Thales, sözümona “büyüklüğün ölçüsü”nü koyarak, her şeyin aslının su olduğunu söyledi. Muhtemelen, her şeyin nasıl olup da sudan geldiğini de anlatmıştı. Her şeyin olmasa da, eskilerin “anâsır-ı erbaa” dedikleri dört temel unsurun: Toprak suyun soğuyup katılaşmasından, hava suyun ısınıp buharlaşmasından, ateş havanın ısınıp sıkışmasından… Fakat bu değişimin sebebi de, gayesi de belli değildi: Suda neden toprak, hava, ateş olmak “istidadı” veya niçin toprak, hava, ateş olmak “iştiyakı” bulunsun? Eski Yunan filozoflarının ilki sayılan Thales, bu meseleyi düşünmemiş veya çok basit bir cevabı olduğunu bildiği için üzerinde durmaya gerek duymamıştı.
Fakat talebesi Anaksimandros, üstadının bu ihmâlini veya tecahül-ü ârifanesini açıklamak lüzumunu hissetti:
– “Her şey, aslına dönücüdür!”
Her şey aslına dönücü olduğuna göre, demek ki, her şey aslını arayıcıdır… Kâinatta her şey, yaratılış aslı ne ise onu özler, onu ister, onu arar… Şu hâlde su, bir başka şeye, bir başka şey, daha başka bir şeye dönüşürken, bu küllî arayış ve özleyişin nizamı içindedir… Dolayısiyle su, her şeyin aslı ve ana kucağı değildir… Her şeyin aslı ve ana kucağı, ancak belirsiz ve sınırsız bir anamadde olabilir… Belirsizliği bir tarafa, bu anamaddenin temel vasfı “sınırsız, nihayetsiz” (apeiron) olmak olabilir ki, su da dahil, bunca sınırsız ve bitimsiz şey ancak böyle bir yaratılış aslına kavuşmak isteyebilir… Her şey aslına dönücü olduğuna göre, su da dahil, her şey apeiron’a dönücüdür…
Tam olarak böyle olmasa da, aşağı yukarı bu şekilde, Anaksimandros, hocası Thales’in felsefesini, bir taraftan tamamlıyor, öbür taraftan yıkıyordu. Tamamlıyordu, çünkü temel kavramlarını, hareket noktasını, peşin fikrini hocasının felsefesi sayıyordu. Yıkıyordu, çünkü hocasının felsefesinin içinden geçerek, onu başka bir felsefe kılığına sokuyor, bir felsefeden yararlanarak başka bir felsefe ortaya koyuyordu. Böylece felsefî hareket, daha ilk adımında, felsefe tarihinin en temel iki problemi olan “varlık” ve “oluş” problemini hall-ü-fasl etmiş oluyordu. “Su” varlığı, apeiron ise oluşu açıklıyordu. Eğer felsefe, Nietzsche’nin zannettiği gibi “hak ve hakikat kanunu”nu ortaya koyan bir disiplin olsaydı, ne Anaksimandros Thales’in prensibini yıkabilir, ne de Thales ve Anaksimandros’tan sonra onların prensibini yıkacak bir huruç zemini açılabilirdi.
Oysa Anaksimandros da, üstadı Thales de büyük bir yanılgı içerisindeydiler. Thales’in yanılgısı, suyu bir “anamadde” saymak, ama canlı ve İlahî şeylerin de bu anamaddeden türemesine sessizce göz yummaktı. Anaksimandros’un yanılgısı ise, müşahhas değil mücerred bir anamadde tâyin etmesine rağmen, aynı yanılgıya ortak olmaktan kurtulamamak, “maddeci görüş”ü aşamamaktı. Bu ikisi, hiç olmazsa şairlerin pîri Hesiodos’u daha iyi okusalardı… Hesiodos, “Bütün tanrıların ve insanların babası Okyanus’tur” derken, hem bu iki filozofun olanca görüşlerini tek cümlede toplamış, hem de her ikisinin yanılgılarından da uzak durmuştu. Zirâ Okyanus, hem müşahhas, hem mücerred bir anamadde, hem de sırf bir madde olmayıp, canlı bir varlık, hattâ “İlâhî bir varlık”tı. Hayat, ister müşahhas olsun ister mücerred, cansız bir anamaddeden doğmuş olmayı kabul etmeyecek kadar canlı bir varlıktı.
Bu iki filozofun ardından gelen Anaksimenes, bütün bunları ince ince düşündükten sonra, şunları söyledi:
– “Hayatın sebebi olan apeiron, ancak ruh olabilir.”
– “Maddeyi doğuran sebeb de, ruh gibi bir nefes hakikat olan ‘hava’dır olsa olsa…”
Böylece, felsefenin henüz rüşeym safhasına “idealizm-ruhçuluk” ve “düalizm – iki esasa ircâ’cılık” da kendini hissettirmeden karışmış oluyordu. Bunlarla da, felsefenin olanca ruhu ve esası, Büyük Doğu–İBDA’nın çerçevelediği şekliyle kendini göstermiş oluyordu:
– “Felsefe, aklın, kendi hükümranlığını göstermek için kurduğu müessise… Ve doğruyu bulmanın değil de, yanlışı düzeltmenin müessisesi… Felsefede her mektep, öbürünün yanlışını gösterirken doğruyu söyler.” [1]
Bugünkü İzmir çevresine tekabül eden eski İyonya toprağında, birbiri ardına yetişen bu üç filozof taslağından sonra, tarihî “filozof” tipinin hakikî örneklerinden biri zuhur etti: Heraklit…
Heraklit bir münzevîdir, Heraklit bir aristokrattır, Heraklit seçilmiş biridir. Evvelâ felsefeyi Milet şehrinin elinden alarak, kendi yaşadığı şehre, Efes’e getirmiştir. Sonra, yığınların felsefeden yana nasibi olamayacağını farkederek, yığınlar felsefeyi anlamasın ve ondan uzak dursunlar diye, yalnız filozof kavmi arasında geçerli olacak bir “felsefe dili” meydana getirmiş, o dille konuşmuş, o dille yazmıştır. Nihayet, felsefenin, tabiat müşahedeleriyle ve birtakım tabiat ilimleriyle işi olamayacağını görerek, ona ilk defa derinlemesine düşünceyi, felsefeyi “felsefe” yapacak şeyi öğretmiş ve kendinden önceki Miletli filozof taslaklarına şöyle kükremiştir:
– “Boşuna uğraşmayın, değişmeyen bir öz, bir cevher yoktur. Her şey akar (panta rei), her şey sürekli bir değişim içindedir. Aynı suda iki kere yıkanamazsınız!”
Eski Yunan felsefesini henüz ana rahmine düşmüş bir nutfe farzedersek, Heraklit onun rüşeym safhasından cenin safhasına geçmesinin ilk işareti addedilebilir. Herhâlde İranlı Zerdüşt veya Hindli Buddha, İyonya’daki fikir kıvranışlarını görecek olsalardı, böyle teşhis ederlerdi… Heraklit, Yunan felsefesini, ilk defa “mitos – masal ve teşbih” unsurlarından arındıran ve yine ilk defa ona “logos – akıl ve tecrid” kavramlarını kazandıran kimsedir… Batılı filozoflar Hegel ve Marx, onu “diyalektiğin babası, küllî değişimin kâşifi” diyerek yere göğe sığdıramayacaklardır… Hâlbuki Heraklit, Zerdüşt ve Buddha’ya göre, henüz çocuk bile değil, sadece “cenin”dir. “Polemos – savaş her şeyin babasıdır” derken de, “Pyr – ateş her şeyin aslı ve ana kucağıdır” derken de, yeni bir şey söylememiş, Zerdüşt’ten tevatüren işittiğini tekrar etmiştir…
Nitekim Heraklit’in ardından, Yunan dünyasında büyük bir “değişim” olur. Eşyanın babası olan “savaş”, Fars orduları kılığında gelir ve İyonya topraklarını, eşyanın anası olan “ateş”e teslim eder. Yunanlılar’dan kaçabilenler, bu “ateş”ten kurtulmak için can havliyle Yunan yarımadasına, hattâ daha ileri, Sicilya ve İtalya’ya doğru kaçarlar. Şimdilik anasının karnından dışarı çıkamayan felsefe de onlarla birlikte… Güney İtalya’ya ulaşan kafileler arasından yeni bir filozof örneği baş gösterir: Parmenides… Bütün bu kargaşanın sorumlusu olarak Heraklit’i görürcesine, onun felsefesini yerden yere vurur… “Aslolan oluş ve değişme değil, varlıktır” der; oluşa ve değişime uğramayan, her oluş ve değişimin içinde kendisi kalan varlığı över… Bu, eski Yunan felsefesinin, kendisiyle ilk büyük kavgasıdır…
– “Var olan vardır ve yok olan yoktur. Değişme, var olma ve yok olma, duyularımızın hokkabazlığından, aldatmasından ibarettir; akıl ise böyle bir şeyi kabul etmez. Çokluk, bir vehimdir; aslolan birliktir!”
İşte, eski Yunan felsefesinin ilk doğum sancısı; ana karnındaki ilk tekme… Parmenides, idrakın kendisini düşünür; onu “duyu idrakı” ve “akıl idrakı” diye ilk defa ikiye ayırarak inceler. Duyu idrakının, yanılmalarla malûl olduğunu, eşyaya bakışta değişme ve oluş gibi bir gerçeğe hükmettiğini, hâlbuki aklın böyle bir idrakı kabul edemeyeceğini, değişme ve oluşa değil, sadece varlık ve birliğe şahidlik edebileceğini söyler. Akıl ve duyu idraki arasındaki bu farka “paradoks” denir… Meselâ gözümüz, dış dünyada birçok ağaç görür, onun çeşitli değişim safhalarını incelerken, aklımız bir tek ağaç kavramı kabul eder ve bu kavram, değişmeyen özdür. Bu, “paradoks”tur.
Parmenides’in tilmizi Zenon, bu görüşü daha da ileri götürür: “Bir koşucu, koşu pistinin sonuna hiçbir zaman varamaz.” Duyu idrakı bunun tersini söylerse de, akıl onu reddeder ve gerçek kendinden uzaklaştırır. Çünkü koşucu, koşu pistinin başından sonuna varmak için, önce o pistin yarısına gelmelidir. Pistin yarısına gelmek için de, önce yarısının yarısına… Onun da yarısına, yarısının da yarısına derken, hiçbir zaman pistin sonuna varılamaz… Aynı şekilde, “Atılan ok, havada uçmamakta, sadece durmaktadır.” Çünkü belli bir zamanda belli bir hedefe varması için, o zamanın her bir ânında mekânın belli bir noktasında duruyor olması gerekir. Her ân belli bir noktada durunca da, hiçbir zaman uçmaz ve bir yerden bir yere gitmez.
Birtakım lüzumsuz mantık canbazlıkları gibi görünen bu paradokslar, mantık ilminin temellerinin atılmasını sağlamıştır. Parmenides, duyu ve akıl verileri arasındaki paradoksu ilk defa dile getirerek, sadece Anaksimenes’in düalizmini geliştirmemiş, kendisinden sonraki büyük filozoflara, Sokrat, Eflatun ve Aristo’ya da büyük ölçüde tesir etmiştir. Talebesi Zenon ile birlikte Atina seyahatine çıkan Parmenides, orada Sokrat’ı henüz genç bir talebeyken tanımış, ona felsefenin ne olduğu hakkında köklü bilgiler vermiştir. Eflatun da, müstakil bir eserinde andığı Parmenides’i, bir fikir devi olarak gösterir. Heraklit’in tesiri ise, felsefenin bu ana caddesi dışındaki sarp yollarda, meselâ Stoacılar arasında görülür.
Ve İBDA Mimarı’nın, her iki yolu tek bir esasta toplayıcı ve mahkûm edici tesbiti:
– “Sabit üzerinde donmamak ve her ân arayıcılıkta devam etmek, ancak o sabitin bağlısı meçhuller âlemi üzerinde derinleşmekle olur. Dindar, mihverlik bir inanış etrafında fezayı dolaşırken, başıboş hakikat arayıcısı onu her defa kaybedici, neticesiz bir maceraya mahkûmdur.” [2]
Bu arada, iki dindar kişi çıkar, Güney İtalya’daki Yunanlılar arasında… Biri, felsefeyi bâtıl bir din hâline getirmek isteyen Pisagor, diğeri, felsefeye sahici din idrakından haber getiren Zenofanes… Her ikisinin dindarlıkları haricinde belki tek müşterek noktası, her ikisinin de efsanenin “tanrılar”ına şiddetle düşman olmaları ve onlarla açıktan mücadele etmeleridir…
Pisagor’u okullardaki geometri derslerinden hatırlarız. Yine bir Yunanlı olan Öklid ile beraber, Pisagor’un teoremi, geometrinin (hendese) en esaslı iki hakikati sayılır. Matematiği (riyaziye) ilimlerin temeline koyar Pisagor. Sayılar ve onlar arasındaki ilişkiler, maddî olduğu gibi, manevî hakikatin de tamamını ele verir. Müzikte onun derin bir hassasiyet ve mühim buluşlar sahibi olduğu söylenir. Astronomi ve müzik alanına riyaziye yardımıyla girer. Riyazet, yâni nefs tezkiyesi ve ruhî arınma yolu da, riyaziyeden bir şubedir… Tenasuha inanır, et yemez, nefsi kötüler; felsefeyi tasavvufa götürüşü veya oradan getirişi ile Hind mistiklerini andırır… Çok geçmeden, onun felsefe mektebi, önce bir dinî tarikate, daha sonra ideolojik bir harekete dönüşür… Pisagor, maddî ve manevî hakikatleri kuşatma azmiyle kalmaz, siyasî hayata da müdahale eder, ihtilâl başlatır ve yaşadığı şehrin iktidarını ele geçirir… Fakat hayat çoğu zaman, Orfeus örneğinden de hatırlayacağımız gibi, felsefenin tasniflerine uymaz ve toplum, filozofların iktidarını kabullenmek istemez. Nitekim kanlı bir ayaklanma sonucunda, Pisagor ve taraftarları şehirden kovulur.
Müslümanların “Elyâviye”, Batılılarınsa “Elea” dedikleri felsefe mektebinin kurucusu Zenofanes ise, belki arkasında Pisagor kadar renkli bir hayat hikâyesi bırakmamakla birlikte, ondan daha dikkate değer bir kişiliktir. Parmenides’in hocasıdır Zenofanes… Yâni, getirdiği “vahdaniyet benzeri” düşünceyle Atina’ya sirayet eden ve Sokrat, Eflatun, Aristo gibi fikir devlerine tesir eden ana cereyanın mihrak noktası… Ondan günümüze kalan “Tabiat ve Hicivler” isimli eserde, Zenofanes’in ateşle, suyla, havayla uğraşmadığını, doğrudan doğruya işi kökünden ele almaya davrandığını ve bir felsefe kurmaktan ziyade, bizzat felsefeye yol açan putperestliğe savaş açtığını görürüz:
Hepsini tanrılara yüklediler Homeros ve Hesiodos
Ne kadar ayıb ve kusur varsa insan nezdinde
Çalma, zinâ etme ve birbirini aldatma.
Şimdi faniler ‘doğduğunu’ sanıyor tanrıların
Ve kendileri gibi kıyafetleri, sesleri, şekilleri olduğunu
Elleri olsaydı öküzlerin, atların ve arslanların
Yahut insan gibi iş ve resim yapabilselerdi
Atlar atlara, öküzler öküzlere, arslanlar arslanlara benzer
Tanrılar tasvir ederler ve vücudlar çizerlerdi
Herbiri kendi şekline göre. Nasıl ki
Habeşler kendi tanrılarını basık burunlu ve kara
Trakyalılar gök gözlü ve kızıl saçlı sanmakta..
Tek bir Tanrı vardır, bütün tanrılar ve insanlardan yüce
Ne şeklen insanlara benzer, ne de fikren
Mutlak fikir, mutlak görme, mutlak işitmedir O.
Bu kadar berrak bir hakikat idrakı, felsefenin harcı değildir, felsefî kargaşanın en koyu deminde felsefe (akıl) yoluyla elde edilemez; olsa olsa İlahî bir mevhibe, Rabbanî bir bağış olabilir… Dindar olmakla, Allah idrakına sahib olmak aynı şeyler değildir. Eski Mısırlılar da dindardı, Hindûlar da dindardır, Pisagor da öyle… Ama bunların hiçbirinde Zenofanes’teki fikir duruluğunu, idrak açıklığını görmüyoruz. Bazıları akıl ve mantık yoluyla, bazıları nefs tezkiyesi ve riyazet yoluyla Allah’a ulaşmaya çalışıyor; oysa kalbine Allah nuru inmeyen hiç kimse, hiçbir yolla O’nu bulamıyor. Öyleyse Zenofanes kimdir? Kendini, kaz yavruları arasında bir ördek yavrusu gibi hissettiği belli:
– “Homeros ve Hesiodos’un dini, yani çok ilahlılık, insan kalbinin muhtelif ve arasıra münkeşif duygularının bir tezahürü idi. Buna mukabil Milet tabiat felsefesi, ilahı, maddede mündemiç bir şey olarak telakki etmişti. Bundan sonra yine bir İyonyalı olan Zenofanes, efsane ve destanların ilah tasavvurlarına karşı ayaklandı. Anadolu’nun Batı kıyısındaki Kolofon [bugünkü Değirmendere] şehri vatandaşı olan bu mütefekkir, Fars istilâsından kaçarak yurdunu terketti; İtalya ve Sicilya’daki Yunanlılar arasında seyyah bir hayata atıldı. Efsanenin tanrılarının çokluğuna, tezadlarına, insan şeklinde tasvirine ve arada bir ahlâksız davranışlar sergilemelerine karşı amansız bir savaşa tutuştu. Zenofanes, tuhaf bir ismetle iyi ve kötü her istediklerini işlemekte hür olan bu sözde tanrılara karşı, Allah’ın bir olduğunu, hayranlık uyandıran bir fikrî tutarlılıkla haykırdı. Bu haykırışın halk üzerinde hemen bir tesiri olmasa da, filozofları, bilhassa Sokrat, Eflatun ve Aristo’yu derinden etkilediği görüldü. Hattâ Sokrat, denilebilir ki, onun görüşlerini savunduğu için idam edildi. Gerçek bir savaşçı ruhu taşıyan Zenofanes, halk arasında urlaşmış bulunan pek çok hurafe ile de mücadele etti. O, insanın –akıl ve hayâl yoluyla- hakikate değil, ancak hakikati andıran’a varabileceğini söylüyordu.”
İşte bu noktada durup ciddileşmek gerekiyor. Nietzsche’nin felsefenin mahiyetine dair fikirleri, bu noktada harabeye dönüşüyor. Nietzsche gibi, dini bir teşbih ve masal zanneden birçok Batılı felsefe tarihçisi ve eski Yunan araştırmacısı da, söz bu noktaya geldi mi susmayı, Zenofanes’ten mümkünse hiç bahsetmemeyi yeğliyorlar; çünkü Zenofanes, sadece çağdaşlarını değil, onların tanrılarını, hakikat kurgularını da çökertiyor… O hâlde şu suali cesaretle sorabiliriz:
– Zenofanes, bir Peygamber, yahut bir velî midir?
Ne yazık ki, bu suali aynı cesaretle cevablayacak şartlara mâlik değiliz. Cevablayamadığımız gibi, suali duyar duymaz da ürperiyoruz. Zirâ geçmişte, İslâm âleminde bu mevzularda bayağı spekülasyonlar olmuştu; bunların izleri bugün dahi devam ediyor. Müslümanlar arasında “felsefeciler” adı verilen bir zümre türemiş, eski Yunan filozoflarından Sokrat’ı, Eflatun’u, Aristo’yu, onların yanında “İskender” dediğimiz Makedon kralı Aleksandros’u, Calinos, Batlamyus gibi birtakım ilim adamlarını “gerçek Müslümanlar”, hattâ “Peygamberler” ilân etmiş, bu yolla, din içinde kendi felsefe meraklarına sapık bir yol açmak istemişlerdi. Kendilerine “hikmetçiler” diyen, Batılıların “İslâm felsefesi” diye andığı, bizimse sadece “İslâm’da felsefe girişimi” olarak gördüğümüz bu çığırla, açıkça söyleyelim ki, bizim bir alâkamız bulunmuyor. Çünkü biz o çığırı açanların maksadlarının hayra delâlet etmediğini, eski Yunan filozofları hakkındaki görüşlerinin de hiçbir hakikî delile dayanmaksızın yalnız bu hayırsız maksadlarının ürünü olduğunu biliyoruz. Onun için, kendimizi onlardan ayırma zarureti duyuyoruz.
Öte yandan Zenofanes, dinin esaslarını felsefeyle zehirleyici bozuk bir maksad noktasından değil ama, felsefeciler arasında dinî idrak kıvılcımları çaktıran bir hikmet adamı olması bakımından, Kur’an’da “münzir” veya “nezir” şeklinde zikredilen “İlâhî uyarıcı” kavramından hissedar olabilir… Bu hususta bütün söyleyebileceğimiz bu kadardır!..
Sokrat, Eflatun ve Aristo bahsini burada kısa keseceğiz. Zirâ onlar artık felsefenin doğum sancılarını değil, bizzat doğumunu temsil ederler ve başlı başına ele alınıp, etraflıca üzerinde durmayı gerektirirler.
İBDA Mimarı’nın erilmez bir tecrid inceliği içinde, hikmetinin menbaını Salih Aleyhisselam’a bağladığı Sokrat, Eski Yunan medeniyetinin genel eğilimlerinin hiçbirine inanmayan bir adamdır. Ne halkın put gibi bağlandığı efsanenin tanrılarına, ne felsefecilerin gittikçe kuru bir gevezeliğe dönen “sofistik” atılımlarına, ne şuna, ne buna… Bileği bükülmez fikir cüssesiyle o kadar çok yanlışa savaş açar ki, sonunda bu yanlışlar birleşir, onu yanlışlar kanununun duvarına toslatır ve idam ettirirler.
Onun en iyi talebesi Eflatun, hocasının idamından duyduğu hüzünle, on sene kadar bir münzevî hayatı yaşar; Yunanistan’ın çeşitli bölgelerini, Anadolu’yu ve Mısır’ı dolaşır. Bu on sene sonunda, hocasının fikirlerini yaşatmaya, onları, felsefe tarihinin ilk büyük külliyatı olarak tarih meydanına dikmeye karar verir. Gelir, Atina’nın meydanında “Akademya”sını kurar; hocasının fikirlerini dünyanın her köşesine yayacak, çağlardan çağlara aktaracak talebeler yetiştirmeye başlar.
Bu talebelerden en ünlüsü Aristo’dur. Aristo, Eflatun’dan aldığı fikir derslerinin, bir müddet sonra zihninde başka şekiller almağa başladığını farkeder. Bunu farkettiğinde “Akademya”dan ayrılır, kendi yolunu çizer, kendi mektebini, “Lise”yi kurar ve kendi felsefesini geliştirir.
Aristo’nun da büyük bir talebesi vardır: Büyük İskender veya Makedonyalı Aleksandr… Ama bu talebe, bir filozof olmayacak, bir imparator, bir fatih olacaktır. Önce, dağınık bir hâlde bulunan bütün Yunan ülkesini birleştirir, sonra Anadolu’ya geçer, oradaki bütün kuvvetleri yener. Peşpeşe mağlub edip tarihten sildiği düşmanları arasında, 100 yıl önce Yunan milletini son nefesine kadar ezmiş olan Büyük Fars İmparatorluğu da vardır. Mısır, Suriye, Mezopotamya, İran eline geçer. Daha uzaklara gitmek ister, Hindistan içlerine girer. Orada boğulur kalır. O öldükten sonra imparatorluğu dağılır. Bununla beraber, eski Yunan kültürünü dünyanın dört bir yanına yayan ve Batı’nın Doğu’ya üstünlüğü davasını ilk defa bayraklaştıran, Büyük İskender olmuştur. Roma İmparatorluğu’na, onun bir devamı nazarıyla bakılabilir…
Sokrat’ın idamının eski Yunan dünyasında iki büyük sonucu olduğu söylenebilir: Birincisi, onun fikirlerinin yol açtığı bir gelişme olarak, fikrin aksiyona dökülmesi ve Büyük İskender hamlesi… İkincisi ise, onu idam eden eski Yunan medeniyetinin, bu haksızlığın tarihin vicdanında meydana getirdiği bir depremle, birkaç batın sonra bütünüyle ortadan kalkması…
Felsefe, bu safhadan itibaren, efsanelerin tahakkümünden neredeyse bütünüyle kurtulur; bunun yanında tabiatın müşahedesini de terkeder. Daha ziyade insan ruhuna, insan ruhunun olgunluklarına, mantığın yanında özellikle “ahlâk” denilen şeye eğilmeye başlar. Ahlâk nedir?
Epikür’e soracak olursak, “saadet”ten ibarettir ahlâk. Revakîler (Stoa’cılar) mektebine soracak olursak, ahlâk, ıztırab çekmektir. Kelbîlere (Kinik’ler) göre, dünyada hiçbir şeyi umursamamaya, medeniyet denen şeye inanmamaya ahlâk denir. Reybîlere (Skeptik’ler) göre ise, felsefenin kendisinden başlayarak, her şeyden şübhe etmek, ahlâktır.
Bu dönemde, sadece ahlâk değil, yeni bir şeriat (hukuk) özlemi duymaya da başlar felsefe. Topluma açıktan kafa tutmaya başlar, devlet düzenini tanımamaya, onu değiştirme kavgasına tutuşmaya başlar. Filozoflardan bazılarının “kurtarıcı” bilinip baş tacı edildiği, bazılarının kovalanıp, yakalanıp, diri diri ateşe atıldığı, felsefe bakımından ne kadar mahçub olsa da, filozoflar bakımından büyük bir şaşaanın hüküm süreceği bir çığır açılır.
Tarihte bu çığırın açıldığı devirler, tarihin en sıkıntılı devirleri olmuştur. Tarihin kabuk değiştirdiği devirler… Büyük sıkıntılarla büyük felâketler yarış eder o zaman. İnsanlık inim inim inlemeye başlar. Hattâ bu inlemeler hayvanlardan, ağaçlardan, otlardan, taşlardan ve denizlerden bile duyulur. Herkes, bilerek veya bilmeyerek “Büyük Kurtarıcı”yı beklemeye başlar. Tapınaklarda onun gelişi gecikmesin diye, gece gündüz dualar okunur, kurbanlar kesilir. Pazar yerlerinde, bugün de o gelmedi diye kederinden, insanlar birbirini paralar. Şefkat remzi koyunlar bile, kuzularına süt vermez olur.
Ve zaman geçmemişse, insanlığın yok oluş günü gelmemişse, “Büyük Kurtarıcı” zuhur eder. Herkes başına üşüşür, onu görmeye çalışır, beklediğimiz bu mu, diye… İçlerinden birkaçı, kalabalığı yararak, onun yanına gider, söylediği ve söyleyeceği her şeye sadakat bildirirler… Kalabalık, kalabalığı kadar bir tereddüd kesilmiş, öylece bakar… Neden sonra biri çıkar:
– Yalan söylüyor, bizi felâkete çağırıyor, öldürün!
Kalabalık bu sese inanmakta bir dakika bile tereddüd etmez…
İBDA Mimarı’nın sesine kulak verelim:
– “En nihayet, İslâm büyüklerinin hikmetleri ışığında Batı tefekkürünü hesaba çekmek usulüyle, HİKEMİYYAT sahasının keyfiyet ve rolünü çerçeveleyebiliriz… Felsefe plânında büyük sentez için Hegel gibi muhteşem bir kafa şöyle der:
– ‘Zamanın akışı içinde son felsefe, bütün önceki felsefelerin bir sonucu olup, hepsinin ilkelerini kendinde taşımak zorundadır.’
Bütün önceki düşüncelerin hepsinin ilkelerini kendi hakikatinde değerlendirecek düşünceler ise, ayrı ayrı uygunluk noktaları belirtirler, çünkü herkesin hakikati kendine… Yani; hiçbiri ‘topyekûn zaman ve mekâna’ şamil bir bütünlüğe nisbetle zamanını bütünleyen değil, sanki ‘topyekûn zaman ve mekâna’ şamil bir bütünlük koymakta, ve güya buna nisbetle öncekilerin hakikatini kapsamaktadır ki, kapsayamaz; çünkü ‘Mutlak’ değil ve mutlak olmayınca da, herkesin bütünlük hakikati kendine… Diğer yandan; her sistemin, içinde bulunduğu çağın ihtiyaçlarına cevap zaruretinden doğuşu ve geçmişin halihazırda potansiyel olarak bulunuşu gözönünde tutulursa, böyle bir muhasebe ve murakabeye girememek, mensup olunan fikir adına peşin peşin keleşlik!” [3]
İşte, Batı tefekkürünün toplam hikâyesi ve HİKEMİYAT!..
***
FAYDALANILAN KAYNAKLAR
Necib Fazıl, BATI TEFEKKÜRÜ VE İSLÂM TASAVVUFU, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1982.
Salih Mirzabeyoğlu, HİKEMİYAT -Tefekkür ve Hikmet-, İBDA Yayınları, İstanbul 1988.
Macit Gökberk (Prof.), FELSEFE TARİHİ, 6. Basım, Remzi Kitabevi, İstanbul 1990.
Gunnar Skirbekk – Nils Gilje, ANTİK YUNAN’DAN MODERN DÖNEME FELSEFE TARİHİ, Trc: Emrah Akbaş – Şule Mutlu, Üniversite Kitabevi, İstanbul 1999.
Wilhelm Weischedel, FELSEFENİN ARKA MERDİVENİ, Trc: Sedat Umran, İz Yayıncılık, İstanbul 1993.
Walther Kranz, ANTİK FELSEFE –Metinler ve Açıklamalar-, Trc: Suad Y. Baydur, 2. Basım, Sosyal Yayınları, İstanbul 1994.
Karl Jaspers, FELSEFE NEDİR?, Trc: İ. Zeki Eyuboğlu, Say Yayınları, İstanbul 1986.
AKADEMYA (I. Dönem, Sayı 9, Nisan 1998, Feyyaz Aksakal imzasıyla)
Dipnotlar:
1) Salih Mirzabeyoğlu, HİKEMİYAT -Tefekkür ve Hikmet-, İBDA Yayınları, İstanbul 1988, s. 51.
2) Salih Mirzabeyoğlu, HİKEMİYAT, s. 52.
3) Salih Mirzabeyoğlu, HİKEMİYAT, s. 58-59.