktarları, eski frankla 230 milyar franktır. Somali’nin yıllık bütçesi ise, 400 milyon doları aşmamaktadır (1984 yılı itibarıyla – FD). Bu şu demektir: Fransa’daki kediler ve köpekler, bütün Somali halkının tükettiği miktarın on katı daha fazlasını tüketiyor. Biz, bu tür hastalıkları, yukarıda sözünü ettiğimiz büyük ilmî verilerden ayıramayız. Çünkü, bunlar, Batı’nın kâr, sömürü, üretim ve tüketim felsefesine uygun olarak üzerinde yürümeye devam ettiği medenî ve ilmî gelişmeler için mantıkî bir düzen içinde birbirine bağlı uzuvlar, bütünü meydana getiren parçalardır. Yani, başarılarının yanında, bu hastalıklar da olmak zorundadır. O kadar ki, ancak kendi hedeflerini ve menfaatlerini gören başka hiçbir şeyi görmeyen Batı dünyası, dünyayı büyük bir pazar haline getirmiştir. Sadece büyük bir pazar. Orada her şey bulunur ama hukuk bulunmaz. Bu Batı âlemi, kendisinden başka diğer ülkeleri sadece tüketen ve her konuda peşinden giden toplumlara dönüştürmeye çalışmaktadır. Bağımsızlığını kazanan şu ülkeler, gerçekte sadece bir bayrak ile bir millî marşa sahip olabilmişlerdir. Ama, yaşanan hayat, bütünü ile Batı usûlü ile yaşanmakta, Batı kalıplarına vurulmaktadır. Biz hiç bir şey icat etmemiş bir millet gibi sadece tüketiyoruz, onların fikirlerine ve değer ölçülerine hizmet ediyoruz. İşte, «Liberalizm» ve Batı toplumlarının temeli budur. Onlar bu düzen için «mucize» diyorlar. Ancak var olan her şeyini soyarak almıştır.

Soru: “Şu dünya düzenine nasıl karşı koyacağımız ve her tarafını saran üstün hegemonyasını nasıl kırabileceğimiz hakkında düşünebilmek için halihazırdaki durumumuza ve gelecekte alacağımız tavra geçsek… Tabiî bu mücadele yine etraflı, kapsamlı ve mükemmel bir göğüsleme ile olacaktır. Belki bu onlarca cepheden yapılacak bir mücadele ile olacaktır. Ancak inancım odur ki, yapılacak ilk iş, kendi içimizde bir inkılâp meydana getirmektir. Siyasî ve fikrî bir devrim. Bu devrimin gerçekleştirilmesi nasıl mümkün olacaktır, boyutları nelerdir? Şekillendirilmesi nasıl olacaktır? İlk yapılacak işler nelerdir? Bizzat kültürel seviyede hangi merhalelerden geçecektir?

Cevap: “Evvelâ, şunu belirteyim ki, biz mevcut dünya düzeni içerisinde yaşamaktayız. Bu durumda İslâm’dan, birlik ve kalkınmadan bahsetmek tamamen temelsiz, pratik değeri olmayan, çocuksu sözler durumunda kalır. Şu halde ilk olarak bu dünya düzeni içerisinden nasıl kurtulacağımızdan, ilk olarak da bunun zaruretinden bahsetmemiz gerekir. Bu liberalist düzen içerisinde, tek bir deneme de olsa başarının muhal olduğunu açıkça görüp dururken, nasıl olur da bu düzen içerisinde istiklâl ve gelişmeden bahsetmemiz doğru olabilir?.. Bu dünya düzeni, asrın büyük tekelci devletlere ait olduğunu ve küçük devletlere yaşamak için herhangi bir fırsat tanımadığını ortaya koymuştur. Bu devletlerin durumu, düşmesinden hemen önceki Endülüs’te yayılmış bulunan devletlerin durumundan farklı değildir. Gerçek şudur ki, bugün bile bizde ne devlet, ne cumhurbaşkanı, ne de melik hiçbir şey yoktur. Bizdekiler daha çok aşiret reislerine, daire başkanlarına benziyorlar. Belki durumları bundan da kötüdür.” (1)

Ahmet Bin Bella, daha sonra İslâm birliğine değiniyor ve bunun yolunun Arab birliğinden geçtiğine inanıyor. Ona göre meydana getirilmesi gereken İslâm Birliğinin oluş şartları:

1) İslâm dünyasında para birliğine geçmek.

2) Dünya düzeni hegemonyasının dışında kalan ortak pazara geçmek, bunu gerçekleştirmek için de dış ülkelerdeki paralarımızı geri çekmek zorundayız.

3) Birliğin sağlanmasından sonra, kapsamlı medeniyet anlayışımızı ve sistemimizi ortaya koyma zarureti vardır. Her şeyi yerli yerinde ve kâmil bir şekilde kavrayan bir anlayışımız olmalı. Her şeyi iyice kavramamız, ilmi ölçülerini, felsefeyi, teknolojiyi iyice ihata etmemiz, başka ilimlere, başka teknolojilere olan ihtiyacımızı anlamamız gerekir. İlim ve teknoloji medeniyet anlayışımızla yakından ilişkilidir. Şimdi bu seviyeye nasıl sıçrayabiliriz?

İslâm’ı yeniden anlamak ve açıklamak gerekir. Kabuğu değil, özü anlama, çağdaş bir açıklama yapmak, daha öncelere değil, 1984 yılı ve sonrasına göre izah getirmek gerekir. Nasıl birleşebiliriz? Nasıl yeni ilimler icad eder, ortaya koyarız? Nasıl yeni teknoloji meydana getirebiliriz? Enformatik ve süpermatik dünyaya nasıl girebiliriz? Aslında geçmişte başarısız olan ve bugün tek sistem olarak tavsiye edilen kalkınma modeline alternatif bir gelişme tarzını nasıl bulabiliriz?

Bütün bunlar ilk planda okullarımızda ve üniversitelerimizde mevcut bulunan eğitim ve öğretim metodlarımızın değiştirilmesini gerektirir. Bugün biz sadece bildiklerimizi, Batı gibi düşünen kafalar olmak için biliyoruz. Batı vasıtalarını kullanıyoruz. Batı teknolojisini istihdam ediyoruz. Hayat için başka bir açısı olan, farklı özellikler üzerine kurulu yabancı bilimleri kullanıyoruz. Daha fazla “Batılılaşabilmek” için ağır faturalar ödüyoruz.

Hiç kuşkusuz, bu hedefleri gerçekleştirmek için, bize karşı olan iki kuvvet vardır. Birincisi: İçinde bulunduğumuz dünya düzeni; ikincisi: Dünya düzeni merkezlerini koruyan bu düzenin mahallî öncü birliklerini oluşturan hükümet ve idare şekilleri.” (2)

“Biz ilk olarak gelişmeye boyun eğiyoruz. Gelişme ise bir kültür meselesidir. Yani biz diğer bir kültüre boyun eğiyoruz. Çünkü gelişme bizi sebeblere götürür. Sebebler ise tarafsız değildir. Sebebler, kültüre ulaştırır. Bütün sebebler birer değerdir. Ve bu sebebler, hayatın belirli bir görüşü ve miras yoluyla intikal eden kültürün tarihî mahsulüdür. Mensubu bulunduğumuz Doğu dünyasına karşı, yapmakta olduğum bu tenkidlere, doğuluların, computer ve fabrikalar gibi âletleri almaları sebeb oluyor. Meselâ bir fabrika, idare ile başlayan ve ücret ile sona eren 14 değişik yönü ihtiva eder. Sen fabrikayı aldığın zaman, çalışma metodunu da alırsın. Sonunda Batı düzeninin işle ilgili gizli değerlerini alırsın. Nitekim çalışmadan sonra tüketim geliyor. Fabrika ile beraber Batı’nın fikirlerini, metodunu ve onun üstünlüğünü kabul edersin.

Bizde tüketim ve terbiye kavramından ne anlaşılır? Dışarıdan bize gelen fabrikaları çalıştıracak kadar eğitim görüyoruz. Biz hiçbir şey icad edemiyoruz. İşte Batılılaşmamız bundan ileri gelir. Biz değişik bir talim ve terbiyeye muhtacız.” (3)

Usûlden esasa, sorulardan çözümlemelere ulaşılması gerektiği zaruretinden yola çıkarak, “İslâm’a Muhatab Anlayış” çerçevesinde, “İktisadî Nizam”ın ölçülerini, İBDA Mimarı’ndan gösterelim:

TEORİ VE SİSTEM PLÂNINDA”

“İktisat, insan ihtiyaçlarının (ki, bugün zarurî ihtiyaç kavramının, yeme, içme, barınma ve giyimden ibaret olmadığını ve bir kültür meselesi olduğunu söylemek, oldukça sıradan ve ruhçuluğa bir hüccet.) temini ve giderilmesi yolunda, şuur, emek, teknik unsur; sosyal ve fizikî çevre şartlarının etkisiyle beliren bir şube; kendi esas, usul ve kuralları içinde, ahlâkî bütüne bağlı alt sistem…

Her medeniyetin, kendisini temin eden değerler sisteminin biçimlendirdiği bir iktisadî yapısı vardır; yani, değerler sistemidir iktisadî yapıyı biçimlendiren.” (…)

HANGİ HAYAT TARZI”

“Her ekonomik sistemin temelinde bir doktrin, bir düşünce vardır. İnsanların, düşünceleri, kötü veya iyi diyerek yaptıkları değerlendirmelerden doğan inançlar, moral ve ahlâkî kurallar, gelenekler, ve bunlara dayanarak hazırlanmış kanunlar, ekonomik sistemlerin müesseselerini hazırlarlar ve oluştururlar. Böyle olunca, her ekonomik sistemin müesseselerini, işleyişini, gelişim ve geleceğini incelemeden önce bu sistemlere temel teşkil etmekte olan düşünceleri, başlangıçlarından itibaren gözden geçirmek gerekir ki, bu mesele bize, mihraksız bir «ekonomi» anlayışı yerine, ekonominin dayandığı «tez»i bildirme borcunu yükler.

Hangi hayat tarzına ait ekonomi? Bizim için ne olduğu malûm; İslâm! (…)

Batı’nın, tasnifinde «Klâsik» olarak adlandırdığı iktisadî düşünce için söylenenlere bakın:

-«Klâsik iktisadî düşünce, başlangıçtan itibaren ekonomiye bir bütün olarak bakmamıştır. Ekonomik hayatta üretim ve istihdam üzerinde hiçbir zaman bir bütün olarak durmamış ve daima «mikro-parça» tahliller içinde kalmıştır. Ne merkantilist, ne fizyokrat, ne liberal düşünce, toplam talep, toplam arz ve tam istihdam meselelerine bir bütün cevap aramamışlardır. »

Demek oluyor ki, iktisadı kendi mevzuu içinde de bütün olarak ele almak zaruretindeyiz.”

DEĞERLER SİSTEMİ VE İKTİSADî YAPI”

(…)

“İzahına girmeksizin terkibî bir hüküm halinde bildirelim: İktisat, eşyaya yönelmiş bir iç âlem düzenine, yani ruha bağlı bir zaruret olarak, mücerret ruh ve fikrin doğurduğu «faydacı değerler» çerçevesinde bir ihtiyaçtır ki, bu alet, ihtiyaçları doğurur; ihtiyaç kavramının izafî oluşuyla birlikte düşünülecek içiçe zincirleme bir oluş:

-«Ne kadar kültür varsa o kadar ahlâk vardır; ne daha az, ne daha fazla. »” (…)

İKTİSADÎ SİSTEM”

“«İktisadî sistem» kavramının mânâsını çeşitli biçimlerde ifade etmek mümkündür. Bir iktisadî sistem, bir bakıma ve her şeyden önce, bir üretim ve gelirin dağılımı metodudur. Başka bir ifadeyle; elde mevcut imkânlarla kişinin ihtiyacını tatmin etmek amaciyle bir örgütlenme biçimidir… O halde, her iktisadî sistem bir çok müesseselerin bütünüdür; üretim ve dağılım hadisesi bu bütün içinde cereyan eder.

Gözden kaçırılmamalıdır ki, bir ekonomik sistem bağlı olduğu «dünya görüşü-sistem»in, sadece bir unsurudur ve çoğu zaman zannedildiği gibi onun mânâsını kapsayıcı ve aynı değildir… İktisadî sistemlerin nitelikleri, toplumların oluşturdukları ve malik oldukları, sosyal, siyasî, hukukî ve fikrî yapılara göre değişir.” (4)

Yukarıda, gerek İBDA Mimarı’ndan aslını ve Bella’dan da bugünkü İslâm dünyasının (Türkiye dahil) hâlini verdiğimiz iktibaslardan da anlaşılacağı gibi, iktisadî hayatımıza girmiş bütün kavram ve kurumları kendimize göre yeniden mânâlandırıp yerli yerine oturtmak zorundayız.

RESMÎLEŞTİRİLMİŞ SOYGUN SİSTEMİ: BANKACILIK

Bugün Türkiye’deki bankaların fonksiyonu, yüksek faizle halktan aldıkları parayı daha yüksek faizle devlete ve üreticiye satmaktan ibarettir. Nihayetinde bu döngü müthiş bir soygun, enflasyon ve gelir adaletsizliği olarak halkımıza yansımaktadır. Bankaların, Başyücelik Nizâmı ve bütün İslâm dünyasında yerinin ne olması gerektiği gerçekçi bir çalışmayla incelenmeli ve fonksiyonları gösterilerek -eğer gerek duyuluyorsa- faiz anlayışını yerleştiren kurumlar olmaktan çıkarılıp, halkı üretim için tasarrufa yönelten kurumlar olarak düzenlenmelidir. Tabiî, bu mânâda “faizin” ekonomideki yeri, zararı ve bir bütün halinde, iktisadî nizâm içerisinde nasıl önlenebileceği de çözümlenmelidir. İktisadî mekanizma, tamamen tüketim için ithalat, tüketimi arttırmak için ithalata dayalı yatırım ve hepsi Batıdakinin birer kopyası olan tüketim çılgınlığını azdırmaya temayüllü reklamlar üzerine kuruludur. Sınaî alt yapısı olmadığı için, zaten varlığı Batı ülkelerinde bile “fiktif-hayâlî” olarak nitelenen (bkz: Serdar Turgut, 15 Nisan 2000 Hürriyet) “borsa” bizde fiktif ötesi fiktif olarak tanımlanmakta, bir gecede, emeksiz zengin olmayı düşleyen yüzbinlerce zavallı yatırımcıyı perişan eden görünmez iki kollu dev bir kumar makinası olarak tarif edilmektedir. Yıllarca halkın sırtından trilyonlar kazanan ve halk kıvranırken devletten aldıkları yüksek faizli iç borç senetleriyle faaliyet kârı elde etmiş gibi sırıtan bankalar, nihayetinde meydana getirilmesinde katkıda bulundukları bu kısır döngünün içinde kendileri de boğulmak durumunda kalmışlardır (Nitekim 22 Kasım tarihinde başlayan ve bir hafta süren krizde Garanti Bankası’nın üç yıllık kârı duman olmuştur. Bankaların tekrar ayağa kalkması için neredeyse yüz milyar dolarlık çok âcil bir taze kaynağa ihtiyaç vardır). Sermaye üretemeyen ve tamamen dışa bağımlı bir ülkede, borç almaya ve vurgunlar üzerine dayalı bu mekanizmada, kurbanın vücudu küçülürken, kan kokusuna gelen köpekbalıklarının sayısında müthiş bir artış olmuştur. Ama, ortada kurban kalmayınca köpek balıkları birbirini yiyeceklerdir. 26 Şubat 2001 tarihli Sabah Gazetesi’nin ekonomi sayfasında; IMF’nin 21 Şubat 2001 tarihinde son bulan istikrarlı-çökertme politikası değerlendirilirken, 22 Kasım 2000 tarihinde meydana gelen kriz sonucu köpekbalıklarının kan kokusunu aldıkları için bu son krizin patlak verdiği belirtiliyordu. Köpekbalıklarını besleyen sistemin adı; IMF ve Dünya Bankası’dır. Köpekbalıklarına kurbanı getiren de yine onlardır. Kurbanın paylaşımı bitince, o halkı kurban eden iç mihraklarla dış mihrakların kendi içlerinde, timsah gözyaşları ile birbirlerini suçlama furyası başlar. Ama timsah -yahut köpekbalığı- kurbanı yemiştir bir kere; malûmunuz, timsahlar kurbanlarını mideye indirince, onu sindirmek için ağlarlarmış.

SANAL DEVLETİN SANAL SANAYİİ

Sanayiciler, dün, Batılı firmaların günü geçmiş adî mamüllerini parçalar halinde yurda getirip montaj yaparak halka fahiş fiyatla satarken (bundan 5 yıl kadar önce Renault firmasının Türkiye’deki fabrikasını yönetmekle görevli üst düzey bir yöneticiye, Milliyet gazetesinden Neşe Düzel şöyle bir soru yöneltmişti: “Mösyö bu Renault 12 TL/TM marka -kısa ve station-wagon tipleri bulunan meşhur Renault’larımız- otomobilleri ülkenizde 25 yıldır -1995 yılı itibarıyla- üretmiyorsunuz, oysa Türkiye’de hep bu eski modeller üzerine çalışıyorsunuz, daha ne kadar devam edeceksiniz?” diye sorunca, Fransız yetkili: “İyi ama siz bu modelleri çok seviyorsunuz!” şeklinde bir cevab vermişti. 30 yılda sadece tamponu, tenekeden plastik maddeye çevrilen bu modeller üzerinde başka bir değişiklik yapılmadan ancak 2000 yılında üretimden kaldırıldı), bugün Batılı firmaların fason imalatçılığına soyunmuş durumdadırlar. Yani onların verdikleri siparişleri, onların markasını basarak üretim yapan basit aracı atölyeler hâlindedirler. Adına fabrika denen bu büyük atölyelerin çoğu yine bankaların patronlarına aittir. Kendilerine sanayici denen bu patronlar, gelirlerinin çoğunu üretimden değil de, üretim dışı gelirlerden, faiz, hazine bonosu, tahvil vs.’den kazanmaktadırlar. Türkiye’nin montajını yaptığı mamüller için Batı’dan yaptığı ithalat bedelleri nedense kamuoyuna açıklanmaz bir türlü. Çünkü bir milyon dolarlık bir mamülü montaj yapıp ihraç etmek için ortalama 7 milyon dolarlık bir ithalat yapmak gerekmektedir. Nitekim, 25 Şubat 2001 tarihli Yeni Şafak gazetesinin ekonomi sayfasında, devalüasyon üzerinde bir değerlendirme yapan ve devalüasyonun iddia edildiği gibi her zaman bir ihracat patlamasına yol açmayacağını belirten iktisatçı Mustafa Özel, Türkiye’deki büyük sınaî(!) kuruluşları bakın nasıl değerlendiriyor:

– “Büyük Sanayi Şirketleri Döviz Yutan Kara Deliktir”

“Türk sanayileşmesi teknolojisiz bir sanayileşmedir. Teknolojisiz sanayi, küresel pazara rekabetçi fiyat ve kaliteyle mal sunamadığından döviz üretmez, tam aksine tüketir. İstanbul Sanayi Odası 20 yıldan beri hazırlamakta olduğu 500 Büyük Şirket raporunda satıştan ihracata kadar bütün rakamları vermekte, fakat ithalat rakamlarını es geçmektedir. Çünkü kazara ithalat rakamlarını verecek olursa, takke düşecek, kel görünecektir.

Yılda 30-40 milyon dolar ihracat yapan sözde küresel şirketlerimizin, ithalatları 250-300 milyon dolara varmaktadır. Başka bir deyişle, girdileri içinde ithalatın payı yüzde 40-50, satışların içinde ihracatın payı ise yüzde 5-10 arasındadır.”

Evvelsi yıl Tofaş ihracat rekoru kırmıştı ya! Aslında bu kırılan rekor, ithalatı göklere çıkartan, bir ihracat furyasıdır. Bu mekanizma, Türkiye’nin tek kolu olarak belirtilen tekstilde de aynen bu şekildedir. Milyarlarca dolarlık Tekstil makinalarının alımı bir yana, imalat için bile çok miktarda ara mal ve hammadde ithal etmek zorundadır Türkiye!.. Sattığı tekstil mamülünde millî olan tek şey ise, o mamülü “iplikle dikmektir”.

İDEOLOJİSİ OLMAYANIN TEKNOLOJİSİ DE OLMAZ!” (SM)

Sınaî alt yapının, Anadolu toplumunun gerçeklerine ve topraklarımızın topoğrafyasına göre yeni baştan ve gerçekçi bir şekilde inşâ edilmesi gerekmektedir. Meselâ, demir-çelik sanayiinde, üretimin ana esasları, imalat sanayiini destekleyecek şekilde yassı mamül ağırlıklı olması gerekirken, Türkiye’de maalesef, pik demir (inşaat demiri) ağırlıklı bir çökertme politikası benimsenmiştir. Böyle bir durumda, ülkenin yassı demir ihtiyacı için her yıl birkaç milyar dolarlık ithalat yapılmak zorunda kalınırken, gereksiz yere çok fazla üretilen pik demirin ne yapılacağı sorusu gündemi yıllarca meşgul etmiştir. Pik demir üreten İskenderun Demir-Çelik Fabrikası yıllarca, kapasitesinin altında üretim yapmış, ve eski ithal teknoloji ile kurulduğu için her yıl yüzlerce trilyon lira zarar etmiştir. Dolayısıyla bu fabrika, kuruluşundan günümüze kadar ân be ân hep bir kambur olmuştur. Bizim ihtiyacımıza göre üretim ve tüketim noktaları göz önüne alınmadan yapılan her fabrika, başımıza belâ fabrika mezarlığının yolunu tutacak olan birer ceseddir. Her alanda, hangi teknolojiye gerek duyulduğu gerçekçi bir şekilde tesbit edilmeli ve kendi dünya görüşümüze bağlı öz teknolojimizi üretmenin yolunu bulmalıyız. Dünya görüşü olmayanın teknolojisi de olmaz, ancak başkasının teknolojisini onun izin verdiği ölçüde kullanırsınız. Örnek mi? Yine Renault’dan. Bildiğiniz gibi OYAK’la ortak olarak kurulan ve büyük fason imalat atölyesi -fabrika demiyoruz- Bursa’da bulunan Renault fabrikasının, montajını yaptığı otomobillerin servisi için, OYAK’ın tek başına kurduğu bir servis şirketi vardır, adı Renault Mais. Bu şirket çok iyi kâr elde etmektedir ve bu Fransızların gözünden kaçmamıştır. Ana firma ve dolayısıyla teknoloji üreticisi durumundaki Fransız firması yetkilileri, generallerin idaresinde bulunan Mais firmasına % 50 ortaklık teklif ederler. Generaller kabul etmezler tabiî, çünkü kâr büyüktür. Sen misin öyle diyen? Fransa’dan cevab gecikmez, teknoloji vermiyorum, haydi bakalım bir tane bile otomobil montajını yap da görelim! Yıl 1991 Aralık ayının 15’i; eğer, onbeş gün içerisinde Fransız firması teknoloji transferine izin vermezse fason imalat yapan büyük atölye kapanacak ve dolayısıyla generallerimizin de tatlı kârları yok olacaktır. Dönemin gazetelerine bakarsanız hadiseyi çok iyi hatırlayabilirsiniz. Sonra ne mi olur? TC’nin generalleri şirketin yaklaşık % 70’ini Fransız dostlarına hediye etmek zorunda kalırlar. İşte bu sebeble, laikliğin yılmaz savunucusu generallerimiz, Fransız Anayasasına göre kurulmuş TC’yi herkesin bölmesine karşı cansiperâne bir şekilde korurken, iş Fransızlara gelince, boyunları kıldan incedir. Ufacık bir ambargoyu bile yerine getiremezler, bırakın getirmeyi, ambargoya karşı Fransız dostlarıyla beraber cansiperâne bir şekilde mücadele dahi vermektedirler. Yani, vatanın bölünmez bütünlüğü(!) Paris’ten gelen bir talimatla – Ermeni soykırımı kanunu meselesinde- işlemez olmuştur artık.

Kısaca, ideolojisi olmayanın, teknolojisi, hattâ hiçbir şeyi olmaz. Çünkü, ideoloji, siyasî iktidarı; siyasî iktidar, tam bağımsızlığı; tam bağımsızlık yepyeni bir devleti-nizâmı; yeni nizâm kendine ait bir hayat tarzını; kendine ait bir hayat tarzı da, kendi iktisad anlayışını, kendi kontrolündeki öz teknolojini vs getirir…

Teknoloji sahibi Kanada, Türk Telekom’un santral arızalarını, bir saat içerisinde tâ 20 bin km öteden bir bilgisayar tuşuyla bozup tekrar çalıştırmasıyla, sizi tuşa getirir. 1995 yılı 21 Haziran’ında Türkiye gazetesinde yayınlanan DPT’nin (Devlet Planlama Teşkilatı) bir raporuna göre; yurt dışından alınan veya içeride montajı yapılan savaş uçakları (F-16’lar gibi), savaş gemileri, her türlü savaş vasıtalarının bilinmeyen bazı noktalarına, onları kontrol edebilecek ve teknoloji üreten devletin izni dışında kullanılmasını, uzaktan ve hiç farkettirmeden engelleyecek bazı mekanizmaların yerleştirildiği ve daha da kötüsü bu mekanizmaların yerinin belirlenemediği gibi ancak bir savaş sırasında ve teknoloji sahibi devletin engellemesiyle karşılaşıldığında ortaya çıkacağı ve savaş ânına kadar hiçbir tedbir alınamayacağı belirtiliyor ve şöyle deniyordu: “Dostlarımızın bize imal izni verdikleri bu savaş vasıtaları bizim için birer tabuttan başka bir şey değildir.” Nitekim buna müşahhas bir örnek verecek olursak, bu raporun yayınlanmasından 13 gün önce (8 Haziran 1995), o zaman yayınlanmakta olan Yeni Yüzyıl gazetesinde, ilginç bir haber vardı. Haberde, İtalya’daki Nato üssünde, Bosna’daki Sırp hedeflerini gözetlemekle görevli Türk subaylarının kullandığı ve İsrail’in elektronik donanımını yaptığı TC montajlı F-16 uçaklarından bir tanesi, dost uçakları düşman olarak gösteriyor, savaş mekanizmaları kendiliğinden çalışıyor ve uçak adeta uzaktan istenildiği gibi kontrol ediliyordu. Dünyada yalnızca ABD ve İsrail tarafından kullanılan üstün elektronik hava savunma sisteminin (ALQ), Türkiye’de, bir ABD firması olan LORAL tarafından, Türk ortağı KAVALA ile birlikte ortak imalatı daha doğrusu montajı yapılıyordu. Uçağı kullanmakta olan pilot Binbaşı ve pilot Yüzbaşı arızayı tesbit etmişler, taltif edilmeyi beklerken, haklarında soruşturma açılmıştı. Yine zamanın Başbakanı Süleyman Demirel tarafından DPT’ye yaptırılan bir araştırmaya göre, Türkiye’de montajı yapılmakta olan F-16 savaş uçaklarının her birinin Türkiye’ye kaça mâlolduğu tam olarak hesablanamıyordu. Rapora göre, montajı Ankara’da yapılan uçağın önemli donanımlarının montajı esnâsında hiçbir Türk subay ve teknisyen bu bölüme alınmıyor ve uçağa nelerin takıldığı ve kaça mâlolduğu tesbit edilemiyordu. (Bu rapor 1994 yılında gazetelerde yayınlandı.)

Her kültür ve medeniyetin kendine has bir anlayışı vardır ve ithal edildiği yere mutlaka damgasını vurur. Teknoloji; üretildiği ülkelerin –Batı’nın- medeniyet ve kültür ürünüdür ve aracıdır. Teknoloji girdiği yere Batı kültürünü götürür. Nitekim bilgisayar donanım ve yazılım teknolojisi üreten dünyaca ünlü Batılı büyük bir firmanın büyük başlarından birisi, geçtiğimiz yıl Türk gazetelerine şöyle bir demeç vermişti: “Bugün bilgisayar teknolojisi bütün dünyaya yayılmış durumdadır. Batı’nın dışındaki ülkeler, bilgisayarın “hardware” (donanım) imalatını -Batılı bir firma adına fason imalatını-, Batı ülkeleri ise “software” (yazılım) imalatını yapmaktadırlar”. Donanım, Batı’dan alınan lisansla yapılmak zorunda, yazılım ise bilgisayarın beynidir. Batı, “Yazılım” vermediği müddetçe sizin onun lisansı ile imal ettiğiniz donanım, yeni bir hurdadan başka bir şey değildir.

Son söz: İktisadî nizâmını kuramayan ve teknolojisini üretemeyen devletlerin, bağımsızlık iddia etmeleri fasa fisodan başka bir şey değildir…

IMF, MİLLİ DEVLETÇİKLER VE KÜRESELLEŞME

Türkiye’de uygulanmakta olan 17. IMF ekonomik reçetesi(!), birinci yılını doldurmadan, iflas çanlarını çaldı. 17 Ağustos 1999 depremi bahanesiyle halka yutturulması planlanan bu 17. Felaket Programı, medyadaki bütün beyin yıkayıcı “sosyolog” ve “ekonomist”lere rağmen, 2000 yılının Kasım ayında, göstere göstere gelen para kriziyle birlikte bütün halkı hem felç, hem de şok etti. Şok etti, çünkü, bazı aklı evveller gerçekten bu çökertme programının kendilerini kurtaracağını sanmışlardı. 2000 yılında ne olmuştu, şöyle kısaca bir hatırlayalım. “Enflasyonist alt yapılı ekonomik sistemde” fiyat artışları, devlet baskısıyla dondurulmaya çalışıldı. Döviz fiyatları sabitlenerek kağıt üzerinde programlanan enflasyon oranına göre artışına izin verildi. Mevduat ve kredi faizleri bir ânda hızlı bir şekilde düşürüldü, buna bağlı olarak, devlet borçlanma senetlerinin (tahvil, bono vs.), faizleri de düşürülmüş oldu. Enflasyon artışını önlemek için iç tüketim kısılmaya çalışıldı. Tabiî bunun için de, işçi ve memur ücretleri kağıt üzerindeki enflasyon oranına göre arttırıldı. Tarımdaki destekleme ödenekleri ya tamamen kaldırıldı yahut en asgarî seviyeye indirildi. Yatırımlar tamamen denecek kadar donduruldu. İç piyasaya para sürülmedi. Para yalnızca iç ve dış borç ödemeleri için bankalar arasında dolaşıp durdu. Bu da yetmedi, zaten “parasal kriz” içerisinde kıvranan piyasaya son büyük darbeyi, bazılarına göre ansızın ama gerçekte göstere göstere gelen devalüasyon depremi vurdu.

Bu programın amacı ne idi?

Sadece para politikalarına -malî politikalara- dayalı bir programla bütçeyi terbiye edip, iç borç faizlerini düşürerek, iç borç miktarını azaltıp böylece bütçe açıklarını düşürmekti. Ama evdeki hesab çarşıya uymadı. Neden? Türkiye’deki bütçe açıkları, daha her alanda yapılan (bankacılıktan müteahhitlere, savunma ihalelerinden tarımdaki vurgunlara, vs.) vurgunların sonucu olan soyguna dayalı bir düzenin neticesi olmasının yanında, üretmeyen memur ve işçi kalabalığının, «aman işsizlik çoğalmasın» diye istihdam edilmesi, tarımda rastgele ürün ekim ve dikiminin getirdiği ürün fazlalığının yüksek bedelle satın alınıp yakılması veya kıtlığından dolayı ithali gibi, temel faktörlerin de büyük bir etkisi vardır. Türkiye’de bankacılık sistemi çökmüştür ve tekrar hayata dönebilmek için bir çok bankanın tasfiyesiyle birlikte yalnızca ilk bir yıl 100 milyar dolarlık âcil bir taze kaynağa ihtiyaç duymaktadır. Amerika’dan postalanan küreselci sömürge valisi Kemal Derviş, Amerika’ya bu vehameti anlatmak ve TC’nin iflas ilan etmesini önlemek için çırpınmaktadır (Bkz: Haberci dergisi 1-2. sayılar, Mayıs-Ağustos 2000; 9 Mart 2001 Yeni Mesaj gazetesi). Uygulanan çökertme programında, -ki Derviş aynı politikayı yeni bir makyajla denemektedir-, Dünya Bankası Başkan Yardımcılığı görevindeyken, Ocak ayında Türkiye’ye yaptığı ziyarette; IMF programını desteklediğini söylemişti -hani şu meşhur Kasım krizinden sorumlu ve Şubat krizi patlamadan hemen önceki IMF programını-. Faizlerin aşırı şekilde düşürülmesiyle birlikte, içerideki fiyatlar hükümetin beklediği oranda düşmeyince, bankalardaki düşük faizli kredilerle tüketim hırsı kamçılanan toplum, fiyatı yabancı mal ile aynı olan yerli mamül yerine ithal mala yöneldi. Korkunç bir ithalat patlaması oldu ve 78. yılında TC’nin iflas tablolarında bir ilk daha gerçekleşti. Hayalî ve gerçek bütün gelirlerine rağmen dış ticaret açığı ve carî açık patladı (30 milyar dolar ve 10 milyar dolar ).

Bu arada kurların düşük tutulmasından dolayı, yurt dışına ihracat şansını iyice kaybeden üretici, çoğunluğu geçim derdinde olan halkın alış verişi kesmesiyle birlikte iç piyasada da satış yapamaz hâle gelip iflas etmeye başladı. IMF politikalarıyla tarımın köküne kibrit suyu döken devlet, artan ithalat ve azalan ihracatla müthiş bir döviz kaybına uğradı. Bunun neticesinde sürekli ertelenen kriz, 22 Kasım 2000 tarihinde, sıcak para sahibi iç ve dış mihrakların paralarını çekmesiyle birlikte patlak verdi (Devalüasyonun aslında o günlerde yapılması için IMF’nin baskı yaptığı ancak, Türkiye’deki malî piyasada yaklaşık 20 milyar dolar bulunduran Alman ve Fransız bankacıların baskısıyla ertelendiği, buna karşılık ABD’nin ise devalüasyon taraftarı olduğu belirtildi). Krizin öldürücü darbesinin gelmek üzere olduğunu gören hükümet, içeriden ve dışarıdan alabildiği veya özel sektörün dışarıdan almayı düşündüğü kredilere yüksek faizle garanti verince, krizin, rejimi nakavt edecek vuruşu da orta vadeye yayılmış oldu. (Önemli bir husus: TC’nin IMF’den aldığı bu kredilere yıllık yüzde kaç faiz verildiği bir devlet sırrı imiş (bkz: Emin Pazarcı, 13 Mart 2001 Akşam). Nitekim 22 Kasım krizi esnasında Star Gazetesi’nde çıkan bir habere göre TC IMF’den aldığı krediyi 18 ay gibi kısa bir vadede ve yıllık yüzde 60 (18 aylık % 90 ) faizle geri ödemek üzere almış. Oysa uluslararası piyasalarda doların yıllık faizi taş çatlasa % 8’miş. Tâ ki 19-22 Şubat 2001 tarihlerine kadar.) Dövizin dalgalanmaya bırakılıp bir gecede yüzde 40 değer kazanmasıyla, bir başka deyişle cebimizdeki zaten az olan liranın alım gücünün bir gecede yüzde 40 oranında düşmesiyle bir şok daha yaşadı halkımız. Velhâsıl, içinde bulunduğumuz ve çektire çektire sona doğru gitmekte olan bir iktisadî çöküşün neticesini yaşamaktayız. Faizlerin yüksekliğinden dolayı üretim durmuştur, işçi çıkarmalar hızlanarak devam ediyor, gıda piyasasında bile serî iflaslar vuku buluyor. Bu durgunluk içerisinde bile enflasyon bütün baskılara rağmen artmaya devam ediyor. Aslında içinde yaşadığımız durum, bütün iktisad teorilerini, modellerini tepetaklak eden bir durumdur ve İzmirli bir sanayicinin dediği gibi, “10 yıl içerisinde 4 kriz yaşayan Türkiye, bundan önceki krizleri az buçuk tanımlayabildiği halde, şu an içinde yaşamakta olduğu krizin bir tanımını bile yapmaktan acizdir ki, tedbir alsın.”

Peki, neden IMF’ye muhtaç oluyoruz? Sömürgeciler ve vâlileri öyle istediği için! Çünkü, “kendimiz” değiliz ve “kendimize” bırakılmıyoruz. Tek kelimeyle, “bağımsız” değiliz!.. “Kurtuluş” mu? “Kurtarıcı” mı? Samimiliği nisbetinde, dileyen aradığı cevabı bulur!..

DİPNOTLAR

1- Ahmet Bin Bella, Konuşmalar, Akabe Yayınları, 1986, s. 161-164

2- A.g.e., s. 166-168

3- A.g.e., s. 290-291

4- Salih Mirzabeyoğlu, İktisat ve Ahlâk –İktisada Giriş-, İBDA Yay., İstanbul, s.16-21

Kaynak: F.D., Haberci Dergisi – Akademya’ya Doğru Özel Sayısı, Sayı 4, Şubat 2002 (2010 öncesi arşiv makalelerimizde yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında makalelerini yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmaktadır.)

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!