Eski Yunan medeniyetini bizim için bu kadar önemli kılan şey, hiç şübhesiz onların felsefeleridir. Eski Yunanlılar’ın felsefeleri olmasaydı, bugün onlardan bahsedeceğimiz çok az şey olurdu. Eski Yunan’ı, geçmiş medeniyetlerin en parlaklarından biri yapan, bununla kalmayıp bugünkü Batı medeniyetini meydana getiren üç esastan biri olan “Yunan Aklı”nı ortaya çıkaran, ne şu, ne bu, sadece ve sadece “eski Yunan felsefesi”dir.
Peki bu felsefe nedir ve neye kadirdir?
Bu suali, dilerseniz, ağacından tohumunu işaretleyici bir usûlle, bugünkü anlamından başlayarak, ilk sebebe doğru götürmeye çalışalım:
– “Batı felsefesinin tamamı Eflatun’a düşülen dipnotlardan ibarettir.”
Sözünü söylerken, 20’nci asır filozofu, bir bakıma hakikat barındırmakla beraber, aşırı romantiktir. Üstad Necib Fazıl, bütün bir Batı tefekkürünün Sokrat, Eflatun ve Aristo’ya ircâ edilebileceğini söylerken, sözkonusu hakikati tam ifade etmiş olur. Sokrat, felsefeye metodu getiren, felsefî tefekkürün “nasıl?” tavrını ortaya koyan adamdır. Ona nisbetle Eflatun, “niçin?”i, yâni madde ötesi anlayışı, yâni idealizmi meydana getirir. Bu ikisinden sonra Aristo ise madde içi düşünüş ölçülerini tesbit eder ve aklîleştirici hamleyi yapar ki, belki onun felsefesini de illiyet bağına bağlayıcı bir biçimde “neden?” sorusuyla stilize edebiliriz… Böylece bütün metodçuların Sokrat’a, bütün spiritüalist ve idealistlerin Eflatun’a, bütün natüralist ve materyalistlerin de Aristo’ya bağlanabileceği felsefe ağacı kendini göstermiş olur.
Tarihte ilk defa felsefeyle meşgul olanların eski Yunanlılar olmadığını bugün biliyoruz. Hattâ günümüzün felsefe tarihçileri diyorlar ki, eski Yunan filozofları, topraklarına felsefe tohumları savuran rüzgârları, Mısır’dan, Babil’den, İran’dan, Hind’den ve Çin’den aldılar. Fakat eski Yunan toprağında o felsefe tohumları tutup filiz vermeseydi, o rüzgârların estiği yerlerden bugüne “felsefe” denmeye lâyık ne kalmış olacağını kestiremiyoruz. En azından bütün bir Batı felsefesi “Yunan Aklı”na dayandığı veya ona ircâ edilebileceği için, bu ağacın ne olduğunu anlamak üzere gözümüzü eski Yunan felsefesine dikmek lüzumu hissediyoruz.
Batı medeniyeti, kendi kendini izahında, dinin baskısından kurtulup felsefe yapmaya başladıktan sonra yükseldiğini ve aydınlandığını belirtir; ve dinin baskısından kurtulup felsefe yapmaya başlayan milletlerin yükseleceğini ve aydınlanacağını… Ne var ki, tarih denilen nesne, Batılılar için bu kanaatin doğru olabileceğine itiraz etmezken, insanlığın her veçhesinde böyle bir kanun olduğunu kabule yanaşmaz. İslâm medeniyetinin yükselişi, bütünüyle dinin eseri olup, onda felsefenin hiçbir dahli yoktur. Romalılar’ın yükselişinde de felsefe hiçbir pay sahibi değilken, ama bâtıl bir vecd içinde tebarüz etmiş bir kuvvet iradesi etkilidir. Dolayısıyla, ancak felsefe ile yükselinebileceği kanaati, her zaman için geçerli olmayan, her zaman için geçerli olmadığından ötürü de “geçerli” sayılamayacak bir kanaattir. Tarih, çoğu zaman, felsefeyle hiç tanışmamış, ama belli başlı bir iman mihrakı etrafında kenetlenmiş milletlerin yükselişine şahidlik eder. Ve felsefe, her zaman aydınlatmaz, bazen sadece kafaları karıştırır.
İBDA Mimarı felsefeyi şöyle tarif eder:
– “Felsefe, geniş mânâsıyla, bir bakış açısı, bir düşünce, bir anlayıştır; ve herkesin kendine göre… Dar mânâsıyla ise, insan düşünce ve bilgisinin teknik bir inceleme yolu; bu yolla incelenmesi… Neticede, beş yaşında bir çocuk da düşünür, filozof da; felsefeyle felsefe arasındaki fark… ‘Saf fikir’ mânâsına felsefe, görüş, anlayış ve kavrayış halinde, düşünce tekniği; ve teknik düşünce… Ve, ilgilendiği alanlar; sanat, dil, politika, tarih, hukuk, matematik, bütün ilimler ve her şey…” [1]
İnceleme bize, felsefenin, Peygamberlerin haberlerinden ve dinin hikmetlerinden doğduğunu gösteriyor. Bunun yanında, geçen bölümde şiire nisbetle nesir hakkında söylediklerimizi de hatırlamak gerekecek: Felsefe, tefekkürü “mukaddes” vasfından ayıran, dine tepki olarak dinin yerine geçmek isteyen, “iman”ın bulduklarına karşılık “başıboş aklın” arayışını sistemleştiren bir tefekkür usûlüdür… Dindar bir felsefe olamaz mı? Olabilir ama, “dindar bir ateist” olabilmesinden daha fazla değil… Ateist, nasıl ki tabiatı icabı dine yabancıdır ve hakikati dinden ayrı vasıtalarla aramaya yatkındır; felsefe de aynı şekilde, dinin “iman”a davetine karşılık, ona tam zıd bir yöne, “akıl”a çağırdığı için, tabiatı gereği dindar olmaya yabancıdır… Böyle olduğu içindir ki, felsefe, “mutlak”a ulaşamayıp “izafî” kalmaya, “doğru”yu getiremeyip, “yanlış”ı çıkarmaya mahkûmdur.
Batı medeniyetinde olduğu gibi eski Yunan medeniyetinde de, felsefenin yükselişinde bu kanunun geçerli olduğunu görürürüz. Felsefe, dinin tahtına oturan hurafenin “yanlış”ını büyük bir maharetle, tek tek ortaya çıkarmış, onu o tahttan indirmiş, bu mânâsıyla toplumu aydınlatmış, medeniyeti yükseltmiş; ama bomboş kalan “inanç” tahtına kendisi çıkmaya gelince, bunu başaramamış, “doğru”yu söyleyememiş, bu mânâsıyla da sadece kafaları karıştırmış ve yolları şaşırtmıştır.
“Felsefe” kavramının Yunanca’da, Lâtince’de ve Arabça’da ‘müennes–dişi cinsinden” olmasını hatırlayalım… Yunanlılar, buna dair bir hikâye anlatırlar:
Şair Hesiodos, dağda bir tecelli ile karşılaşmış. Ona bir kadın görünmüş. Bu kadının hakikati göklere varmakla birlikte, boyu insan boyu kadar görünüyormuş. Güzelliği bî-bedelmiş. Adı ise Philosophia imiş. Üzerindeki yekpâre elbisenin üst kısmı teta harfinden, alt kısmı pi harfinden oluşmaktaymış: yâni, “üstü teori, altı pratik” mânâsına…
İnsan bu hikâyeyi duyunca ister istemez etkileniyor. “Acaba bana da görünür mü?” Amerikalı şair Edgar Allen Poe, eğlenceleri sevdiğini, ama iki saatliğine bir eğlenceye katılacak olsa, zihnini bir haftada zor toparladığını söylüyordu. Demek ki, bu güzeller güzeli kadın, şairlerin pîri Hesiodos’a eğlence olsun diye görünmemiş; ona “felsefe”yi öğretmiş. Ve felsefe, bu anlatıma göre, Hesiodos’tan başlamış…
Yüzyıllar sonra, Romalı Boethius, Philosophia adındaki yarı hayâl, yarı gerçek bu kadından tekrar söz eder; onun kendisine de göründüğünü söyler. Bu sırada Boethius, zifiri karanlık bir kule zındanındadır. “Fikir beyan etmekten men edilmek” gibi efsanevî bir ceza ve azaba çarptırılmıştır. Perişan, meyus, öl desen ölecek bir hâldedir. Derken, o karanlık günlerden bir gün, filozofun dünyaya dair tek nokta seçmekten âciz kalmış gözlerine, o İlâhî kadın görünür. Ona “Felsefenin Tesellisi”ni armağan eder. Boethius, bu teselli sayesinde hayata tutunur.
Bildiğimiz kadarıyla, felsefe tarihinde, bu iki nakilden başka, Philosophia’ya ilişkin bir rivayet yoktur. Geri kalan filozoflar, onu görmemiş olmalı. Fakat eğer bu nakillerin mânâsını anlıyorsak, bunu böyle de söylememeliyiz. Şöyle diyebiliriz: Aslında bütün filozoflar onu görmüş, herbiri ona vurulmuş, yine herbiri “o benim!” diye ileri atılmış, ama hiçbiri onu elde edememiş ve hepsinin elinde bir “felsefenin tesellisi” kalmıştır! Bütün filozofları kendine meftun eden bu kadın, “hikmet”tir. Her akıl ona âşık olur, her akıl onu elde etmek için türlü marifetler sergiler, türlü oyunlara girişir; neticede o kendini hiçbirine vermez, onlara kuru bir teselli bırakır. Bu tesellinin adına da “felsefe” denir!
Yalnız, bu hikâyede noksan bir taraf var; “ışık unsuru”… Fikir, eğer felsefecilerin benzettiği gibi bir kadın–erkek kovalamacasından ibaret olsaydı, o zaman ışığa gerek kalmaz, karanlık yetişirdi. Hâlbuki selim akıl, yiğitliğini bir kadının peşinde koşarak değil, bir er kişinin kapısında diz çökerek isbat eder. Bu er kişinin adı “Nakil”dir. Hikmet isimli güzeller güzelini, ancak bu efendinin önünde baş kesen bir akıl elde edebilir; selim akıl… Bu hikâyede noksan olan ışık unsuru, Nakil’dir. Bu ışıktan mahrum kalanlara düşense, “felsefenin tesellisi”…
Eski Yunanca “felsefe” kavramı, philia ve sophia kelimelerinden gelir ve mânâsı, “hikmet dostluğu” demektir. Söylendiğine göre, bu kavramı ilk kullanan, filozof Pisagor olmuştur; kendisine “hakîm – hikmet sahibi” olarak hitab edenlere Pisagor, “Hayır, ben hakîm değilim, olsa olsa hikmet dostuyum” cevabını vermiş… “Felsefe” ve “filozof” sözü de buradan gelmiştir…
Alman filozof ve eski Yunan mütehassısı Nietzsche, “sophia–hikmet” kelimesinin tahlilinde, onunla ilişkili bir başka kavrama ulaşır: Sapio masdarından sapiens… Sapiens kelimesi, yaygın kanaate göre, “düşünen, akleden” demektir ki, insanı tarif edişte “homo sapiens – düşünen canlı” kavramı meşhurdur. Oysa Nietzsche, eski Yunanca’da sapio masdarının, esasen “beğeniyorum, zevk alıyorum” anlamında olduğunu söyler ki, bu durumda, ondan türeyen sapiens, pek dikkat edilmemiş bir başka mânâ kazanır: “Zevk alan, zevk sahibi kimse”… Tıpkı Arabça “te’vil” kelimesinin, bazılarınca “evvel”den, bazılarınca “evl”den, bazılarınca da “iyalet”ten gelmiş olması gibi, Yunanca sophia kelimesinin kökeninde de “hikmet” ve “zevk” kavramları yan yana görünür. Dolayısiyle, Nietzsche’ye göre felsefe kavramından anlaşılması gereken, “hikmet dostluğu” olduğu kadar, “zevk dostluğu, ehl-i zevk oluş”tur.
Tabiî filozofun “zevk” diyerek neyi kasdettiğini ve nereye varmak istediğini biz anladığımız için, bu noktada yolumuzu onunla ayırmaktan “zevk duyarız”. Bize kalırsa, ne “hikmet dostu”, ne “ehl-i zevk” sıfatlarına, ne Nietzsche, ne de felsefe lâyıktır. Eğer ona yüklenen bu sıfatları tam bir vuzuha kavuşturmak gerekirse, bu vuzuh içinde felsefenin de yeri ve değeri görünecektir:
– “Aklın vazifesi, teslim olduktan sonra, o vahid etrafında ebedî meçhule doğru hudutsuz bir fikir cehdidir ki, bunun ismi HİKMETTİR. Hududunu tanıyan, tükeniş sınırlarını gören akıl, dince en mubarek vasıta; kendi kendisini yenmeye ve çürüğe çıkartmaya memur köle âlet… Bu anlayışımız yüzündendir ki, biz felsefeyi dalâletin, inkârın ve fikir kargaşalığının insana getirdiği hâl olarak tarihî bir sayıklama manzumesi, aldanışlar tablosu diye görmekte mazuruz; o bir ahlâk getiremez, getirse bile onu müeyyideleştiremez. Ona düşen; nihaî illiyet ve gaiyet üzerinde görüş selâhiyeti olmadığını tasdik yoliyle, kanunları vazedilmiş sahalarda söz sahibi olmaktır ki, o takdirde vazifesi fazilet ve ismi HİKMET olur.” [2]
Görüldüğü gibi, “hikmet dostluğu”, muradı o olsa da, felsefenin harcı değildir; ancak teslim olmuş aklın, imana bağlı aklın vazifesidir ki, ona da felsefe değil, HİKEMİYAT denir. Karl Jaspers, “Felsefe Nedir?” isimli eserinde, felsefenin dine ve siyasete tepki olarak doğduğunu, ama bir “elit” çevresinde sıkışıp, yığınların dokusuna sindirilemediğini belirterek, bir nevî yukarıdaki tesbiti doğrular; “o bir ahlâk getiremez, getirse bile müeyyideleştiremez”… Buna rağmen, filozof, felsefenin bu tabiatını onun için bir eksiklik olarak görmez; halka giran gelmekte olmasını yadırgamaz.
Felsefenin zaman zaman halk üzerinde korkunç bir tesiri olması ve dinin yerini alması, onun, dinin cevab verdiği sorulara cevab verebildiği anlamına gelmez. Nitekim bugün Batı’da görüyoruz: Felsefe, Hristiyanlığın bütün çıkış (akıl) yollarını kapatarak onu bir manastıra hapsedebildiği hâlde, dine olan ihtiyacı büsbütün ortadan kaldıramıyor ve sonuçta yerden yere vurduğu Hristiyanlıkla bir çeşit ortaklığa razı oluyor. Uzak Doğu felsefelerinin durumu da az çok budur… Bu durum, felsefenin, gerçekten “hikmet dostluğu” sıfatını hak etmediğini, altı kaval üstü şişhâne bir duruşu temsil ettiğini gösteriyor. Mutlak hakikate dayalı akıl verimi, ancak HİKEMİYAT’ta sözkonusu olabilir.
“Ehl-i zevk” tanımına gelince… İbda Mimarı’nın “İman zevken idraktir” tesbitini hatırlıyoruz… Felsefe, tabiatı itibariyle “zevk” meşrebine uzaktır; bu meşreb, ancak tasavvuf yolunda kendini gösterebilir… Felsefe “iman”a değil “akıl”a dayandığı için, aklın tarifi de aşağı yukarı “kıyasen idrak” olduğu için, felsefenin yolu “zevken idrak” yolundan sadece ayrı değil, aynı zamanda onun karşıtıdır da… Çünkü zevk, bir “hâl ifadesi” olduğundan, aklın istediği “doğrulanabilirlik” ve “yanlışlanabilirlik” ölçüleri içine sığmayacağı için, felsefenin tabiatına uymayacağı gibi, onun taban tabana zıddı bir tutumu temsil eder. Ama şu da var ki, hakikat madenine akıl ve kıyas yoluyla değil, ancak “zevken idrak” yoluyla inilebilir; bu bakımdan felsefe yarı yolda kalmaya ve yerini tasavvufa bırakmaya mahkûmdur… Tasavvufa bağlı fikir verimi olarak, HİKEMİYAT’a!..
– “Yunan felsefesi, görünüşte mânâsız bir esintiyle ve şu sözle başlıyor:
– ‘Su, her şeyin aslı ve ana kucağıdır’.
Bu noktada durup ciddîleşmek gerekiyor mu sahiden?
Evet, hem de üç sebebten…
Birincisi, bu söz, eşyanın mahiyeti hakkında bir beyanda bulunmaktadır; ikincisi, bunu tasvirsiz ve masalsız yapmaktadır; nihayet üçüncüsü, zımnen olmakla beraber, ‘vahdet-i vücud’ fikrini barındırmaktadır. İlk sebeb, Thales’i, din ve hurafe ile aynı safta gösteriyor; fakat ikincisi, onu bu zümrenin içinden çıkarıp bir ‘tabiat araştırmacısı’ olarak takdim ediyor; üçüncüsü sayesinde de Thales, ilk Yunan filozofu sayılıyor.”
Böyle buyuruyor Nietzsche… Her ne kadar kulağa hoş geliyorsa da, hakikî mânâsı yönünden fazla itibar etmeye değmeyecek bir söz…
Tarihî bilgilerimize göre, Homeros’tan sonra, eski Yunan dünyasında, başlıca iki hakikati kavrayış üslûbu gelişmiştir. Bunlardan biri, şairlerin temsil ettiği “theogonia – tanrıların doğumu” üslûbu… Diğeri ise, fizyologların temsil ettiği “kosmogonia – kâinatın doğumu” üslûbu… Şairler, bütün bu hayatı, içine doğduğumuz varlık ve oluş dünyasını açıklamak üzere, bütün bu hayatı meydana getiren temel unsurların, tıpkı canlıların türeyişi gibi birbirinden doğduklarını, biribirinden doğan bu temel unsurlarınsa insanlarca saygı duyulması gereken ve hâlen insanlardan daha faal bir hayatı yaşamakta olan “tanrılar” olduğunu söylüyorlardı; bu söylenen, şiir olduğu kadar, eski Yunanlılar’ın “din telâkkisi”nin de tamamıydı. Buna mukabil tabiat araştırmacıları, sözkonusu masalsı ve doğmatik şair üslûbunun dışına çıkarak, “tanrılar” diye bir şey olmadığını, kâinatın ancak birtakım maddî unsurlar ve bu unsurlar arasındaki “sebeb–sonuç” ilişkisinden husûle geldiğini savundular.
Bize soracak olursanız, tam da bu noktada, “mitos’tan logos’a geçiş”, yâni felsefe başlamıştır. Çünkü burada, inancın yerini artık akıl almakta, “zevken idrak”e karşı müşahede ve kıyas yola koyulmaktadır. Ne var ki, Nietzsche bunu kabul etmez; felsefenin, din ve şiirle olmadığı gibi, müsbet ilim ve tabiat müşahidliğiyle de aynı sahada olmasını istemez. Ona göre felsefe, bu ikisinin de üstünde bir “spekülasyon” alanı olmalıdır… Ne tür bir spekülasyon derseniz, cevabı şu: “İşe, büyüklüğün kanununu vererek başlayacak bir spekülasyon”… Gerçi onun gerek ahlâk, gerekse bediiyat sahasında değişken olacağını itiraf etmekten çekinmez; yâni, tabiat ilimleri değil, ahlâk ve bediiyat gibi beşerî ilimler sözkonusu olduğunda, bu felsefî spekülasyonun filozoftan filozofa değişeceğini söyler… Ama asıl bu yüzden “din” olamayacağını anlamaz.
Eski Yunan filozoflarının ilki sayılan Thales ne diyordu: “Her şeyin aslı sudur.” Peki, bu söz bize ahlâk ve bediiyyat alanında nasıl bir “büyüklük” fikri veriyor? “Su iyidir, toprak kötüdür” gibi bir şey mi? Yahut, “su güzeldir, ateş çirkindir” gibi bir şey mi? Hayır, bu söz bize ahlâk ve bediiyat alanında büyüklüğün –kanunu şöyle dursun- ne olabileceği hakkında bir kuşku bile vermiyor. Ya? Sadece tabiat hakkında, tabiat ilimlerinin üzerinden aşarcasına, bir spekülasyonda bulunma imkânını veriyor… Sadece tabiat alanında; yâni, din ile büsbütün aynı alanda değil… Meselâ, tabiat müşahidi, bazı tabiat hâdiselerinin sebebleri hakkında fikir yürütebilir, ama hiçbir tabiat müşahidi bize “her şeyin aslı sudur” diyemezdi; böyle bir hakkı olamazdı… Ama felsefe, bir tabiat müşahidinin hakkı olmayan bu şeyi, eline alıp, sadece bir kereliğine de değil, sonsuzadek tepe tepe kullanma hakkına sahibti. Zavallı tabiat müşahidi, her şeyin aslının su olup olmadığı hakkındaki zavallı kanaatlerini ölesiye saklamak zorunda iken, bir başka filozof çıkıp, tabiî hakkı olarak, “Hayır efendim, her şeyin aslı topraktır” da diyebilirdi.
Dikkat edilirse, Nietzsche burada, dini daha ilk adımda geride bıraktığı vehmi uyandırırken, aslında felsefeye dinin aynı bir misyon yüklemeye çalışıyor. Felsefeye bahşettiği spekülâsyon hakkı, yalnız ahlâk ve bediiyyat sahasında değil, tabiat alanında da değişken olmaya mecbur kalır ve düpedüz bir vehim olmaktan öteye geçemezken, tutup onu tabiat hakkında “büyüklüğün kanunu”nu vermekle ve sözümona bunu verince, bediiyyât ve ahlâk sahasında da bu görevi yerine getirmiş olmakla vasfediyor. Bu saçma sapan kurgunun adına “vahdet-i vücud” diyor, böylece vahdet-i vücud’u bilinemezciliğe ircâ ediyor ve böylece de nassa dayalı dinin yerine değişken, spekülatif, kendisiyle çelişen bir din koymuş oluyor… Bu anlamda felsefe, bediiyat (güzel) ve ahlâk (iyi) hakkında zaten konuşamadığına göre, sadece tabiat araştırmacısından değil, bir masal ve teşbih saydığı dinden de daha aşağı bir hakikat derecesini temsil etmez mi? Aklın hakikati bu kadar mıdır?
Fakat “büyüklüğün kanunu” nedir? Çok basit:
– “Allah’tan başka tanrı yoktur ve M……. O’nun resûlüdür!”
Tevhid kelimesi… Vahdet-i vücud da bunun içindedir, tabiat da, ahlâk da, sanat da, her şey de… Nietzsche, felsefenin başlangıcını bu türlü nitelemekle, önce imanı bir masal derekesine indirip nefyediyor, sonra aklı varlığı kavrayamayacak olmakla tavsif ediyor ve reddediyor; “Peygamber” yerine “filozof”u (kendini), “vahy” yerine de “vehm”i koyarak işin içinden sıyrılıveriyor… Thales’in sözünü övmesi de, her şeyin aslının su olduğuna inanmasından değil, “Tevhid kelimesi olmasın da ne olursa olsun” diye düşünmesinden ileri geliyor…
Herneyse… İşin hülâsası, felsefenin toplam hikâyesi ve “büyüklüğün kanunu”; İBDA Mimarı’ndan:
– “Binbirinci defa da olsa tekrarlayalım ki, topyekûn kâinatı insan ve toplum meselelerinin halli halinde gösteren bir dünya görüşü olmadan, bunun hakikatini billûrlaştıran İSLÂM’A MUHATAP ANLAYIŞ –ki, bunun tecrit tavrı HİKEMİYAT’dır.- bulunmadan, her türlü faaliyet verimsiz, mihraksız, gayesiz, esassız, usûlsüz, hedefsiz ve rastgeleciliktir… İşi baştan işaretlediğime göre, gerisini buna kıyas ediniz.” [3]
NOT: “Felsefî İsyan” başlığı altında kaleme alınıp Akademya tarafından İngilizce’ye tercüme edilerek uzun yıllar internette neşredilen çalışmam, toplam olarak bundan sonraki bölümlere dercedilmiştir.
AKADEMYA (I. Dönem, Sayı 7, Temmuz 1997, Feyyaz Aksakal imzasıyla)
Dipnotlar:
1) Salih Mirzabeyoğlu, HİKEMİYAT -Tefekkür ve Hikmet-, İBDA Yayınları, İstanbul 1988, s. 46-47.
2) Salih Mirzabeyoğlu, HİKEMİYAT, s. 54. (Büyük harfle vurgular bize aid)
3) Salih Mirzabeyoğlu, HİKEMİYAT, s. 62-63. (“Hikemiyat” vurgusu bize aid)