Garaudy ile Kor Ateş Bir Röportajın Hikâyesi (*)

Kaç zamandır Bade ile onunla röportaj yapmak için çalışmalar yapıyoruz. Bu seferki röportaj yapacağımız kişi ise Roger Garaudy idi. Onun hayatı ilgimizi çekiyordu. Ama onunla röportaj yapmak için ne bir nâmımız ne de referansımız vardı. Yani onunla röportaj yapmak için hiçbir imkâna sahib değildik. Olmaması için o kadar sebeb var ki… Sadece bir defa telefona çıksa, bir defa sesini duyarsak olacak diye düşünüyorduk. Bunun olacağına dair inancımız tamdı. İmkânlara ulaşacak tükenmez bir imkânımız vardı, o da inancımız. Neyse…

O kadar aramamıza rağmen, aradan da bayağı bir zaman geçtiği hâlde ne dönen vardı ne de başvurduğumuz yerlerden bir cevab.

Evde beraber çalışıyorken birden telefon çaldı, açtığımızda kulaklarımıza inanamadık. Telefondaki hanım bizlere şunları söyledi: “Telefonu Garaudy’e veriyorum. Sizinle konuşmak istiyor.” Biz birbirimize baktık.

Ve o tarih kokan ses tonu, yanardağın lavları gibi insanı eritici o heyecanı… Telefonu ikimiz dinleyelim diye sesi dışarıya veren özelliğini açtık. Ve o: “Benimle röportaj yapmak için uzun zamandır insanüstü bir çaba sarf ettiğinizi duydum. Peki niçin?”

Peki niçin deyince ne cevab vereceğimizi şaşırmıştık. Evet, niçin? İçimi bir karamsarlık kapladı. Evet röportajı yapmalıydık. Hâlâ buna inanıyorduk ama bu sadece bir histen ve imândan ibaretti. Ve ekledi: “Ben kitablarımda zaten varım. Kitablarımın dışında ne arıyorsunuz?”

Bu üst üste sorulan sorular karşısında, üst üste yumruk darbeleri alan boksör gibi havlu atacaktım ki, Bade telefonu aldı ve Fransızca bir şeyler söyledi. Benim Fransızcam çatpattı. Bade sayesinde anlayabiliyordum. Neyse… Bade’nin söyledikleri sonrasında bir iki dakikalık bir sessizlik oldu.

Ben baygınlık geçirecek gibi oldum ve umutsuzca odama doğru yol aldım. Oturmuş düşünüyordum: Artık bu işi bırakmalıyım. Biz bu işin sadece oyun tarafındayız galiba. Bugüne kadar soru soran taraf hep bizdik, bize soru sorulunca apışıp kaldık. Demek ki biz, sorduğumuz sorulara aldığımız cevabları nerede kullanacağımızı bilmeyen insancıklardık. Evet, “ben bildiğimi niçin bilmeliyim” sorusuna yakınlaşmak için bu kadar röportaj ve bu kadar soru mu sorulmalıydı?

Kısa süre içinde aklımdan o kadar çok şey geçti ki… Derken Bade içeri girdi ve “kalk toparlan” dedi. Ben de aptalca şunu sordum: “Peki ama niçin?” Cevab verdi: “Garaudy kabul etti.” Ben yine “peki ama niçin” diye sorunca Bade güldü… Beni, yüzümü yıkamam için lavaboya gönderdi. Biraz rahatladıktan sonra odaya geri dönüp sordum:

– “Ne dedin de kabul etti?”

“Batı bir medeniyet kurmanın peşinde… Ama bu kadar büyük bir medeniyetin çok küçük bir eksiği var; bu medeniyette insana yer yok, dedim ve ekledim: Siz buna alternatif bir sistemin gerekliliğinden bahsediyorsunuz, o zaman bu bahsettiğiniz sistemin bir model üzerinde müşâhede edilmesinin de bir gereklilik olduğunu gözden kaçırıyorsunuz, dedim.”

– “O ne dedi?”

– (Gülerek) “1-2 dakika sustu ve o eritici ses tonu ile, peki o zaman, ben size haber vereceğim, dedi ve kapattı.”

Biz de cevabın geleceği güne kadar hemen hemen tüm kitablarını aldık ve okumaya koyulduk. Bir yandan okuyoruz, bir yandan not alıyoruz. Aynı zamanda tartışıyoruz. Çünkü onun huzuruna boş çıkmak istemiyoruz.

Bade bana yüzünü dönerek:

– “Madem ondan çok şey almak istiyoruz o zaman çok şey sormalıyız. Soru sormak için de çok şey bilmeliyiz, soru sormanın eşiğine dayanmış bilgi birikimi… Anlıyor musun?”

– “Evet, anlıyorum.”

Yaklaşık iki hafta sonra telefon geldi ve yine aynı hanım şöyle dedi:

– “Sayın Garaudy şu şartlarla röportaj teklifinizi kabul edecek; kendi ifâdesiyle:

  1. Görüntü alınmayacak,
  2. Kayıt cihazını biz vereceğiz,
  3. Röportajlarımız parça parça olacak, her görüşmemiz 15 dakika sürecek,
  4. Eğer sorularınız bilindik şeylerin tekrarına düşülürse röportajı bitireceğim,
  5. Ayrıca, benim Siyonistlerle olan mücadelemi az çok bilirsiniz. Güvenliğinizi sağlayacak gücüm yok.

Bunları kabul ediyorsanız bana adresinizi verin, nasıl ulaşacağınız bildirilecek, uçak biletleriniz gönderilecektir.”

Biz de adresi verdik. Zaten her şeyi baştan beri göze almıştık. Ama şunu itiraf etmeliyim ki, 5. şart ürperticiydi!

I. GÜN

Verdiği adresteyiz… Biri bizi alıp arabaya koyuyor. O kadar çok yerden geçiyor ki takib etmekte zorlanıyoruz… Neyse… Dönüp dolaşıp bir evin önüne geliyoruz. Kapı açılınca onu karşımızda görüyoruz. Sanki yıllardır tanışıyoruz gibi geldi, o kadar sıcak buldum. O yaşına rağmen mimikleri çok netti, bu yaşlarda vücudu sarkan balmumu adamlar nerde, Garaudy nerde… Sanki yüz ifâdeleri kaslarla değil de heyecanı ile, içindeki yangın ile ayakta duruyor…

Uzunca bir holden, önümüzde o, yürüyor ve geniş, ferah bir salonla karşı karşıya kalıyoruz… Duvarda asılı tek tablo gözüme çarpıyor: Gittikçe kaybolan bir spiral içinden dışarı fırlamış bir robot eli! Ve onun ileriye doğru uzanan işaret parmağında idam edilen bir insan.

Birbirine bakan üç koltuk, ortada bir masa ve yere serilmiş bir halı, o kadar… Masanın üzerinde saati andıran çok silik bir figür veya resim var yahud yapılırken böyle bir şey tesadüfen oluşmuş. Koltuklara oturuyoruz. Bizi öylesine bir nezaketle karşılıyor ki, kendimizi İngiliz kraliyet ailesi mensubu zannediyoruz. O bu düşüncelerimizi hissetmiş gibi “hoşgeldiniz Müslüman kardeşlerim” diyor. İliklerime kadar titriyorum.

Garaudy: “Buyrun beyler, başlayalım.”

Bade: “Efendim ilk önce beni çok etkilemiş olan ‘Entegrizm’ isimli kitabınızı birkaç cümle ile açıklamanızı isteyeceğim…”

Garaudy: (Hafifçe gülümsüyor) “Entegrizm, dogmatizm diyerek karşıdakini her türlü fikre, düşünceye, kültüre açık hâle getirdikten sonra, tüm bunları bünyeye mal edebilmenin NASIL’ına dair bir şey söylememenin veya söyleyememenin, bir doktorun kanser teşhisini koyduktan sonra ‘ama çaresi yok’ diyerek hastanın psikolojik olarak da çözülmesini ve daha çabuk ölmesini sağlamak anlamına geldiği de unutulmamalı. Peki bu kitabı niçin yazdım? Şâh-ı Nakşibend Hazretlerinin «tedavi olmak için önce hastalığın teşhisi gerekli» meâlindeki sözünün ışığında Entegrizm kitabına bakarsak; bir hastalığı teşhis ediyor oluşundan dolayı da çok mühim. Burada kimse artniyet arayıp, samimiyetimi sorgulamasın. Tüm dünya bir sistemsizliğin ve ‘yaşanmaya değer hayatı’ temin edecek sistemin gerekliliğini avaz avaz bağırırken, gökkubeyi zangırdatan bu feryat karşısında sessiz kalamazdım. Evet tüm bünyeleri sonuna kadar açma gayretine giriştim. Amacım, bu sistemi ortaya koyacak kişinin bu durum karşısında ‘ya ol ya öl’ ihtarını iliklerine kadar hissetmesini sağlamak ve onun motivasyon kaynağına odun taşımak.

Ayrıca öyle bir yere parmak bastınız ki, bu benim hayatım!”

Bade: “Efendim bu kitabtaki iddianız antidogmatik olduğunuzdur. Eski kitablarınızda da bunun üzerinde duruyorsunuz. Sanırım bu fikrinizin temel dayanağı «herşey değişir, yalnız değişme değişmez» fikri olsa gerek. Fakat bu değişme metafiziği, olayları diyalektik çarkının içine atarak ona istediği şekli verirken, kendisinin antidogmatik olduğundan nasıl bahsedebilir?”

Garaudy: “Bu sorunuz diyalektiğin tabiat ve tarihteki yerini tartışmaya açar ki, Sartre ile yaptığımız tartışma bunun üzerine. Kitabçık olarak da basılmıştı. Ayrıca dikkat etmişseniz, ben Marksist değil Müslümanım.”

Ben: “Peki efendim, aktüel nedir? İnsanların aktüel diye her gün haberlere, gazetelere, dergilere bakmalarını ne ile ve nasıl açıklarsınız?”

Garaudy: “Güzel bir soru… İlk soru ile de içiçe bir birliktelik arzediyor. Öncelikle, insanlar bu kadar bilgiyi biriktirip nerede ve nasıl kullanacaklar? Sadece olan olaylardan haberdar olmak amacı ile izleyen adam, sadece takib eden adamdır ve bir kedi de bu takibi yapabilir. Aktüelin peşinde koşturmakla ömür süren bir adam, o kadar…

Oysa her şeyin her ân değiştiği bir dünyada aktüel nedir, yarının hakkını bugünün bağrında bulmak nedir? İşte benim hayatım!

Bugün olanın yarın değişeceği idrakinden zerrece anlamayan ve aktüel ile ne yapılacağına dair en ufak bir bilgisi olmayan adam bunu ne anlasın! Ben ‘solmayan, pörsümeyen, eskimeyen yeni’nin peşinde ve ancak bunu yakalayınca ‘ben kimim’ sorusunun cevabını bulacak ve buna da ‘ben kimim’ sorusunun cenderesinden geçerek cevab vereceğimi umuyorum.

İlk soru ile içiçeliğini Lenin’in bir sözü anlatayım: «Materyalizm, bilimler tarihinde devir yaratan her büyük keşifle birlikte yeni bir biçim almalıdır.»

Bunu günümüzde materyalizm için söylemek çok gülünç. Çünkü bilimler tarihinde devir yaratan her büyük keşif materyalizmin temel prensiblerini berhava etti.”

Bu güzel sohbet esnasında çaylarımızı yudumluyoruz… O ânın büyüsüne kendimi kaptırmış olan ben, bildiğim veya bildiğimi sandığım her şeyi unutmuşçasına bir sükut içinde dinlerken Bade atılıyor.

Bade: “Efendim, zaten siz «umudun alacakaranlığından başka hiçbir şey göremediğim düşlerin dolaşık yollarından sonra, daha geniş bir âleme doğru yöneldim. Ona ulaşmak için amacımı değil, cemaatimi değiştirdim» diyorsunuz.

Garaudy: “Evet evet! Ben aradığını marksizmde bulamamış ve aradığının marksizmde olmadığını anlamış ve bundan dolayı da cemaatini değiştirmiş adamım. İşte bundan dolayı, komünizme 30 yıl hizmet vermiş olmaktan pişman değilim. Ben o zeminde amacımı savunandım.

Burada şu hikâyeyi anlatmadan edemeyeceğim: Mevlana Hazretleri Şems-i Tebrizî’nin aşkı ile yanıyor ve yana yana onu arıyor. Birgün yine böyle bir arayış esnasında yanına biri yaklaşıyor ve “Şems’i gördüm” diyor. Bunun üzerine Mevlana hırkasını çıkarıp veriyor. Mevlana’nın yanındakiler “efendim o adam yalancıdır, niçin böyle bir şey yaptınız?” diye sorunca, Mevlana, “bunu ben de biliyorum. Eğer doğruyu söyleseydi, değil hırkamı canımı verirdim” diye cevablıyor. Şimdi komünizm ADINA 30 yıl yapmış olduğum hizmetten niçin pişman olmadığımı anlatabildim mi?”

Ben: “Efendim, son iki dakikamız kaldı, toparlarsanız…”

Garaudy: (Saate bakıp derin bir nefes aldıktan sonra) “Toparlayayım: Bir zamanlar serdettiğim ve bugün bulanık olduğunu sezmiş olduğum şu fikirlerimle bitirmek istiyorum:

«Marksizm, prekritik (kritisizm öncesi), dogmatik bir felsefe değildir.

Tarihî bakımdan, felsefede, dogmatizm, bunu tarih dışı bir perspektif içinde yapmış olmasına rağmen, bu söze Kant’ın vermeye başladığı anlamda ‘kritik’ sözünün karşıtıdır. Sadeleştirmek için şöyle anlatalım: Felsefede ‘kritik’ görüş, realite üstüne her söylediğimizi söyleyen biziz düşüncesidir. Dogmatizm ise tersine, nesnelerin içine yerleşmiş olmak zannı yahud iddiasıyla bunlar üstünde mutlak gerçeği söylemektir. En tipik dogmatizm örneği, dinî dogmatizmdir: Yâni, dogmalar biçiminde, tanrı ilhamı ve mutlak, kesin gerçeği bildirmek. Bu sözleri söylemiş olanın insanlar değil de doğrudan doğruya tanrı olduğu kesinlemesi.»

Oysa bunları söyleyen de ben değil miyim? Unuttuğum bir şey olsa gerek; ‘yeterliliğe karşı aşkınlık’ felsefemi Maurice Blondel’den almadım mı? Burada bitirelim, bu ayrı ve çok netameli bir mesele…

Yalnız şunu da eklemeliyim: İslâm’ı araştırırken bir kudsî hadis beni içten içe sarıp sarmalamaya başladı ve bildiğim, gördüğüm ve söylediğim her şeyi yeni baştan ele almama sebeb oldu. Meâlen şu: «Bir kulu seversem eli ben olurum ve dili ben olurum.»”

Bizi kapıya kadar uğurluyor… Ben holde yürürken “başka bir gün için tarih vermeyecek mi?” düşüncesinin korkusu ile kendimle boğuşurken bir ses beni kendime getiriyor:

Garaudy: “Yarın yine aynı saatte. Bu sefer başka bir misafirimiz daha olacak!”

Büyük bir sevinçle ayrılıyoruz. Demek ki elimize yüzümüze bulaştırmadık… İşte bu mutlulukla otelin yolunu tutuyoruz; aklımızda da şu soru: Gelecek misafir kim?

II. GÜN

Sabaha kadar, konuşmaları belki binlerce defa kafamdan geçirdim. Anlamaya çalıştım… Bunları düşünürken öyle bir şey kazandım ki, bunu bugünkü röportajda göreceksiniz.

Tekrar aynı saatte, aynı yerden alınıyoruz…

Yine dolambaçlı yollar ve yine aynı evin önündeyiz.

Garaudy: (Kapıda karşılıyor, bugün daha sıcak karşılanıyoruz) “Hoşgeldiniz. Sizi tekrar gördüğüme çok sevindim.”

Bade: “Hoşbulduk efendim… Biz de öyle…”

Yine aynı holden içeri doğru gidiyoruz ve aynı tablo, aynı koltuklar ve aynı masa… Dünkü yerlerimize oturuyoruz. Dikkatimi çeken şey ise bir koltuğun fazla oluşu. Yine çaylar isteniyor… Ve o masum duruşu, samimiyet kokan edâsı ve beni ağlamaya sevkeden ses tonu ile:

Garaudy: “Buyrun!”

Bade: “Efendim, bugün bilgi ve hakikat meselesi üzerinde durmak istiyoruz, siz de kabul ederseniz. Şu veya bu teoriye göre bilginin tanımı bir tarafa, bilginin ne olduğu meselesini sorgulamak istiyoruz doğrudan. Böylece hem Marksizm’i değerlendirmek hem de dış yüzden biyografinizden ziyâde, ruh biyografinize sarkma amacı güdüyoruz.”

Garaudy: “Nedendir bilmem ama, biri bana ‘seni her şeyinle çözdüm’ derse, bu bende nefretin uyanmasına sebeb olur. Marksizm’e ters olan bu durumu hep yaşamışımdır. Sanki kendime bile kapalı olan bir tarafım mevcutmuş gibi hissetmişimdir hep.

Sanırım, mevzuyu bilginin kendi içerisinde bir bilinmeyen olduğu noktasına taşımak istiyorsunuz. Dün masa üzerindeki not defterinizde şu mısralar gözüme takıldı:

«yükselen gökdelen

sırları kemiren

her yerde bilinen

Peki ya bilinmeyen?»”

Tam bu esnada kapı çalındı ve içeriye orta boylu, temiz giyimli, elmacık kemikleri belirgin, öne doğru hafif kavis almış burunlu ve çukura kaçmış, hummalı elâ gözlü yakışıklı bir beyefendi girdi. Garaudy hemen kalkıp sarıldı ve bizi tanıştırdı.

Garaudy: (Misafiri göstererek) “Graham Dunstan Martin.” (Bizleri göstererek) “Bunlar da sana bahsetmiş olduğum gençler.”

Bizlere elini uzattı ve memnun olduğunu belirtti ve dördüncü koltuğa oturdu. Kısa bir hâlleşmeden sonra:

Garaudy: “Nerde kalmıştık?”

Ben: “«Sanırım mevzuyu bilginin kendi içerisinde bir bilinmeyen olduğu noktasına taşımak istiyorsunuz.» demiştiniz ve o esnada Sayın Martin geldi.”

Garaudy: “Evet hatırladım.”

Graham Dunstan Martin: “Bu mevzuda ben de birkaç şey söylemek istiyorum. Sonradan katıldığım bu sohbete nereden başlamam gerektiğini anladım sanıyor ve şunları söylemek istiyorum:

Polanyi’nin en orijinal fikri, biri zımnî diğeri açık iki biliş türü olduğudur. Bunları kısaca ve şimdilik kaydıyla açıklamak gerekirse; açık bilgi kelimelere aktarılabilen yahut bir şekilde de olsa çeşitli semboller hâlinde ifade edilebilen bilgi türüdür. Zımnî bilgi ise ne kelimelerle ne de sembollerle ifade edilebilir.

Bu bilgiyi göz önünde tutun, aklınızdan çıkarmayın, şimdi size hayalî bir deney anlatacağım. Bu deney Derek Parfit’e ait:

«Işınlayıcıya biniyorum. Daha önce Mars’a gitmiştim ama sadece eski metodu kullanarak ve birkaç hafta süren bir uzay gemisi yolculuğuyla olmuştu bu. Bu makine beni ışık hızıyla gönderecek. Tek yapmam gereken, yeşil ışığa basmak olacak. Diğerleri gibi ben de sinirliyim. Acaba çalışacak mı? Kendime karşılaşacağım söylenen şeyleri hatırlatıyorum. Düğmeye basınca şuurumu kaybedecek ve bir dakika kadar kısa bir süre sonra uyanacağım. Yeryüzündeki Tarayıcı beynimi ve vücudumu yokedecek, bu arada hücrelerimin geçirdiği bütün hâlleri kaydedecek. Sonra bu bilgiyi radyoyla nakledecek. Işık hızıyla yol alan bu mesajın Mars’taki Kopyacıya ulaşması üç dakika sürecek. Sonra bu, yeni maddeden, aynı benimki gibi bir beyin ve vücut oluşturacak. Uyanmam bu yeni beden içerisinde olacak.

Hernekadar bütün bunların olacağını düşünsem de hâlâ tereddüt içerisindeyim. Fakat bugün kahvaltıda karımın gülümseyişini hatırladığımda sinirlerim yatışır gibi oldu. O da bu tecrübeden geçmiş ve hiçbir problem yaşamamıştı. Düğmeye basıyorum. Tahmin ettiğim gibi şuurumu kaybediyor ve sonra tekrar kazanıyorum ama bu farklı hücre içerisinde oluyor. Yeni bedenimi kontrol ettikten sonra hiçbir değişiklik olmadığını görüyorum. Bu sabah traşında üst dudağımda oluşan kesik bile hâlâ orada.»

Bu hikâyeyi anlattıktan sonra, anlatmak istediğim asıl meseleye geçebilirim: Zımnî bilgi, açık bilgiye dönüştürülmekle kaçınılmaz olarak bozulur. Zira hakikat, donuk bir şekilde kavradığımız şey hakkında bile olsa, hakikatin bütünü olmadıkça hakikat değildir. Yukarıdaki deneyde de ışınlanmadan önce ve sonra bu bakımdan ‘herşey’ aynı ve ‘herşey’ anlatılmış değildir.”

Bade: (Heyecanlı bir ses tonu ile) “Kusura bakmayın, lafınızı kestim. Aklıma gelen bir şeyi paylaşmak istiyorum müsaadenizle. Okumuş olduğum bir kitabtan hatırımda kaldığı kadarıyla, mantığın «bir bilinmeyeni bir bilinene ircâ etmedir» şeklinde tarif edildiğini hatırlıyorum. Sizin anlattıklarınızdan hareketle; eğer dediğiniz şekilde zımnî ve açık bilgi ayırımını kabul edersek «bir bilinmeyenin bir bilinene ircâ edilişi» tarifi de düzeltilmeye ihtiyaç duyar. Çünkü bildiğimiz şey aslında bir “şey”in bize açık olan tarafıdır. Yani biz bir bilinmeyeni bildiğimizi sandığımız şeye ircâ ederken, aslında bize açık olan kısmı ile açıklıyoruz. Bu da teorilerin yanlışlanabilir oluşu meselesine çıkar.”

Graham Dunstan Martin: Tabiî ki hakikati «vak’a hakkında söyleyebileceklerimiz» olarak tanımlarsak, hakikatin açık olanla test edilebileceği iddiasında bulunabiliriz. Ancak, böyle bir iddia yersiz olacaktır. «Vak’a hakkında söyleyebileceklerimiz» kaçınılmaz olarak «gerçekte vak’anın kendisi» değildir.”

Garaudy: Anlatmış olduklarınızın materyalistleri ne kadar kızdırdığını ve bir ucuyla (gülerek) bana dokunduğunu itiraf etmeliyim. (Son noktayı koymak istercesine devam ediyor) Demek ki bu çerçevede ‘ifâde’, hakikat veya hakikatin bütünü hakkında her şeyi söyleme yeterliliğinden yoksundur. Eğer bildiklerimiz sadece ifâde ettiklerimizden ibaret olmuş olsaydı, bilmediğimize dair bilgimizin de mahiyetini bilmiş olurduk. (Mirzabeyoğlu gibi konuşuyor.) Ama hâlâ araştırmalar yapılıyor, bilimden, sanattan bahsediliyorsa, demek ki bilmediğimize dair bilgimizin yahud sezgimizin mahiyetini de bilmiyoruz. Zaten eğer bir teori zamanla zenginleşiyor ve değişiyorsa, bu onun mutlak olmadığını göstermez mi?”

Ben, kendini zengin bir sofrada bulan bir aç gibi hissediyor ve sadece yemekle meşgul oluyorum. Tek kelimeyi bile kaçırmamaya çalışıyorum.

Yine saatin tiktakları ile kendimize geliyoruz, müsaadesini isteyip tekrar otelin yolunu tutuyoruz. Otel odasında yatağıma uzanıyor ve düşünüyorum: nasıl olur; aklı bir azman gibi sağa sola saldıran, doymak kanmak bilmeyen bir çağlayan olan adam, şimdiki hâlinden bahsederken sadece “imân ve itaat” diyebiliyor?

Bade: (Kendi kendine konuşur gibi) “O zaman Mirzabeyoğlu’nun «bilgi bilinmezden devşirilendir» deyişinden mülhem, bundan dolayı bilinmezdir, diyebilir miyiz?”

O kadar yorulmuşuz ki, yatağa uzandığımız gibi yatıyoruz. Aynı zamanda korku da var içimizde. Siyonistlerle yaşadıkları ve bize bunun için şart koştukları…

III. GÜN

(Buradaki bölüm cihazdan silinmiştir.)

IV. GÜN

Sabah erken yine apar topar kalkıyor, birşeyler atıştırıyor ve notlarımızı, defterlerimizi bir araya getiriyoruz. Yine bizi alacak arabanın bulunduğu adrese gidiyoruz. Ama hayret! Araba yerinde yok. Yarım saat beklememize rağmen araba gelmiyor. Telefonumuz çalındı ve başka bir adrese gitmemiz istendi. Adres değişmişti. Neyse ki yeni adrese gittik ve arabayı bulduk. Bu arada bizi takib eden başka bir araba daha var. Korktuğumuz başımıza mı geliyor? Sonradan öğreniyoruz ki, Garaudy “Siyonizm Dosyası” isimli bir kitab hazırlıyormuş, bizi de dağıtımcı zannetmişler, bundan dolayı takibe uğramışız.

Nihâyet Garaudy’nin evine geldik. Bu arada, evin bahçesinde de 3-5 kişilik bir kalabalık gözümüze çarpıyor. Türkiye’den gelmiş bir iki kişi de aralarında. Bunlardan biri Cemal Aydın Bey. Yanına gidiyor ve kucaklaşıyoruz. Her yıl Fransa’ya gelip Garaudy’de ziyaret ediyormuş. Biz de geliş amacımızdan bahsediyoruz.

Röportajın muhtevâsından bahsettik kendisine. Heyecanlandı ve şöyle konuştu: “Garaudy, İslâm’ın küller altında yanan kor ateşini küllerden kurtarıp günümüze getirmek istiyor ve özellikle fıkıhçıları ‘bu kadar problem varken oturacak mısınız?’ diye kamçılamaya çalışıyor. Unutmayın, Garaudy bir İslâm âlimi değil.” dedi. Bu esnada kapı açıldı ve içeriye davet edildik. Bu sefer kapıya kendisi gelmemişti. Bizi içeride bekliyordu. Cemal Bey ve diğer arkadaşlarla içeriye girdik. Bir köşede bizim için ayrılmış bir yere geçip bekledik. Garaudy yeni misafirleriyle ilgileniyordu. Ben etrafı izlemeye başladım. Gözüme yine o tablo çarptı: Gittikçe silikleşen bir spiral, içinden dışarıya fırlamış bir robot eli; ve onun ileriye doğru uzanan işaret parmağında idam edilen bir insan.

Konuşmaları bir hayli sürdükten sonra şimdi kalkıyorlar. Kapıya kadar geçirdikten sonra odaya geldi ve gülümseyerek bizleri buyur etti. Oturduk. Cemal Bey’den bahsetti biraz. Daha sonra, “asıl mevzumuza geçelim” dedi ve biz de sorularımıza geçtik.

Ben: “Efendim, Marksizm’in çöküşünü sağlayan asıl dinamikler sizce ne?”

Garaudy: “Geçen gün kendi kendime rutin bir soruyu sordum ve şaşırtıcı bir cevab yakaladım. Soru şuydu: Bir komünist rejimin liderlerinin karşı karşıya oldukları en önemli problem nedir? Cevab: Elbe ile Çin Denizi arasındaki her hükûmetin ana meselesi, halkı çalışır –çift sürer, tohum eker, hasat yapar, inşa eder, imal eder, maden işçiliği yapar vs.- hâle getirmek için ne yapılması gerektiği hususunda kafa yormaktır. Hergün yüzyüze geldikleri bu en hayatî problem, onların sadece yurtiçi politikalarını değil, dış dünyayla ilişkilerini de belirler.

En zor şey ne biliyor musunuz? Dünyanın en büyük teknolojisini yapabilirsiniz, dünyayı bir uçtan diğer uca elektrik ile aydınlatabilir, güneşe yolculuk yapabilirsiniz ama insanlara çalışma şevkini sağlamak kadar zor değildir bunlar.

İnancını yitirmiş bir halkı coşkulu tutma girişimi, son derece tehlikeli sonuçlara yol açar. Ruhu diri tutmak için muazzam bir gayretin sarf edilmesi gerekir. Yahud bu gayret yerine, insanın ne olduğu meselesini çözümlemiş bir sisteme bağlanmak, onu hâkim kılmak gerekli.

COŞKUYU ÖVEN ÇOK ŞEY SÖYLENMİŞTİR. ÖNEMLİ OLAN HUSUS, COŞKUNUN KISA SÜRELİ, DOLAYISIYLA UZUN YOLA DAYANIKSIZ OLUŞUDUR. İşte yıkılışın sebeblerini bir yönüyle bu anlattıklarımdan seyredebilirsiniz.

Bir diğer yönü de şu: İnsanları en zor şartlar altında bile yaşatabilirsiniz. Demir yumruk altında ezebilirsiniz. Fakat halk daha iyi bir hayatın olduğunu anlarsa, işte o zaman o halkı durduramazsınız. ONUN İÇİN BAZI DÖNEMLERDE BAZI DEVLETLER MODEL OLARAK BAŞKA DEVLETLERE SUNULUR.”

Bade: Yazmış olduğunuz bir eserde; komünizm için, hâkim olduğu dönemde bilim ve sanatta büyük artış olduğunu belirtmişsiniz. Bunu Marksizmin doğruluğunun kriteri olarak nasıl alabiliriz?”

Garaudy: Bir defa bu soru yanlış soruluyor. Şöyle: Marksizmde taraf tutma prensibi var, bilirsiniz. Taraf tutma prensibine gelince ve tatbikattaki başarısı ileri sürülerek Marksizm-Leninizm’in iddia edilen doğruluğunun isbatına bu tatbikat başarıları delil olarak gösterilmek istenince, elbette ki durum değişir. Felsefenin hiç olmazsa küçük bir kısmı, sınıf bağlılığı düşüncesinden uzak kalmazsa, komünistler hangi mantık temeline dayanarak taraf tutma prensibini savunabilirler? Savunamazlar. Çünkü onların bu prensibine göre, ancak proleterya görüşünü paylaşan şuurlu bir bilgin gerçeği görme imkânına sahibtir. Halbuki bu, mantıkta bir «petitio principii»dir, yani hiçbir dayanağı olmadan boşlukta sallanan bir iddiadır, bir kavli mücerrettir. Ama komünistler bunu kabul etmezler. Öyle ise bu prensib varlığını hangi teorik esastan almaktadır? Marksist dünya görüşünün bir parçasını teşkil eden maddeci tarih anlayışından. Peki ben, bu anlayışın doğruluğuna kendimi nasıl inandırabilirim?

Bu demektir ki, Marksizmde mantık yoktur. Dolayısıyla sormuş olduğunuz soru yanlış!

Sormak istediğinize gelelim: Arslan tarafından kovalanan geyik, nasıl ki hiç ulaşamayacağı bir hıza ulaşır… Ve nasıl ki geyiğin bu hızını arslanın doğruluğu için delil olarak kullanamıyorsak, Marksizm için de bunu kullanamayız. Bilim ve sanattaki yükselişi de, insanların kendilerini yok etmek isteyen bir sisteme başkaldırısı olarak ele alabiliriz. Yani insanın, «ben varım» deyişinin bir ifadesi!

Dilerseniz bugünlük bitirelim. Kendimi çok yorgun hissediyorum. Bir ânda uzun yılların da hatırası yüreğime bindi sanki.”

Bade: “Peki efendim, nasıl isterseniz.”

Ben: “Efendim, dilerseniz bir doktora gidelim.”

Garaudy: “Yok yok, teşekkür ederim, zaten evim eczaneye döndü, bir tabelası eksik.”

Tekrar kapıya kadar uğurlanmanın şevki ve “yarın son günümüz olsun” demesinin vermiş olduğu buruklukla otelimize kadar bırakılıyoruz. Bugünü gözden geçiriyoruz. Yine notlar alıyoruz. Bu arada, Türkiye’den bazı gazete ve televizyonlar bizi durmadan arıyor ve röportajın bir nüshasını mutlaka istediklerini belirtiyorlar. Bunlar benim açıkçası hiç umurumda değil! Sadece bu zengin sofranın tadını çıkarmalıyım diye düşünüyorum. Büyük şahsiyetlerin her söylediği şeyde bir mânâ aramak bende bir saplantı olsa gerek. Hani ayrılırken bize “evim eczaneye döndü, sadece tabelası yok” diyor ya… İşte biz de hasta insanlarız ve ilacımızın peşindeyiz diye düşünüyorum.

Gecenin bir yarısı bir rüya ile uyanıyorum. Rüya şöyle: Bulutlara kadar uzanmış -bulutlar sanki sınırmış gibi- bir ağaç… Galiba bu ağacın tepesinde birileri var ve meyvesini yiyorlar. Oradan aşağıya kırıntılar düşüyor ve tavuklar aşağıda bunları yiyiyor.

Bunları not aldıktan sonra bavullarımızı topluyoruz. Yarın Fransa’dan ayrılacağız. Ruhların anlaşması ne kadar da mühimmiş, onu anladım. Neyse…

Yine aynı yerden alınıyor ve yine takibe uğruyoruz. Galiba Fransa’da rutin bir şey, takibe uğramak… Kapıda karşılanıyoruz. Yine aynı masanın etrafında toplanıyoruz. Bu sefer biz bir şey sormadan kendisi konuşmaya başlıyor.

Garaudy: “Sizin oraları anlamakta güçlük çekiyorum; o kadar âlim geçinen var, fakat İslâm’ı dış yüzden bile olsun kaydadeğer bulmuyorlar. Oysa bir fikir adamı, bir mütefekkir, kâinatı en büyüğünden toz zerresine kadar gözden geçirmeli, kafa patlatmalı. Her beyin hücresi bir diğeri ile savaşta olan mütefekkirler nerede?

Bugün İslâm’ın yayılışından bahsetmek istiyorum.” (Masanın üzerindeki “Sosyalizm ve İslâmiyet” isimli kitabı kaldırıyor. Okumam için bana uzatıyor ve o kadife ses tonu ile “okur musun?” diyor.)

Ben: “Tabiî ki efendim: «İslâm kültürünün açılıp gelişmesinden önce, İslâm fetihlerinin dünyanın çok geniş bir alanını kaplaması sonucu, medeniyetin yeniden doğması ve dünyanın yeni bir gençlik çağına ulaşması için gerekli şartları yarattı.

İslâm fetihleri, dünyadaki kaosu ve onun doğurduğu asalak hiyerarşileri silip süpürmekle bu yeni medeniyetin ekonomik ve sosyal şartlarını oluşturdu.

Dikkate değer bir noktadır ki, son derece büyük bir hızla gelişen bu fetih, hiçbir zaman Hun ve Moğol istilâlarının yıkıcı niteliğini göstermedi.

Az sayıda askerî birlikler ülkelere giriyor ve çoğu hâlde yerli halkın desteğini sağlayabiliyordu: İspanya’da fetih ordusunun mevcudu 40 bin kişiyi bulmuyordu.

Bu bakımdan İslâm fetihlerinin hız ve genişliğinin sebeblerini askerî gücün dışında aramak gerekir.

Zaferin tâyin edici faktörü; fâtihlerin, çözülme hâlinde olan bir kölecilik âlemine, yahud ufak parçalara bölünmüş ve hareket kabiliyetinden yoksun kalmış bir feodal âleme daha yüksek ekonomik ve sosyal teşkilât biçimleri getirmiş olmasıdır. Bu yeni teşkilât biçimleri, geniş halk kitlelerinin ihtiyaçlarını cevablandırdığı içindir ki, onların desteklerini kazanmıştır.

İslâmlık dünyaya, bütün maddî ve manevî sonuçlarıyla birlikte bir ticaret medeniyetinin ilk biçimlerini getiriyor, böylece insanlığın uyanışı ve yeniden açılıp gelişmesi için gerekli ekonomik ve sosyal şartları yaratmış oluyordu.»”

Garaudy: “Evet, bu kadar yeter!”

Bade: “Efendim, bazı kesimler İslâm’ın kılıçla yayıldığını vurguluyorlar sürekli.”

Garaudy: “İslâm’ın kılıçla yayıldığını söyleyen adamlar, Sahabîlerin Müslüman olduktan sonra ölümü niçin bu kadar arzuladığını da açıklamak zorunda olan fikir garîbeleridir. Son olarak şunları ekleyerek röportajımıza son verelim istiyorum: İslâmiyetle öbür dinler arasındaki fark, İSLÂM’ın çağları arkasından sürüklemesidir. İslâm’ın dışındakiler, zamana hitab etsin diye reforma tâbi tutuldu, KUR’AN ise indirildiği günden beri aynı. O zamanı değil, zaman onu izledi. Bu, ÇAĞLARÜSTÜ bir hâdisedir.

Hazret-i Ömer, kölesi ile bir şehirden öbürüne giderken, deveye sıra ile biniyorlardı. İşte ADALET ve HUKUK’ta aklın devrimi budur!…

Bakın şu söyleyeceklerimi iyi dinleyin: Şuurumuz, tarihten geride kalıyor. Rötarımızı kapatmak istiyorsak, ilkin bu durumun iyice ve tam olarak şuuruna ermemiz gerekir. Yeni sentezi gerçekleştirmeyi Marksizm ancak böyle başarabilir.

Bütün BÜYÜK düşünce akımları bugün bu gerekliliği dile getirmektedir. Tarihî gerçekle şuur arasındaki uzaklığın herkes farkında. Bir «aggiornamento», bir «GÜNÜN GEREKLERİNE UYDURMA» yalnız Katoliklere düşen bir iş değil, genel bir problemdir.

Marksist felsefe, eylemi düşünceye saydam kılmak ve onu aşarken devindirmek, yükseltmek çabasıdır. Eğer tarih ile şuur arasındaki bu kapanmayan ayrığı düşünürseniz, Marksizm’in bunu yapabilecek yâni bu sistemi gerçekleştirebilecek sentezi temel prensiblerinden dolayı kuramayacağını anlarsınız. Lenin’in Marksizm’i revize etmek için insan üstü çabasına bakmanızı tavsiye ederim.

Bu sentezi, Marksizm veya izm’le biten herhangi bir teori, sistem veya fikirden değil, ancak İslâm’dan hareketle yapabilirsiniz ve âcil yapmanız lâzım. Yâni siz, Kur’ân prensiblerinden hareketle yeni bir anlayış modeli teklif edebiliyor musunuz? Evet mi, hayır mı? İşte bütün mesele bu!”

Bizlere sarıldıktan sonra teşekkür ediyor ve hummalı gözlerle gözlerimize bakıyor. Korku, umut, heyecan, istek, arzu, ümit, tereddüt ve şübhenin kaynaştığı o çift göz, bana tüm bir röportajdan daha anlamlı geldi. Biz de teşekkür ettik ve oradan ayrılmak için havaalanına doğru yola koyulduk.

Yine bizi takib eden o araba… Havaalanına varmadan bizi durduruyor ve elimizde ne var yok el koyuyor. Bizi emniyet gibi bir yere götürüyorlar. Ben kendimi salmış durumdayım… Elimizdeki ses cihazına el koyuyorlar ve 1-2 saat sonra bırakıyorlar. Neyse… Uçağa binip binbir duygu içerisinde ülkemize dönüyoruz.

Eve vardıktan sonra biraz dinleniyor ve gece saat 3 gibi kalkıp çalışmaya başlıyoruz. Bandı çözümlemek için dinlediğimde bazı yerlerin silindiğini hayretle farkediyorum. Çıkarılan yerler ise “İsrail Mitler ve Terör”, “Siyonizm Dosyası” ve “Amerikan Efsanesi” isimli kitabları hakkındaki konuşmalarımızdı.

Sabah televizyonu açıyorum, bir alt yazı geçiyor: “Dünyaca ünlü fikir adamı Roger Garaudy vefat etti. Ölmeden önceki son isteği yakılarak ölmek.” İşte bu haberle ürperiyorum. Sonra öğreniyorum ki, “yakılma” isteği, kendisine değil, yakınlarına ait. Habercilerden bazılarının fahişe kalemler olduğunu bir kez daha anlıyor ve bu ruh hâli içerisinde yatağa uzanıp ağlıyorum. Defterime düştüğüm son not: “Garaudy’nin küllerini bir rüzgâr alacak ve kentten köye, köyden kente her yere taşıyacak.”

(*) Roger Garaudy, Salih Mirzabeyoğlu, Necib Fazıl ve Graham Dunstan Martin’in eserlerindeki fikirlerden iktibas ve yorumlarımızla tarafımızca kurgulanmıştır.

Akademya Dergisi, II. Dönem, Sayı 4, Ağustos-Ekim 2013.

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR