Fütûhât-ı Mekkiyye’de CEBRÂİL Aleyhisselâm Bahsi

Derleyen: Ramazan GÜN

TAKDİM

Aşağıdaki paragraflar, Muhyiddin Arabî Hazretlerinin Fütûhât-ı Mekkiyye isimli eserinden, özellikle Hayat ve Ruh bahisleriyle ilgili yönüyle Cebrâil Aleyhisselâm’a dair yaptığım okumalardan çıkarılmış notlardan derlenmiştir. Paragraflar ayniyle aktarılmış; yalnız, peşine düştüğüm -ve tüm samimiyetimle söylemek isterim ki, sadece bu konuyu bilsem yeter diye düşündüğüm- hayata dair meselelerle ilgili kendime ipucu işaretlemek maksadıyla bazı satırlar bold yapılmıştır.

Her okuyanın, okuduğu metin hakkında, öyle veya böyle kafasında bir takım fikirler olacağı muhakkaktır. Hâliyle benim de. Aşağıdaki paragraflar için de durum böyledir. Ancak burada kendi fikirlerimi vermeyi uygun bulmadım. Birincisi; her ne kadar aşağıya iktibas etmiş olsam da, alıntıladığım paragrafların bir kısmını ben de anlamadığım içindir. İkinci ve daha önemlisi ise, Büyük Doğu-İBDA geleneğinin iyi bir okuyucusu olarak, ‘fikir sahibi’nin ‘edeb, had’ bahislerindeki ihtarlarını her daim ensemde hissetmemden kaynaklanan çekingenliktir; korktum, Türkçesi.

Neticede ‘bir hayata çattık ki hayata kurmuş pusu’ denmiş ‘gerçek hayat’a dair olan isteğimizle, adına ‘hayat’ dedikleri bu dünya hercümercinin pusularından vakit buldukça, bu hayat meselesinin peşinden gideceğim. Notlar alıyorum, alacağım. Benim ne işime yarayacak ayrı mesele, düşündüm ki, ‘fikir sahibi’nin -hâliyle fikrin- evlatlarından birinin işine yarar da işçiliğini hafifletirsem, bu bile bir şeydir.

Tüm metinler, Ekrem Demirli ekibinin tercüme ettiği meşhur nüshadandır. Lâkin, maalesef, ne sayfa ne de paragraf numarası not alma alışkanlığım yok; affımı istirham isterim.

Ramazan Gün

-I-

Çünkü melekler veya cinlerin yaratılış esasında bir farklılık yoktu. Hâlbuki insanın yaratılışı dört farklı türde gerçekleşmiştir: Bu meyanda Âdem’in yaratılışı Havva’nın yaratılışına, Havva’nın yaratılışı Âdemoğullarının  yaratılışına, İsa’nın yaratılışı ise zikredilenlerin yaratılışına benzemez.  Binaenaleyh Hazret-i Peygamber özetlemek istemiş ve insanın yaratılışının ayrıntısını bize ulaşan haberlere bırakmıştır. Bu bağlamda Âdem topraktan, Havva (Âdem’den alınmış) kaburgadan, İsa, Ruhu’l-Kuds’un (Cebrâil) üflemesinden, Âdemoğulları ise ‘kokuşmuş bir sudan’ yaratılmıştır.

Allah ruhları yaratmış, onlara sûretleri yönetmeyi emretmiş, onları bölünmeksizin tek zât yapmıştır. Sonra, birbirlerinden ayrıştırmış, ruhlar da ayrışmıştır. Ruhların ayrışması, sûretlerin bu tecellîden kabul ettikleri şeye göreydi. Sûretler, gerçekte bu ruhların mekânları değildir. Şu var ki bu sûretler, söz konusu olan unsurdan oluşmuş sûretler olduğunda ruhlar için mülk, bütün sûretler söz konusu olduğunda ise ruhlar için mazharlar gibidir.

Ruhların canlılığı, özlerinden kaynaklanan bir canlılıktır. Bu nedenle her ruh sahibi, kendi ruhuyla diridir. Sâmirî, Cebrâil’i görüp ruhunun zâtının aynı olduğunu ve hayatının kendisinden kaynaklandığını, her nereye temas etse o yerin Cebrâil’in benzeri olan bu sûretin değmesiyle hayat bulduğunu anlamıştır. Bunun üzerine onun ayak izinden bir tutam almıştır. Bu husus, Allah’ın ondan aktardığı şu âyette dile getirilmiştir: ‘Elçinin (ayak) izinden bir avuç (toprak) aldım’ Buzağıyı yapıp onu biçimlendirdiğinde ise, bu tutamı onun içine atmış ve buzağı böğürmüştür. Allah’ın kendisini isimlendirdiği gibi, Hazret-i İsa bir ruhtur ve Allah onu sabit bir insan biçiminde ruh olarak yaratmıştır. Cebrâil’i ise sabit olmayan bir bedevî sûretinde yarattı. Hazret-i İsa, sadece üfleme vasıtasıyla ölüyü diriltirdi. Sonra Allah, Rûhu’l-kuds ile ona yardım etmiştir. İsa, varolanların kirlerinden arınmış ‘ruh’ ile desteklenmiş ruhtur. Bütün bunların olabilmesindeki esas ise, ebedî hayatın aynı olan Ezelî Diridir. İki ucu ise, yani ezel ve ebedi, canlı âlemin varlığı ve sonradan yaratılmışlığı ayırt eder.

Bu ilim (İsevî ilim), âlemin uzamı, başka bir anlatımla ruhî âlemle ilgilidir. Söz konusu âlem, mânâlar ve emir âlemidir. Ayrıca, âlemin genişliğiyle de ilgilidir ki o da, yaratılış, tabiat ve cisimler âlemidir. Hepsi Allah’a aittir. ‘İyi bilin ki, yaratma ve emir O’na aittir.’  ‘De ki: Ruh Rabb’imin emrindendir.’  ‘Âlemlerin rabbi Allah münezzehtir.’  Hüseyin b. Mansur’un (Hallâc’ın) ilmi de buydu. Hallaç vb. gibi yoldaşlarımızdan birinin harflerden söz edip şöyle dediğini duyabilirsin: ‘Falanca harfin uzunluğu şu kadar kulaç veya karış, genişliği şu kadardır.’ Böyle bir ifadede, uzunluk ile harfin ruhlar âlemindeki fiilini; genişlik ile cisimler âlemindeki fiilini kastetmiştir. İşte bu, onunla ayırt ettiği zikredilen ölçüdür. Bu terimleştirme (uzunluk ve genişlik), Hallâc’a aittir.

Bu özel şeriatı, başka bir ifadeyle ‘Allah’ı görürcesine ibadet etmeyi’ Hazret-i Muhammed bize doğrudan söylemiş değildir. Onu, Hazret-i İsa’yı meydana getirirken Meryem’e yakışıklı bir adam sûretinde görünen Cebrâil’e söylemişti. Böylece bu hadîsteki durum, ‘Ey Cariye! Dinle’ anlamındaki bir hadîste bildirilen duruma benzemiştir (Allah nerededir sorusuna cariyenin ‘Göktedir’ şeklindeki cevabına atıf). Bu ifadeyle muhatap olanlar biziz. Bu nedenle başka bir hadîste şöyle denilir: ‘Bu Cebrâil’dir. Sormadığınızda, size öğretmek istedi.’ Başka bir rivâyette ise, ‘İnsanlara dinlerini öğretmek için gelmiştir.’ Başka bir rivâyette ise, ‘Size dininizi öğretmek için gelmiştir’ buyruldu. Bütün rivâyetler, öğretimin hedef kitlesinin biz olduğumuz (gerçeğini) değiştirmez.

Hazret-i İsa’nın şeriatından farklı olarak bize ait olan husus, Hazret-i Peygamber’in şu ifadesidir: ‘O’nu görmesen bile, kuşkusuz Allah seni görür.’ İşte bu da, söz konusu adamların ilkelerinden biridir.

Sahabe, vahyi lafzıyla naklettiklerinde, Allah’ın elçilerinin elçileri; (sonraki nesil olan) tâbiûn ise, sahabenin elçileridir. Böylece iş nesilden nesile, kıyamete kadar sürer. Bize tebliğ edene Allah’ın elçisi diyebileceğimiz gibi o kişiyi, kendisinden, aktardığı kişiye de izafe edebiliriz. Rivâyette vasıtaların düşmesini onayladık. Çünkü Hazret-i Peygamber de, kendisine Allah’ın meleği olan Cebrâil vahyi getirdiği hâlde, ona Cebrâil’in elçisi değil, Allah’ın elçisi diyoruz. Allah şöyle buyurur: ‘Mu­hammed Allah’ın elçisidir.’ Başka bir âyette ise, ‘Muhammed sizden birinin babası değil, Allah’ın peygamberidir.’ buyrulmuştur. Başka bir âyette ise, ‘Ruhu’l-Emîn onu senin kalbine indirmiştir’ demiş, bununla birlikte, Allah onu sadece kendisine izafe etmiştir.

İlk hatıra gelen düşüncenin ve bütün ilklerin ancak rabbani olabileceğini sana bildirmiştim. Bu nedenle onlar, doğrudur ve asla yanılmazlar, sahibi de onlarla kesin hüküm verir. Öyleyse ilk olanın otoritesi, güçlüdür. İlk emir ve yasak böyle olunca, emre karşı gelinince cezalandırma gerçekleşmiş ve ertelenmemiştir. Emirler dolaylı geldiğinde ise, ilk emrin gücüne sahip olmazlar. Onlar, bize peygamberlerin dilleri vasıtasıyla gelen emirlerdir.

Bu emirler iki kısımdır: Ya ikincildirler; bu kısım, Allah’ın meleğin vasıtası olmaksızın peygamberine ulaştırdığı şeylerdir. Böylece ilâhî emir, bize ulaşır. Bize ulaşırken bir oluş mertebesinden geçer ve daha önce sahip olmadığı bir hâl kazanır. Çünkü ilâhî isimler, onu bu kevnî mertebede telakki eder, kendi hükümleriyle onun hükmüne ortak olur veya bu emir ile melek peygambere iner. Bu durumda ilâhî emir, iki oluş mertebesini geçmiştir. Bu iki mertebe, Cebrâil ve Muhammed veya herhangi bir peygamber veya melektir. Bu durumda, emrin fiil ve etkisi, birinci ve ikinci emrin gücünün aşağısında bulunur. Bu nedenle hemen cezalandırma gerçekleşmemiştir. Ceza ya ahirete bırakılmış veya affedilmiştir ve o günah karşılığında asla cezalandırma olmaz. Allah, bunu kullarına merhametinin gereği olarak yapmıştır.

Allah ‘insanın sûretinin düzenlenmesi’nden bahsederken şöyle buyurur: ‘O’na üfledim.’ Hazret-i İsa hakkında ise, bedeninin yaratılmasından önce şöyle buyurur: ‘Ona (Meryem’e) ruhumuzdan üfledik.’ Böylelikle sûret ortaya çıkmış ve hayret gerçekleşmiştir. Aslın mahiyeti nedir? Acaba sûret, üflemenin varlığında asıl mıdır? Yoksa üfleme mi asildir? Bu da, bu hususla ilgili (diğer) bir sorundur. Cebrâil zikredilen vakitte (İsa’yı Meryem’e aktaracağı vakit) insan sûretinde görünüyordu. Meryem ise, onun insan olduğunu zannetmişti. Acaba Meryem Cebrâil’i duyusal gözüyle mi yoksa hayâl gözüyle mi algılamıştı? Böyle ise, Meryem hayâli hayâl gözüyle algılayan kimselerden olur. Hâl böyle ise, en büyük sorun senin için çözülmüş demektir. O da şudur: Acaba hayâl, gerçek-duyusal sûretler verebilecek bir güce sahip midir? Öyleyse, duyunun hayâle karşı bir üstünlüğü olmaz. Çünkü duyu, sûretleri hayâl için verir. Hâl böyle ise, etkin olan etkin olduğu şeyde nasıl etkin olmaktadır? Etkin olunan şeyde etkin olan şeyin mahiyeti nedir? Böyle bir şey akıl bakımından imkânsızdır

Cuma gününün üstün olmasının nedeni, Pazar’dan Perşembe’ye kadar diğer yaratıkların kendisinden dolayı yaratıldığı insan türünü Allah’ın Cuma günü yaratmış olmasıdır. Bu nedenle Cuma’nın en üstün vakit olması gerekir. İnsan ise (Cebrâil’in getirdiği) aynada nokta şeklinde gözüken o saatte yaratılmıştır. Nokta aynada gözükünce, bu örnek, onun yer değiştirmeyeceğini gösterdi. Nitekim o nokta da, aynada yer değiştirmez. Öyleyse bu vakit, Allah’ın bilgisinde belirlenmiş bir saattir. Bu örneğin duyudaki durumunu dikkate alırsak -ki almalıyız- şöyle dememiz gerekir: Nokta aynada yer değiştirmediği gibi (insanın kendisinde yaratıldığı) saat de yer değiştirmez. Bu örneğin verilişini hayâlde dikkate alırsak ve onu duyuya çıkarmazsak şöyle deriz: O saat gün içinde yer değiştirir. Çünkü hayâlin etkisi, sûrette yer değiştirmektir. Çünkü hayâl, duyulur bir şey değildir ki kontrol (zabt) edilebilsin. Hayâl, sadece duyulur sûrete benzeyen hayâlî sûretteki bir anlamdır. Bir anlam aynı anda pek çok lafız kalıbında farklı dillere geçebildiği için, bu durum hayâle benzemiştir. Öyleyse (benzetmeyi duyulur değil, hayâldeki bir örnek olarak alırsak), insanın yaratıldığı saat de Cuma günü yer değiştirir. Her iki durum da olabilir. Bu ise, ancak Allah’ın bildirmesiyle bilinebilecek bir iştir.

Unsurlardan oluşan cisimleri yöneten bir sınıf olmaları bakımından, nefslerimiz kanatlıdır. Tabiî cisimler ise, nefsleri algılamamızın önünde perdedir. Dikkat ediniz! Cebrâil (as.) sahabeden Dıhye yahut bir bedevî sûretinde bedenlendiğinde, kanadı hiçbir şekilde görünmemiştir. Böylece altı yüz kanatlı olsa bile, özelliği kanatsızlık olan bedenin sûreti kanatlarını gizlemiştir.

Allah adamlarından bir kısmı ise, Cebrâil’in kalbi üzerinde bulunan beş kişidir, hiçbir dönemde sayıları artmaz ve eksilmez. Hazret-i Peygamber’den aktarılan bir hadîs konuyla ilgilidir. Onlar, bu yol mensuplarının hükümdarlarıdır. Onlar, Cebrâil’in sahip olduğu güçler ölçüsünde, bilgiye sahiptir. Bu güçler Cebrâil’in kendisiyle yükseldiği ve indiği ‘kanatlar’ diye ifade edilir. Bu beş kişinin ilimleri, Cebrâil’in makamını aşamaz. Cebrâil gaybden onlara yardım eden kimsedir. Kıyamet günü diriliş yerinde de onunla beraber duracaklardır.

Hafız Ebu Nuaym’ın Delailü’n-Nübüvve kitabında zikrettiği bir rivâyette Cebrâil, Hazret-i Peygamberi almış ve onu içinde kuş yuvası gibi bir şeyin bulunduğu bir ağaca götürmüş. Birinde Peygamber, diğerinde ise Cebrâil oturmuş. Yakın semaya ulaştıklarında ise ikisine birden Refref’in görüntüsü yakut ve inci olarak sarkmış. Cebrâil bayılmış, Peygamber ise bulunduğu hâlde kalmış ve hâli değişmemiş. Hazret-i Peygamber, bilgide ‘Cebrâil’in benden üstünlüğünü öğrendim’ demiştir. ‘Çünkü Cebrâil, gördüğünü anlamış, ben ise onu bilmiyordum.’ Öyleyse Cebrâil’in kalbinde meydana gelen azamet, kendisine baktığı şeyin bilgisinden kaynaklandı. Cebrâil’in kalbi bu azamet özelliğiyle nitelenen şeydir. Öyleyse Azamet görünenin değil görenin hâlidir. Görülenin hâli olsaydı, kendisini gören herkes onu yüceltirdi. Hâlbuki iş böyle değildir.

Hazret-i Peygamber’in Cebrâil’e şöyle dediği aktarılır: ‘İhsan sanki görürcesine Allah’a ibadet etmektir.’ Bu ise benzetme edatı (sanki) nedeniyle hayâlî bir ifadedir. Soru soranın ve sorulanın kim olduğuna dikkat ediniz! Onların Allah’ı bilme derecelerine bakınız! İnmek, beraberlik, iki el, el, göz, gözler, ayak, gülme gibi Hakk’ın kendisine nisbet ettiği ifadeleri bildiren rivâyetler bulunsaydı, bu bile yeterli olabilirdi. İşte bu, Âdem’in sûretidir. Allah onu rivâyetlerde ayrıntılandırmıştır ve hepsini ‘Allah Âdem’i kendi sûretine göre yarattı’ hadîsinde toplamıştır.

Nebiler itiraz yahut teslim olmayı gerektiren bir haberle geldiklerinde, mümine teslimiyet emredilmiştir. Hazret-i Peygamber’e selâm veren (teslimiyetle ilişkisi nedeniyle) kimse ise, peygamberin bildirdiği her konuda yahut onun herhangi bir meselesinde illeti sormaz. Peygamber illeti söylerse, tıpkı malulü kabul ettiği gibi kabul eder; illeti söylemezse teslimiyet gösterir ve ‘Ey Peygamber! Senin üzerine selâm olsun’ der. Bunun anlamını kitabın namaz bölümündeki teşehhüt bölümünde açıklamıştık. Bu ifadeyi peygamber söylediğinde ise, selâm verilen Ruh’tur (Cebrâil).

‘İllî’ ne demektir? İllî, herhangi bir meleğe yahut ruhanî bir (varlığa) izafe edilen her ilâhî isimdir. Örnek olarak Cebrâil, Mikail ve Abduil gibi ifadeleri verebiliriz. Bu meleklerin elinde, mühür ve baskı bulunur.

Allah evlerin içinden Beyt-i mamur’u seçti, çünkü o, her gün hayat nehrinin damlalarından yaratılmış meleklerin doldurduğu yerdir. Bu damlalar, hayat nehrine dalan Ruhu’l-Emîn’in kanatlarını çırpmasından meydana gelir. Cebrâil bu meleklerin, yani Beyt-i mamur’u dolduran meleklerin yaratılması için her gün bu nehre bir kez dalar. Bunların sayısı, yetmiş bindir. Bir kez çıktıklarında bir daha geri dönmezler. Meleklerin imar ettiği yerdeki sır ise orada kalır ve bir boşluk yoktur. Âlemin tümü, boşluğu doldurmuştur. Artık bunu araştır! Çünkü o pek yüce bir bilgidir. Bunu araştırmak, varlıkların varlıklar içindeki dönüşümlerinin; yaratıkların tavırdan tavra girmesinin bilgisini öğrenmeni sağlar. Böylece Allah’ın her şeye -şey olmayana değil- güç yetiren olduğunu öğrenirsin. Şey olmayan ise, ‘şeyliği’ kabul etmez; kabul etseydi; hakikati ‘şey olmamak’ olmazdı. Bir şey kendi hakikatinin dışına çıkmaz Dolayısıyla hakkında ‘şey değil’ hükmü verilen bir şey yoktur. Şey hakkında ise ‘şey değil’ hükmü verilemez.

Bu nedenle Peygamber şöyle der: ‘Cennet bana duvarın üzerinde canlandırıldı.’ Burada ‘Cennet duvarın üzerinde idi’ dememiştir. Başka bir rivâyette ise ‘Cenneti gördüm’ demiş, onu bir yere izafe etmemiştir. Hazret-i Peygamber bir cennetin misâlinin gösterilmesini zikretmiştir. Bir şeyin misâl âlemindeki sûreti ise, o şeyin kendisi değil, benzeridir. Hazret-i Peygamber ‘Bana misâli gösterildi’ demiştir. Nitekim Allah Cebrâil hakkında ‘Meryem’e yakışıklı bir insan sûretinde göründü’ demiştir. Acaba Meryem’e gönderilen Cebrâil, Cebrâil’den başkası mıydı? Hayır, Vallahi o Cebrâil idi. Öyleyse Peygamber, cennet ve cehennemi dünyada, dünya hayatında ve dünya diyarında görmüştür. Allah kendisini överken ‘Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır’ diye buyurur. Bu ikisi de dünya hayatına aittir.

Hazret-i Peygamber, meleklerin sözünün geçtiği âyeti okuyarak bir geceyi namazla geçirmedi. Çünkü onun Hazret-i İsa ile ilişkisi daha yakın ilişkiydi. Hazret-i İsa’nın ise, meleklerle ilişkisi daha yakındı. Çünkü Cebrâil onu annesi Meryem’e ‘yakışıklı bir erkek olarak meydana getirmek üze­re’ yönelmişti. Hazret-i Muhammed ise, kavmi için bağışlanma dilerken, bu ikisinin arasında bir yol izlemişti

Sonra bu nurdan çıkarak, her şeyi kuşatan genel rahmet yerine ulaşır. Ulaşılan yer, ‘arş’ diye ifade edilir. Burada meleklerin hakikatlerinden İsrafil, Mikail, Rıdvan ve Malik’i bulur. Beşeri meleklerin hakikatlerinden ise, Âdem, Muhammed ve İbrahim’i bulur. Âdem ve İsrafil’in yanında âlemde ortaya çıkan ve cisimler, cesetler, heykeller diye isimlendirilen -nuranî olan veya olmayan- sûretlerin ilmini bulur. Cebrâil ve Muhammed’in yanında ise, Âdem’in ve İsrafil’in nezdinde bulunan sûretlere üflenen ruhların ilmini bulur. Bunların hepsinin anlamını öğrenir, ruhların o sûretlerle ilişkisini ve onları yönetişini görür. Bunun yanı sıra, bu ruhlarda -tek bir kökten ve asıldan gelseler bile- dereceli üstünlüğün nasıl gerçekleştiğini öğrenir. Bu mertebeden bütün bunları öğrenir. İçerdiği ruhla bedenlerin sûretlerini değiştiren iksirlerin ilmini öğrenir. Mikail ve İbrahim’e bakar: Onların yanında rızıkları, sûretlerin ve ruhların beslenmesini sağlayan şeyleri ve bekalarının bağlı olduğu unsurları öğrenir. İksirin bu beden için özel bir gıda olduğunu öğrenir. İksir, daha önce demir veya bakır iken onu altına ve gümüşe çevirir. Bu çevirme, cismin sağlık hâli olduğu gibi maden iken kendisine bulaşan hastalığın izalesidir. Bu hastalık madene girince, onu (altın olması gerekirken) demire veya başka bir şeye çevirir. Tabi bütün bunları bu mertebeden öğrenir.

Bir kısmı ise bilgisi olmayan inanç sahipleridir. Fakat söz konusu insanın inancı, işin kendiliğinde bulunduğu duruma uygundur. Bu kişi, Allah hakkında bilenin inandığı şekilde inanır. Fakat bu, Allah’ı bilenlerden birini taklit ederek gerçekleşmiştir. Fakat onun da inandığını tahayyül etmesi gerekir, çünkü inancını hayâlden soyutlaması mümkün değildir. O ise, şimdi ölüm ânındadır ve ölüm ânının doğru hayâl -ki kuşku kendisine ulaşamaz- mertebesine ulaşma imkânı vardır. Doğru hayâl, insanda dimağın önündeki güç değildir. Aksine o, tıpkı Cebrâil’in Dıhye sûretinde gözükmesi gibi, dıştan gelen bir hayâldir. Bu mertebe gerçek, doğru ve bağımsız müstakil bir mertebe olduğu gibi mânâlara ve ruhlara elbise giydiren bedenî sûretlere sahiptir. Böylelikle onun derecesi, o makamdan inandığı şeye göre gerçekleşir.

Konuşanın sözü kendisini harekete geçirmediği sürece, sevende etkisi olmayan sevgi, ‘tabiî sevgidir’. Çünkü tabiat, başkalaşmayı ve kışkırtılmayı kabul eden şeydir. Örnekteki kişi, şeyhin konuşmasından önce de seviyordu, fakat kendisini suya çevirecek şekilde erimemişti. Bundan önce kemik, et ve sinir idi. Sevgisi ilâhî olsaydı, ona harflerden oluşan kelimeler etki edemez, ruhaniyeti bu şartlar tarafından coşturulmaz, sevgi iddiasında bulunmaktan utanır, kalbinde hayâ ateşi ortaya çıkar, anlatıldığı hâle gelene kadar sevgi onu ayrıştırmayı sürdürmezdi. Başkalaşma tabiî sevgi sahibinden başkalarında gözükmemiş, farklı tavırlarda yer değiştirmemiştir. İşte bu, ilâhî-ruhanî sevgi ile tabiî sevgi arasındaki farktır. Ruhanî sevgi ise ilâhî ve tabiî sevgi arasında bir araçtır. Buna göre ilâhî sevgiye göre seven baki kalırken, tabiî olan ölçüsünce sevenin hâli değişir ve yok olur. Öyleyse yok olma ve fena, her zaman tabiî sevgi bakımından gerçekleşir. Varlığın baki kalması ise, ilâhî sevgi yönündendir. Cebrâil’in sevgisi ruhanîydi. O, bir ruhtu ve onun cismi bakımından doğaya dönük bir yönü vardı. Unsurların dışındaki tabiî cisimler -unsurlardan oluşan cisimlerden farklı olarak- başkalaşmaz. Unsurlardan oluşan cisimler ise başkalaşan ilkelerden oluştukları için başkalaşırlar. Tabiat ise kendiliğinde başkalaşmaz, çünkü hakikatler, başkalaşmayı kabul etmez. Böylelikle Cebrâil perdelenmiş, cisminin cevheri hikâyede anlatılan kişi gibi erimemiştir. Bunu üzerine içerdiği tabiat sevgisi nedeniyle bayılmış, varlığı ise ilâhî sevgi sahibi olması nedeniyle baki kalmıştır. O hâlde ilâhî sevgi sahibi ‘cisimsiz ruh’ iken tabiî sevgi sahibi ‘ruhsuz bedendir.’ ruhanî sevgi sahibi ise, ‘hem cisim hem beden’ sahibidir. Unsurdan oluşan tabiî sevgi sahibi ise, kendisini başkalaşmaktan koruyacak sevgiye sahip değildir. Bu nedenle söz, tabiî sevgi sahibinde etkin iken ilâhî sevgiyle sevende etkisi yoktur. Buna mukabil ruhanî sevgiyle sevende ise kısmen etkindir.

Meryem’in Cebrâil’i beşer sûretinde görmesi nedeniyle, Hazret-i İsa’nın ölüleri dirilten bir ruh ile beşerîliği kendinde nasıl topladığına bakınız! Çünkü ruh vasıtasıyla tabiî cisimler hayat bulur. Bundan daha güçlüsü ise, Sâmirî’nin Cebrâil’in ayak izinden aldığı bir tutam toprak ile yaptığıdır. Sâmirî, ruhun yerleştiği her yerde hayatın kendisine da eşlik ettiğini biliyordu. Bu nedenle aldığı tutamı, buzağıya bırakmış, buzağı ruhun ayak izinden alınmış tutamın etkisiyle böğürmüştü. Onu atın sûretine atsaydı, at kişner veya insanın sûretine atsaydı insan konuşurdu. Çünkü istidat hayat ile ortaya çıktığında, kendisini kabul edene göre tezahür eder. Burada mazharlarda zuhur edenin nasıl zuhur ettiği öğrenilir. Mazharlar, istidatlarıyla, kendilerinde zuhur edene kendisiyle zuhur edeceği taşınan ve taşıyan sûretleri verir. Bu nedenle Allah bu hikmeti izhar etmiştir ki, buradan işin kendiliğindeki durumu öğrenilsin.

(…) ikinci yaratma türü, şöyledir: Allah var ettiği şeyi bir sebep olmaksızın yapar. Bu ise, ilk sebeplerin varlıklarını yaratmadır. Rabbini dost veya ortaktan tekbir edip O’nu bu konuda -Hakkın kendisini sınırladığıyla sınırlamalısın. Genelleştirme, yoksa büyük bilgi ve iyiliği kaçırırsın. Aynı şey ‘O’nu tekbir et’ âyetinde geçerlidir. Allah’ı oğul edinmekten tekbir edersin, çünkü oğul babaya ait olabilir -yoksa o edinilmez-. Gerçekte bu noktada babaya ait bir fiil yoktur. Baba sadece suyu (meni) eşinin rahmine bırakmış, çocuğun yaratılışını başka bir sebep üstlenmiştir. Çocuk edinen, Zeyd’i evlat edindiğinde Hazret-i Peygamber’in durumundaki gibi, evlat edinendir. Allah şöyle der: ‘Çocuk edinmemiş Allah’a hamd olsun.’ Çünkü bir çocuk edinseydi, yaratıklarından dilediklerini seçer ve dilediğini çocuk edinirdi. Bir çocuk edinmemiş olan ise, bunu yapmazdı. Âyette ‘Allah doğurmadı’ denilir. Bu, doğum yoluyla olan çocuktur. Allah’ın öyle bir çocuğu olmadığı gibi kimseyi de çocuk edinmemiştir. Öyleyse çocuk, her iki yönden kendisinden olumsuzlanır. Yahudi ve Hristiyanlar, Allah’ın çocukları olduklarını iddia ederek, bir tür ‘çocuk edinmeyi’ kastetmişlerdir. Çünkü onlar, babalarını tanıyorlardı. Mesih hakkında ise, ‘Allah’ın oğlu’ demişlerdir, çünkü onun babasını bilmiyorlardı ve o bir babadan meydana gelmemişti. Çünkü onlar, meleğin Meryem’e ‘yakışıklı bir adam şeklinde’ gözükmesi hakkında Allah’ın söylediğini bilmiyorlardı. Allah onu bir ruh yaptı, çünkü Cebrâil ruh idi. Öyleyse İsa, iki kişiden oluşmuştu. Cebrâil Meryem’e üfleme esnasında -nitekim ruh da düzenlenmiş bedene üflenir- İsa’yı vermiş, onlar ise, bunun farkına varmamıştı. Onlar, İsa’nın ne bedenini ve ne ruhunu anlamışlardı. İsa’nın sûreti ise, ruhun bedenlenmesi gibiydi. Çünkü o, bir temessülden meydana gelmişti. İsa’nın yaratılışını iyice düşünürsen, akıl sahiplerinin anlayamadığı büyük bir bilgiyi öğrenirsin.

Rahman’ın nefesinden on sekizinci tevhit, ‘Sizin ilâhınız, Allah’tır, O’ndan başka ilâh yoktur, bilgisiyle her şeyi kuşattı’ âyetinde dile getirilen genişlik tevhididir ve hüviyet tevhidinin bir yönüdür. Bu tevhit, ‘genişlik’ derken âlem için olan mekân genişliği anlaşılmasın diye bir tenzih tevhididir. Âlem için genişlik, el-Bâtın, ez-Zâhir isimlerinden ve Rahman’ın nefesi ile sonsuz kelimelerinden kaynaklanır. Şöyle der: ‘Onun genişliği her şeyi bilmesidir. Yoksa bir şey için mekân olması anlamına gelmez. Bu tevhidin sebebi, Cebrâil’in ayak izinden bir tutamı kendisine attığında buzağı hakkında söylediği sözle ilgili olarak Sâmirî’nin hikâyesinde geçer. Buzağı kendisine atılan şeyin mekânı ve zarfı olmuştur. Buzağı böğürünce, Sâmirî şöyle demişti: ‘İşte bu sizin ve Musa’nın ilâhıdır.’ Allah ise ‘Sizin ilâhınız tek ilâhtır.’ buyurdu. Onda bileşiklik yoktur, her şeyi bilgice kuşatmıştır. Yani O, her şeyi bilendir. Böylece Allah, buzağının böğürmesine rağmen Sâmirî’yi yalancı yapmış, onun yalancılığını gösteren deliller ortaya koymuş, İbrahim’in putlar hakkında söylediği sözün bir benzerini söyleyerek ‘Onlara sözle dönmediğini görmezler mi?’ buyurmuştur. Yani, soru sorulunca konuşamaz. Allah ise, konuşmayla nitelenmiştir. Buzağı onlara ne fayda ne zarar verebilir, başka bir ifadeyle ondan yararlanamazlar. Çünkü Allah ‘Onu yakacağız, sonra küllerini savuracağız’ buyurdu. Kendinden bir zararı uzaklaştıramayan bir şey, başkasından nasıl uzaklaştırır ki? Buzağı yakılıp külleri savrulunca, kendisine bir fayda veremedi. Çünkü onu geride bıraksaydı, insanlar hayvandan gerçekleşen zarar ve fayda hakkında kuşkuya kapılırdı.

(Başka bir örnek!) Cebrâil, Dıhye sûretinde gözükmüş ve tanınmamıştı. Bu durumda onun hakkında insan denilmiş, hâlbuki bir melekti. Onu melek olarak tanıyan ise, tanımıştır. Sûreti ise, insandı. Dolayısıyla meleklik özelliği insanlık sûretine (girmesine) etki etmediği gibi tanınmayışı da o sûrete girmesine etki etmemişti. O hâlde şekiller, sürekli sınırlar. İşte işlerin mertebelerini düzenleyen, eşyayı ölçülerine yerleştiren el-Hakim isminin gereği budur

Bu ağaçla Beyt-i makdis ehli insanların en mutlusudur. Nitekim Mehdî ile en mutlu olacak insanlar ise Kûfeliler’dir. Mekkeliler ise, Hazret-i Peygamberle insanların en mutlusudur. Kur’ân ehli ise, Hak ile insanların en mutlusudur. Mutlu insanlar, bu ağaçtan yediklerinde gönüllerindeki kin sökülüp atılır. Yapraklarına şöyle yazılmıştır: ‘Subbûhun kuddûsun Rabbü’l-melaiketi ve’r-rûh (Münezzehtir, mukaddestir, meleklerin ve Ruh’un Rabbidir)!’ Âdemoğullarının amelleri, bu Sidre’ye ulaşır. Bu nedenle de, Sidre-i münteha (bitiş sidre’si) diye isimlendirilir. Hakkın orada büyük ve özel tecellîsi vardır. Bu tecellî bakanı sınırlar, düşüneni hayrete düşürür. Yanında bir oturak vardır ki, Cebrâil’e aittir. Orada gözlerin görmediği, kulağın duymadığı ve kimsenin aklına gelmeyen âyetler vardır. Nitekim Peygamber orayı anlatırken, Allah’ın nurunun orada kendisini kapladığını belirtmişti. Kimse onu niteleyemez. Oraya bakan kimse, şaşkınlığa düşer.

Evin iki kapısı vardır. Her gün yetmiş bin melek oradan girer ve karşısındaki kapıya çıkar, ilk girdikleri kapıdan bir daha girmezler. Melekler oraya doğu kapısından girer. Doğu kapısı, nurların zuhur yeridir ve batı kapısından çıkarlar. Orası, giden nurların gizlenme kapısıdır. Böylelikle nurlar gaybde bulunur ve hiç kimse onların nerede yerleştiğini bilemez. Bu melekleri Allah, her gün hayat nehrinin damlalarından yaratır. Bu damlalar, her gün hayat nehrine bir kez dalması kendisine emredilen Cebrâil’in kanat çırpmasından dökülür. Meleklerin her günkü sayısı kadar, Âdemoğullarının düşünceleri meydana gelir. Mümin olsun veya olmasın, herkese günde yetmiş bin düşünce gelir ve onları Allah ehli bilebilir. Bu melekler, Beyt-i mamur’a girip oradan çıkarken, Allah’ın kalblerin düşüncelerinden yarattığı meleklerle bir araya gelirler. Onlarla karşılaştıklarında ise, kıyamete kadar bağışlanma dilerler. Kalbi Allah’ı zikretmekle ‘mamur’ birinin düşüncesinden yaratılmış melekler, bu makama sahip olmayan bir kalbin düşüncesinden yaratılmış meleklerden ayrışır. Bu düşünce, gerekli veya gereksiz bir konuyla ilgili olabilir. Bütün kalbler, bu evden yaratılmıştır. Dolayısıyla o ev sürekli mamurdur. Düşünceden oluşan her melek, düşüncenin sûretine göre meydana gelir.

Bunlar, meleklerin ilhâmıdır. Allah onlara ‘imân edenleri sabit kılın’ buyurmuştur. Yani onların kalblerine sabit kılma duygusunu ilhâm edin. Sonra, onlara yardım edip şöyle demiştir: ‘Ben inkâr edenlerin kalblerine korku salacağım,’ Allah, onu mücahidlerin gönüllerine ilhâm etsinler diye, bu bilgiyi meleklerine bildirmiştir ve o da vahyin bir yönüdür. Mücahid de, gönlünde bu ilhâmı bulur ve o meleğin ilhâmıdır. İşte su ile meleklerin (yardımı) arasındaki ilişkiye bakınız! Su, meleklerden biri olsa bile, unsur kaynaklı melektir. Unsurdaki kökü ise rükünlerin üzerinde bulunan tabiî hayat nehridir. O, Cebrâil’in kendisine her gün bir kez daldığı nehirdir. Cehennemlikler ise, cehennemden çıkarken şefaat ile oraya dalar. Bu unsur kaynaklı su, hayat nehrinden ibaret olan suyun parçasıdır. Mücahidlerin kalblerine güç veren, onları sabit kılan ve kendilerine ‘inançsızların kalbine korku salacağız’ vahyini ulaştıran melekler ise, yedinci kat gökte bulunan Beyt-i mamur’a giren meleklerdir. Onlar, Cebrâil’in daldığı nehirden çıktıktan sonra üzerinden dökülen ‘hayat nehrinin suyunun damlalarından’ yaratılmıştır. (Su damlalarından yaratılmış olmaları itibarıyla) Bu nedenle söz konusu melekler, mücahidlere metanet vermede ayaklarını sabitleştirmek için indirilmiş suyla beraber zikredilmiştir. Allah, bu hususu meleklerin mertebesinin karşısında suyun mertebesini açıklarken beyan etmiştir ki, bilgisiz kulları bundan habersiz kalmasın! ‘Onları ancak âlimler bilebilir.’ Allah her şeyi sudan canlı yaptı.

Allah Teâlâ peygamberine şöyle buyurmuştur: ‘Geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlasın diye…’ Cebrâil zamanının en yakışıklısı olan Dıhye sûretinde kendisine inmeye devam ederken hâl diliyle kendisine şöyle demiştir: ‘Ey Muhammed! Benimle senin aranda ancak güzellik sûreti vardır.’ Çünkü Cebrâil peygamber ile Allah arasında bulunmaktaydı. Dıhye o kadar güzeldi ki, Medine’ye geldiğinde kadınlar ve erkekler kendisini görmeye çıkar, bir hamile kendisini görse onun sûretinin güzelliğinden karnındaki düşürürdü.

Bu menzilden Hakkın kullarının kalblerine melekleri indirmek sûretiyle indirmiş olduğu bilgiler öğrenilir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Ruhu (vahyi) emrinden dilediği kimseye indirir.’ Başka bir âyette ise, ‘ben’den başka ilâh yoktur (diye bildirmesi için gönderir)’ buyurur. Burada Allah ‘O(’ndan) dememiştir. Böylelikle Allah katından kulların kalblerine ilka eden ruh olur ve kendisine ilka eden Allah’ın emridir. Ruh ise, ‘benden başka ilâh yoktur…, benden korkun’ âyetinin sûreti olur. Bu menzilde de vasıtalar ortadan kalkmıştır, çünkü inzâl edilen vahiy, ruhun kendisidir. İlka eden ise, Allah’tır, başkası değil! Bu ruh, meleğin değil, meleklerin aynıdır. Anla! Böyle bir ruhu melekler tanımaz, çünkü onlarla hemcins değildir. Çünkü taşınmayan bir ruhtur ve nuranî değildir. Melek ise nurdan bir ruhtur. Bize ve peygamberlere ait zevk budur. Meleklere gelirsek, onlar bazen resûllere gönderilen kimseler olabilir. Bu durum, ‘onu ruhu’l-emîn (Cebrâil) indirdi. Senin kalbine. . .’ âyetinde belirtilir. Öyleyse o, elçinin elçisidir.

Melekler, ilâhî emri hitap menzilinden de indirirler. Her iki inme tarzını, Hakkın peygamberine söylemesi için emir verdiğinde, Cebrâil’in Hazret-i Muhammed’e Rabbinden aktararak söylediği hususları içerir. Bu nedenle onu Kur’ân’dan saymıştır. Hâlbuki o, Cebrâil’in aktarması­dır. Vahyi indiren Cebrâil’dir ve bu durum onu vahyi indiren olmaktan ve Allah’tan aktarımı ise Kur’ân olmaktan çıkarmaz. Cebrâil, şehâdet âleminde ‘Allah şöyle demiştir’ şeklinde bir şey aktarsaydı, onu bu tarzda aktarırdı. Bu durum, ‘Rabbinin emriyle ineriz, önümüzde ve ardımızda olanlar O’nundur, Rabbin unutan değildir’ âyetinde belirtilir. Allah, Cebrâil’in Hazret-i Muhammed’e söylediklerini unutmaz. Melekler, yoklukları ve hitapları hâlinde sabit hakikatlerdir. Bu durum, ‘unutan’ sözünde ifade edilir. Böylelikle anlatım, hadislikle nitelenmemiş Allah’ın gerçek varlığından gerçekleşmiş bir durumdur. Sonra bu hakikatler için varlık meydana gelmiş, var olmalarından önce Hakkın bildiği şeyleri kendilerinden Hakka bildirmişlerdir. Onlar ise, Hakkın bildiğini kendiliklerinde varlıkları bulunmadığı için görmüyorlardı. Zührî’nin güvenilir bir râviden aktardığı rivâyet edilir -veya kendinden aktarılır- aktaran şöyle demiştir: ‘Bu hadîsi bilmiyorum ve onun hakkında kesin bir bilgiye sahip değilim. Fakat sen bana göre güvenilir birisin. Bunun üzerine ona kendinden rivâyetle şöyle demiştir: Falan kişi benden aktarmış ve şöyle demiştir: Ben ona benden falanca aktardı dedim ve isnad kesintisizdir. Böylelikle rivâyet yolunda bu meseleye dikkat çekmiştir.

Meryem oğlu İsa’nın yaratılışına gelirsek, kendisiyle su arasında annesi, Havva, Âdem, toprak ve köpük vardır, fakat başka bir yönden O bize benzer ve bunu anlayan azdır. Kuşkusuz ki Allah dikkat çektiğimiz hususa, ‘ona düzgün bir insan olarak göründü âyetinde değinmiştir. Allah (İsa’yı var etmek dileyince, Meryem), kendisinden önce Allah’a sığındıktan sonra Cebrâil’e bakmakla haz kendisine yayılmış, onun kendisine bir çocuk vermek üzere gelen Allah elçisi olduğunu anlamıştır. Meryem çocuğu kabul etmek üzere hazırlanmış ve salt bakmayla cinsî ilişkinin hazzı kendisine yayılmış, su Meryem’den rahme düşmüştür. İsa’nın bedeni ise Meryem’de hazzı meydana getiren üflemeden doğan sudan oluşmuştur. Öyleyse İsa, annesinin suyundandır. Tabiat bilimciler bunu reddederler ve ‘kadın suyundan bir şey meydana gelmez’ derler. Bu görüş doğru değildir. Bize göre insan erkeğin suyundan ve kadının suyundan oluşur. Arzusundan konuşmayan Hazret-i Peygamber’in şöyle dediği sabittir: ‘Erkeğin suyu kadının suyuna baskın gelirse, çocuk erkek, kadının suyu erkeğinkine baskın gelirse çocuk kız doğar.’ Başka bir rivâyette ise üstün gelmek yerine geçerse kelimesi kullanılmış, başka bir rivâyette ise erkek ve kız yerine zamirler kullanılmıştır. Kitabu’n Nikah adlı eserimizde bu konu hakkında şöyle demiştik: Bazen erkek ve kadın suyu indirmede birbirini geçemez ve karışacak şekilde aynı ânda indirebilirler. Bu durumda sulardan birisi ötekine baskın gelmez. İşte böyle bir durum gerçekleştiğinde Allah, erkeklik ve dişiliği kendinde barındıran hünsâyı yaratır. Herhangi bir yöne sapmaksızın her bakımdan eşit olduklarında ise hünsâ kadınlık organından hayız olurken erkeklik organından da meni çıkar. Böyle bir hünsâ kadınla ilişkiye girdiğinde çocuk sahibi olurken aynı zamanda çocuk da doğurabilir. Rivâyete göre, bir adamın yanında birinin annesi ötekinin babası olduğu iki çocuk varmış. Su itidal hâlinden sapmış ve birinin ötekine baskın geleceği bir dereceye ulaşmamış olabilir. Bu durumda hüküm baskın gelmeye sapmış unsura aittir. Bu unsur kadının suyu ise hünsâ hayız görür ve kendisinden meni çıkmaz. Erkeğin suyu üste çıkmaya meyilli ise meni çıkar, hayız görmez. Yaratan ve Alim Allah münezzehtir! Bu canlıdaki berzahların en gariplerinden biridir.

-II-

Fütûhât’tan Cebrâil Aleyhisselâm bahsine devam ediyoruz. Belki en başa koymam gereken bir hususu burada zikredeyim. Bir iktibasta geçen bir kavram veya cümleyi anlamadığımızda -ki bu, makûl bulmamak, olmayacak bir iş gibi görünen bir hâlin zikredilmesi vb biçimlerde olabilir- ileride ve/veya gerisinde bir paragrafta bu konunun açıldığını, aslında hangi mânâya işaret ettiğini, kastedilenin bağlamının verildiğini, böylece hem daha anlaşılabilir ve hem de fikre konu olabilir kılındığını bilerek takibi bırakmayalım. Ben böyle yapıyorum. Bold/koyu yaptığım ve birinci bölümde dediğim gibi ‘gelecekteki ben’e ipucu olarak bıraktığım cümle veya kelimelerin bir kısmı bununla ilgilidir. Ne diyorum? Her zaman olduğu gibi, en iyisi ‘örnek’tir. Meselâ, Cebrâil Aleyhisselâm’dan bahseden bir paragrafta ‘onun altıyüz kanadı olduğu’ndan konu açılıyor. Eh, melektir kanadı da olabilir, de… Biraz sabredersek ileride bir yerde ‘kanat’ın, Cebrâil Aleyhisselâm’a ait ‘kuvve’ler (‘güçler’ olarak tercüme edilmiş, Arabça bilmiyorum ama bağlama baktığımda bunun kuvve olması gerektiğini düşünüyorum.) olduğunu, daha ileride ‘güçlerin’ duygulara ve duyumlara karşılık gelecek biçimde iç ve dış hareket imkânları olabileceğine dair emareleri, daha da ilerleyebilirsek -ve meselâ İBDA okuyucusu isek ve aklımıza gelirse ‘ruhun merkezî fakültesi ahlâk’ ibaresinde geçen ‘fakülte-faculty’nin aslında ‘meleke’ demek olduğunu ve peşinden yine metinde bir başka paragrafta ‘melek’in e’leke kökünden ‘risâlet ve elçilik’ demek olduğunu ve benzeri hususları takib edebiliriz.

Yine benzer biçimde, İbni Arabî, bakırı altuna çeviren bir ‘iksir’den bahsettiğinde hemen ‘olmayacak iş’ muamelesi yapmak yerine, ilerideki paragraflarda, madenler ile insan ruhları ve nefslerinin alâkasını, ruhlaşma ve arınma sürecini, ‘bakırın aslıyla altun ama kendisine bulaşmış bir ‘illet-hastalık’ sebebiyle bakır olduğunu ve hastalığın izâlesiyle bakırın altuna dönüştüğüne’ dair anlatımın kasdını, şahsî fikrim olarak Büyük Doğu’da geçen ‘altun silsile’nin nereye bağlandığına dair bir işareti vb hep görebiliriz.

Böylece Cebrâil Aleyhisselâm bahsine devam, aşağıda! (R.G.)

Allah sana yardım etsin, bilmelisin ki: Semâvî-ulvî ruhlardan birisine -ki melekler diye ifade edilir bu ruhlar- Mele-i a’lâ’dan itaat edilen bir emir gelir. Binaenaleyh melekler yasaklamanın değil emrin muhataplarıdır. Onlar ‘Kendilerine emredilen hususlarda Allah’a asi olmazlar ve emredileni yaparlar.’ Allah Teâlâ ‘İtaatkâr, sonra emin’ ifadesiyle Cebrâil’in onlardan olduğuna dikkat çekmiştir. Ancak emir veren kimseye itaat edilir.

Onlar, Âdemoğulları gibi, cemaate girmezler, çünkü onlar, herhangi bir Âdemî ile aynı sûrette değillerdir. Onlar, sadece Âdemoğullarının şekillerine girebilirler. Cebrâil, Hazret-i Peygamber’e namazı fiiliyle öğretmişti. Bu, Cebrâil’den bir aktarımdır. O bunu, Hazret-i Peygamber’e namazları ve vakitlerini öğretmek ve tarif etmek üzere yapmıştı.

Sonra emir, Beyt-i mamur’a girer; onun gelişiyle sevinir ve her yanında ışıldar parıldar. Yetmiş bin melek gelir. Bunlar her gün o nehre giren ve bir daha geri dönmeyen meleklerdir. Onlar, Allah’ın hayat nehrinin damlalarından yarattığı meleklerdir, çünkü Cebrâil her gün bir kere hayat nehrine dalıp çıkar ve tıpkı bir kuş gibi kanatlarını çırpar. Bu kanat çırpmadan yetmiş bin damla meydana gelir. Allah -insanı rahimde bir sudan yarattığı gibi- her damladan bir melek yaratır. Böylece yetmiş bin damladan yetmiş bin melek yaratır. Onlar, her gün Beyt-i mamur’a girer. Hazret-i Peygamber sahih bir hadîste şöyle demiştir: ‘Her gün yetmiş bin melek Beyt-i mamur’a girer ve bir daha geri dönmez.’ Allah’ın mülkünün ne kadar geniş olduğuna bakınız!

Âlem iki tane olduğu gibi mertebe de iki tanedir. Bununla birlikte, o ikisinin toplamından onların arasında üçüncü bir mertebe daha meydana gelir. Birinci mertebe, gayb mertebesidir ve onun bir âlemi vardır. Bu âleme ‘gayb âlemi’ denir, ikinci mertebe ise duyu ve şehâdet mertebesidir. Onun âlemine ise şehâdet âlemi denilir. Bu âlem gözle algılanırken gayb âlemi basiret, yani kalb gözüyle algılanır. Bunların bileşiminden meydana gelen bir hazret ve âlem daha vardır. Bu hazret, hayâl hazreti iken âlemi de hayâl âlemidir. Hayâl, mânâların duyulur kalıplarında çıkması demektir. Misâl olarak bilginin süt sûretinde gözükmesini, dinde sebat ve direncin kayıt [? Metinde böyle geçiyor ama bir mânâ veremedim. Yanlış olabilir. R.G.] sûretinde gözükmesini, müslümanlığın direk, imânın ip, Cebrâil’in Dıhye ve bedevî sûretinde gözükmesini verebiliriz. Bunun yanı sıra, Cebrâil, Hazret-i Meryem’e yakışıklı bir erkek sûretinde görünmüştür. Siyahlık birleşen kara ve mazinin cisminde ortaya çıkar. Hâlbuki ayrı iken onlardan herhangi birinin niteliği değildi. Bu nedenle hayâl hazreti, hazret ve mertebelerin en genişidir. Çünkü hayâl âlemi, iki âlemi bir araya getirir: gayb ve şehâdet âlemi. Gayb âlemi -hazret- şehâdeti içeremez, çünkü onda bir boşluk yoktur. Şehâdet hazreti de gayb âlemini içermez. Binaenaleyh hayâlin en geniş hazret olduğunu öğrenmiş oldun.

Hazret-i Peygamber’in sözünü ettiği yemek yeme [‘Ben sizin gibi değilim, ben gecelerim ve biri beni doyurur ve içirir.’ hadîsinde bahsedilen yemek… R.G.] hayâl mertebesinde gerçekleşmişti, duyu mertebesinde değildi. Bu nedenle visâl orucu tutması geçerli olmuştur. Cebrâil’in duyuda tanınan bir adam sûretinde ortaya çıktığını gördük. Misâl olarak Dıhye sûretinde görünmesini verebiliriz. Bazen de tanınmayan bir adam sûretinde görünmüştü. Hâlbuki Cebrâil’in gayb âleminde melekler arasında meleklerden başka bir sûrette göründüğü bize aktarılmamıştır. Başka bir ifadeyle Cebrâil, gayb âleminde ve melekler arasında Mikail veya İsrafil sûretinde gözükmemiştir. Bu nedenle Allah (onlardan aktarırken) ‘Her birimizin belli bir makamı vardır.’ buyurdu. İnsanlar arasında başka birinin sûretine girme gücüne sahip kimseleri gördük. Zeyd söz gelişi Amr’ın sûretinde gözükür. Melek ise, gayb âleminde bu özelliğe sahip değildir. İnsan beşer sûretinde ortaya çıktığı gibi, melekler nezdinde de herhangi bir meleğin sûretiyle gözükebilir. Daha garibi de vardır! Bu yol ehlinden bir âşık, bir şeyhin huzuruna girmiş. Şeyh muhabbet ve sevgi hakkında konuşmaya başladığında, oradakiler, âşığın gözle görülecek şekilde erimeye başladığını görmüş. Bunun nedeni, şeyhin huzurunda aşığın sözlerinden etkilenmesiydi. En sonunda âşık suya dönüşmüştü. İnsanlar şeyhin huzuruna girerek, ‘Âşık nerededir, onun çıktığını görmedik?’ dediklerinde, şeyh şöyle demiş: ‘Önümdeki su, o âşıktır.’ Şeyhin önünde hasır üstündeki bir miktar suyu görmüşler. İnsanın kendisinden yaratıldığı aslına nasıl döndüğüne bakınız!

Şu var ki bizimle gayb âlemi arasında fark vardır, şöyle ki: insan ruhânîleşerek gayb âleminde ruhânîler için gözüktüğünde, onlar insanı ruhânîleşmiş bir cisim olarak tanır. Şehâdet âleminde insanlar meleği bedene giren bir ruh olarak gördüklerinde, kendisini tanıyana kadar onun ruh olduğunu bilmezler. Nitekim Cebrâil elbisesi bembeyaz saçları simsiyah bir adam sûretine girdiğinde, Hazret-i Peygamber böyle demişti. Râvi şöyle aktarır: ‘Aramızdan kimse onu tanımamıştı. Sonra gelip peygamberin yanına oturdu. Dizlerini dizlerine dayadı, avuçlarını dizlerinin üzerine koydu. Sonra Hazret-i Peygambere İslâm, imân, ihsan ve kıyamet, kıyametin alâmetlerini sordu. Sorusunu bitirdiğinde ayrılmak üzere kalktı. Ortadan kaybolunca Hazret-i Peygamber sahabesine ‘Bu adam kimdir, biliyor musunuz?’ diye sormuş. Başka bir rivâyette ise ‘Adamı geri döndürün’ demiş. Sahabe kendisini aramış, fakat bulamamış. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber “Cebrâil idi, insanlara dinlerini öğretmek amacıyla gelmişti.’

Allah sana peygamberinin ve kendisinin karşısındaki durumunu bildirmiştir. Allah nuru ve yardımında, seni peygamberinin konumuna yerleştirmiş, sana peygamber karşısındaki hâlinin peygamberin Cebrâil karşısındaki konumuyla bir olduğunu açıklamıştır. Peygamberin kandilinin fitili, Cebrâil’in kandilinden tutuşarak ışık saçmıştır. Kandillerden her birisinin nuru ondandır, hattâ kendiliğinde bir nura sahiptir.

Cebrâil’den vahyi aldıktan sonra peygamberlerin kime dayandıklarına bakın! Acaba Cebrâil’e mi, Allah’a mı dayanırlar? Elbette ki, Allah’a dayanırlar! Bu nedenle ‘Allah’ın peygamberi’ denilmiş, ‘Cebrâil’in peygamberi’ denilmemiştir. Aynı şekilde nebîlikten (bilgi) alan kimse de, aynı nura sahiptir. O da Allah’a basiret üzere davet eder. İşte sayesinde insanları Allah’a davet ettiği bu nur, o kandilden aldığı nur değil, yardım nurunun kendisidir.

Bunu öğrenince, nebîliğin ve resûllüğün olduğu kadar velîlik, imân, küfür ve bütün hâllerin ilâhî bir tahsis olduğunu öğrenirsin. Öte yandan kesbin kendisi de bir tahsistir. Meleklerin bir kazanımı yoktur, onlar, kendi makamlarında yaratılmıştır ve onları aşmazlar. Bu nedenle bilgileri artmış olsa bile, yeni makam kazanmazlar. Fakat onların bilgisi tefekkür veya delilden hareketle meydana gelmez. Çünkü insanın yaratılışı böyle bir bilgi edinmeyi gerektirirken, meleklerin yaratılışı ile ‘kanatlar’ denilen güçleri, böyle bir bilgi edinmeyi gerektirmez. Allah bu durum hakkında ‘Melekleri kanat sahibi olarak üçlü, dörtlü elçiler yapandır’ buyurur. Bir hadîste Cebrâil’in altı yüz kanadı olduğu zikredilir. Öyleyse bu ruhânî kuvvetin -dünyada aşağı veya yukarı uçabilen bir kuş örneğindeki gibi- sahip olduğu makamın üzerinde bir tasarrufu ve tesiri yoktur. Meleklerin kanatları, onları aşağısındaki kimselere indirir, yoksa meleklerin makamlarının üzerine kendilerini çıkartacak bir güçleri yoktur. Öyleyse bu kanatlar, sahibini kendi makamından daha aşağı bir makama indirdiğinde, indiği bu makamdan kendi makamına doğru yükselir ve onu aşmaz. Başka bir ifadeyle meleklere kanatlar, (yükselmek için değil) inmek için verilmiştir. Hâlbuki bir kuşa kanat, yükselmesi için verilir. Kuş inerken tabiatıyla iner, yükselirken kanadıyla yükselir. Melek ise bunun tersi bir durumdadır: inerken kanadıyla iner, yükselirken tabiatıyla yükselir. Meleklerin kanatları makamlarından aşağıda bulunanlara inmek içindir. Kuşun kanadı ise, kendi makamının üzerindeki yere yükselme amacı taşır.

Allah peygamberleri için de kendilerine yükseldikleri miraçlar belirlemiştir. Bunlar, meleklerinden farklıdır. Peygamberlere uyanlar için de, kendilerine yükseldikleri miraçlar belirlemiştir. Onlar, uyanların uyanlarıdır. Çünkü peygamber, meleğe tâbiyken velî peygambere uyar. Bu nedenle peygambere ‘Okurken vahyi sana indirilmezden önce acele etme’ denildi. Peygamber meleğe uyan ve ona kulak veren kimsedir. Biz de, peygamber karşısında bu konumdayız. Melek vahyi peygambere indirip peygamber vahyi aldığında, onu tâbiye aktarır, ilk tâbiler, sahabedir. Böylelikle sahabe Kur’ân’ı peygâmberden alır. Melek yükseldiğinde, özü gereği, yükselir, çünkü bu yükselme asla dönüş demektir. Peygamber yükseldiğinde ise bir burak’a biner ve burak özü gereği onu yükseltir. Peygamber de burak’ın yükselmesi nedeniyle dolaylı olarak ve zorunlu bir hareketle yükselerek yükselişinde taşınır. Peygamberin yükselirken taşınması ise zâtî bir eylemdir. Bu durumda peygamberin yükselmesi, meleğin yükselmesinden ayrışır. Sonra peygamberin yükselmesi burak’ın aşamayacağı bir makama ulaştığında, peygambere refref sarkar. Bu durumda peygamber burak’tan iner ve refref’in üzerine biner ve refref kendisini yükseltir. Hazret-i Peygamber’den Cebrâil ayrıldığında, arkadaşı bunun nedenini kendisine sormuş, Cebrâil ise artık gücünün yetmeyeceğini belirterek, ‘Her birimizin belli bir makamı vardır’ demişti. Hak Cebrâil’in bu makamın üzerine çıkmasını dileseydi, hiç kuşkusuz, peygamber taşındığı gibi o da taşınırdı.

Sonra melek peygambere, yani onun miracına feyiz verir. Peygamber de -ruhaniyeti yönünden- o nur ile boyanır. Bu durum, Hazret-i Peygamber’in ‘Onun (Cebrâil) söylediğini anlarım’ sözünde dile getirilmiştir. Peygamber melekten aldığını meleğin verdiğinden farklı olarak türlere ayrılmış olarak tâbilerine aktarır. Çünkü melek bir kişiye hitap ederken, peygamber ümmetine hitap etmektedir. Ümmetin ise, hâlleri farklı farklıdır. Dolayısıyla peygamber, melekten aldığı vahyi ümmetinin farklılıklarına göre taksim etmelidir. Çünkü vahiy, taksim edilen bir rızıktır. Her velî adına vahiyden ona özgü bir pay ortaya çıkar. Sonra, kendi hâlinin gerektirmediği kısmı o mecliste bulunmayan tâbilere ulaştırmak üzere alır. Kıyamete kadar böyle sürer. Binaenaleyh onlar, tebliğci vârislerdir. Böyle insanlar, özel olarak, hâllerine göre amel ederken hâllerinin gerektirmediği şeyi de tebliğ ederler.

Kur’ân ‘seni rahmet olarak gönderdik’ der. Bunun yanı sıra, rahmetin her şeyi kuşattığını söyler. Rahmet, bir minnet rahmeti ile zorunluluk arasındadır. Rahmet kulların bir kısmını zorunluluk yoluyla kuşatırken bir kısmını ihsan yoluyla kuşatır. Esas olan, ilâhî ihsan ve nimettir. Oluş (âlem) var olmadığı için, hak edeceği bir şey de yoktur. Âlem ihsandan dolayı zuhur edebilir. Aynı şey, sayesinde varlığın rahmeti hak ettiği durum için geçerlidir. O da, ihsandan olabilir. Kur’ân kendi menzilinden indiğinde -ki O’nun sözüdür ve söz bölünebilse de O’nun sözü tek bir nisbete sahiptir-, onu kendisi indirmiştir. Nisbetlerdeki itidal onda bulunur. Kur’ân, okuyan herkes için sürekli yenilenir. Dolayısıyla Kur’ân’ın inişi, itidalde kendisine denk olanı kabul eder. Kur’ân’ın ineceği kimsede itidal hâli, arzudan soyutlanmış olmaktır ve bu nedenle peygamber için ‘O arzusundan konuşmaz’ denilmiş, başka peygamber ve halifeler de arzuya uymaktan alıkonmuştur. Bu nedenle mertebe itibarıyla -haber verdiği kimse gibi- arzudan konuşmayan derecesine inmiştir. Her okuyan, ruhunun tabiatıyla meşgul olması nedeniyle, onu hissedemez ve bu durumda tabiat perdesinin ardından ona iner ve ona haz vermez. Bu durum bir grup hakkında Hazret-i Peygamber’in dediği ‘Kur’ân’ı okurlar da okudukları boğazlarını geçmez’ hadîsinde belirtilir. Böyle bir durumda Kur’ân, kalblere değil, dillere indirilen Kur’ân’dır. Zevk hakkında ise, ‘Ruh-ı emîn (Cebrâil) onu senin kalbine indirdi’ denilir. Bu, üzerine indirilmiş olmasından bir haz duyulan şeydir. Bu hazzın her hazdan daha üstün olan kadri takdir edilemez. Bu hazzı bulan insan, okunan yeni Kur’ân’ın indiği kimsedir. İki inişi ayıran özellik şudur: Kur’ân kalbe inerse, anlayış getirir. Bu durumda insan okuduğunu bilir, kendi dilinde olmasa bile, okunan sözlerin anlamını bilir. Bununla birlikte Kur’ân’ın dışında o sözlerin anlamını bilemez, çünkü onlar, kendi dilinde değildir. Hâlbuki okurken Kur’ân kalbine inenlerden ise, okurken sözlerin anlamını bilir. Kur’ân’ın makamı ve mertebesi zikrettiğimiz gibi olunca, her varlık onda dilediğini bulabilmiştir. Bu nedenle Şeyh Ebu Medyen şöyle derdi: ‘Mürid Kur’ân’da dilediği her şeyi bulmadan, mürit olamaz.’ Bu genelliğe sahip olmayan bir söz de, Kur’ân değildir.

Kastedilen, ‘Rahman Kur’ân’ı(a) öğretti’ âyetidir. Kur’ân kelimesi burada mansup gelmiş (Kur’ân’a öğretti), sonra şöyle demiştir: ‘İnsanı yarattı ve ona beyanı öğretti.’ Kur’ân insana indirilmiştir ki, Allah’ın kendisine öğrettiği beyanı ifade edebilsin. Bu beyanı ancak insan kabul edebilir. Kur’ân’a ayırt etme bilgisi verilmiştir ve âlemde indiği kimsenin yerini bilir. Böylelikle Kur’ân, Hazret-i Muhammed’in kalbine inmiş -ki onu Cebrâil indirdi-, kıyamete kadar ümmetindeki insanların kalblerine inmeye devam eder. Kur’ân’ın kalblere inmesi yenidir, eskimez. Bu yönüyle Kur’ân, sürekli bir vahiydir. Peygamber ise bu konuda öncelik sahibidir ve insanların kulaklarına ulaştırma görevi onundur. Kur’ân’ın kalbine indiği ilk kimse de peygamberdir. Kur’ân insan ile Hak arasında bir berzah hâline gelmiş, peygamberin dilinde daha önce ortaya çıkmadığı bir sûrette ortaya çıkmıştır.

Bedenin nefs üzerindeki bu hakkı, annelik hakkından kaynaklanır. Nefislerin bir kısmı iyi ‘çocuktur’ ve ebeveyninin sözünü dinler, onlara itaat eder. Allah’ı razı etmek ebeveyni razı etmekten geçer. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bana şükret diye…’ Kastedilen, özel yöndür, ‘ve anne babana şükret…’ Bu ise sebeplilik yolunu dikkate almak demektir. Nefislerin bir kısmı âsidir; bunlar söz dinlemez ve itaat etmezler. Beden nefse sürekli iyilik yapmasını emreder ve bu nedenle kıyamet günü insanın derileri ve diğer organları nefsin aleyhine şahitlik eder. Çünkü bu ‘çocuk (nefs)’ onları zorlamış ve arzusuna göre yönlendirmiştir. Allah Teâlâ bileşik rahmeti belli parçalara taksim etmiş, ondan altı yüz parçayı Cebrâil’e vermiştir. Cennetliklere bunlar vasıtasıyla merhamet eder.

Denklik benzerliktir. Kadın ise hiçbir zaman erkeğe denk olmaz. Çünkü ‘Erkeklerin kadınlar üzerinde bir derecesi vardır’ buyurur. Dolayısıyla kadın erkeğe denk değildir. Çünkü münfail, faile denk değildir. Âlem Allah’ın münfailidir, dolayısıyla Allah’a denk değildir. Havva Âdem’in münfailidir. Âdem ise Havva’da faildir ve ‘bu yönden’ ona denk değildir. Allah Teâlâ ‘Erkeklerin kadınlar üzerinde bir derecesi vardır’ buyurmuş, Havva Âdem’in münfaili olduğu gibi erkek de kadının münfaili olmasın diye Hazret-i İsa’yı Meryem’in münfaili yapmamıştır. ‘Ona gözüktü.’ Yani Cebrâil veya melek. ‘Yakışıklı bir erkek olarak…’ Sonra ona şöyle dedi: ‘Sana Rabbinden bir elçiyim, temiz bir çocuk vermek üzere geldim.’ Melek Meryem’e İsa’yı vermiş, Hazret-i İsa bir erkek sûretinde görünen meleğin münfaili olmuş, babasının sûretinde erkek bir insan ve ruh olarak ortaya çıkmış, melek olan babasının sahip olduğu iki sûreti kendinde birleştirmiştir. Babası kendisi bakımından bir ruh, fakat beşer sûretinde gözükmesi yönüyle beşerdi.

Öyleyse imam, halifedir ve melekler ona secde etmiştir. İmam ise Allah’a secde eder ve imamın kıblesi Allah Teâlâ’dır; imam ise meleklerin kıblesidir. Cebrâil’in Hazret-i Peygamber’e imam olması, ona namazı öğretme amacından kaynaklanmış, böylelikle mertebe bakımından -yer ve mekân bakımından değil- Peygamber’e namaz kıldırmıştı. Çünkü Hazret-i Peygamber ile Cebrâil yalnız başlarına namaz kılmış, Cebrâil, Peygamber’in önüne geçmemiş, vakitleri ve özellikleriyle birlikte en yetkin şekilde namazın sayılarını ona öğretmiş, sonra da cemaatte bulunduğunda mekân bakımından öne geçmesini söylemiştir. Bazı insanlar, Hazret-i Peygamber’in mekân bakımından Cebrâil’in de önüne geçtiğini söylemişlerdir ki böyle bir şey ancak Allah’ın Peygamber’in gözünden perdeyi kaldırması hâlinde olabilir. Bu durumda Peygamber melekleri ve cemaati görür, Cebrâil’in ardında saf tuttuklarını müşahede eder; perde varken göremez. Bu nedenle Peygamber yalnız bir adama namaz kıldırırken onu sağında bir safta durdurmuştur. Çünkü söz konusu şahıs melekleri görmemiş, imam da cemaatin hükmünü dikkate almıştı.

Cisimler âleminden bu menzile ait olan, feleklerden güneş feleğidir. Üzerinde yedi tane vardır. Üç gök, menzil feleği, burçlar feleği olan atlas feleği, kürsü, ihata eden Arş -ki cisimler âleminin sonudur- ona aittir. Altında da yedi tane vardır. Üç gök, esir küresi, sonra hava, su ve toprak gelir. Bunların feleği kat etmesiyle de senenin dört mevsimi ortaya çıkar. Bu sayının dört olmasının nedeni (daha önce) zikrettiğimiz dörtlemedir. Çünkü Atlas feleğindeki belirlenimlerden ibaret olan burçlar, dörtlüdür. Allah onları dört mertebede belirlemiştir. Bunlar, ilâhî dördün hükmü ve tabiî dört nedeniyle, ateş, hava, toprak ve sudur. Her mevsimin üç hükmü vardır. İki hüküm iki uca, birisi ortaya aittir. Her hareket, dakika, saniye ve salise -ki sonsuza kadar gider- onların arasında hükümler vardır. İkinci göğün yıldızı bizim yönümüzden karışıktır. O kâtiptir. Bu nedenle iki âlemden bileşik olan Hazret-i İsa ona yerleştirildi. Çünkü Hazret-i İsa bir melek ile beşerden meydana gelmiştir. Bunlar Cebrâil ile Meryem’dir. Hazret-i İsa bir ruhtan ruh ve beşerden beşerdi. Allah Teâlâ aynı şeyi bu türden başka birisine yapmadı. Nitekim ‘cevâri hunnes’ten başka birisini de Kâtip sûretinde yapmamıştır ve bu nedenle kâtip burada altıncıdır. Bu sayede ‘Beş kişi yoktur ki, O, altıncı(sı) olmasın’ âyetinin üstünlüğü ortaya çıkar. O, bizim cihetimizden İkincidir.

Öyleyse varlıkta ancak çekilmiş perdeler ve bu perdelere yönelmiş algı ve idrakler vardır! Bu perdelerin algılayan göz sahiplerinde etkisi vardır.  Perdelerin en büyükleri iki perdedir: Birincisi mânevî perdedir ki, o bilgisizliktir; diğeri ise duyusal perdedir. Bu perde kendinde bulunduğun hâldir. Büyük-mânevî perdeye gelirsek, Hazret-i Peygamber kuş yuvasının bulunduğu bir ağaca götürülmüş, kuş yuvalarından birisine Cebrâil, ötekine Hazret-i Peygamber oturmuştu. Yakın semaya ulaştıklarında, refref’e benzeyen inci ve yakuttan bir şey sarkmış. O, Hakkın tecellisinin bir türüydü. Hazret-i Peygamber şöyle demiş: ‘Cebrâil sarkan şeyin mahiyetini bildiği için bayılmıştı.’ Hazret-i Peygamber ise onun mahiyetini bilmediği için ayık kalmış, gördüğü şeyin otoritesi üzerinde gözükmemişti. Cebrâil ayıldığında onun Hak olduğunu söyleyince, Hazret-i Peygamber şöyle demiş: ‘Bu esnada Cebrâil’in bilgide benden üstün olduğunu anladım.’ Öyleyse bilgi, Cebrâil’i bayıltmış, bilginin olmayışı Hazret-i Peygamber’i bulunduğu hâl üzere ayık bırakmıştır. Hâlbuki iki şahıs da aynı şeyi görmüştü. İşte mânevî perdelerin en büyüğü bu bilgisizliktir. Senin kendine bir perde olmana gelirsek, bu perde, maddî perdelerin en kesifidir.

Dişilerin erkeklere katılması bu menzilden öğrenilir. Bu katılma, münfaili olması yönüyle münfailin etkene katılmasıdır. Öyle ki, iş kendisinden başka bir münfailin meydana gelmediği başka bir münfaile varır. Başka bir yönden iş hiçbir münfaili olmayan faile ulaşır. O ise Haktır. Yönlerin tek hakikatte farklılaşması bu menzilden öğrenilir. Eserlerin ve onların kendilerini bilene verdikleri bilgiler, bu menzilden öğrenilir. Buradan Sâmirî Cebrâil’in ayak izinden bir tutam almıştır; eserlerin ve izlerin etkisini bilmeseydi bunu yapmazdı. Bir şeyi aramak üzere, izi takip edenler bu konuyla ilgilidir. Mutluların bedbahtların ayakları karşısındaki durumu buradan bilinir. Bu bilgi sahibi toprakta onların izlerini gördüğünde, bunu ayırt eder, şahıslarını görmese bile ayak izlerini gördüğünde gördüğüyle onlar hakkında hüküm verir.

Allah seni kendinden bir ruh ile desteklesin bilmelisin ki, Allah Teâlâ İblis’e şöyle der: ‘İki elimle yarattığıma secde etmekten alıkoyan nedir’ Allah’ın insanı iki elle yaratması, Âdem’e yönelik bir tahsis ve teşrif amacı taşır. ‘Kendi nazarında büyüklendin mi?’ Vakıa, büyüklenmişti, çünkü Allah onun büyüklük duygusuna kapıldığını bildirmiştir. Allah Teâlâ yüce kitabında bize İblis’in şöyle dediğini bildirir: ‘İblis dedi ki, ben ondan daha hayırlıyım, beni ateşten onu topraktan yarattın.’ ‘Secde et’ denildiğinde, ‘Topraktan yarattığın bir şeye mi secde edelim’ demiştir. İşte ‘kendi nazarında’ demenin anlamı budur. ‘Yoksa sen ulvîlerden [Alun? R.G.] mi oldun.’ Yani gerçekte onlardan mı oldun. Yani gerçekte ondan daha mı hayırlısın. Burada İblis’in bilgisizliği ortaya çıkar. ‘Ulvîler’ sözüyle Allah’ın heybetinde kendilerinden geçmiş yüce melekler kastedilmiş olabilir. Söz konusu melekler, secde emri altına girmeyenlerdir. Daha doğrusu onlar, melek değil ruhlardır. Çünkü melekler, Cebrâil vb. gibi, bu ruhlardan olan elçilerden ibarettir. Zaten (melek kelimesinin kökü olan) ‘e’leke’ Arapçada risâlet ve elçilik demektir. Melekler bilhassa bu ruhlardan olan elçilerdir. Öyleyse bütün melekler secde etmiştir, çünkü melekler haklarında Allah’ın ‘Âdem’e secde edin’ dediği kimselerdir. Hâlbuki Allah’ın celâlinde ve heybetinde kendilerinden geçmiş olan ruhlar arasında secde emri alan kimse yoktu. Allah Teâlâ sadece meleklere hitap ettiğini zikrederek bu nedenle şöyle demiştir: ‘Bütün melekler secde etti, İblis etmedi.’ Burada İblis’i -muttasıl değil- münkati istisnayla zikretmiştir. Allah’ın celâlinden kendilerinden geçmiş melekler ise Allah’ın Âdem’i yaratmış olmasından haberdar olmadıkları gibi başka bir şey hakkında da bilgileri yoktur. Onlar sadece Allah ile ilgilidirler. Allah Teâlâ İblis’e şöyle der: ‘Yoksa sen yücelerden mi oldun?’ Yani zikrettiğimiz ve kendilerine secde emredilmemiş bu ruhlardan mı oldun. Dilde secde yere kapanmak demektir. Çünkü Âdem topraktan yaratılmıştır. Toprak ise unsurların en aşağısıdır ve ondan daha aşağıda bir şey yoktur. Buradan dairenin merkez noktasının çevresinden üstünlüğü ortaya çıkar. Çünkü nokta çevrenin varlık ilkesidir. Ulvî ruhlara secde emredilmemiştir, çünkü onları Allah bize bildirmemiştir. Allah Teâlâ bize İblis’in secde emrine direndiğini söylememiş olsaydı, ona secde etmenin emredildiğini bilemezdik. Binaenaleyh insanın Allah’ın iki eliyle yaratılmış olmasının yegâne nedeni, onun diğer varlıklardan üstünlüğünü bildirmek ve Allah katındaki yerini göstermektir

Bütün bunların dayanağı ve aslı, görünmeyen (bir ilâha) ibadet etmemektir. Çünkü insan asıl itibarıyla böyle bir alışkanlık edinmemiştir. Bu nedenle Cebrâil (a.s.) Hazret-i Peygamber’e ve sahabesine kendiliğinde gerçeği öğretmek üzere bedevî kılığında gelmiştir. Gittikten sonra Hazret-i Peygamber sahabesine ‘Bu adamın kim olduğunu biliyor muşunuz?’ diye sormuş. Başka bir rivâyette ise şöyle demiş: ‘Onu geri döndürün.’ Aramışlar, fakat bulamayınca Hazret-i Peygamber şöyle demiştir: ‘O, Cebrâil’di, insanlara dinlerini öğretmek üzere gelmişti.’ Cebrâil’in sorduğu sorulardan birisi ‘ihsan nedir?’ şeklindeydi. Hazret-i Peygamber bu soruya cevap olarak şöyle demiş: ‘Allah’a O’nu görür gibi ibadet etmendir.’ Çünkü Hazret-i Peygamber biliyordu ki, görmeden ibadet etmek, nefse ağır gelir. Sonra sözünü tamamlayarak şöyle demiş: ‘Sen Allah’ı görmesen bile, O seni görmektedir.’ Yani Allah’ın seni gördüğünü aklında tutmalısın! Bu, perde ardından müşahede ve görmenin başka bir türüdür: Bilirsin ki ibadet ettiğin varlık O’nu görmediğin yönden seni görüyor ve duyuyor!

Nefislerin niçin malı sevmek, bilhassa altunu sevmek özelliğinde yaratıldığı bu menzilden [‘İki Sırrın Menzilinin ve İlâhî Gayretin Bilinmesi; O iki sırrı bilen, dünyada ve ahirette rahata erer.’ menzilinden bahsedilmektedir. R.G.] öğrenilir. Acaba bunun nedeni altunun madenlere ait kemâl derecesini elde etmiş olması mıdır? Böyle olursa iki kâmil arasında münasebet ve karşılıklı ilişki gerçekleşmiş demektir. Yoksa bunun nedeni altunun insanların ihtiyaçlarını karşılama özelliğine sahip olması mıdır? Bu durumda insanlar -onun vasıtasıyla amaçlarına ulaşmaları nedeniyle- altuna muhtaçtır. Hazret-i İsa şöyle der: ‘İnsanın kalbi malının bulunduğu yerdedir. Mallarınız gökte olsun ki, kalbleriniz gökte bulunsun.’ Öyleyse kim malını saklarsa, hiç kuşkusuz, tabiatının arzında kalbini gömmüş demektir. Böyle biri ‘ilâhî ruh’ demek olan babasını görmekten asla haz duyamaz. Böyle biri annesinin oğlu olabilir. Babası olsa bile, tıpkı annesine nisbet edilen Hazret-i İsa gibi, babasına nisbet edilemez. Hazret-i İsa annesine nisbet edilmişti, hâlbuki onu Meryem’e veren kendisine yakışıklı bir insan sûretinde gözüküp ona bilgi veren Cebrâil’di. Bununla birlikte Hazret-i İsa cisimsel parçaya nisbet edilmişti. Hâlbuki o Ruh-ı emîn’in hibelerinden birisi olarak ölüleri diriltirdi.

Öyleyse Mehdî Peygamber’e tâbidir ve Peygamber davetinde yanılmadığı gibi tâbileri de yanılmaz. Çünkü tâbileri onun izini takip ederler. Nitekim Hazret-i Peygamber’in Mehdî’yi nitelerken ‘İzimi takip eder ve yanılmaz’ dediği aktarılmıştır. Bu, Allah’a çağırmadaki masumiyettir ve velîlerin büyük kısmı ve hattâ hepsi bu makama ulaşır. Göz keskinliğinin bir hükmü de sahibinin nûrânî ve ateş kaynaklı ruhları idrak edebilmesidir. Bu esnada ruhların bir iradesi olmadığı gibi sûrete girmeleri veya zuhur etmeleri de söz konusu olmayabilir. Misâl olarak İbn Abbas ve Hazret-i Aişe’nin Cebrâil’i görmelerini verebiliriz. O esnada Cebrâil, bu konuda bir bilgisi yahut onlara görünme iradesi yokken, Hazret-i Peygamber ile konuşmaktaydı. Hazret-i Aişe ve İbn Abbas bu durumu Peygamber’e bildirmiş, fakat onun Cebrâil olduğunu bilmiyorlardı. Hazret-i Peygamber Hazret-i Aişe’ye İbn Abbas’a ayrı ayrı ‘Sen onu gördün mü?’ diye sormuş, her ikisi de ‘evet’ diye cevap verince ‘İşte o Cebrâil idi’ demiştir. Aynı şekilde böyle bir göze sahip insanlar, perdelenmek ve görünmemek istediklerinde, gayb adamlarını da idrak ederler. Binaenaleyh böyle bir hâl sahibi onları görür.

İmam bu durumu bildiğinde, verdiği hükümlerde kuşku bulunmaz. Mânâ ve mahsuslarda (duyulurlar) olmak üzere, âleme konulan ölçü budur. Akıllı insan, her iki âlemde, hattâ tasarrufta bulunduğu her şeyde bir teraziyle tasarruf eder. İndirilmiş vahiyle hüküm veren peygamber vb. kimseler ise, birbirine girmenin dışında kalmazlar, çünkü Allah onları kendilerine aktardığı kulları hakkındaki hükmünün mahalli yaparak şöyle buyurdu: ‘Cebrâil onu indirir.’ Başka bir âyette ‘Melekler emrinden bir ruh ile kullarından diledikleri üzerine iner’ buyurur. Âlemde peygamberden ortaya çıkan her hüküm -naslar hakkındaki veya kıyasla hüküm verenlerde değil- mânevî bir nikâh ile ortaya çıkar. Öyleyse İmam, Hakkın indirdiği vahiyle meydana gelen hükümle kıyas yoluyla ortaya çıkanı ayırt etmelidir.

Allah Teâlâ kulu Hazret-i Muhammed’e âyetlerinden dilediklerini göstermek isteyince, Cebrâil’i ona gönderdi. Ruhu’l-emîn Cebrâil, ‘burak’ denilen bir hayvanla Peygamber’e gelmiştir. Burak’ın getirilmesiyle Allah sebepleri ispatlamış ve güçlendirmiştir ki, sebepler hakkındaki bilgiyi zevk yoluyla Peygamber’e göstersin! Nitekim Allah âleme yerleştirdiği sebeplerin sabit olduğunu bize öğretmek üzere melekler için kanatlar yaratmıştır. Burak, berzahî (ara âlem) bir hayvandır, çünkü o, iki farklı cinsten doğan katırdan küçük ve bir cinsten doğan eşekten daha büyük bir hayvandır. Burak iki farklı cinsten doğan ile bir cinsten doğanın özelliğini kendinde birleştirmiştir. Bunun nedenini sadece halk ve emir âleminin Allah’tan niçin sudûr ettiğini bilen Allah ehli bilir. Bu hikmet, tabiî cisimlerin ve üzerindeki cisimlerin sudûrunda da bulunur. Hazret-i Peygamber ona binmiş, Cebrâil de onu almıştır. Burak, peygamberler için yolculuk atı gibiydi ve Cebrâil onu peygamberlere getirir. Böylece zâhirde ve bâtında Allah’a ancak -başkasına ait bir şey üzerinde değil- kendinden olan bir vasıta üzerinde yükselebileceğine dikkat çekmiştir. Bu durum, işlerin bağlamlarını bilmeyen için bir uyarı ve teşriftir. Bununla birlikte söylediğimiz üzere gerçekte öğretme amacı taşır.

Hazret-i Peygamber Beyt-i makdis’e gelmiş, burak’tan inerek -ki bütün bunlar sebepleri gösterme amacı taşır– onu nebîlerin daha önce kendisini bağladığı halkayla bağlamış; çünkü Allah, her peygamberi burak’a bindirerek yolculuk yaptırtmıştır. Hazret-i Peygamber onu bu halkaya bağladı, bunun nedeni böyle emir almış olmasıydı. Halkanın aşağısında bağlaması emredilmiş olsaydı, o emre uyardı. Fakat Allah’ın ‘canlı/dabbe’ diye isimlendirdiği varlıkta âdetinin hükmünü baki kılmak üzere, onu bundan alıkoymuştur. Bakınız! Hazret-i Peygamber burak’ı ‘güneş’ diye isimlendirdi. Bu, binilen hayvanların özelliklerinden biridir ve o aynı zamanda burnuyla Mekke’ye giden kafiledeki arkadaşının kendisiyle abdest aldığı bardağı değiştirmişti. Böylece burak’ı bilme özelliğiyle de nitelemiştir. Bu özellik bardağın değiştirilmesini gerektirmiştir. Hazret-i Peygamber namaz kılarken, Cebrâil burak ile yanına gelerek Peygamber’i bindirmiş, yanında Cebrâil var iken burak kanatlanmış, havayı yararak geçmiş, susamış ve bir şey içmek ihtiyacı hissetmişti. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber’e Cebrâil iki kap uzatmış: Birincide süt, diğerinde şarap vardı. Bu durum şarabın haram kılınmasından önceydi. Hazret-i Peygamber sütü tercih etmiş. Bunun üzerine Cebrâil ‘Fıtratı seçtin ve Allah da senin vasıtanla ümmetine doğruluğu gösterir’ demiş. Hazret-i Peygamber de rüyasında gördüğü sütü bilgi şeklinde tevil etmiştir. İmam Buharî es-Sahih’inde Hazret-i Peygamber’in şöyle buyurduğunu aktarır: ‘Rüyamda bana bir süt bardağı verildiğini gördüm. Tırnaklarımdan taştığını görene kadar, ondan içtim, kalanını Ömer’e verdim.’ Sahabe ‘Ey Allah’ın peygamberi onu nasıl tevil ettin?’ diye sorduklarında, şöyle buyurdu: ‘Bilgidir.’ Yakın göğe ulaştığında, Cebrâil kapıyı açmak istedi. Bekçi ‘Kim o?’ diye sorunca ‘Cebrâil’ diye cevap verdi. Bekçi melek bu kez ‘Yanında kim var?’ diye sordu. Cebrâil ‘Muhammed (s.a.v.) vardır.’ dedi. Bekçi melek ‘Ona peygamberlik görevi verilmiş midir?’ diye sordu. Cebrâil ‘Evet’ diye cevap verince, (Hazret-i Peygamber’in anlatımıyla) ‘Bunun üzerine içeri girdik. Karşımızda Âdem vardı. Sağında oğullarından cennetlik mutluların bir kısmı, solunda cehennemi dolduracak evlatlarından bedbaht bir grup bulunmaktaydı. Hazret-i Peygamber kendisini Âdem’in sağındaki mutlular arasında görerek Allah’a şükretmiş, insanın aynı şahıs iken bir ânda iki yerde nasıl bulunduğunu anlamıştı. Diğer yerdeki sûret kendisi için âdeta aynadaki sûret gibiydi. Oradaki sûretler ise aynada ve aynalarda görülen suretler gibiydi.

Cebrâil Hazret-i Peygamber’e Âdemoğullarının amellerinin bu Sidre’ye ulaştığını, onun ruhların yerleşim yeri olduğunu bildirmiştir. Sidre, üzerindeki şeylerin kendisine kadar indiği son yer iken aşağısındaki şeylerin yükselişinin bitim yeridir. Cebrâil’in makamı ve oturağı oradadır. Hazret-i Peygamber burak’tan inmiş ve bu kez kendisine refref getirilmiştir. Refref bildiğimiz oturağa benzer. Hazret-i Peygamber üzerine oturmuş, Cebrâil kendisini refref’i indiren meleğe teslim etmişti. Hazret-i Peygamber artık kendisine âşina olduğu için eşlik etmesini Cebrâil’den isteyince şöyle demiş: ‘Bir adım daha atarsam yanarım, içimizden her birinin belli bir makamı vardır. Allah’ın seni yolculuğa çıkartmasının yegâne nedeni, sana âyetlerini gösterme iradesidir. Gafil kalmayasın!’ Bunun üzerine Hazret-i Peygamber Cebrâil’e veda etmiş, o melekle birlikte refref’in üzerine binerek ayrılmışlar.

[Allah Resûlü’nün Miracı kendi anlatmasıyla devam ediyor. R.G.] Bana dua etmesinin ardından Âdem’in yanından ayrıldım. İkinci gökte Hazret-i İsa’ya konuk oldum. Yanında halasının oğlu Yahya’yı buldum. Onun hayatı hayvanî hayattı. Halasının oğlu olsaydı ruh olacaktı. [Tercümeden kaynaklanan bir bağlam sorunu mu var, yoksa aynıyla almak mı gerekir, Yahya halasının oğlu ise, ‘halasının oğlu olsaydı’ denmesi nasıl olacak? R.G.] Hayvanî hayat ruhun ayrılmaz özelliği olunca, Allah’ın ruhu Hazret-i İsa’nın nezdinde var oldu. Çünkü ruh canlıdır ve her canlı ruhtur. O ikisine selâm verdim ve Hazret-i İsa’ya dedim ki: ‘Hangi özelliğinde bizden üstün oldun ki, Allah seni kendisine izafeyle ‘ruh’ diye isimlendirdi.’ Şöyle dedi: ‘Beni anneme ihsan edeni duymadın mı?’ Bunun üzerine söylediğini anladım. Bana dedi ki: ‘Bu ayrıcalık olmasaydı, ölüleri diriltemezdim.’ Ben de kendisine dedim ki: ‘Ölüleri diriltenleri gördük, fakat onların yapısı seninki gibi değildi.’ Şöyle dedi: ‘Ölüleri dirilten kimse bana vâris olduğu ölçüde onları diriltebilir. Ben bana ölüleri diriltme gücü verenin makamını alamadığım gibi vârisim de bu hususta benim makamıma ulaşamaz. Bu özelliği bana veren Cebrâil bir yere temas ettiğinde, temas nedeniyle yer canlanır. Ben ise öyle değilim, benim payım sûretleri özel bir şekilde temas ederek ayağa kaldırmaktır. Tüm Ruh (Ruhu’l-Kül) o sûretlere ruh verme işini üstlenir. Bana bu gücü ihsan eden Ruh ise temasın izhar ettiği sûrete hayat verir. Bunu bilmelisin.’

Yüzümü Yahya’ya çevirip şöyle dedim: ‘Allah kendisini kıyamette getirdiğinde, senin ölümü kurban edeceğini bana bildirildi. Ölüm cennet ile ateş arasına yerleştirilir ki, orada bulunanlar kendisini görsün. Böylece ölümün parlak bir koç sûretinde olduğunu anlarlar.’ O da ‘Evet’ dedi ve ekledi: ‘Bana tahsis edilen bir özelliktir bu. Ben Yahya’yım ve benim zıddım olan ölüm benimle birlikte olamaz. Orası hayat diyarıdır. Dolayısıyla ölümün kalkması gerekir. Ölümü ise benden başkası ortadan kaldıramaz.’ Ben de şöyle dedim: ‘Benim dikkatimi çektiğin hususta doğru söyledin. Peki, âlemde pek çok Yahya vardır?’ Şöyle cevap verdi: ‘Yahya’ denilen bu isimde öncelik mertebesi geçmiş veya gelecek insanlar arasında benimdir. Herkes benden dolayı Yahya’dır. Allah Teâlâ benden önce kimseye böyle bir ad vermedi. Öyleyse her Yahya bana tâbidir ve benim zuhurumla birlikte onların bir hükmü kalmaz.’ Böylece daha önce bilmediğim bir şeye dikkatimi çekmiş oldu. Şöyle dedim: ‘Allah sana bana olan iyiliğin nedeniyle iyilikler versin.’

Hazret-i Peygamber Cebrâil’e Allah’ın kullarına öğretmek bağlamında şöyle der: ‘Sanki O’nu görür gibi Allah’a ibadet et.’ Burada hayâlde görülecek şekilde Allah’ı tasavvuru emreder. Allah kullara tenzihi yasaklamadığı gibi tahayyülü de yasaklamamıştır. Onlara sadece tahayyülün duyulur olmasını yasaklamıştır. Bununla birlikte hayâlin hakikatinin beden veya sûreti olmayan şeyleri sûrete sokmak olduğunu bilir çünkü hayâl böyle idrak edebilir. Hayâl makûl, yani akledilir olan ile mahsus, yani duyulur olan arasında sınırlı bir duyudur. Hak bütün bunları her şeyi kuşatan rahmeti nedeniyle ortaya koymuştur. Öyle ki Allah cezalandırılana rahmet ettiğinde, yaratıkları bu ilâhî rahmetin dünya hayatında ve yükümlülük diyarında bildirilmiş rahmet olduğunu anlarlar ve bilenler de kendisini inkâr etmezler.

Allah’ın kullarının kalblerine yönelik vahyinde her ümmette şeriat yaptığı hususlarda iki yolu vardır: Birincisi Ruhu’l-emîni -ki Cebrâil diye isimlendirilir- veya meleklerden birisini bir kuluna göndermesidir. Gelen vahiy nedeniyle peygamber ve nebî diye isimlendirilen böyle bir insana ve Rabbinden gelen vahye imân zorunludur, ikinci yol ise devrin akıllı insanının eliyle ilham etmesidir. Allah böyle bir insanın nefsine ilham verir ve ilâhî-mukaddes ruh onun rav’ına –peygamberlerin gelmediği ve yolun bilinmediği fetret döneminde– ilham aktarır. Böylece Allah can güvenliğinin sağlanması, malların, ırzların korunmasıyla ilgili toplum menfaatlerinin bulunduğu hususları ona ilham yoluyla bildirir. (Mal ve can güvenliği olmayışının nedeni) Allah’ın hayvanî nefislere gayret ve mücadele özelliği vermiş olmasıdır. Allah onlara kendisini takip ettiklerinde maslahatlarına ulaşacakları bir yolu hazırlar ve canları, malları ve ırzları hakkında güvende olurlar. Bu bağlamda Allah onlar için sınırlar ve cezalar belirler; onları korkutur, sakındırır, umutlandırır, kendilerine verdiği emirlere itaat etmelerini ve sakındırdığı işlere boyun eğmelerini, kendisine karşı gelmemelerini emreder. Onlar için öldürme, dövme ve maddî cezalar gibi engelleyici cezalar belirler ve bunlarla bozulmaya ve parçalanmaya yol açacak hususları ortadan kaldırmayı hedefleyerek hükmün yaygınlaşması ve nizamın sağlanmasını teşvik eder. Allah Teâlâ fetret döneminde yaşayan insanları bu yola uymaları hâlinde ödüllendirir. İçlerinde bir peygamberin bulunduğu veya peygamberin hitabının altında yükümlü olan ümmete gelirsek, onlara böyle akılcı bir yol yasaklandığı gibi peygamberin getirdiği şeriatın hükümlerinden çıkmaları da yasaktır.

Allah bu arzda kaza ve fasıl (kulları arasında hüküm vermek ve haklarını birbirinden almak üzere) arşının önünde büyük bir mertebe belirlemiştir. Bu mertebe cennetteki Vesile’den -ki makam-ı Mahmud diye isimlendirilir ve sadece Hazret-i Muhammed’e aittir- uzayarak ortaya çıkar. Melekler yani göklerin melekleri getirilir. Her biri ötekilerden ayrı olarak tek başına getirilir ve böylece her gök ehli bir saf olmak üzere yedi saf olurlar. Ruh (Cebrâil) topluluğun önünde ayakta durur. O bütün peygamberlere şeriatları indiren melektir. Sonra indirilmiş kitaplar ve sayfalar getirilir. Kendilerinden dolayı kitapların indiği her ümmet kitapların ardındadır. Onlar, kendisine inen bir kitap olmadan -fetret ehli gibi- bir kitaba göre yalnız başına Allah’a ibadet edenlerden ayrılırlar. Söz konusu insan, Allah katından indiği için bir kitaba uymuş ve daha önce takip ettiği ve akıllı bir rehberin düşüncesiyle ortaya çıkan aklî yasayı (namûs-ı aklî) bırakmıştır.

(…) ölüm parlak bir koç sûretinde getirilip sâkinlerinin kendisini göreceği bir şekilde cennet ile cehennem arasına yerleştirilir. Bunun üzerine kendilerine şöyle denilir: ‘Tanıyor musunuz onu?’ Onlar da ‘Evet! Tanıyoruz, ölümdür o’ derler. Ruhu’l-emîn Cebrâil koçu yere yatırır ve elinde bir bıçak bulunduğu hâlde Yahya (a.s.) getirilir, koçu kurban eder. Bunun üzerine melek cennet ve cehennem sâkinlerine şöyle der: ‘Ebedîsiniz, artık ölüm yoktur size!’

Böylece Allah’ın kendisine verdiği isimleri öğrendik ve onlarla yetindik. Allah dünya hayatını yarattı ve oraya canlıları yerleştirmiş, insan-ı kâmili ise imam ve halife olarak yerleştirmiştir. Allah ona delâlet ettikleri anlamlara göre isimlerin bilgisini verdi. O ilk insana ve kendisinden var olan oğullarına göklerde ve yerdeki her şeyi âmâde kıldı. Bir şey daha yaratmıştır ki ona mevcut diyebileceğin gibi madum (yok) da diyebilirsin; ne mevcut ne madumdur da desen yine doğru söylemiş olursun. O hayâldir. Hayâlin iki hâli vardır: Birincisi ittisal, yani bitişme hâli, diğeri infisal yani ayrılma hâlidir. Birinci hâl insana ve hayvanların bir kısmına ait iken ikinci hâl gerçekte kendisinden ayrılmış olduğu hâlde duyusal idrake konu olan şeydir. Misâl olarak Cebrâil’in sahabeden Dıhye sûretinde temessül etmesini verebiliriz. Cin, melek vb. gibi gizli yaratıkların sûretlere girmesi de bu kapsamdaki başka bir misâldir. Allah cenneti ve menzili -kıyamet günü ateş hâline gelir- yaratmış, ateşten de yarattığı bazı varlıkları yaratmış, diledikleri onda kuvve hâlinde kalmıştır. Allah bütün bunları bu tabiî varlıktaki başkalaşmalarla yaratmıştır. Günümüzde dünya diyarı olan yer yarın kıyamette cehennem diyarı olarak yaratılacaktır. Bu durum Allah’ın bilgisine kalmıştır.

Bilmelisin ki, melek gerçekte insanınkinden başka bir sûrettedir. İnsanın sûreti melekten farklı olduğu gibi meleğin sûreti ondan başkadır. Misâl olarak Cebrâil’in mutat hareket ve sözleriyle bir bedevînin sûretinde gözükmesini verebiliriz. Bu davranışlar insanda nasıl idiyse onun sûretinde temessül edenin sûretinde de öyledir. Veya meleğin girdiği sûret hayâlî olduğu gibi davranışlar hayâlidir. Bu misâlî sûret insanda bulunan bütün hükümlere tâbidir. Nitekim konuşmak, hareket ve zâhirî keyfiyetler gibi hükümler insanda da bulunur. Öyleyse melek bu durumda hayâlî bir insandır ve hayâlî insan olması itibarıyla gerçekte bu sûrette bir hükmü vardır. Sûret ortadan kalkınca, kendisi ortadan kalktığı için, hükümleri ortadan kalkar. Bunun nedeni âlemin cevheri’nin asıl itibarıyla başkalaşmayan bir cevher olmasıdır. Onda ortaya çıkan her sûret, arızîdir ve gerçekte her zaman biriminde başkalaşan şeylerdir. Hak sürekli benzerleri yaratır, çünkü O sürekli yaratandır. Mümkünler yokluk hâllerinde varlığı kabul etmek üzere hazırdır. Öy­leyse cevherde her ne vakit sûret ortaya çıkarsa, tüm hükümleriyle zuhur eder. O sûretin duyulur veya hayâlî sûret olup olmaması birdir. Çünkü hükümleri kendisine tâbidir.

Hazret-i Peygamber bize her hak sahibine hakkını vermeyi emretti. Bu emri herkesin neyi hak ettiğini bilmeden yerine getiremeyeceğimiz gibi onu öğrenmemiz de Hakk’ın bize emri açıklamasıyla mümkündür. Bu nedenle Allah kendisine izafeyle şöyle buyurur: ‘Ona hikmeti verdik’. Başka bir âyette ‘Kime hikmet verildiyse, ona çok hayır/iyilik verildi’ denilir. Bunu ancak kendisine hikmet verilen bilebilir. Söz konusu hikmet Allah’ın bir hibesidir. Nitekim henüz dışta var olmuş bir şey değilken (emr-i vücûdî) varlıklarımızı bize veren de O’dur. Binaenaleyh ilâhî bilgi, Allah’ın ilham, ilka (aktarma) ve Cebrâil’i kalbe indirmek yoluyla öğrettiği bilgi demektir. Bu kitap da bize bu özellikte gelmiştir. Allah’a yemin olsun ki, Hakk’ın yazdırması ve Rabbânî ilka veya kevnî rav’ıma ruhânî üfleme olmaksızın bu kitaba hiçbir harf yazmadım. İşin özü budur.

Hazret-i Peygamber’e gelirsek, sahih bir hadîste onun şöyle dediği zikredilir: ‘İsrailoğulları devrinde bir adam ineğine binmiş. Bunun üzerine inek şöyle demiş: ‘Ben bunun için yaratılmadım, ben ekinde kullanılmak üzere yaratıldım’. Sahabe sormuş: ‘Bir inek de konuşur mu?’ Hazret-i Peygamber: ‘Ben buna inandım, Ebu Bekir ve Ömer de inandı’ diye karşılık vermiştir. Çünkü haberi veren Cebrâil idi. Hazret-i Peygamber hadiseyi görmüş olsaydı, ‘iman ettim’ demezdi. O inek, niçin yaratıldığını bilen hayvan sınıfından bir inekti. İnsan ve cinler ise Allah’a ibadet etmek üzere yaratılmışlarken bu yaratılış gayelerini ancak peygamberin diliyle Allah’ın bildirmesiyle öğrenirler. Hâlbuki söz konusu bilgi onların fıtratlarında bulunur. Fakat üzerinde bulundukları hâl, onlara keşf edilmemiştir. Allah ehlinden birisi eşek binen bir adama rastlamış.  Adam eşeğin başından çekiştirip daha hızlı yürütmeye çalışıyordu. Adama ‘Eşeğin başına vurma, niçin vuruyorsun?’ diye çıkışınca, eşek ona dönerek şöyle demiş: ‘Bırak onu, çünkü o aslında kendi başına vurmaktadır.’ O da işlerin nereye döneceğini -fikir yoluyla değil- fıtraten bilen bir eşekti.

Bilmelisin ki, bu tevil ancak Allah’ın dilediği kullarına ihsan ettiği ilâhî güçle yapılabilir ve bunun için de Allah’ın o gücü sana da ihsan etmesi için gayret göstermelisin. Çünkü sen gördüğünü duyuyla gördüğün şeklinde haber vermektesin, hâlbuki gerçek öyle değil! Gördüğünü ifade ederken insaflı birinin yaptığı üzere belirgin hâle getirmelisin. Bakınız! Sahabe sahih düşünceye ve mertebelere haklarını verdikleri için, Cebrâil’in (a.s.) Dıhyetü’l-Kelbî olduğunu söylememişler; bedenlenmiş bir ruhanî olmadığı takdirde, gördükleri sûretin Dıhyetü’l-Kelbî olduğunu söylemişlerdir. Yani biz onu gözümüzle algıladık. Böyle yaparken gerçeği incelememişler ve ilâhî emre hakkını vermemişlerdi. Bu nedenle de ‘doğru söylememiş doğru sözlülerdi.’ Hazret-i Peygamber ise onlara ‘o Cebrâil’dir’ demiştir. Bu söz üzerine onlar kimi gördüklerini ve onu neyle gördüklerini anlamışlardı. Nitekim Cebrâil tanımadıkları bir bedevî sûretinde gözüktüğünde de böyle demişlerdi. Cebrâil insanlara dinlerini öğretmek için gelirken onların tanımadıkları bir sûrete girerek gelmiş, Hazret-i Peygamber sahabeye ‘soru soranın kim olduğu biliyor musunuz?’ diye sorduğunda, ‘Allah ve Peygamber’i daha iyi bilir’ demişlerdi, çünkü Cebrâil tanımadıkları birinin sûretinde görünmüştü. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber ‘o Cebrâil’dir’ demiştir

‘Hibe’ derken Cebrâil’in ‘Sana temiz bir oğlan vermek üzere…’ ifadesinde zikredilen Allah’ın ruhu Hazret-i İsa’nın Meryem’e verilmesini kastediyoruz. Bir rivâyette Hazret-i Peygamber’e şöyle sorulduğu aktarılır: ‘Âlemi yaratmazdan önce Rabbimiz neredeydi?’ Hazret-i Peygamber ‘Üstünde ve altında hava bulunmayan Amâ’daydı’ cevabını vermiştir. Daha önce Amâ hadîsinden ve âlemin sûretlerinin orada açılışından konuşmuştuk. Akıl delilinin isbatladığı husus şudur: Allah’ın dışındaki her şey hâdistir ve daha önce olmayıp sonradan olmuştur. Başka bir ifadeyle delil, Allah’ın dışındaki şeylerin O’nun kendisinden kaynaklanan zorunlu varlığıyla (birlikte) bulunmadığını isbatlar. Bu nedenle sürekli yaratma Allah’a ait iken sürekli münfaillik ‘âlem’ demek olan mümkünlere aittir. Dolayısıyla tekvin, yani yaratma, sürekli gerçekleşir ve âlem sürekli var olur. Bu nedenle boşluğun sonsuza doğru uzaması gerekir, çünkü mümkünler sonsuza dek var olur ve onlar varlıklarıyla ancak boşluğu doldurur. Daha önce âlemin boşluğu doldurduğunu söylerken dolu bir şeyin doldurulamayacağını kastetmiştik. Çünkü dolu, dolduranın ve imar edenin kendisidir; dolayısıyla dolu bir şey doldurulamaz (imar edilemez). Ortada sadece ‘dolu (mele)’ vardır veya sürekli yenilenme içindeki âlemin yaratıcısı vardır.

-III-

Bu 3. Bölüm ile Fütûhat’tan ‘hayat ve ruh’ açısından Cebrâil Aleyhisselâm’a ait derlenmiş notlar tamamlanmış oldu. Eserde, Cebrâil Aleyhisselâm’a dair başka bağlamlarda cümleler, fikir ve paragraflar olsa da, bizim maksadımıza -ve anlayışımıza- uygun olanlar bundan ibaret olarak görünmektedir.

Şimdi ne olacak? Ne yapılabilir?.. Öyle ya; ne işimize yarayacak tüm bu notlar, değil mi?

En başta dediğim gibi, birtakım fikirler oluşmuş olsa da, bunları vermeden, şuradan devam edeceğim: Cebrâil Aleyhisselâm bahsine dikkat ettiğimizde, meselenin farklı veçhelerine rağmen sürekli aynı mihraklar çevresinde döndüğünü görmekteyiz. Bunlar, Hazret-i İsa, Dıhye, fizikî ve ahlâkî olarak güzel bir sûrette görünme, Hazret-i Meryem, Yahya Aleyhisselâm (Füsûsu’l-Hikem’de kendisi ‘dirilik’le doğrudan ilişkili olarak anılır ve Yahya ismi ‘yaşıyor-canlı’ mânâsına kendi tanımı kendinden olan bir isimken, hâliyle ‘hayat’ sıfatına da doğrudan işaret eder.), sûret, şekil (Notlarda görülecektir ki, sûret, şekil demek değildir. Veya her sûret dendiğinde şekil kastedilmemektedir.), ‘hayâlin hem iç ve hem de dışarıda sûret vermesi’ ve benzeri birkaç kavram ve bağlamdır. Ancak, en sık geçen ve en önemli kavram ‘BERZAH’tır.

‘Berzah’ demişken… (lafı buraya ben getirdim aslında), biz bu işe Fikir Sahibi’nin-Salih Mirzabeyoğlu’nun Berzah isimli eserini tekrar okurken girdik. Eserin muhtevası bir yana, sadece şekil yönünden -konu başlıkları açısından- aşağıda verdiklerimize bir bakınız:

‘Vücud ve Hayat, Merac-el Bahrayn, Hayatiyat-Biyoloji, Beyin Hologram – Ruhîlik, Furkan’ın Takdimi, Ruh-Beden-Şuur, Berzah-Şekil, İrade Meselesi…’

Eserin içindekiler bölümünden buraya aldığımız konu başlıkları ile aşağıdaki notlarda geçen meseleler arasında neredeyse birebir paralellikler görebilirsiniz.

Yine hem Fütûhât’tan Cebrâil Aleyhisselâm bahsi ile ilgili çıkardığımız notların ve hem de Fikir Sahibi’nin Berzah isimli eserinin muhtevasına hiç girmeden -girmememize rağmen- bu iki eserin toplamından iki eserin de içinde böyle bir ibare olmadığını da bilerek-bildirerek, iki esere ait okumadan bizde oluşan ve imkân olursa üzerinde konuşacağımız bir meselemiz oldu; benim için bundan büyük bir mutluluk var mıdır, bilemedim?

Ah! ‘meselemiz’?

‘Gerçek metafizik, yalnız ve sadece berzah hakkında yapılandır.’

Başka?

‘İsa Tanrı’nın Oğludur’ diyen ‘zihin tembeli’ ilkel ile ‘Babasız Çocuk olmaz; mantık olaraktan’ diyen zihin tembeli diğer bir ilkel arasında ‘sıkışacak’ değiliz.

Fikrin Evlatları’nın çok işi var. Kim bilir hangisi çıkıp bizim alelusul derleyip çırpıştırabildiğimiz bu bahislerle ‘gerçek hayatın gerçek metafiziğini’ kuracaktır.

Vesselâm… (R.G.)

Hafız Ebu Nuaym’ın Delâilü’n-Nübüvve isimli kitabında zikrettiği Hazret-i Peygamber’in İsra yolculuğuyla ilgili bir rivâyet vardır: Cebrâil geceleyin yanında bir ağaç olduğu hâlde Peygamber’e gelmiş. Ağaçta iki kuş yuvası bulunuyordu. Birisine Hazret-i Peygamber, ötekine Cebrâil oturmuş. Sonra ağaç onları yükseltmiş ve göğe kadar çıkmışlar. İnci ve yakuttan bir refref sarkmış. Hazret-i Muhammed onun mahiyetini bilmediği için bu refref kendisine etki etmemişken Cebrâil onu görünce bayılmıştır. Hazret-i Peygamber şöyle der: ‘Bu esnada Cebrâil’in bilgide benden üstünlüğünü anladım. Çünkü Cebrâil neyi gördüğünü anlamış, bu bilgi onda bayılma etkisi yapmıştı. Hâlbuki Hazret-i Peygamber onu bilmiyor, dolayısıyla refref’in ona etkisi olmamıştı. Öyleyse eşyaya ancak eşyada bulunan şey etki eder ki, o da bilgidir! Kur’ân okuyan iki şahsı düşünün: Birisi ürperir, ağlar, diğeri bunlardan bihaberdir ve Kur’ân ona etki etmez. Bu farklılığın nedeni bilginin etkisinden başka bir şey olabilir mi? Biri âyetin neyi gösterdiğini biliyor ve kendisini ağlatan, ürperten hakikate dair müşahede sahibiyken öteki bu mânâlardan habersizdir; Kur’ân onun boğazını geçmiyor veya tilâveti ona etki etmiyordu. O hâlde etki âyetin lafzının sûretine ait değildir. Etki, âyeti ve onun kendisine getirdiği anlamları bilen ve müşahede edenin nefsindeki bilgiden kaynaklanır. Öyleyse sana ancak bildiğin ve gördüğün bir şey etki edebilir. Hafızın okuduğu âyet hakkındaki bilgisi olmasaydı, ürpermezdi. Yolculuk yapmasaydı ve gördüğüyle sınırlı kalsaydı, bu durum onu korkutur, mutlaka hissinden habersiz hâle gelir, dehşete kapılır, bayılır veya -okuyanın gücüne ve zayıflığına göre ölürdü. İnsan, nefsinde bu konuda meydana gelen bilgiye göre hareket eder. ‘Sura üflenir, göklerde ve yerlerde bulunan herkes bayılır, Allah’ın diledikleri hariç!’ Bu, izafi bir durumdur. Bazen bir şey Ali’de Ömer’dekinden daha korkutucu olarak bulunabilirken Ömer’de bulunan başka bir şey de Ali’de bulunduğundan daha korkutucu olabilir. Korkular her birisine etki eder ve birbirlerine şöyle derler: ‘Falan insanın gördüğüne şaşarım! Gördüğü hâl kendisine etki etmiş. Bende bulunanı bilseydi, durumu nasıl olurdu?’ Her biri bu sözü söyler. Üçüncü kâmil âlim ise onların sözlerinin aksini söyleyerek her birisine etki eden sebebi bilir. Başka bir ifadeyle onların bilmedikleri bir durumu o ikisinde bilir. Eşyayı mertebelerine yerleştiren ve ehli için onların mertebelerini belirleyen Allah münezzehtir!  (…)  O hâlde âlem ancak nisbetler vasıtasıyla zuhur ederken âlemin kabul ettiği şeylerde nisbetlere göre gerçekleşir. O hâlde var eden nisbetlerle var ederken yaratılışı kabul etmek de nisbetlerle gerçekleşir. O hâlde hüküm nisbetlere aittir. Hiç kuşkusuz bu açıklamalarla nisbetlerin mahiyetini öğrenmiş olmalısın.

Hazret-i Peygamber şöyle buyurur: ‘İçinizden birisini, yatağına uzanmışken bir hadîsim kendisine geldiğinde ‘Bana Kur’ân okuyun’ dediğini görmeyeyim. Allah’a yemin olsun ki, hadîs Kur’ân gibidir veya daha fazlasıdır.’ Burada ‘daha fazla’ derken hadîsin mertebesini yüceltmek amacı taşır. Çünkü Kur’ân-ı Kerim kendisiyle Allah arasındadır ve bu aracılıkta Cebrâil vardır. Hadîs ise Allah’tan peygamberine ulaşır. Bilindiği üzere, isnat zincirindeki yakınlık uzaklıktan daha değerlidir. Bir tane bile olsa, zincirdeki bir râvinin düşmesi, isnadı değerli kılar, çünkü râvinin aktardığı haberdeki etkisi ve hükmü azalır. Bu yönüyle haberin aktaranın etkisini taşıması kaçınılmazdır. Dolayısıyla haber aktarıldığı asıl hâlinde kalmayacağı gibi bir insanın ‘bu falancanın sözüdür’ demesi o sözü aktaran veya duyanın demesiyle aynı derecede doğru değildir. Bu durum dil ve lisanın değişmesinden kaynaklanır. Çünkü mütercim konuşulan sözü tam aktarmak yerine ancak anladığını aktarabilir. (…) Hazret-i Peygamber’in ‘daha çok’ diye bir ifade kullanmış olmasının nedeni, gerçekte durumun öyle olmasıdır. Bu nedenle hadîs Kur’ân’dan ‘daha fazla’ sayılmıştır. Kur’ân’ın vasıtayla geldiğini söyledik. Bunun delili ‘Onu Cebrâil indirdi’ ve ‘De ki onu Ruhu’l-kuds Rabbinden indirdi’, ‘Sana vahyi indirilmezden önce Kur’ân’ı aceleyle okuma, de ki Rabbim bilgimi arttır’ âyetleridir. Son emirde kastedilen, vasıtaların ortadan kalkmasıyla Allah’tan doğrudan ulaşan bilgilerle bilgi artışıdır. O ise kendisine ‘Kur’ân’ denilmeyen hadîstir.

Bilmelisin ki Allah yeryüzünü imar eden insan, cin ve bütün canlılar üzerinde görevli halifeler belirleyip onları hemcinslerinin önüne geçirip kendilerine imam yaptığında, halifeleriyle arasında görevli bir elçiyi belirlemiştir. Elçi Ruhu’l-emîn yani Cebrâil’dir.  (…) Allah onlar için kendilerinin ve halklarının uyduğu başka birtakım yasalar daha tesbit etmiş, elçilerin (melekler) kendilerine indirmiş olduğu kitaplar yazmıştır. Ümmetleri o kitapları dinleyip onları üzerlerine halife olarak atayan Allah’ın indirmiş olduğu kuralları öğrenir ve onlara riâyet ederler, açıkta veya gizlide onlara göre davranırlar. Kitapların bir kısmını Allah kendi eliyle yazmıştır. Allah’ın kendi eliyle yazdığı kitap, Tevrat’tır. Bir kısmını Cebrâil gizli kitaptan (kitab-ı meknûn) onlara indirmiştir. Cebrâil o kitabı ‘büyük defter’ denilen bir yerden aktarılarak Allah’ın Arş’ından indirmiştir. Orası imam-ı mübindir (açık imam) ve Arş’ında kendisiyle beraberdir. Ondan Levh-i mahfuz’a kıyamete kadar dünyada gerçekleşecek tasarruflar aktarılmıştır. Bunlar, âlemdeki hareket, durağanlık, bir araya gelme, ayrışma, eceller ve amelleri kapsar. Sonra, Allah bütün bunları gizli bir kitap içerisinde yakın semâya indirmiş, onu saygın ve temiz yazarların (melekler) ellerine tevdi etmiştir. Onlar, ellerinde saygın-yüce sayfalar taşıyan mukaddes ruhlardır. Bu sayfalarda Allah’ın imân edenlere vaat ettiği ilâhî vaatler bulunur.

Velîlerin adabı, meleklerin adabıdır. Cebrâil deniz suyunu almış, onu Firavun’un ağzına atarak, ulûhiyet mertebesi hakkındaki gayreti nedeniyle tevhidi telaffuz etmesini engellemek istemiş, onunla mücadele etmişti. Bununla birlikte Cebrâil, onun Allah’tan başka ilâh olmadığını bildiğini biliyordu. Firavun bu mücadelede öne geçmişti, çünkü diliyle tevhid kelimesini söylemiştir. Nitekim Allah yüce kitabında ondan böyle bildirmiştir.

Allah insan-ı kâmili yarattığında, onda -tıpkı Arş gibi- kendi evi olan bir kalb yaratmıştır. Bu nedenle âlemde müminin kalbini taşıyabilecek hiç kimse yoktur, çünkü melekler Arşı taşımakta âciz kalmışlardı. Hâlbuki söz konusu Arş müminin kalbinin bir köşesinde bulunur ve mümin onun farkına bile varmaz ve hafif geldiği için kalbinde arşın bulunduğunu bilmez. Melekler Arş’ın etrafında döndüğü gibi Allah esma-i hüsna’nın bu kalbin etrafında dönmesini sağlamıştır. Kalbin taşıyıcılarını ilâhî bilgi, hayat, irade ve sözden ibaret olmak üzere dört isim yapmıştır. Bu sıfatların arasından hayat Arş’ı taşıyan meleklerin arasından insanın sûretindeki birinci taşıyıcının benzeridir. Bunun nedeni, hayatın eşyaya yayılmış olmasıdır; bu nedenle sadece canlı ve hayat sahibi olanlar vardır (her şey canlıdır). Hayat, diğer sıfatlar, yani bilgi, irade ve sözün sahihlik şartıdır. Rivâyete göre Cebrâil Âdem’e Kâbe’yi tavafı öğretirken ona şöyle demiştir: ‘Sen yaratılmazdan önce biz Kâbe’yi tavaf ediyorduk.’ Hazret-i Âdem sormuş: ‘Siz tavafta ne derdiniz?’ Cebrâil şöyle cevap vermiş: ‘Sübhanallah ve’l-hamdu lillah ve la ilâhe illallahu Allahu ekber (Allah münezzehtir, hamd Allah’a aittir, Allah’tan başka ilâh yoktur, Allah en yücedir).’ Hazret-i Âdem şöyle demiş: ‘Ben sizin söylediğinize La-havle ve la kuvvete illa billâh’ ifadesini ekliyorum. Böylece bu hazine Hazret-i Âdem’e tahsis edilmiştir.

Allah ise Hazret-i İsa’nın konuşması ve hurma dallarının ona doğru eğilmesiyle tezkiye etmiştir ki o iki şahitten daha iyi şahit yoktur. Hazret-i İsa ‘Ben Allah’ın kuluyum’ demiş, kendisi hakkında Allah’ın kulu olduğu hükmünü vermiş, ‘falancanın oğlu’ dememişti. Çünkü öyle biri yoktu: Sadece Cebrâil’in ruhunun sûretinde tecelli eden Hak vardı. Bunun nedeni tabiatta alışık olunan yöntemin dışında gerçekleşen bu özel yaratma üzerinde hüküm sahibi olan zorunluluktu. ‘Bana kitap verdi.’ Peygamber olarak gönderilmezden önce İncil Hazret-i İsa adına ortaya çıkmış, böylece Rabbinden açık bir delile sahip olmuş, ilâhî kitabın sahibi olduğu hükmünü vermiş, ‘beni nebî yapmıştır’ demiştir. Burada nebîliğin Allah tarafından belirlendiği hükmünü vermiştir. Çünkü Allah şöyle der: ‘Dilediği bir sûrette seni terkip eder.’ Başka bir ifadeyle Hazret-i İsa sûretlerde Allah’ın belirlemesiyle bulunur ki, bu durumun onun zâtından olduğu zannedilmesin! Peygamber olmak (veya herhangi bir sûrette olmak), ilâhî bir tahsistir. ‘Beni mübarek kıldı.’ Yani bana benden başkalarında bulunmayan fazladan bir şey tahsis etti. Bu fazlalık, Hazret-i İsa’nın velâyetin hatemi (hatmü’l-velâye) olması, âhir zamanda inmesi ve Hazret-i Muhammed’in şeriatına göre hüküm verecek olmasıdır. Bu sayede Rabbini kıyamette Muhammedî sûretlerde ve Muhammedî gözle görenlerden olacaktır. ‘Her nerede olursam…’ Dünyada veya ahirette, beni mübarek kıldı. Çünkü Hazret-i İsa’nın iki haşri olacaktır: Birincisi peygamberlerin, diğeri Hazret-i Muhammed’in tâbileri olan bizim aramızda gerçekleşecek haşirdir. ‘Bana namazı tavsiye etti.’ Kastedilen Hazret-i Muhammed ümmetine yerine getirilmesi için farz kılınan namazdır, çünkü kelime burada belirlilik takısıyla gelmiştir. ‘Ve zekâtı emretti.’ Zekât da öyledir. ‘Yaşadığım sürece…’ Kastedilen yükümlülük vaktidir ve o vakit dünya hayatıdır. ‘Annemi bana vasiyet etti…’ Burada yaratılışına dikkat çekmiştir, çünkü onu doğuran annesidir ve annesi İsa’nın yaratıldığı yer olmuş, onun yaratılışındaki unsurî nisbeti azalmış, böylece İsa annesinden daha çok Rabbine yakın olmuş, Rabbiyle arasındaki kulluk ilişkisi daha yeni ve güçlü olmuştur. ‘Beni cebbar ve bedbaht yapmadı.’ Çünkü böyle bir davranış her kimden meydana gelirse ancak bilgisizlikle meydana gelir. Bilgisizlik ise unsurdaki karanlığın otoritesinden ibarettir. Tabiat âlemi içinde unsurlar âleminin durumunu bu kitabın pek çok yerinde açıklamıştık. ‘Selâm (esenlik) benim üzerime olsun.’ Böyle demesinin nedeni, Rabbi karşısındaki mertebesini ve O’nun karşısındaki nasibini bilmesidir. ‘Doğduğum gün…’ Yani doğumu esnasında bebeklerle görevli kaba kölenin tesirinden kurtulmuştu. Köle Hazret-i İsa’nın doğumunu ilân etmemiş, Hazret-i İsa Allah’a secde edici olarak doğmuştu. ‘Öldüğüm gün de…’ Burada öldürüldüğü iftirasını atanlar yalanlanmıştır. Hazret-i İsa ‘öldürüldüğüm gün’ dememiştir. ‘Canlı olarak diriltileceğim gün de…’ Büyük kıyamet demektedir. Burada ölümünü pekiştirmektedir. Binaenaleyh Allah henüz beşikte emzikli bir çocukken, ona belirttiği üzere hikmet vermiştir. Hazret-i İsa’nın Rabbiyle ilişkisi, halaoğlu Yahya’nın ilişkisinden daha güçlü ve tamdı, çünkü Hazret-i İsa Rabbinin selâmını kendisine vermişti ve bu nedenle ilâh olduğu iddia edildi. Hazret-i Yahya’ya selâm veren Rabbiyken onun selâmı bilip bilmediği hakkında kesin bilgi yoktur.

Sonra bu ruhanî ve duyusal güçler, tekil zamirle üflenmiş olan tikel ruhun yaradılışına yönelirler. Allah ‘Ben üfledim’ der. Buna mukabil Hazret-i İsa’nın ruhu, çoğul zamirle üflenmiştir. Demek ki onda bütün isim ve ruhların güçleri bulunur. Allah Hazret-i İsa hakkında ‘Biz üfledik’ buyurur. Onu Meryem’e ‘Düzgün bir beşer olarak’ veren Cebrâil’di. Böylece Cebrâil insan-ı kâmil sûretinde tecelli etmiş, ruh üflemiştir. Bu üfleme Hakkın üflemesiydi. Benzer şekilde, Allah kulunun diliyle ‘Semiallahu limen hamideh (Allah kendine hamd edeni duydu)’ diyerek (kulunun diliyle söylediği sözü kendisine nisbet eder). Binaenaleyh bu güçler ona tâbi olunca, onlardan birisi olan müfekkire gücü de ufuklardaki ve nefsindeki âyetleri kendisiyle düşünsün diye insana verilmiştir. Bu düşünmeyle ‘onun hak olduğu ortaya çıkar.’ Sonra mizaçlar farklılaşmış, bu nedenle de kabulün farklılaşması kaçınılmaz olmuştur.

Biz Hakkı mümkünlerin hükümlerinin kendisine vermiş oldukları başkalaşmaktan tenzih ederiz. Binaenaleyh Allah’ın zâtında başkalaşmanın olması mümkün değildir. Aksine o el-Kuddûs ve es-Sübbûh’tur. Fakat algıda durum böyle tezahür eder, çünkü âyân-ı sabite kendinde bu şekildedir. Nitekim Cebrâil de bazen Dıhyetü’l-Kelbî vb. kişilerin sûretinde tecelli ederken bazen ufku kaplayacak şekilde, bazen inci sûretinde tecelli ederdi. Demek ki ya Cebrâil’de sûretler farklılaşır veya o farklı sûretlere girerdi. Hâlbuki kendisi olmak bakımından Cebrâil’in zâtında başkalaşmaktan uzak ve temiz olduğunu biliriz. Fakat yine de onu böyle algılarız. Cebrâil Allah’ın kullarına birtakım âyetler indirdiğinde, âyetler de farklılaşır. Meselâ Kur’an-ı Kerim türlü âyetlerden oluşur ve kendisine nâzil olduğu kimsenin kalbinde ona indirmiş olduğu vahyin sûretiyle şekillenir. Âyetler başkalaştığı için kalbine nazil olduğu kimsenin hâli de başkalaşırken kelâm -Allah’ın kelâmı olması bakımından- başkalaşma kabul etmeksizin birdir. Ruh da kendisi olmak bakımından başkalaşmayı kabul etmez. Öyleyse kelâm kuddûs (başkalaşmadan uzak) iken ruh da mukaddestir. Bununla birlikte başkalaşma da mevcuttur. Bu durumda âyetlerin neyi gösterdiğine bakılır: Âyetler mümkünleri gösterirse, takdis Hakka aittir (Hak mümkünlerin özelliklerinden uzaktır). Âyetin gösterdiği Hak ise bu durumda sözü edilen Hakkın kendisi bakımından hak değildir, çünkü O el-Kuddûs’tur. Âyetin Hakkı göstermesi ancak ilâhî isimlerden birisi bakımından olabilir. Delâleti bilmenin faydası da budur.

Bir adam rüya tâbirinde imam olan İbn Sîrîn’e gelmiş ve ‘Rüyamda zeytinyağını zeytine geri sokuyordum diye gördüm’ demiş. İbn Sîrîn şöyle demiş: ‘Annen senin nikâhın altında!’ Adam gerçeği araştırmış, annesiyle nikâhlanmış olduğunu görmüş. Hâlbuki bu konuda ne onun, ne annesinin bir bilgisi vardı. Bir adamın annesini nikâhlamasıyla zeytinyağını zeytine dökmek arasında nasıl bir ilişki olabilir? Rüya sahibi gerçeği olduğu hâl üzere gördüğünde, öyle bir rüya -hulm değil- keşiftir; görmenin uykuda veya uyanıklıkta olması birdir. Nitekim hulm uyanıkken gerçekleştiği gibi uykuda gerçekleşebilir. Uyanıkken gerçekleşmeye misâl olarak Hazret-i Cebrâil’in görüldüğü sahabe Dihye’nin sûretini verebiliriz. O sûret tevil edilirken açık ifadeler tevile kapalıdır.

Bunlardan birisi de altmış beşinci bölümden iki şehâdet ile iki kelimeyi birleştirmenin sırrıdır: Göz (hakikate ulaştıran) bir yol iken bilgi tahkik anlamına gelir. Bilgi görmekten üstün olmasaydı (sahabe içinden) Huzeyme’nin şahidliği iki adamın şahidliğinin yerini almazdı. İnsan anlaşılsın diye konuştuğu gibi öğrenmek için bakar. Sana da anlayasın diye söz söylenir ve sen de anlaşılsın diye konuşursun! Şehâdet huzur demektir ve nur üstüne nurdur. Habere dayalı şahidlik görmekle gerçekleşen şahitlikten hüküm itibarıyla daha güçlüdür. Bu husus Huzeyme’nin kendisinden aktardığı hükümlerde Hazret-i Peygamber için yaptığı şahidlikten anlaşılır. Görmeye katışan kuşku olmasaydı, sahabe Cebrâil’in bir beşer olmadığı hâlde ‘beşerdir’ şeklinde şahidlik etmezdi. Bilgilerinden yararlanmış olup anlayış gücünün hükmü altında bulunsalardı, hiç kuşkusuz, bilmediklerini sorarken gördükleri kimse hakkında fikir yürütür ve şöyle derlerdi: ‘Bu görülen bedene girmiş bir ruh değilse, Dıhye olmalıdır. Aynı ânda birden çok ve farklı mekânda gözükmüşse, bu durum, onun Dıhye olmasına zarar vermez, çünkü her sûrette kendi hüviyetiyle birlikte bulunur. Onun hüviyeti karşısında göründüğü sûretler insanın karşısında organları mesabesindedir. İnsan bütün varlıklarda da bulunan organları bakımından çok olsa bile kendisi tektir. Söylediğimizi kabul eden insan bir şeyi görünce neyi gördüğünü anlar ve iki kelimeyi birleştirir, iki şahidliği telaffuz eder. Çünkü Peygamber’e itaat eden Allah’a itaat etmiştir. O’nun hüviyeti kulun görme, duyma ve diğer güçleri olmuştur.

Bunlardan birisi de yüz elli birinci bölümden feleğin hareketinde meleğin yardımının bulunduğu bahsidir: Feleklerin hareketleri, melekleri meydana getirmek üzere, hamile sayılırlar. Gökyüzü dürülmüş, onun dürülmesi uygun olmuştur. İçine doğru batmış, bu da kendisi için uygun olmuştur. Onda bir kayıp olmadığı gibi bir karış yer de yoktur. Feleklerde bulunan her yer Rabbine secde eden ve O’na hamd eden melekle doludur. Melekler feleklerin içerisinde bulunurken unsurların içlerinde cinler bulunur ve zaten bu nedenle ‘cin’ diye isimlendirilmişlerdir. Onlar Allah ölüleri diriltene kadar unsurların içerisinde teşbih [tesbih?] edici olarak bulunanlardır. Bu esnada onların doğumu gerçekleşir, şehâdet âlemine çıkarlar. Onlar, insan olmayan bazı canlılara benzetilmişlerdir. Bu itibarla doğarlar ve kendi gününe kadar annesinin karnına dönerler. Bu özellik sayesinde Cebrâil vb. melekler gibi kavminden farklılaşırlar. Bunlar hayır ve zararı indiren meleklerdir. Onlar parçalanmayla doğarlar ve tesadüfen varlıkları ortadan kalkar. Böylece yeryüzü değişirken gök ise ancak perde kalktığında değişir.

Allah baki olan hakikatin sahibidir. İhsan görmek demek iken bir hadîste de ‘görür gibi olmak’ diye nitelenir. Bu anlamda ihsan hayâldir. İnsan da o hayâli elde etmek maksadıyla çalışır. ‘Uğrumuzda cihad edenleri yollarımıza ulaştırırız.’ O’nu müşahede ederek emelimize ulaşırız ve bilgimiz tamamlanır. Hazret-i Peygamber yolu üç kısma ayırmıştır; ihsan, imân ve İslâm! Hadîste muallim soru soran iken, muhatap konuşandı. Bu itibarla onun gizli bilgisi, açıktan söylediğidir ve Cebrâil onu Rabbinin katından Peygamber’in kalbine indirmiştir. Böylece Hazret-i Peygamber İslâm’la başlamış, bedenlerin amelini ona bitiştirmiştir. ‘Bedenlerin ameli’ ile kastedilen Allah’a ve peygambere imânın lafzen söylenmesi, namaz, zekât, hac, oruç gibi ibadetlerdir. Ardından imân zikredilmiştir: İmân insanın derûnunun Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, hayır ve şerriyle birlikte kadere, ahiretteki yaratılışa ve oradan hayat diyarına geçmeye inanmak demektir. Hadîste zikredilen üçüncü unsur ihsandır: İhsan ruhanî mânânın gözle görülecek şekilde duyulur (mahsûs) mesabesine yerleştirilmesi demektir. Bu da varlığı zorunlu, mümkün, imkânsız ve hakikati olan her şeyde hüküm sahibi olan hayâl âlemi demektir. Hazret-i Peygamber Cebrâil’e böyle cevap verirken orada bulunanlar bir delil olmaksızın Cebrâil’in tasdikine şaşırıyor, getirdiği meseleleri bilemedikleri gibi soru soranın kim olduğunu da bilmiyorlardı. Ardından Hazret-i Peygamber soru soranın ve sorulanın mahiyetini onlara söylemiş, hayâl sûretinde gerçekleşen sorularla bilgilenmesi talep edilenlerin kendileri olduklarını onlara bildirmiştir.

Bunlardan birisi de yüz altmış beşinci bölümden elçi ve haber göndermenin bir vesile edinmek olmasıdır: Elçilik ve haberleşme kapısını açan, kavuşmayı kast ve irade etmiştir. Kim onun kutsiyetine gelirse, sadece kendisini kınamalıdır. Peygamber gönderen hemcinsi değilken kişi nasıl kendisini kınar ki? Ünsiyet hemcinsle olabilirken sual ve istek de insanlarda peygamberle gerçekleşir. Çünkü peygamber gönderilenlerle hemcinstir. Bu nedenle ona itimat edilir, görülmeyince özlenir. Peygamber’in ve elçinin güzel sûretli olması, peygamber gönderilenlere yönelik bir işaret, mertebe ve sûretin güzelliğini bildirme amacı taşır. Bu itibarla Cebrâil’in (sahabenin yakışıklılarından) Dıhye’nin sûretinde gelmesiyle Hazret-i Peygamber için müjde gerçekleşmiş, gaye ortaya çıkmıştır. Çünkü elçinin sûreti gönderildiği kimsenin nezdinde onu gönderenin sûretini bildirir.

Bunlardan birisi de üç yüz on yedinci bölümden ‘Cebrâil’in getirdiği vahye Hazret-i Peygamber’in muttali olması’ bahsidir: Gayblere ulaşmak ve onları öğrenmek hâl ve kalb ehlinin özelliklerinden iken lüb ve makam sahipleri ise ulaşılmayan bir duruma sahiptir. Öyle biri (makamına) ulaşılmayacak ve dengi olmayan biridir. O sübut ve temkin sahibiyken -ki bu nedenle hâlden hâle girmez- değişmeyen sûretler de ona aittir. Makam sahibi Rabbinin öğrettiği edeple edeplenmiş, kalbine gelen türlü düşüncelere göre seyreder durur. İdrak mahalli kendisini taşımaktan aciz kalıp nefis de ehlinden olduğunu öğrenmek isterse -ki bu çetin bir durumdur- hâl sûretinde gözükür.

Bunlardan birisi de üç yüz altmış beşinci bölümden ‘Zarardan çekinen beşer değildir‘ bahsidir: Şöyle dedi: ‘Beşer temas etmek, değmek anlamından türetilmiştir. Bu itibarla (bir şeye) temas etmeyen kimse olmadığı gibi herkes beşerdir ve herkes zarardan çekinir. Bir rivâyete göre, Cebrâil ile Mikail ağlamışlar. Allah ‘Niçin ağlıyorsunuz?’ diye vahyetmiş, onlar da şöyle demişlerdir: ‘Biz senin tuzağından emin değiliz.’ Allah şöyle buyurmuştur: ‘Her zaman böyle olun, tuzağımdan emin olmayın.’ Şöyle der: ‘Allah’ın dışındaki her şey illetli (malûl, nedenli), illetli olan her şey hastadır. Bu itibarla doktora gitmek bir zorunluluktur.’ Şöyle dedi: ‘Her ümmet okusun diye kendi kitabına çağrılır. Sen de kitabını illiyyîn mertebesinde kabul et. Onu siccîn’e yerleştirirsen tevhid ile sonlandır.’ Şöyle dedi: ‘Allah dünya hayatında bir perdesi ve siperi olsun diye siper edindi (ittika). Allah dünyada seni kendine siper edinirse, sen de ahirette O’nu siper edinebilirsin.’ Şöyle demiştir: ‘Ey dost! Allah insandan daha kâmil birini yaratmamıştır. Aşağıda olanla yetinme, yüce işleri ara ve talep et! Allah’ı bilmekten daha üstün bir iş yoktur. Sen de o bilgiyi araştırmak ve O’ndan almaktan başka bir işle meşgul olma. (Hakka dair inşa ettiğin delillerden) alâmeti terk ederek, yaratıklardan kendisini temyiz eyle, çünkü o alâmet O’nun âlemidir.

Başkasına yönelme, hüsrana uğrarsın! Kur’ân-ı Kerim’e de Hazret-i Muhammed’e indirilmiş olarak bakmalısın, yoksa Araplara indirilmiş bir kitap olarak ona bakma! Öyle bakarsan anlamlarını kavrayamazsın. Çünkü Kur’ân-ı Kerim Allah’ın peygamberinin diliyle açık Arapça olarak inmiştir. O kitabı Cebrâil demek olan Ruhu’l-emîn Hazret-i Muhammed’in kalbine indirmiş, Hazret-i Peygamber onunla korkutucu, yani öğretenlerden birisi olmuştur. Kur’ân-ı Kerim hakkında Hazret-i Muhammed’in söylediği şekilde konuştuğunda, bu idrak düzeyinden peygamberden dinleyen düzeyine çıkarsın. Çünkü hitap -konuşanın değil- dinleyenin değerine göre ortaya çıkar. Hazret-i Peygamber’in Kur’ân-ı Kerim’den duyduğu ve anladığı şey, ümmetinden duyup kendilerine okuduğunda işitenlerin anladığıyla bir değildir. Bu ince bir meseledir ve ben onu kendimden önce kimseden duymamıştım. Bu mesele bilinmeyen bir konudur, birtakım kapalılıklar içerir.

Oğul, kan bağı yoluyla doğana verilen bir isim iken evlat edinme yoluyla olana da denilebilse bile, hiç kuşkusuz Allah’ın sözü daha uygundur. ‘Onları babalarına nisbet ediniz, böyle yapmak Allah katında daha doğrudur’ İlâhî gayretin hüküm vererek ‘çocuk yatağa aittir’ dediğinden tereddüde kapılmayız. Başka bir ifadeyle yatak sahibi reddetmediği sürece, çocuk yatağa aittir. Binaenaleyh evlatlık yoluyla oğulluk seçim ve mertebeyle ilgilidir ve (bunun için Allah hakkında kullanırken) ‘oğul’ lafzı yasaklanmış bir sözdür. Bununla beraber şu âyette ‘evlat edinme’ kokusu ve izi yer alır. ‘Allah çocuk edinmiş olsaydı, yarattıklarından dilediğini seçerdi.’ Âyetin devamında ‘Allah bir ve kahhardır’ denilir ki, seçimde bir belirsizlik vardır. Seçilen kimdir? Bazen seçilme derken ilâhî teveccühün -görenin gözünde- beşerî sûrette ortaya çıkmasıyla, çocuğun meydana geldiği mahal kastedilebilir. Misâl olarak Hazret-i Meryem’e yakışıklı bir erkek sûretinde gözüken Cebrâil’i verebiliriz. Hazret-i Meryem Cebrâil’e ‘Senden Rahman’a sığınırım’ demişti. Burada bir sır vardır ki onu araştırmalısın: Cebrâil kendisine ‘Ben Rabbinin elçisiyim’, yani sana geldim demiş ve eklemiştir: ‘ Temiz bir oğlan vereyim diye…’ Hazret-i Meryem iffetini korumuş olduğu için Cebrâil ona Allah’ın emrinden bir ruh üflemiş ve bu çocuk kendisine nisbet edilmiştir. Bu nedenle Hıristiyanlar ‘Mesih Allah’ın oğludur’ demişlerdir. Allah canlarını alsın! Ne kötü de hüküm veriyorlar. Bazen de ‘seçim’ derken evlatlık kastedilir. Âyette Allah’ın neyi kastettiğini en iyi kendisi bilir. Hepsini mi kastetmiştir veya onlardan birisini mi kastetmiştir?

Konuyla ilgili başka bir husus Allah’ın Cebrâil’i Hazret-i Peygamber’e çoğunlukla Dıhye sûretinde göndermiş olmasıdır. Dıhye döneminde yaşayan insanların en yakışıklısıydı. Onun ahlâkî güzelliğinden söz edilirken Medine’ye gelip insanlarla karşılaştığında kendisini gören herhangi bir hamile kadının karnındaki çocuğu düşürmesi rivâyet edilir. Allah Cebrâil’i Dıhye sûretinde gönderirken peygamberini müjdeleyerek şöyle derdi: ‘Ey Muhammed! Benimle senin aranda sadece güzellik sûreti bulunur.’ Allah hâl diliyle nefsindekini ona bildirir.

Allah yanında Cebrâil bulunurken Hazret-i Peygamber’e şöyle vahyetti: ‘Dilersen nebî ve kul ol, dilersen nebî ve melek ol.’ Hazret-i Peygamber Cebrâil’e baktı, Cebrâil ona tevazu göstermesini imâ edince şöyle dedi: ‘Ben bir kul-nebî olayım.’ Hazret-i Peygamber şöyle der: ‘Melek-peygamber demiş olsaydım, benim karşımda dağlar altun ve gümüşe dönmüş olarak yürüyecekti.’

Melek bütünüyle ilk dokuz feleğe doğru yönelmek isterse (halk mertebelerine ait) diğer dokuz felek onu çeker. Böylece melek, iki kısım felekler arasında gidip gelir. Cebrâil Hakkın mertebesinden peygambere iner. Gerçekte ise meleğin hakikatinde meyil geçerli değildir. Çünkü o, iki dokuz felek arasında dengenin ilkesidir. Meyil, bir sapmadır ve melekte sapma bulunmaz. Fakat o, doğrusal hareket ile geriye hareket arasında gider gelir. İşte bu gidiş geliş, (Hakka ve halka ait felekler arasındaki) bağın tâ kendisidir.

Elçi Meleğe vahiy emanet edildiğinde, onunla vahyi aktaran (Hak) arasında bir bağıntı bulunmasaydı, hiçbir şeyi kabul edemezdi. Fakat aradaki bağıntı ondan gizlenmişti. Binaenaleyh vahiy gerçekleştiğinde – ki onun makamı Vav’dır, çünkü Vâv harfi ruhsal-yücedir, ötre de yüksekliği verir ve o illet harfi Vâv’ın kapısıdır- onu ruhanî melekî elçi diye ifade ettik. O da, Cebrâil veya başka bir melektir.

O hâlde felekleri bilmek, onların cisminden gördüğün ve duyunun algıladığı şey değildir. Güneşin cismi nerede, onun kendisini görenin gözündeki varlığı nerede! Felekleri bilmek, ancak onların ruhları ve anlamları yönünden söz konusu olabilir. Allah söz konusu ruh ve anlamı felekleri ve içerdikleri şeylerin sebebi olan kuşatıcı küllî nefsten var etmiştir. (Başka bir şeyden) sudûr yoluyla çıkan münfail de böyledir. Söz konusu şey, ed-Dıhyetü’l-Kelbî sûretinin Cebrâil hakikatinden meydana gelişi gibi, akıldan meydana gelen küllî nefstir. Küllî nefs, hiçbir zaman kendisinden çıktığı şeyi bilemez, çünkü o, aklın ihatası altındadır ve akıl onu kuşatmıştır. Çünkü küllî nefs, aklın düşüncelerinden birisidir. Küllî nefs, ilk akıldan kendisinde bulunan şey zaten sahip olduğu şey ise üzerinde bulunan bir şeyi nasıl bilebilir? Şu hâlde küllî nefs, akıldan ancak kendisinin üzerinde bulunduğu şeyi öğrenebilir. Başka bir ifadeyle küllî nefs, kendi sebebini değil, ancak kendisini bilmiştir.

‘Bu hakikat arzının insanları Allah’ı en çok bilen kimselerdi. Aklın bizim nezdimizdeki kanıt nedeniyle imkânsız saydığı her işi burada mümkün ve gerçekleşmiş gördük. Kuşkusuz ‘Allah her şeye güç yetirendir.’ Böylece akılların eksik olduğunu ve Allah Teâlâ’nın iki zıddı bir araya getirebildiğini, bir cismi iki mekânda bulundurabildiğini, arazın kendi başına varlığını sürdürebildiğini, yer değiştirebildiğini, cevherin cevher ile ayakta durduğunu öğrendik. Aklın zâhirî anlamını tevil ettiği bize gelmiş her âyet ve hadîsi hakikat arzında zâhirî anlamıyla bulduk. Cin ve melek gibi ruhsal bir varlığın şeklini aldığı yahut uykuda içinde insanın kendisini gördüğü her sûretin hakikat arzının bedenlerinden olduğunu gördük. Onların bu arzdan özel bir yeri vardır. Hakikat arzının sâkinlerinin bütün âleme uzayan bağları vardır. Her bağ üzerinde de bir emanetçi vardır. Bu emanetçi, bir ruhun elindeki sûretlerden birisine istidat kazanmış olduğunu gördüğünde, hemen o sûreti o ruha giydirir. Buna örnek olarak, Dıhyetü’l-Kelbî sûretinin Cebrâil’e giydirilmesini verebiliriz.

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!