GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ANADOLU’DA İNSAN VE MEKÂN – II –
(Çözümler, Alternatifler)
YÖNETEN
Av. Harun Yüksel
KONUŞMACILAR
Yük. Mim. Turgut Cansever
Mustafa Armağan
Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi
02 Mart 1998
18.30
Bant Çözümü
Ahmet Arslan
Bilgisayar Dizgi
Emel Zor
Gülçin Şenel
HARUN YÜKSEL: Sevgili dostlar, hepinizi Akademya adına saygı ile selamlıyorum. Panelimizin ikinci bölümüne hoş geldiniz. Bugün “Anadolu’da İnsan ve Mekân” problemlerinin çözümünü konuşacağız. Güzel insanlara, güzel mekânlar nasıl kurulur onu konuşacağız. Ama buraya gelirken çok derin bir iç çelişki yaşadım, önce onu size aktarmak istiyorum, o problemimi aktarmak istiyorum. Bu büyük bir çelişkiydi. Biz burada yakın gelecekte –inşallah- kurulacak İslâm şehirlerine doğru bir projeksiyon yapmaya çalışacağız. Fakat tam da bugünlerde “Ana gibi yar Bağdat gibi diyar olmaz” sözüyle kültürümüzün içine kadar girmiş, güzellik numunesi olarak girmiş Bağdat şehri, Amerikan emperyalizminin yoğun bir tehdidi altında. Sadece Bağdat şehri değil tabiî… Iraklı Müslümanlar da bu tehdid altındalar. Bu istikbâle matuf şu çirkinliklerden kurtulup güzel şehirler inşâ edelim derken, Bağdat gibi güzellik numûnesi olarak kültürümüze girmiş bulunan bir güzel İslâm şehrinin yıkılma tehdidi altında bulunması benim zihnimi kilitledi, açık konuşmak gerekirse…
Şimdi, “Bağdat’ın yıkılmasını mı konuşalım, yoksa nasıl şehirler kuracağımızı mı konuşalım?” diye düşünüyordum. Bu sırada Peygamber Efendimiz’in bir Hadis’i bu kilide anahtar rolü oynadı. O da mealen: “Bir kötülük gördüğünüz zaman onu elinizle düzeltiniz; buna gücünüz yetmiyorsa dilinizle düzeltiniz; buna da gücünüz yetmiyorsa kalbinizle o kötülüğe karşı çıkınız. Ama kalben karşı çıkmak imânın en zayıf derecesidir.” Bu ölçü içinde, şahsî korkularımız ve kaygılarımız elimizi kolumuzu ne kadar bağladı ise de Allah’a şükür dilimizi bu kaygılara ve korkulara henüz teslim etmedik. Dolayısıyla Peygamber emrinin aynı zamanda imâna da mihenk olabilecek bu ölçüsünü kısaca –hiç olmazsa- dilimle yerine getirmek istiyorum. Bunu yaparken de inşallah hepinizin hislerine tercüman olacağımı ümid ediyorum. Öyleyse o görevimizi yerine getirelim.
Dünyanın tek kabadayısı rolünü üstlenen ve kaba madde gücüne dayanarak mazlum dünya milletlerine küstahça kafa tutan ve mazlum Irak halkını ölümle ve kadîm İslâm topraklarından biri olan Irak’ın, tabiî, tarihî ve kültürel mekânlarını tehdid eden ve bunu yerine getirmek için sabırsızlanan Amerikan emperyalizmini kınıyorum. Mazlum Irak halkı için Allah’tan lütuf, inayet ve yardım diliyorum. Bu ağır tehdid altında bile küfür ve zulme boyun eğmeyen yiğit Iraklı Müslümanları tebrik ediyorum. Anadolu Müslümanları gibi, teslim olma zilletine asla duçar olmamalarını diliyorum.
ABD silah teknolojisinin mazlum Irak halkını nasıl yok edeceğini, Irak şehirlerini nasıl harabeye çevireceğini, Amerikan propaganda makinesinin bir dişlisi olarak her gün sadistçe işleyen uşak medyayı da kınıyorum.
Yüreklerine sinmiş ABD korkusunu “zalim Saddam” edebiyatıyla perdelemeye çalışan sözde İslâmcı medyayı da kınıyorum.
Irak halkı ve coğrafyasının bugün karşı karşıya bulunduğu bu ağır tehdid karşısında kılı kıpırdamayan ve hatta Müslüman bir ülke halkının toptan katledilmesi vahşetini üç-beş günlük koltuk ve ikbâl hevesinden daha az önemli görerek, “bizim daha önemli işlerimiz var” diyebilen sözde İslâmcı politika ağalarını da kınıyorum.
Milyonlarca Iraklı Müslümanın karşı karşıya kaldığı bu yok edilme tehdidi karşısında, kılı kıpırdamayan ve bağlılarına, “aman provokasyona gelmeyelim”den başka bir şey söyleyemeyen her tür İslâmcı parti, dernek, cemiyet ve cemaat önderlerini de kınıyorum…
İşe bakın ki, mazlum Irak halkını Amerikan emperyalizmine karşı savunmak, Anadolu halkını toptan yok etme plânının bir piyonu olan Doğu Perinçek ve âvânesine kalmıştır. “Kendine ‘müslümanım’ diyenler için bundan büyük utanç olur mu?” diyorum, başta kendim olmak üzere, kendimi sorguluyorum. Ben, bugün burada kendisine karşı bütün rezervlerimi muhafaza ederek Doğu Perinçek’in Irak meselesindeki anti-emperyalist tavrını tebrik ediyorum. “Bu bile utanmamız için yeterli sebebtir” diyorum. “Keşke RP’yi de, BBP’yi de, MHP’yi de, MGV’leri de, Nizâm-ı Âlem Ocakları’nı da, Ülkü Ocaklarını da, İmam Hatib Lisesi Mezunları Derneklerini de, Aydınlar Ocağını da, İlim Yayma Cemiyetini de vesair örgüt ve cemaatleri de, hatta geçen Körfez saldırısında ‘İsrail’e düşen her Scud füzesinin oradaki masum Yahudiler’e herhangi bir zarar verebileceği endişesiyle gözlerinin tüllendiğini’ söyleyen Fethullah Gülen ve takımını da kutlayabilseydim” diyorum. Ama maalesef yapamıyorum… Ve bu vahşet karşısında, sessiz kalan herkesi ve her kesimi “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” Peygamber ölçüsüyle yüz yüze bırakıyorum…
Manifestom bu kadar efendim…
Şimdi mevzuumuza gelelim… Bugün dedik ki, güzel İslâm şehirlerine -bu çirkinlikten kurtulup-, nasıl ulaşabileceğimizi, bunun yollarını, -varsa yollarını-, bu şehirleri nasıl kurabileceğimizi ana çizgileriyle görmeye çalışacağız. Üstadımız [Turgut Cansever] bu konuda eserleriyle, fikirleriyle, konuşmalarıyla bir derviş sabrı ve tavrıyla neler yapılabileceğini yüklü hamûlesiyle her gördüğü platformda zaten anlatıyor. Bugün inşallah yine güzel şeyler söyleyecek bize.
Söze başlamadan… Geçen oturumu bir şiirle kapatmıştık. Bugün biraz ona değineyim. Biz şiir ve sohbet medeniyetinin çocuklarıyız bir anlamda. Hafızamızda her ne kadar ona dair çok az iz kalsa bile böyle bir medeniyetten geliyoruz, böyle bir kültürden geliyoruz. Şiir öyle işlemiş ki bizim kültürel genlerimize, bugün Türkçe bir tek doğru cümle kurma yeteneği olmayan insanlarımız bile oturup kendince şiirler yazıyorlar. Üstad rahmetlinin söylediği gibi, “nâmütenahî şair yokluğu içinde nâmütenahî şiir çokluğu var.” Bu da o kültürel genlerimizin –zannediyorum- bir etkisi olsa gerek.
Nereye getireceğim sözü? Ben şiirle başlayacağım, toplantıyı oraya getireceğim. Bu şiir de, Üstad’ın 1947’de yazdığı ve şiirin mücerret yapısını çok aşan, kaskatı müşahhasları şiir tanımını zorlayarak şiirine kattığı, ruhumuzla birlikte gözümüze de bir takım katı müşahhasları sokmak için yazdığı bir şiir. 1947’de bu manzarayı bu şiir çerçevesinde tablolaştırırken, Üstad rahmetli Necib Fazıl’dan dinlerken, aynı zamanda da geçen toplantının bir özetini yapmış olacağız gibi geldi bana. İzin verirseniz, ben önce bu şiiri bir okuyayım. Şiirin ismi, “Destan”. Ve başlamadan şunu da söyleyeyim: Bugün bu şiirin yazılışından 50 sene sonra, şartlar çok daha vahim, çok daha ağır… Yâni 1947’deki şartları aratacak şartlar yaşıyoruz. Evet, şiir şöyle:
Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!
Haykırsam, kollarımı makas gibi açarak:
Durun, durun, bir dünya iniyor tepemizden,
Çatırtılar geliyor karanlık kubbemizden,
Çekiyor tebeşirle yekûn hattını âfet;
Alevler içinde ev, üst katında ziyafet!
Durum diye bir lâf var, buyrunuz size durum;
Bu toprak çirkef oldu, bu gökyüzü bodurum!
Bir şey koptu benden, şey, her şeyi tutan bir şey,
Benim adım Bay Necip, babamınki Fazıl Bey,
Utanırdı burnunu göstermekten sütninem,
Kızımın gösterdiği, kefen bezine mahrem.
Ey tepetaklak ehram, başı üstünde bina;
Evde cinayet, tramvay arabasında zina!
Bir kitap sarayının bin dolusu iskambil;
Barajlar yıkan şarap, sebil üstüne sebil!
Ve ferman, kumardaki dört kıralın buyruğu:
Başkentler haritası, yerde sarhoş kusmuğu!
Geçenler geçti seni, uçtu pabucun dama,
Çatla Sodom-Gomore, patla Bizans ve Roma!
Öttür yem borusunu öttür, öttür, borazan,
Bit pazarında sattık, kalkamaz artık kazan!
Allahın on pulunu bekleye dursun on kul;
Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul.
Bu taksimi kurt yapmaz, kuzulara şah olsa;
Yaşasın, kefenimin kefili karaborsa!
Kubur faresi hayat, meselesiz, gerçeksiz;
Heykel destek üstünde, benim ruhum desteksiz.
Siyaset kavas, ilim köle, sanat ihtilâç;
Serbest, verem ve sıtma; mahpus, gümrükte ilâç.
Bülbüllere emir var: Lisan öğren vakvaktan;
Bahset tarih, balığın tırmandığı kavaktan!
Bak, arslan hakikate, ispinoz kafesinde;
Tartılan vatana bak, dalkavuk kefesinde!
Mezarda kan terliyor babamın iskeleti;
Ne yaptık, ne yaptılar mukaddes emaneti?
Ah, küçük hokkabazlık, sefil aynalı dolap;
Bir şapka, bir eldiven, bir maymun ve inkılâp.
Evet hâlimiz bu… Bu cehennemî şartlardan efendim biz nasıl çıkacağız? Buyurun…
TURGUT CANSEVER: Bir kere, galiba geçen toplantıda sözünü ettiğim bir meseleyi tekrar zikretmek istiyorum. Füsus-ul Hikem’de İsrail Peygamberlerinden bir Peygamberin hikmetini anlatırken Muhyiddin-i Arabî: “İsrail Peygamberlerinin dini bizatihî riyâ idi; çünkü halkı hakka davet ettiler.” Hazreti Peygamber buyurmuştur ki: “Halk haktır.” Halk hak iken, onu hakka davet edenler halkın gözünde kendisinin hak olduğunu gizlediler; bunun için riyâ idi. Ve o noktadan itibaren de halkın neden hak olduğunu anlatıyor ve hangi sınırdan itibaren de halkın hak olmadığını anlatıyor. Bu açıklama sanıyorum büyük bir önem taşıyor. Birçok Hadis-i Şerif bu meseleyi daha da açık bir şekilde ortaya koyuyor. Halkın hak olmadığı sınır, bilginin geldiği sınırdır. Tabiî bilgi ile karar veren arasındaki, hüküm veren arasındaki münasebet o bilgiyi meşrû yahut gayrimeşrû yapıyor. Evet, “hükümdarın iyisi âlimin ayağına giden, âlimin kötüsü hükümdarın ayağına gidendir.”
HARUN YÜKSEL: Evet…
TURGUT CANSEVER: Eğer hüküm veren, yöneten, bilgiyi emrinde kullanıyorsa, o zaman o hüküm verenin emrine giren bilgi ile hakkı sağlamaya imkân olmadığı bu Hadis-i Şerif’le açıkça ortaya konuluyor. Tabiî hükümdarın emrine giren kişiler de bir başka Hadis-i Şerif’le tamamlanıyor: “İnsanların en iyisi, âlimin iyisi, insanların en kötüsü, âlimin kötüsüdür.” Yine başka bir Hadis-i Şerif’te: “Ümmetimin zevâli kötü emirlerle kötü âlimlerden olacaktır.” buyruluyor… Şimdi tabiî bir tanesini daha eklemem gerekiyor, bir Kudsî Hadis’te: “Bir kavmi şirke düşmedikçe helâk etmeyeceğim.” buyruluyor. Doğrusu bu dört Hadis-i Şerif’le, Kudsî Hadis çerçevesi içinde meselemizi incelememiz gerekiyor. Eğer halk hak ise, çözüm halkla beraber mümkündür. Halkı hakka davet ederek değil, halkla beraber hareket ederek ve bilgiyi bu hareketin hizmetine koyarak; ancak o bilginin hükümdar-âlim ilişkisindeki yanılgıya düşmeden, karar verenle bilgi arasındaki münasebeti doğru bir münasebet biçimi içerisinde ilişkilendirerek bir çözüm elde etmek mümkündür. Burada daha büyük bir berraklık kazandırmak için şunu söyleyebilirim. Tam 15 gün evvel, Hollanda televizyonu ile bir günlük mülâkatımız oldu; bazı şeyler yayınlayacaklardı…
İZLEYİCİ: Nerede oldu efendim?
TURGUT CANSEVER: İstanbul’da yapıldı. “Türkiye’deki politika hakkında ne düşünüyorsunuz?” dediler. Ben, “danışmanları olan neredeyse hiçbir politikacı tanımıyorum” dedim.
HARUN YÜKSEL: Yâni gerçek danışmanları, yoksa danışmanları çok…
TURGUT CANSEVER: Bağımsızlığa sahib, kendi düşüncesini açıkça ifâde eden, -yâni hükümdarın hoşuna gidecek şekilde değil-, tam bir bağımsızlıkla ifâde eden danışmanlara sahib hiçbir politikacı tanımıyorum Türkiye’de…
Dolayısıyla, bir sonuca gidilecekse, burada karar verecek halk ile halkın sözcüleri ile bilginin temsilcileri arasındaki ilişki düzeninin doğru kurulduğu bir hareketi gündeme getirmek gerekiyor. Bir Uzak Doğulu Peygamber; “kalbini temizle –yâni bilgini tamamla demek-, dik dur, uzağa bak, ağır adımlarla ilerle, halk arkandan gelecektir!” diyor. Bu da bütün Peygamberlerin uyguladığından başka bir şey değil. Doğrusu hep beraber böyle bir programı ülkenin geleceği için hazırlamamız gerekiyor. Bu programın ülkenin bütün alanlarını kapsayacak şekilde tanımlanması böyle bir saatlik program içerisinde mümkün değil. Ama konumuz “çevre ve insan”sa ve bu çevre ve insan meselesini geçen toplantımızda “Türkiye’de Şehirleşme Meselesi” olarak tanımlamışsak, şehirleşmeyi nasıl düzenleyebiliriz?
Söyledik: “55 milyon insan şehirlere gelecek, köylerde 15 milyon insana yeniden ev inşâ edilecek.” Bu konuyu nasıl gerçekleştirebileceğimizi çok kaba bir tasnifle iki alanda ele almak, bu toplantının sınırları içerisine girebilmek için sanırım zarurî olacak. Bu alanlardan bir tanesini “maddî varlık alanı” ve “sosyal varlık alanı” olarak tanımlayabilirsek, yâni iktisat-ekonomi ve beraberinde yönetim-bilgi ilişkisi gibi bu alanı tanımlarsak, “bilgi ve otorite” ilişkisi diye tanımlarsak, meselelerin bir bölümünü bu alanda inceleyebiliriz.
Diğerinde ise, meydana getireceğimiz yeni şehirlerin içindeki insanlar, dünyaya, kâinata, varlığın bütün vechelerine bakacakları, hepsini kavrayacakları için, meydana getirdiğimiz çevrenin hangi vasıflara sahib olması lâzım geldiğini düşünmeyi ve bu vasıflara sahib olacak çevreyi nasıl üreteceğimizi, (yâni meydana getireceğimiz bu çevre, o çevrenin içerisinden kâinata bakacakların, o çevreyi meydana getirenlerin de kâinata bakış tarzı olması lâzım geldiği zaruretini göz önünde tutarsak), o kâinat, varlık, yaratılış tasavvurunun içerisindeki insanla beraber bütünlüğünün, “insanların nasıl çevreler ortaya çıkarması gerekir?” düşüncesi ile beraber, bu çevrelerin “nasıl bir yaklaşımla, nasıl bir sorumluluk duygusuyla, nasıl bir bilgi birikimi ile nasıl bir idrak, seziş yeteneğiye oluşabileceğini” tanımlamaya çalışırsak, o zaman bu alana âit meselelerin de çözümüne nasıl ulaşabileceğimize dair –tabiî çok özet- bazı şeylere ulaşabiliriz. Onları ihmal edersek hiçbir çözüm elde etmemize imkân olmayabilir. Evvelâ şehirlerimize gelecek 55 milyon insana, “evet, hep beraber bunu yapmak istersek, bu yapılabilir!” dememiz gerekiyor. O da en basit bir şekilde, “çocuklarınız ısınan evlerde yaşasın, depremde çoluk-çocuk enkaz altında kalma trajedisini yaşamamak için evler inşâ edelim. Ömrünüzün % 15’ini evinizle çalışma yeri arasında yok etmeyin; yâni 60 sene yaşıyorsanız, bunun 10 senesi eriyip yok olmasın.” diyeceğiz.
HARUN YÜKSEL: İsraf edilmiş zamandan kurtulalım yâni…
TURGUT CANSEVER: “O 10 seneyi çocuklarınızı daha iyi terbiye etmek için, onların gelişmesinin güzelliğini yaşamak için, onlarla beraber dünyaya bir şeyler ilave edebilmek üzere, kendinizi geliştirmek için kullanın” diyebilmek için. Evet… Öyle şehirler inşâ edelim ki, orada on seneyi çocuklarımızı daha iyi besleyebilmek için kullanalım. Hanımınız, çocuklarınız, onlar da ilk günden itibaren güzel şeyler üretebilsinler. Hep beraber bu şehri inşâ etmek için hareket edelim, demek üzere yola çıkalım. Peki, bu dünyayı nasıl vücuda getirebiliriz? Evet, halkla beraber! Ama bir yerden sonra bilginin katkısından yararlanarak. Bu bilgi bize neler sağlayabilir? Bugün şehirleri büyüttüğümüz zaman –geçen toplantıda da söyledim-, müthiş bir israf oluyor. Evet, öyle şehirler kurabiliriz ki, bu şehirlerin günlük şehir hayatının yaşanmasında, işletmesinde asgarî masraflar oluyor; şehrin yatırım sürecinde de asgarî masraflar oluyor. Bu şehir büyüklüklerinin ve şehir kompozisyonlarının kademeleşmesini düzenleyerek mümkün oluyor. Biliyoruz ki nüfusu 25 bin ilâ 50 bin arasındaki şehirler en ucuz inşâ edilebilecek şehirlerdir. Meselâ işletmesinin masrafının % 40’ını teşkil eden ulaşım masrafları nüfusu 50 bin-100 bine kadar şehirlerde sıfırdır.
HARUN YÜKSEL: Sıfırdır tabiî…
TURGUT CANSEVER: Sıfırdır, evet… Şehirleri büyüttüğümüz zaman, bugüne kadar olduğu gibi çok katlı apartmanlar inşâ ediyorsak, çok katlı apartmanların metrekare inşaat maliyeti 1980 yılında 22 bin lira iken, 1-2 katlı evlerden oluşan mahallelerin inşâsı için, 1-2 katlı evlerin maliyeti, aynı konfor şartlarına sahib, ailenin ölçüsünün değişmesi hâlinde bu değişmelere uyma kabiliyeti bir apartmanda olmayacak kadar, apartmanda bu sıfırken, burada her türlü değişmeye imkân veren bir mimarî çevre oluşturan evlerin maliyeti 8.700 liradır. Yâni üçte biri kadar…
Bu unsurlardan hareket ederek diyebiliriz ki, geleceği doğru bir şehirleşmeye yönlendirdiğimiz zaman, o kadar büyük tasarruflar sağlanacaktır ki, bu tasarruflar büyük şehirleri inşâ etmeyi mümkün kılacak, en fakir insanlarımız için de… Bu en fakir insanlarımızın evlerini ve çevrelerini meydana getirme, bilgiyi onlara getirme, sanat duyarlılıklarını onların evlerine ulaştırma imkânı olacaktır. Dolayısıyla bu kaynak tasarrufu, aynı zamanda bu şehirlerde yaşayacak insanların kültürel gelişmesine de tahsis edilerek, gerçekten yüksek kültür seviyesine sahib nesillerin bu şehirlerde yaşamasına ve bu şehirleri ayakta tutmasına imkân verecektir.
Maddî meselelerden bir tanesi bu iktisat alanındaki tasarruftur ve İslâmî bir kurala uyarak biz bunu yapma hakkına sahibiz. Tabiî böyle olduğu zaman, kimisinin evinin maliyeti 22 bin lira değil, 1980 fiyatlarıyla konuşayım, 50 bin, 100 bin lira iken, öbürünün evinin maliyeti 2 bin lira olması, dolayısıyla o 2 bin liraya mal olan evlerin çöküp, içerisinde çoluk-çocuk insanların telef olmalarına, enkaz altında yok olmalarına sebeb olacak bir adaletsizliğin ortaya çıkardığı sosyal çatışmaları da aşarak, bunu gerçekleştireceğimiz için, eğer biz toplumumuzun bu ortak üst gelir grubuna dâhil insanlarını ikna edersek, onlar bu israftan vazgeçerlerse, bunu başarabiliriz.
Öbür taraftan da 60 bin liraya bir gecekondu -1970’li yıllarda- elde eden ailenin harcadığı 60 bin liranın 40 bin lirasını rüşvete ve gereksiz harcamalara, arazi eşkıyasına verdiğini, bu fakir insanlarımızın o tarihte ödedikleri 60 bin liranın yalnızca 20 bin lirasının meydana getirdikleri çevrenin gerçek harcaması olduğunu düşünürsek, o zaman bu 20 bin lira yerine bu insanların ödedikleri 60 bin liranın tamamını onların evlerinin sağlam ve güzel olması için harcamalarını mümkün kılacak bir üretim düzenini tesis edersek, o insanlara bugün 60 bin lira ödedikleri hâlde 20 bin liralık bir mala sahib olma şeklinde tahmil edilen zulme son vererek, onlara âdil bir yaklaşımı sağladığımız takdirde, onların de desteği ile bu halkla beraber, onların değer sistemleriyle beraber hareket etme imkânımız olacaktır. Bilginin beraberinde getireceği birinci husus, sözünü ettiğim tasarruftur.
Şehirlerimizi yeniden inşâ edeceksek, bu tasarrufu nasıl sağlayabiliriz? Geçen toplantıda mevcut şehirleri büyütmenin nasıl bir israf olduğunu anlattık. Şehirlerimizi yeniden inşâ edeceksek, bu şehirlerimizin nerelerde yerleşeceğini belirleyecek bir çalışma, bilginin ışığıyla ortaya konulabilir. Buna “bölge ölçeğinde plânlama” diyoruz. Bunun bir başka ismi, “fizikî plânlama”dır.
Bu çalışma, fizikî plânlama çalışması, Türkiye’de 1956’da, şahsen ben ve birkaç arkadaşın arasında görüşülmeye başlandı. 1960’da evvelâ 1958’de İmâr-İskân Bakanlığı’nın görevleri arasına yerleştirildi, kuruluş yasasında yer alarak. 1960’da da bu çalışma başladı. Doğrusu bu çalışmayı –onu söylememiz gerekir-, askerler başlattı. Çünkü onun ne olduğunu biliyorlardı. Harekât aşamasını biliyorlardı. Biz bunu onlara anlattığımız zaman onlar hemen “evet” dediler ve bütün imkânları ortaya koydular. I. Bölge ölçeğinde plânlama başladı. Bu plânlamanın macerası uzundur. Galiba geçen defa da bahsettim, tekrar etmeyeyim. Ama bugün Devlet Plânlama’nın yetkisi altında olan bir çalışmadır. Ve Devlet Plânlama, “Zonguldak ve Güneydoğu Plânlamaları” isimli iki plânlama yaptırdı ama iki başka plânlama Belediyelerin girişimiyle bugün başlamış bulunuyor. Yâni Belediyelerin girişimiyle, halka daha yakın kuruluşların girişimiyle başlamak durumunda. Henüz başlamamış bulunuyor, ama başlamak durumunda. Bir tanesi “Marmara Bölge Plânlaması”, diğeri “Ege Bölge Plânlaması”. Tabiî, bunun bütün Türkiye’ye teşmil edilmesi lâzım. Sadece bu iki yörede eğer plânlama yapılır, o plânlamaya göre gelişme başlarsa, bu gelişmenin ortaya çıkarttığı cazibe, nüfus ve iktisadî gelişmişlik açısından Doğu ve Batı arasındaki dengesizliği daha büyük bir dengesizliğe dönüştürecektir. Dolayısıyla, ülke ölçeğinde hangi bölgelerin öncelikle plânlanacağını belirleyecek bir plânlama çalışmasına ihtiyaç vardır. Bu tür plânlama çalışmaları için kurulan Devlet Plânlama Teşkilatı, büyük ölçüde müsaade veren bir teşekkül hâline dönüşmüş bulunuyor. Ve bilfiil bu plânlamaları yapamayan bir kuruluş durumuna dönüşmüş bulunuyor. Dolayısıyla ülke ölçeğinde, ülkelerin çeşitli bölgeleri arasındaki dengesizliklerin nasıl aşılacağını, o dengesizliklerin sebeblerini tahlil ederek, bu bölge ölçeğindeki plânlamanın ana amaçlarını belirleyerek ülke plânlamasını harekete geçirecek bir birime ihtiyaç vardır. Şimdi, bütün gelişmiş ve bu meseleleri çözmüş ülkelerin plânlamasında iktisadî, sosyal plânlamayla, fizikî plânlama dediğimiz, yâni iktisadî kararların ve sosyal kararların mekân ve zaman içerisinde nasıl yer alacağını gösteren bu fizikî plânlama, üçlü bir bütünlük teşkil eder. Tabiî bu tevhidî bir yaklaşımdır. O tevhidî yaklaşımın bulunmadığı yerde İslâm’ın bulunmadığı da âşikârdır. O tevhidî yaklaşımı kim daha büyük bir samimiyetle ve derinliğiyle ele alıyorsa, o varlığın meselelerini daha eksiksiz ve çelişkisiz bir şekilde çözümlemeye hazır demektir. Onlar İslâm’a daha yakındırlar. Daha yakın oldukları için de öbürlerine göre daha fâik durumda bulunuyorlardır. Yâni biz, o tevhidî yaklaşımı gündeme getirmediğimiz zaman, şirk içerisinde bulunuyoruz demektir. Onun için de helâk olmaktayız. Dolayısıyla, ülke içinde böyle bir küllî yaklaşımı tesis edecek bir teşkilâtlanmaya ihtiyaç vardır. Tabiî bu teşkilâtlanma olmadığı takdirde bu ülkenin bir sonuca gitmesi mümkün değil, apâşikâr…
Burada sözde tasarruf peşinde bulunan maliyecilere, onların da reddedemeyecekleri bir teklifi götürmeliyiz. Bu plânlamayı yapacak olan kuruluş en fazla 50 kişi olmalıdır. Hademesi, şoförü, sekreteri, her şeyiyle beraber 50 kişi olmalıdır. Çünkü bu rakamları geçtiğimiz takdirde, biz bu kuruluşun içerisine bu işi en iyi şekilde yürütecek insanı bulamayacağız. Eğer böyle bir kuruluşun içerisinde yerleştireceğimiz insanlar, âlimlerin en iyileri olmazsa, o zaman âlimlerin en kötüleri olacaktır. “Ümmetimin zevâli de kötü emir ve kötü âlimlerden olacaktır” buyrulduğuna göre, bu en üst kararları alacak olan kadronun 7-8 kişi olması, etrafında bunların yardımcılarının bulunması ve o 7-8 kişinin de, bu ülkenin en dikkatli seçilmiş kişileri olması gerekir.
HARUN YÜKSEL: En bilge, en akıllı…
TURGUT CANSEVER: En bilge, en dürüst…
HARUN YÜKSEL: En vasıflı…
TURGUT CANSEVER: Halkla beraber hareket etmeyi temel ilkesi sayan, bu ülkenin kültür temelleri üzerinde ancak çözüm üretebilecek olduğuna inanan bazı insanlar…
Şimdi bu insanları eğer devlet kurmuyorsa, toplumumuz, bu alanda bu bilgiye sahib 7-8 kişiyi bir araya getirerek, (nasıl belediyeler bir araya gelip Marmara Bölgesi yahut Ege Bölgesi plânlamasını yapıyorlarsa), Türkiye’de bu kararların başka nerelerde alınması lâzım geldiğini, ülkenin fukara yörelerinin böyle bir çalışmayı destekleme imkânı yoksa vakıflarla yahut varlıklı yörelerin zengin belediyelerinin bütçelerinden oraya bağışlar sağlayarak; o yörelerin bu şekilde bir plânlama ve o plânın uygulamaya geçirilmesi ile ilgili kaynak ihtiyaçlarını temin edecek bir halk hareketini başlatmamız gerekiyor. Tabiî böyle bir hareketi, o fukara yörelerin, bölgelerin insanları da, onlara getirilecek çözümler anlatıldığında, onlar da, bu varlıklı yörelerin insanlarının girişecekleri bu hareketi destekleyecek durumda olacaklardır. Bu desteklemeyi yapmadıkları takdirde, konuşmamın başında işaret ettiğim gibi gelişmiş yörelerin plânlamaları bu yöreleri daha zengin yaptığı takdirde, fakir yörelerden buraya daha çok insan gelecek ve buraların gelişmesini engelleyecektir. Bu iki yöre arasındaki servet farklılığı kaçınılmaz bir şekilde hasetlerin ve toplum içi çelişkilerin kaynağını teşkil edecektir. Tabiî bu bir adaletsizlik olduğu için de o adaletsizliğin, o adaletsizliğin müsebbibi olanların cezalandırılmasını kaçınılmaz kılacaktır.
Bu adaleti kuracak şekilde ülke ölçeğinde bu girişimi gerçekleştirmek lâzım. Bu plânları nasıl yapmalıdır ve bunların gerçekleştirilmesi nasıl olmalıdır? Bu alanda da birkaç şey söyledikten sonra diğer alana geçmek için müsaadenizi rica edeceğim.
Şimdi bir örnek vereyim: Geçen toplantıda bulunanlar belki hatırlar… Bulunmayanlara o örneği anlatmak istiyorum. İstanbul’a çok nüfus geliyor. Nüfus çeken sebeblerden bir tanesi İstanbul’un, Türkiye ithalat-ihracatının çok önemli bir kısmını üzerine alması. Hâlbuki İstanbul’un % 15’i kadar, yâni o nüfusa tekâbül eden maldan daha fazla mal İstanbul limanına geliyor. Ve bu mallar o kadar gayri iktisadî bir şekilde gemilerden indirilip yükleniyor ki, Newyork Limanı’nda 2 dolar 70 sente olan, Orleans Limanı’nda 2 dolar 35 sente yapılan malın boşaltılması operasyonu, aynı tarihte, 1975 yılında, 76 yıllarında 77 yıllarında Haydarpaşa Limanı’nda 9 dolar 70 sente yapılıyordu. Yâni 7 dolar fazlasına… Şimdi, Dünya Bankası gibi bir kuruluş, “Türkiye ekonomisini etkileyen bir olaydır, bu bir rezalettir, bunu önlemek için yeni limanlar yapmak lâzım” diyordu. O limanın işletmesini yürütmekte olan insanlar, oradaki otoritelerini kaybetmemek için –ve onların efendileri, onları oraya tâyin edenler-, bu liman yatırımlarını engellediler. Yâni burada kim düşman, kim dost; doğrusu onu da açıkça bilmek gerekiyor. Engellediler… Sonunda 1-2 sene içerisinde bu liman meselesi tekrar gündeme getirildiğinde ortaya çıktı ki, Bayındırlık Bakanlığı nihayet 30 senedir olması mümkün görülen yerlerde iki liman tesisi için karar almış ve çalışma başlatılmış. Pekiyi ne zaman burada inşaat işine girişilebilir? “Aaa! Liman projeleri bittikten sonra…” Pekiyi liman projeleri ne zaman biter? “Aaa! Bütçeye para konulursa…” Para konulursa ne zaman biter? “Eh, üç sene sürer…”
HARUN YÜKSEL: Bunu hiç tahkik ettiler mi acaba?
TURGUT CANSEVER: Peki inşaatı ne zaman başlar? “Eh bütçeye para konulursa”… Ne kadar zamanda biter? “Para konulursa… Eh işte 15-20 sene sürer…” Hâlbuki İstanbul’da bir bankacı diyor ki; “Tayyib bey limanların yerini göstersin, ben banka olarak Türk iş adamlarını bir araya getirip, Haydarpaşa Limanı’nı üç senede yaparım” diyor. “Bu insanların iki senede limanları yapmasını sağlarım, garantisini veririm” diyor. “Türk hükümetine karşı teminat mektubunu veririm” diyor. Çünkü bu insanlar, Türkiye’ye ithal edilen malları 1 km aralıklı iskelelere boşaltıyorlar. O iskeleleri inşâ ediyorlar durmadan. Bunun masrafı yapılıyor, o limanın inşaat masrafı, en anarşik, en kötü bir şekilde harcanıyor, en gayri iktisadî şekilde. Şimdi doğrusu toplumumuzun içerisindeki ayırımları da, servet seviyesindeki farklılaşmaları da bir düşmanlık vesilesi hâline getirmeden, o insanların yapma gücünü de harekete geçirerek bunları yapmamız gerekiyor. Yâni biliyoruz ki, İstanbul’a senede 100-200 bin insan geliyor, ama bu iki limanı yaparsak belki bir senede 500 bin kişiyi bir tarafa, 500 bin kişiyi öbür tarafa çekebiliriz. 2-3 sene içerisinde yahut 10 sene içerisinde en az, İstanbul’dan 10 milyon insandan iki milyonu, birer milyondan iki milyonu bu yeni limanlara çekebiliriz. İstanbul 8 milyon kişiye iner, ferahlar, iyileşir. Dolayısıyla bu yeni şehirlerimizi meydana getirirken toplumumuzun bir miktar sermaye imkânına sahib, bir miktar cesaret ve enerjiye sahib kesimlerini bu yatırımları yapmaya yönlendirmek, onların bu yatırımları yapmaya teşvik edilmesini sağlayacak tedbirleri almak gerekiyor. Yâni yalnız toplumumuzun fakir insanları değil, yalnız güzel ev ve daha ucuz maliyete ev sahibi olmak, çocuklarını bahçesi içerisinde, güneşle, ağaçla, çiçekle yaşatabilecekleri evler sahibi olmak amacıyla harekete geçirmek değil, bu şehirleri kurmak ve yaşatmak için lâzım olan dinamik güçleri de –meselâ liman şehirleri için böyle, sanayi şehirleri için böyle-, 25-30 bin kişilik bir şehrin çevresinde, yakınında o şehrin takrîben nüfusunun onda biri kadar, yâni 2500 işçi çalıştıracak sanayi tesislerini ve KOBİ’lere yerleşecek alanı bedava vermeli. Bunun alt yapısını burada yerleşecek sanayi yapsın. Buna ben karışmıyorum. Kütahya sanayi bölgesinin inşâsı 10 sene sürüyor. Hatta 13 sene sürüyor. Her organize sanayi bölgesi öyle. En az üç tane müteahhit değiştiriyor. Çünkü o müteahhitlerin kimler olacağını Ankara’da mafya tayin ediyor.
O müteahhitlerin daha fazla para kazanması için o yapılan sanayi bölgesi plânının tâdil edilmesi operasyonlarında ona “evet” diyenlerin, -Meclis koltukları böyle bir oda kadar aysbergin şu kadar ucu olur-, bu yanlış uygulamaya, yâni halkın tasarruflarını sorumsuz bürokratların kullanmasına müsaade etmesiyle oluşan ahlâkî çöküntüyü sona erdirecek şekilde, “devlet madem ki bunu yapamıyor, biz bütün halk, sanayicisi, işadamı, halkı, fakiri, zengini, düşünürü hep beraber biz bunu kendimiz yapmak istiyoruz; bunun önüne engel getirenleri istemiyoruz” dememiz gerekiyor.
HARUN YÜKSEL: Efendim, bu konuda size bir sorum olacak. Ama izin verirseniz bir Mustafa Bey’i dinleyelim. Ondan sonra size bu konunun realize edilmesi konusunda bir sorum olacak.
TURGUT CANSEVER: Lütfen bir kere daha müsaade edin. Bu kararı halkımızla ittifak ederek ortaya koyduğumuz zaman, halkımızdan rey alarak iktidara gelecekler, halkımızın bu talebine karşı çıkamayacaklardır. O zaman bu plânla, bölge plânıyla devletin tahsis edeceği kendisine âit arazi parçalarının üzerinde şehirlerin kurulması da, o şehirlerin vasıfları tanımlanarak, yâni o şehirler içerisinde bugün teşekkül eden adaletsizliği ve gayri ahlâkîliği teşvik eden adaletsizliği yok edecektir. Meselâ iskân plânları, 1-2-3 katlı evlerden oluşur, şehrin artı değerinin oluşturduğu şehir merkezinin yapılarına yalnız vakıflar sahib olurlar ve şehir merkezinde bu yapılarda ortaya çıkan artı değer, şehrin sosyal hizmetlerine ve şehrin altyapısının, sosyal donanım merkezlerinin meydana getirilmesinde kullanılır. “Sanayi alanları da, sanayiciler tarafından geliştirilmeli” dersek, “en iyi hükümdar, halkını en az idare eden hükümdardır” umdesine uygun olarak, halkın kendi dünyasını da inşâ ederek, dünyanın güzelleşmesine katılmasını sağlayan düzeni tesis etmiş oluruz. Burada son söyleyeceğim şey şu: Bu işlerin yürütülmesi, hem “hükümdarın iyisi âlimin ayağına giden, âlimin kötüsü hükümdarın ayağına giden” Hadis-i Şerifi’ne, hem de “insanların en iyisi âlimin iyisi, insanların en kötüsü âlimin kötüsü” Hadis-i Şerifi’ne uygun bir bilgi ve karar mekanizması münasebeti içinde oluşturulabilir.
O zaman, meselâ, bir şehir, yâni bütün bir 16. asır Osmanlı dünyası Sinan ismiyle anılırken, (şunu biliyoruz ki, on binlerce mimar o dönemde çalışıyordu), böyle bir insanın getirdiği en üst seviyede düzenleyici çözümleri, (bugün öyle tek bir insan olmasa bile 5-10 kişilik bir üst heyetle mahallî heyetlerin, çok iyi seçilmiş heyetlerin, o üst heyet tarafından belirlenmiş prensibler içerisinde alacakları kararlarla yürüdüğümüz takdirde), halkımıza insanların en iyisi olan âlimlerin ürettikleri çözümleri ulaştırmak, en fakir ailenin çocuğunun da güzel bir dünyada yaşamasına imkân verecek çözümü üretmek imkânı gelecektir.
HARUN YÜKSEL: Çok teşekkür ediyorum efendim. Çok güzel şeyler söylediniz. Şimdi Mustafa Bey’e geçmeden önce sorusu olan, söyleyecek sözü olan varsa buyursun efendim…
DİNLEYİCİ: Şöyle bir tesbit, daha doğrusu şöyle bir gerçek var: İstanbul gerçeği… Size tam sınırsız bir iktisadî ve siyasî yetkiyle ve tam bir bağımsızlıkla bir imkân verilse, yâni siyasî ve sosyal düzenlemelerle İstanbul’un nüfusunu da diyelim ki, 2-3 milyona çekebileceğimizi farzetsek, bu noktadan itibaren bu topraklar üzerindeki, şu tarihî yarımadanın içindeki o beton yığınını, o pisliği nasıl ve ne kadar bir zamanda kaldırmak mümkün olabilir.
TURGUT CANSEVER: Şimdi doğrusu, çok hazin ama bir kere bir deprem bunun yapısını enkaza dönüştürecek…
HARUN YÜKSEL: Tabiî tasfiye yâni…
TURGUT CANSEVER: Allah cezalandırarak gelecek nesilleri daha iyi bir çözüme ulaştırmak için onların önündeki engeli kaldıracak. Doğrusu, bu noktada İstanbul’dan söz edildiğinde bizim birinci vazifemiz, Dersaadet ve Eyüb Sultan’ın kurtarılmasıdır. Oradaki yapılar da, Allah’ın cezası ve inayetinden nasiblerini alacaklar. Tabiî orada yaşayan insanların günahları da, âlimin iyisine gitmemekten kaynaklanıyor.
HARUN YÜKSEL: Ve olan bitene itiraz etmemekten, karşı çıkmamaktan…
TURGUT CANSEVER: Tabiî! Yâni olan bitene karşı çıkmamaktan kaynaklanıyor. Ama şehirleşme sürecimizin beraberinde getirdiği tasarrufları, bütün yoğunluğuyla bu iki yer, yine İstanbul’un ayrılmaz bir parçası olan Galata’yı kurtarmak için ve İstanbul’un tabiatını kurtarmak için… Allah’ın getireceği büyük felaketlere maruz olan ve bir bakıma günahsız olan çoluk çocuğunu, hastasını, daha iyi şekilde tedavi ettirmek, daha iyi şekilde yaşamak için buraya gelen, ama kendisine 60 bin liraya satılan -1974 fiyatıyla- ama aslında değeri 20 bin lira olan malı satın alıp, onun içerisinde bulunmaya mecbur edilmiş İstanbulluları evvelâ kurtarmak, onu kurtardıktan sonra, hatta onları kurtarırken aynı zamanda Dersaadet’i kurtarmak birinci vazifemizdir.
HARUN YÜKSEL: Efendim, arkadaş işte bunun “nasıl”ını ve “süresi”ni soruyor.
TURGUT CANSEVER: Dersaadet’i, Haliç ve Eyüp Sultan’ı kurtarmak için bugün alacağımız kararlar var. Bugün çok büyük bir sorumluluk içerisindeyiz.
HARUN YÜKSEL: Ama yetkimiz yok efendim! Kararı alacak, resmî merciler ya!..
TURGUT CANSEVER: Şöyle: Belediyemiz sözünü ediyor: “Taksim’e gelecek metroyu tarihî yarımadaya ulaştıracağım” diyor. Tabiî bir evvelki belediye de tam aynı şeyi söylüyordu. Bir evvelki belediyenin söylediği gibi “tüpgeçidi de Yenikapı’ya getireceğim” diyor. “Yenikapı’dan itibaren de Ferhatpaşa istikâmetinde, Bakırköy istikâmetinde metro hatları inşâ edeceğim” diyor. Yâni, Yenikapı, Dersaadet, bugün için 10 milyonun fakat gelecekte çok daha fazlasının bütün yollarının birleştiği nokta hâline getirilecek… Tabiî bunu yapanların, İstanbul’u kurtarılmaz hâle sokmalarına sebeb olacaklarını bilmekle, bu yarımada da kurtarılacaktır. O insanlar bu yola giriştikleri zaman akıl almaz israfları da beraberinde getiriyorlar. Ne deniyor gazetelerde: “Bilmem şu kadar yüz senelik rüyâ gerçekleşiyor!” Neymiş o? “Fareler gibi toprak altında gidip gelmek!” Bu rüyâyı kim getirdi Türkiye’ye? Onların rüyâsı, bugün İslâm yönetimlerinin de rüyâsı gibi takdim ediliyor. Doğrusu gözümüzü açıp, doğruya bakmak mecburiyetindeyiz…
HARUN YÜKSEL: Şimdi o zaman evvelâ bizim halk olarak, “bu yönetimin İslâm yönetimi olmadığı” gibi bir tesbite varırsak, herhâlde tavırlarımızı da daha sağlıklı koyma imkânımız ortaya çıkar.
TURGUT CANSEVER: Öyle demeyelim de, İslâmî açıdan değerlendirilirse, yalnız İslâmî açıdan değil, modern şuuru da yüklenerek, yâni bir ahiret korkusuyla davranan insanlar olarak bu yaklaşımların yapılmaması lâzım geldiğini söylemek ve bu söylem etrafında gerçekten ittifaklar kurmamız gerekiyor. 4 asır İslâm’ın merkezliğini yapmış bir yöreyi, biz insan kitleleriyle çiğnenen bir alan hâline dönüştürme hakkına sahib değiliz. Bu kendi tarihimizi tahrib etmek demektir. 300 bin kişinin yaşadığı Dersaadet’te, bugün gündüz 900-950 bin kişi yaşıyor, gece de 100 bin kişi yaşıyor, diyoruz. Ve gece yaşayan 100 bin kişi, o eski hanların odalarında barınan, o yörenin en fakir hizmetkârları. Bu ülkenin sözde aydınları İstanbul yarımadasındaki konaklarını terk edip –Tanzimat’la beraber, fakat büyük ölçüde Cumhuriyet’le beraber-, Şişli’de, Osmanbey’de 3. katta, 5. katta karanlık koridorlu apartmanlara, Fransız usulü yaşamaya gittiler.
HARUN YÜKSEL: Modernleştiler yâni…
TURGUT CANSEVER: Modernleşmek değil onun adı. Bunun sonunda bugün Şehzade Camii, Süleymaniye Camii, Fatih Camii, Sultanahmet Camii gibi camilerde gündüz cemaat sayısı 10 yahut 50 kişi arasında değişiyor. Yâni bunların etrafında o camileri kullanacak, orada ibadetlerini yapacak insanların yaşama alanları yok edilip, oraları işyerlerine dönüştürüp uyguladıklarımızla… Ama neler bunlar? “Arzın üstünde giden yollar…” O yollar günde 20 bin-30 bin kişi taşırken, metro saatte 30 bin-50 bin kişi taşıyor. Bu yerlerle taşıyacağımız insanlar, bu yarımadaya 2 milyon insan getirecek…
HARUN YÜKSEL: İşgal ordusu gibi yâni…
TURGUT CANSEVER: 2 milyon insanı getirirse, Süleymaniye’nin yanına gökdelenler yapılacak. O zaman ne Süleymaniye kalacak, ne Sultanahmet kalacak, ne kültürümüzün en yüce unsurlarından herhangi bir şey kalacak. Bir Amerikalı, Sinan için yazdığı kitabta diyor ki: “Süleymaniye 9 yılda inşâ edilmiştir. Bütün insanlık tarihinde –bunun da iki yılı projelendirme çalışmalarıdır, iki yılı temel çalışmalarıdır, beş yılda bitirilmiştir-, böyle bir sürede meydana getirilmiş başka bir eser yoktur.” Yalnız o kadar da değil: “Bu eserin mükemmeliyetinde, Batı Ortaçağında vücuda getirilmiş başka bir eser yoktur, bugüne kadar da getirilmiş başka bir eser yoktur” diyor. Şimdi biz tarihimizin böyle bir eserinin etrafını çöplük olarak kullanıyoruz. Gelen geçen insanların çiğnediği bir yol olarak kullanıyoruz. Daha çok insan gelsin diye de metro yapmayı düşünüyoruz. Bu yanlışları düzeltmek için gerçekten şunu söylememiz gerekiyor: “Bu davranış İslâm’la bağdaşmaz!” Kendisini Müslüman sayan insan, tarihinin bu değerlerini yok edecek bir yaklaşıma “evet” dememeli!..
HARUN YÜKSEL: Şimdi efendim çok doğru söylüyorsunuz, yürekten katılıyorum. Ama “bu davranışla İslâm bağdaşmaz!” dediğiniz ândan itibaren Ankara’daki bir takım ünüformalı ve ünüformasız zevat, “Ha! Bu davranış İslâm’la bağdaşmıyormuş, öyleyse yapılsın!”…
TURGUT CANSEVER: Bu davranış modern bilgiyle de bağdaşmaz. Bu davranış Paris’in, Venedik’in, Roma’nın, Floransa’nın, Fransız orta boy şehirlerinin, Alman şehirlerinin, -bunların hepsi Hıristiyan şehirleri-, korunması için uygulanan ve Türk hükümetinin, “ben de aynı şeyi uygulayacağım” diye Avrupa Konseyi’nde altına imza attığı taahhütnâmelerin içerisinde mündemiç politika ve stratejilere de taban tabana uygundur.
HARUN YÜKSEL: Onu da aşarlar efendim, onu da aşarlar! Çünkü biz, İnsan Hakları Beyannâmesi’ne de imza attık; Paris şartına da imza attık. Ama hiçbir imzanın altındaki sorumluluğu taşımıyor adamlar!..
TURGUT CANSEVER: Şimdi bakın, orada, “Bildiğini söylemeyen âlimin, ahirette dudaklarını ateşten makaslarla keseceğiz” buyruluyor. Doğrusu, öyle bir hareket şuuru yerleştirmek mecburiyetindeyiz ki, bildiğini söylemeyen ve bile bile yanlışı, yöneticiye hoş gözükmek için gündeme sokan kötü âlimler teşhir edilmelidir. Onlar tasfiye edilmeden, -“Ümmetimin zevâli kötü âlimlerdendir” buyruluyor-, toplumumuzun iyi bir çözüme ulaşması ihtimali mevcut bulunmuyor.
HARUN YÜKSEL: Söylediklerinize yüzde yüz katılıyorum. Fakat bu işin realize edilmesi için büyün handikaplar var. Meselâ şimdi, “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” ölçüsü var önümüzde. Müslüman olarak biz buna uymak zorundayız. Fakat “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır”a uymaya başladığımız ândan itibaren başımız belâdan kurtulmuyor. Yâni sistem önümüze öyle engeller kurmuş ki, yargılı-yargısız infazlardan, hukuk kurumlarından, iktisadî kurumlarından, bankalardan, bilmem nelerinden bin türlü engel yığılıyor önümüze; tuzak kuruluyor, pusu atıyor resmen yolu kesmek için. Şimdi burada da biz rahat konuşmuyoruz, bir oto-kontrol içinde konuşuyoruz. Rahat rahat konuştuğumuzu söyleyebilir miyiz? Söylediklerimizi düşünüyoruz, diyoruz ki, “bu toplantıyı düzenleyenlerin başı belâya girmesin, bizim başımız belâya girmesin”… Bir sürü oto-sansür içinde hakkı söylemeye çalışıyoruz. Biz burada, bu kadar kendimizi zorlarken, halk kalksın da bütün bu risklere nasıl girsin?
TURGUT CANSEVER: Şimdi bakınız, birinci büyük adım, -bir strateji tanımlayarak-, vahşi güçlerin en yoğun şekilde hâkim olduğu alanlarda değil, onların dışında alınabilecektir. Dolayısıyla, gerçek başarının birinci adımı İstanbul nüfusunu da 3-5 milyona çekecek desantralizasyon politikasıyla ki, o fakir halkın, sanayicinin, işadamının menfaatlerinin birleştiği bu programdır ve bunlar kendi imkânlarıyla bunu gerçekleştirebileceklerdir. Vahşi güçlerin bulunmadığı yeni alanlarda…
HARUN YÜKSEL: Efendim böyle alanlar var mı? İşte mesele orada zaten. Yâni onların kontrol etmediği alanlar var mı?
TURGUT CANSEVER: Bakınız, bakınız! Diyelim ki, devletin bütün yapısını öngörelim: Yeni şehirleri kurmanın en büyük engeli bu bölge plânlarıyla gösterilecek, devlete âit arazinin yeni şehirlere tahsis edilmesi. Şimdi bu arazi 50 milyonu, kabaca 60 milyon olarak söyleyeyim, şehir ölçeğinde bir hektara 150 kişi tahsis edilmesi hesabıyla, 4 bin kilometrekare arazinin tahsis edilmesini gerektirir. Yâni 770 bin kilometrekare Türkiye arazisinin, ormanlar takriben 200 bin kilometrekaresini, 250 bin kilometrekaresini teşkil ediyorsa, bir takriben 300-350 bin kilometrekaresi de tarım alanlarıysa, gerisi dağ, taş diye tarif edilen tescilsiz arazi ise; ister oranın arazisi de, ister tarım arazisi de, ister tescilsiz denen araziden toplam 4 bin kilometre kareyi tahsis etmezseniz bu ülke yok olacaktır. Bunu tasavvur edebiliyor musunuz? 770 bin kilometre kareden yalnızca 4 bin kilometre kare! O da bir seferde değil, tabiî belli bir program içerisinde, bunu devlet tahsis ederse, bu ülke kurtarılacak; çocuklarımız mesut olacaklar, insanlar sağlıklı dünyada yaşayacaklar. Aksi takdirde bu ülke yok olacak! Bu ülkenin yok olacağını dünya ölçeğinde Habitat Konferansı söylüyor.
HARUN YÜKSEL: Ama “olsun” diyorlar.
TURGUT CANSEVER: Şimdi “olsun!” diyorlarsa, bakın, ancak halkımızı hep beraber ikna ettiğimiz zaman bugün “olsun!” diyenler, “olsun!” diyemeyecekler.
HARUN YÜKSEL: İnşallah!..
TURGUT CANSEVER: Şimdi doğrusu ümitsizlik kâfire hastır değil mi?
HARUN YÜKSEL: Hayır, ben zaten ümitsizliği kasdederek söylemiyorum ve katiyen ümitsizliğim yok. Hak ve halk düşmanı bir zihniyeti teşhir etmek için söylüyorum.
TURGUT CANSEVER: Şimdi bakın şöyle, eğer bir düşünce tamamen karşı olanları ikna edip de yanına alamıyorsa, yâni Allah’ın gözlerini ve kulaklarını mühürledikleri kâfirlerin dışında herkes, Allah’ın gösterdiği doğru yolda hareket etmeye, insanların geleceği için doğru şeyler yapmaya açıktır. Bugün karşımızda gibi görünen pek çok kişiyi, böyle bir programla halkımızla beraber yola çıktığımızda, karşımızda gibi gördüğümüz insanları da yanımızda göreceğimizi bu günden kabul etmemiz gerekiyor.
HARUN YÜKSEL: Evet doğru söylüyorsunuz…
TURGUT CANSEVER: Yâni bizim tam ideolojik tercihlerimizi aynen kabullenmemiş olabilirler, ama bu meselede bizim yanımıza geleceklerdir.
HARUN YÜKSEL: Çözümü kabul ederler…
TURGUT CANSEVER: Evet. Bunu herkesin duyabileceği şekilde yüksek sesle topluluğumuza duyurmak, halkımızı teşkilâtlandırmak, bunu destekleyecek şekilde halkımızı teşkilâtlandırmak ve o şekilde ilerlemek galiba vazifemiz oluyor. Yâni çıkış yolu gibi oluyor. Başka da çıkış yolu, doğrusu pek görmek mümkün değil…
HARUN YÜKSEL: Zaten halksız çıkmak pek mümkün değil meseleden…
TURGUT CANSEVER: Halk olmadan bir yere gitmek mümkün değil!
HARUN YÜKSEL: Evet efendim. Şimdi şehirciliğin maddî meselelerinden başladık Turgut Bey’le… Ondan sonra “varlık telâkkilerine doğru gidelim” dedi. Bu konuda neler lütfedersiniz Mustafa Bey?
MUSTAFA ARMAĞAN: Efendim eğer isterseniz kısa bazı başlıklar hâlinde ben de görüşlerimi toparlamaya çalışayım. Turgut Bey’in son derece vukûfiyetli, konunun hem teorik boyutunu nirengi noktalarından yakalayan, hem de pratik yaşadığımız meselelerin içinden gelen nafiz bakışı, biraz önce bize bir “Türkiye şehirleşmesi ve bunun çözüm yolları” konusunda bazı ipuçları yöntemleri getirdi. Ben, dolayısıyla bir teknik bakış, Turgut Bey’in söylediklerinin üzerine bir çözüm biçimi teklif edemeyeceğim. Çünkü benim alanım biraz daha –geçen konuşmada da belirttiğim gibi-, kültür ağırlıklı. Ve bu kültürü yorumlayarak, belki biraz önümüzün nasıl açılacağını izah edebilirim. Şimdi bir defa Turgut Bey’in söylediklerini ben kısaca bir iki temasla bir adım daha ileriye götürüp açmaya çalışayım. Turgut Bey’in söylediklerinin, şu ânda söyledikleri ve bundan önceki yıllarda yazdıklarıyla, konuşmalarıyla, konferanslarıyla söylediklerinin iki temel noktası var ki, bu iki temel nokta genelde kendisi tarafından örtük geçiliyor. Yâni bunların genelde bilindiğini varsayıyor. O açıdan her seferinde tekrar tekrar açıklama ihtiyacını duymuyor. Bazen bunlara yabancı olanlar, onu tefrik edip, tam olarak söylediklerini belki mevkîlendiremeyebiliyorlar. Ben o açıdan onların biraz daha altını çizerek belirtmek istiyorum. Birincisi, Türkiye’nin yaşadığı şehirleşme keşmekeşinin, meselesinin, genelde, ister genel geçer açıklaması, ister sosyolojik değerlendirmeler… Yâni, işte, “efendim sanayileşiliyor, göç oluyor, göç olunca ev yapılıyor, bunun neticesinde çok katlı konutlar yapmak icab ediyor; bunun başka çaresi de yoktur, dünyada da böyle olmuştur” şeklinde bir açıklama getiriliyor. İkincisi de, apartman diye tanımladığımız, çok katlı yapılaşmanın, şehirleşmenin ayrılmaz bir parçası olduğu vurgusu. Hepimizin hemen hemen kafasına dogma olarak bu iki şey, yâni, “kentleşme bir sosyolojik vakadır, bütün dünyada olmuştur, bizde onlarda yaşanan şeyler yüzyıl arayla olmaktadır”. İkincisi de, “kentleşme apartmanlaşmayla eşdeğer kabul edilir.” Turgut Bey’in temelde karşı çıktığı iki nokta, zannediyorum bu… Yâni şehirleşme konusundaki yanılgıları ortadan kaldırmaya yönelirken, bu iki noktayı özellikle eleştiriyor ve aşmaya çalışıyor. En azından zihnî plânda, bunun, bu kabullerin, dogmaların yıkılması ve sarsılması gerekiyor. Şimdi şöyle diyebilirim belki: Sosyolojik izahların, tabiî ki bir izah olmaktan çok determinist bir yaklaşımla, yâni, “işte insanlar köyden şehre gittiklerinde sonuçta şöyle olacaktır” gibi önceden sanki bir kehanet şeklinde bir yaklaşım var. Fakat belki dünyanın belli yerlerinde olmuş olan şehirleşme, diyelim ki, İngiltere’deki şehirleşme, sanayileşme ile paralel ilerleyen bir süreçtir. Bunu veri alıp, dünyanın bütün ülkelerinde bu aynı şablonun uygulandığını görüyoruz, sosyolojik açıklamalarda. Şimdi Turgut Bey’in altını çizdiği nokta, Türkiye’deki –her ne kadar sosyolojik bir vakıa olarak şehirleşme varsa da-, şehirleşmenin, kötü şehirleşmenin, yanlış şehirleşmenin temelinde, yöneticilerin ve Türk aydınının yaptığı büyük hatalar yatmaktadır. Bürokratlar, aydınlar, teknokratlar, yöneticiler… Bunun da pek çok misâlini kendisi veriyor. Ben de birçok misâl verebilirim. Daha 1850-1860’larda çıkartılan Ebniye Nizamnâmeleri’ndeki –binaların nasıl yapılacağına dair nizamnâmeler-, işte kâgir binalar yapılması, işte çok katlı yapılması vesaire, dar sokakların yıkılması, bunların istimlak edilmesi vesaire, sürekli Tanzimatçı aydınların bu tip, halkı çevresindeki katılımdan uzaklaştırıcı, merkeziyetçi bir takım kararlarla dönüştürmeye, onu güya modernleştirmeye çalıştığını görüyoruz. İşte bunlardan birisi, benim daha iyi bildiğim bir konu, Bursa’daki Ahmet Vefik Paşa’nın uygulamaları. Orada vali olarak bulunuyor. Eserleriyle Türkçülüğün de üstatlarından kabul ediliyor. Çıkmaz sokaklara büyük bir düşmanlığı var. Onun sebeblerini de biraz sonra açıklayacağım. Makam arabasını bir çıkmaz sokağa sokuyor. Araba durunca, “Arabacı niye durdun?” diyor. Arabacı diyor ki, “Karşıda bir ev çıktı, geçemiyoruz.” Vay! Paşa’nın arabası durur mu? “Çağırın adamları, yıkın, yol açın!” Böylece Bursa’daki birçok sokağın, hukuk tanımadan, insanların…
HARUN YÜKSEL: Yargısız infazla yâni…
MUSTAFA ARMAĞAN: Değerlerini hiçe sayarak, birçok tarihî eseri de tabiî bu şekilde –türbe, yatır vesaire-, ortadan kaldırarak yol açtırırmış. Yine de o zaman, demek ki halkın tepkisi o kadar büyük olmuş ki, İstanbul’a şikâyet edilmiş. Ahmet Cevdet Paşa, “Tezâkir”de yazar bunları. “İdare-i hodzerânesi -yâni bencilce idaresi yüzünden-, halkın şikâyeti ayyuka çıktı” diye ve İstanbul’da bir soruşturma açılıyor hakkında. 7 yıl, Ahmet Vefik Paşa gibi başbakanlık, başvekillik yapmış bir insana, 7 yıl hiç görev verilmiyor. Soruşturma sonunda suçlu bulunuyor. Ve bu dediğim tarihler 1860’lar. Demek ki, Osmanlı Hukuku böyle bir karara varabilmiş.
HARUN YÜKSEL: Osmanlı çökerken bile hukuk işliyormuş yâni…
MUSTAFA ARMAĞAN: Şimdi, bu, tipik bir yaklaşımdır. Şehri dönüştürmenin, toplumu dönüştürmeyi beraberinde getireceği yolundaki o Tanzimatçı önyargısını yansıtan tipik bir yaklaşım. Dolayısıyla, bir defa Tanzimat aydını, bürokratı –zaten devleti ele geçiren bu yeni kadro-, iki şeyi özellikle değiştirmeye çalışıyor: Birincisi, şehrin yapısını dönüştürüyor. İkincisi, hukukunu dönüştürmeye çalışıyor. Yâni dikkat ederseniz, o Nizâmiye Mahkemeleri’nin, Şer’î Mahkemeler’in yanında ikinci bir Batı Hukuku’na göre hüküm veren mahkemelerin kurulmasının temel gerekçesi, bu Şer’î hukukun devletin önünde bir engel gibi durması. Ve onun uygulamaları karşısında, tıpkı Ahmet Vefik Paşa’nın görevden alınmasını, azledilmesini gerektiren Şer’î hukukun vatandaşı koruyan, vatandaşı kollayan yaklaşımı karşısında, devleti koruyan Batı hukukunu getirmesi ve bunun yollarını açması bize bir işaret veriyor.
TURGUT CANSEVER: Buna “Bonapartist Devlet” demek lâzım değil mi?
MUSTAFA ARMAĞAN: Evet…
HARUN YÜKSEL: Belki de, devleti elinde tutanları, mekanizmayı elinde tutanları koruyan bir…
MUSTAFA ARMAĞAN: Yâni, topluma baktığı zaman, nüfuz edebileceği bir toplum görmek istiyor karşısında. Şimdi bu çıkmaz sokaklar, labirentler, devletin istediği zaman ulaşabileceği, hükmedebileceği bir alan olmaktan çıkıyor. Yâni, o çıkmaz sokakların, -siz de daha iyi bilirsiniz-, bir özel mülk hâline gelme, yâni orayı yaşayanların özel mülkü hâline gelmesi…
HARUN YÜKSEL: Mahremiyetleri var yâni…
TURGUT CANSEVER: Affedin! Meselâ, o çıkmaz sokaklarda 3 ilâ 5 yaş arasında çocuklar içtimaî hayatla temas edip oynuyorlar. O çocukların içtimaî hayatla temas ederek, sokakta oynamalarını mümkün kılan çözümün üstünlüğü onları hiç ilgilendirmiyor.
MUSTAFA ARMAĞAN: İlgilendirmiyor tabiî!
TURGUT CANSEVER: İnsan, insanın gelişmesi, insanın şehirle ilişkisi, çocuğun şehir hayatına katılması filan gibi meseleler onları ilgilendirmiyor. Onlar kendi iradelerini ortaya koymak ve bunun önünde hiç bir insanî organizasyonun kullanılış biçiminin önemli olmadığını düşünüyorlar.
MUSTAFA ARMAĞAN: Bir alternatif organizasyon olan o mahalle teşkilâtının da kaldırılması aslında böyle bir bakışın ürünü…
TURGUT CANSEVER: Yine de mahalle teşkilâtı 1928’e kadar yaşıyor. Tanzimat’ın amaçlarının sonuna kadar gerçekleştiği bir tarihte de, işte o tarihlere kadar…
MUSTAFA ARMAĞAN: Evet. Dolayısıyla, yâni birincisi, hukukun dönüştürülmesi; ikincisi, şehrin dönüştürülmesi. Bunlar Tanzimat’tan itibaren Cumhuriyet’e intikâl eden, Cumhuriyet döneminde de, inkılâblarla, biraz önce sözünü ettiğim Belediye Kanunu’nun değiştirilmesi vesaire ile de gördüğümüz gibi beraber ilerleyen bir süreç. Yâni iki engelin birincisi Şer’î hukuk, ötekisi de, Osmanlı şehrinin bir bakıma iktidara direnebilecek olan yapısının çözülüp, onun üstünde istediği gibi tasarruf edebilmesiydi. Dolayısıyla, birinci hâdise dediğim, yöneticilerin şehri değiştirirken, dönüştürülmesi gereken bir mekân olarak algılama yanlışları yatıyor Turgut Bey’in söylediği şeylerin altında… Bunda tabiî aydınların desteğini görüyoruz, teknokratların yardımını görüyoruz vesaire… İkincisi de, modernleşmenin apartmanlaşmayla veya şehirleşmenin apartmanlaşmayla özdeş olarak görülmesi. İdeal şehir tipinin bir daire almak, daire kiralamak sûretiyle gelişeceğinin öngörülmesi. Bu da aslında çok temel bir yanılgı. Hocam bu noktaya çok da sık işaret ediyor. Dünyada bizden başka herhâlde 3. dünya ülkelerinde ancak böyle bir ideoloji geçerli kılınmış. “Apartman ideolojisi” diyorum ben buna… Biliyorsunuz, ilk apartmanın ortaya çıkışı, İngiltere’de, Fransa’da –zaten kelime de Fransızca-, işçilerin, yâni şehre yoğun olarak göç etmiş işçilerin kalacakları yerler, barakalar vesaire. İşte Londra’nın kenar mahallelerinde buna çözüm arıyorlar. “Ne yapalım bu insanları yerleştirmek için, nasıl bir yöntem bulalım?” Diyorlar ki, “büyük bir bina yapalım, bu binanın içinde apartmanlar olsun”. Yâni apartman, “bölme, hücre” anlamında. “Bölmeler olsun, insanlar burada yatsın, kalksın, fakat temel ortak ihtiyaçlarını –ortak bir mutfak yapalım, ortak bir çamaşırhâne yapalım, ortak bir tuvalet yapalım-, buralarda gidersinler. Dolayısıyla ucuz edinebilecekleri bir konut sağlayalım onlara.”
Böyle bir fikirden yola çıkılıyor, yâni temelde o insanların beğenerek, seçerek yaptıkları bir şey değil. Bu zarûret icabı, o sefâleti ortadan kaldırmak için geçici olarak bulunmuş bir çözüm. Ve bunun bir çözüm olmadığı da, sonra, aradan 40-50 yıl geçtikten sonra anlaşıldı ve çoğu yıkıldı. Bir kısmı şimdi müze olarak saklanıyor. Yâni “o dönem işçilerimiz nasıl yaşıyordu” filan gibi…
TURGUT CANSEVER: Bu hatayı yapan ülkeler bir taraftan da apartmanları yıkmaya devam ediyorlar.
MUSTAFA ARMAĞAN: Evet. Bunun versiyonlarını gösteren kitablar yayınlanıyor. Dolayısıyla orada sefil işçilerin bir arada yaşayabilmeleri ve ucuz bir şekilde geçinebilmeleri için ortaya atılan bir çözüm, Türkiye’de bir ilerilik, bir gelişmişlik sembolü olarak algılanıyor.
HARUN YÜKSEL: Yâni mesnet tam tersine dönüyor.
MUSTAFA ARMAĞAN: Mesnet tam tersine dönüyor. Yâni orada merdiven basamağının en altındaki insanlara bir çözüm olarak üretilirken, bizde en üstteki… Biraz önce söylediği Turgut Bey’in, o muhteşem konaklarda yaşayan insanların içinde yaşamak için can attıkları bir modernlik sembolü yerler hâline geliyor. Bunun ben zarûretle bağlantısını arızî görüyorum. Yâni, belki zarûreten böyle bir şeyi düşünenler var, fakat apartman fikrinin de bir ideoloji gibi bize getirildiğini ve bunun benimsetildiğini söylemek istiyorum.
TURGUT CANSEVER: Mustafa Bey affedin, ben burada bir şey sorabilir miyim?
MUSTAFA ARMAĞAN: Estağfirullah.
TURGUT CANSEVER: Şimdi acaba bu Batılılaşmak genel politikasının bir parçası değil mi? Batı bu yanlışı yapmış. Bunun yanlış yahut doğru olduğu sözkonusu olmuyor. Bunun değerlendirmesi yapılmıyor. Batının yaptığı gibi yapmak da bir tek çözümmüş, bir tek çareymiş gibi âdeta, kurtaracak ilahî bir güçmüş gibi gündeme getiriliyor. Şimdi İngiltere, II. Dünya Savaşı’ndan beri yapılmış 3-5 kattan daha yüksek bütün apartman bloklarını 20 sene evvel yıkmaya başlıyor. 10-15 sene sonra İngiltere’de hiç bırakılmayacak. Özel sektörümüz tabiî, Toplu Konut İdaremiz, devlet vesaire, bunu ideal yaşama biçimi zannediyorlar. Amerika, büro binaları hariç, ikâmet bloklarının hepsini yok etmeye çalışıyor. Ve zaten Amerika’da her yıl inşâ edilen ikâmet yapılarının % 95’ini 1-2 katlı evler teşkil ediyor. Türkiye’de inşâ edilenlerin %80’ini çok katlı binalar teşkil ediyor. Bu derece büyük bir yanlışın içerisinde Batılılaşma gibi bu putlaştırılmış sloganın peşinden giderek, yanlışı halkımıza yaptıran…
MUSTAFA ARMAĞAN: Bizdeki Batılılaşma, Batı’nın yanlışlarını tekrarlamak!
TURGUT CANSEVER: Evet! 100 sene evvel Batı’nın yaptığı yanlışı, bugün biz, onu putlaştırarak devam ettirme peşinde bulunuyoruz.
HARUN YÜKSEL: İzin verirseniz, şunu söyleyeyim bu konuda. Apartman 19. yüzyılda icat edilmiş. Batıcılarımızın da ortaya çıkışı 19. yüzyılda. Bizim Batıcılığımız 19. yüzyıl Avrupası’ndan buraya daha gelemedi. Yâni Batı’yı inceleme zahmetine katlanmıyorlar. Şimdi siz diyorsunuz ki, “Batı’da apartmanlar yıkılıyor”. Sizden başka söyleyen de yok bunu…
TURGUT CANSEVER: Evet, yâni bildiğini söylemekten korkanlar var…
HARUN YÜKSEL: Evet efendim…
MUSTAFA ARMAĞAN: Turgut Bey’in farkı burada.
TURGUT CANSEVER: Gözleri ve kulakları mühürlenmiş olanlar var.
MUSTAFA ARMAĞAN: Bazı temel dogmaların –medyayla özellikle kabul ettirilen-, bizim de aslında kabul ettiğimiz dogmaların tartışmaya açılması gerekir. Yâni Turgut Bey’in öteden beri yapmaya çalıştığı bu benimsetilmiş kavramların bir sarsılması, bir defa zihnen bunların böyle olamayabileceğini kabul ederek tartışmaya oradan itibaren başlanılması. Bu son derece önemli. Türkiye’de düşünme ameliyesine, şehir hakkında, şehirlerin nasıl yeniden kurulması veyahut ıslah edilmesi gerekir diye düşünmeye başladığımızda, bu bazı temel dogmaların ciddi biçimde tartışmaya açılması ve bu noktada da bir uzlaşmaya varılırsa, ondan sonra doğruların o zemin üzerinde ortaya konulması gerekir. Tabiî ki, biraz önce sözünü ettiğimiz konu, halk ile Türkiye aydınının… Yâni İdris Küçükömer’in de çok uzun zamandır söylediği, yabancılaşma, aydın yabancılaşması Türkiye’de çok temel bir vakıa olarak hâlâ devam ediyor. Fakat bu halkın değerlerine inanan, kendi kültürünün temellerine güvenme yönünde bir girişimi biz başlatmazsak, Turgut Bey’in dediği gibi, başkaları bunu başlatmayacaktır. Ancak inanan insanlar böyle bir hareketin, böyle bir akımın başlatılmasını isteyen insanların konuşarak, bir takım ortak paydalarda buluşarak gerçekleştirebilecekleri bir şey…
Şimdi, dün bir belge elime geçti, doğrusu enteresandı. Daha önce de bir yazımda yazmıştım. Ronald Reagan –Amerikan Başkanı-, 1981 yılında iktidara geldiği zaman bir konferans veriyor. Bu konferansta iktisat politikalarını anlatıyor halka. Biliyorsunuz, o iktisat politikaları daha sonra Reaganomic, yâni Reagan Ekonomisi filan gibi literatüre geçti. Hâlâ da, işte tartışılıyor onlar. Temel politikası halka güvenmek, yâni halkın yapabilirlik gücünü azamiye çıkarmak. Bunun için de önerdiği şeylerden birisi, hür teşebbüs, bilmem şu, bu filan. “Eğer biz vergiyi düşürürsek, servet halkın arasında çoğalır, onlar bu ellerine geçecek vergiden kalan kısmı daha iyi üretimde bulunarak bize daha fazla vergi verirler. Yâni miktar düşük olur ama ödedikleri vergi yüksek olur. Dolayısıyla devlet de kalkınır.” Bunu savunuyor. Fakat orada ilginç bir şey yapıyor ve diyor ki, “Okuduğum kadarıyla –ki Mukaddime’yi okuduğunu ben daha sonra başka kaynaklardan da tesbit ettim-, İbn-i Haldun diye 14. yüzyılda bir filozof ve sosyal bilimci yaşamış. Bu kişinin söyledikleri de, vergi yüksek olursa halk fakirler, vergiyi düşürüp aşağıya çekerseniz, halkın teşebbüs gücü artar ve onların üretimi arttığı için devlet de zenginleşir.”
O toplantıda Mukaddime’den cümleleri okuduktan sonra ki, bizim politikacılarımızın yüzü kızarması gereken bir şey bu, o da ayrı bahis…
HARUN YÜKSEL: Yüzleri yok ki Mustafa Bey…
MUSTAFA ARMAĞAN: Yüzleri varsa tabiî… Yüzsüzler… Bir başka şey daha söylüyor. Diyor ki: “İbn-i Haldun şöyle bir açıklamada bulunuyor: Hânedanlıkların başlangıcında vergi oranları düşük olur. Onlar halkın vergisine tamah etmezler. Halkın üretimine, halkın gücüne güvenirler. Fakat ilerleyip, sefahat ve lüks arttıkça devletin elindeki para yetmez olur. Halkın elindeki paraya tamah etmeye başlar. Vergiyi yükseltir. Zanneder ki, vergiyi yükselttiği zaman geliri artacaktır… Vergileri yükselttikçe…”
HARUN YÜKSEL: Tahsilât düşer…
MUSTAFA ARMAĞAN: İnsanlar, ticaretten, sanayiden… Çünkü ellerindeki sermaye azalacaktır. Üretimlerinden daha büyük bir kısmı devlete verecekleri için zayıflayacaktır. Bunlar yavaş yavaş piyasadan çekilirler. Üretimleri düşeceği için devlet daha yüksek miktarda vergi alsa bile daha az tahsilât yapar. Bu görüşü öne sürüyor. Yâni hânedanlıkların yükseliş ve çöküşlerine de başka açıklama getiriyor. Böylelikle orada şunu söylüyor Reagan, o benim çok dikkatimi çekti: “Biz hânedanlıkların başına dönmek durumundayız.” Yâni tekrar kaynağa dönmek ve o başlangıç günlerinin…
HARUN YÜKSEL: Vergi adaletine…
MUSTAFA ARMAĞAN: “Vergi adaletini tekrar tesis etmek durumundayız” diyor. Yâni bunda başarılı oldu, olmadı; Reagan şöyledir, böyledir; politik açıdan başka bir tartışma konusu. Fakat söylediği son derece doğru. Yâni halka güvenmek, halkın önünü açmak ve onun yapıcılık gücünü geliştirmek için âdeta Osmanlı Devleti’nin ilk günlerine dönmek gibi… Çünkü Osman Gazi’nin pazarlardan vergi alınmasına karşı çıktığını biliyoruz. O da çok enteresan bir hikâyedir. Aranızda tarihçi olabilir, onun için yanlış bir şey anlatırsam düzeltin. Bir şehir fethediyorlar, şehirde pazar yeri kuruluyormuş. Pazar yerini geziyor Osman Gazi. Diyorlar ki, “efendim buranın pazar vergisi var, bunu getirdik size”. Ellerinde keselerle altın veya oranın parası neyse o. Anlayamıyor: “Niye ben alıyorum bu parayı? Niye bana veriyorsunuz?” diyor. “Efendim” diyorlar, “eskiden beri gelen bir âdet, pazardan size düşen bir para bu. Bunu almanız lâzım”. “Niye alayım?” diyor ve kendisine bu parayı sunanlara kızıyor. “Bunları dağıtın” diyor.
Şimdi, konuşmam belki vergi üzerine odaklandı ama herhâlde vurguladığım şey dikkatinizden kaçmamıştır. Yâni bugün, belki yapılması gereken… Bunun nasıl yapılacağını da birçok örneklerle açıklamak mümkün. Birinci şey, halka güvenmek ve halkın düşman görülmesi, yâni değiştirilmesi, dönüştürülmesi gereken bir rakib olarak telâkki edilmesi yanlışından kurtulmamız gerekiyor behemehâl. Böyle bir yol ayrımıyla karşı karşıyayız. Meselâ benim bir ara Konya’ya yolum düşmüştü. Oradaki belediye yetkilileriyle görüştüm. Şöyle bir hâdise anlattılar. Belki geçen toplantıda da zikretmiş olabilirim. Konya’da, ölenin vârislerine bıraktığı “su parası” adlı mahallî bir para var. Yâni orada bu bir âdetmiş. Para hakikaten büyükçe bir paraysa, -ölen zenginse yâni-, vârisleri, o parayla bir çeşme, daha varlıklıysa daha muhteşem bir çeşme yaptırırlarmış. Fakat tabiî, sıradan halkın bıraktığı parayla böyle bir çeşme yaptırma imkânı yok. Ve Konya halkı bu âdet yüzünden babalarından, annelerinden kalan bu paraların ıztırabıyla, vicdan azabıyla yaşıyormuş. Yâni o para kalmış ve maksatlı olarak bırakılmış, harcayamıyor. Başka bir yere de veremiyor. Böyle bir vakıa karşısında belediye şu çözümü bulmuş: “Bir havuz oluşturalım. Getirin hepiniz o banka hesabına paranızı yatırın. Sırayla ihtiyaç olan mahallelere, sokaklara biz çeşmeler yaptıralım bu paralarla.” Belediyenin bu öncü girişimiyle birlikte Konya, Türkiye’nin –bildiğim kadarıyla-, en fazla akar çeşmesi olan şehri şu ânda. 300 küsur çeşme var ve ben bir kısmını gördüm gözlerimle. Bunların hepsi o paralarla yapılmış. Şimdi burada halkla yöneticiler arasındaki çözümde birleşmenin ilginç bir formülünü gördüm ben. Yâni demek ki, eğer istenilirse, halkla beraber bir şeyler yapmak istenilirse, hem halkın ihtiyacı karşılanıyor, hem de güzel bir sonuç ortaya çıkıyor.
TURGUT CANSEVER: Balıkesir’e gitmiştim de… Bu yönde çok geniş bir teşebbüs var. Balıkesir’de de halkın su için bağış yapma, para vermesiyle oluşturulan, galiba bir vakıf var. Ve Balıkesir’in su altyapısı tamamen yetersiz, son derece kötü durumdayken, Balıkesir’de de, halkın bu amaçlarla verdiği paralarla yapılan su altyapısıyla, Türkiye’nin en iyi su altyapısına sahib şehirlerinden biri hâline dönüşmüş bulunuyor Balıkesir. Yâni söylediğiniz esas itibariyle son derece önemli. Halkla bütünleşerek meseleler çözüm bulacaktır.
MUSTAFA ARMAĞAN: Ben Kırıkkale’ye gitmiştim iki yıl önce. Ankara-Kırıkkale yolunda Kayaş diye bir gecekondu yerleşim alanı var. Ben, o zaman öğrendim. Epeyce bir mesafede, burada bir sırta gecekondular yapılmış. Ankara’nın varoşu sayılabilecek bir yer. Gördüğümde gözlerime inanamadım. Sanki bir peyzaj mimarı gelmiş, o evleri kahverengi çatılarıyla, yanlarına diktiği dik siluetli ağaçlarıyla, birbirine bıraktığı mesafelerle, sanki önceden plânlanmış gibi hayran kaldım. Gözü rahatsız edecek hiçbir durum yok. Dolayısıyla, şimdi orada nasıl bir gelişme yaşandı bilmiyorum. Belki orada doğru bir örnekten yola çıkarak bir çözüm yolu geliştirildi. Yahut ne bileyim, başka bir mahallî gelenek o şekilde tezahür etmiş olabilir. Önü açıldığında, doğru yol gösterildiğinde, ben halkın bu yapma gücünün, çevresini inşâ etme gücünün çok şeyi başaracağına ve birçok yanlıştan döneceğine inanıyorum. Yeter ki, onun dilini, onun inancını, onun yaklaşımını kucaklayacak yöneticiler olsun. Doğrusu Türkiye’de devletin halka güvenmeyişinin ve ondan korkmasının çok müşahhas örneklerini yaşadığımız bugünlerde bunları söylemek belki biraz ütopik gelebilir. Harun Bey’e geldiği gibi… En son, meselâ, Kur’ân Kursu olayında olduğu gibi. Temel eğitimin ruhuyla aykırı bulundu, hafta sonları veya yaz tatillerinde verilecek Kur’ân dersleri… Demek ki, temel eğitim 11 değil de 15 yıla çıksa bir çocuk 22 yaşına kadar da dini eğitim göremeyecek. Yâni neyi amaçladıkları gayet açık olan ve neden korktukları da gayet açık olan bir tavır karşısında, tabiî ki, bu kadar iyimser düşünceler serdetmek o kadar kolay değil. Fakat yine de şunu vurgulamadan geçemeyeceğim. Halkın önündeki bu engeller günün birinde aşılacak ve buna halk kendisi bir takım çözümler bulacak. Gerek dinî eğitim anlamında, gerekse iyi örnekler konulduğunda şehir inşâ etme anlamında.
HARUN YÜKSEL: Şimdi izin verir misiniz, burada bir şeye katılmadığımı beyan etmek durumundayım. Hem de meseleler belki açılır. Halkın hiçbir yerde tek başına, aydın öncülüğü olmaksızın çözüm ürettiği görülmemiş. Yâni burada problem halk problemi değil. Halk, potansiyel olarak gerçekten güçlü, gerçekten yapmak istiyor. Bizim halkla da bir kavgamız yok, halka güvensizliğimiz de yok. Fakat halka liderlik edenlerle problemimiz var bizim. Yâni sadece Ankara’dakilerle değil, Ankara karşıtı olduğunu iddia edenlerle de problemimiz var. Bugün Ankara’ya muhalefet ettiklerini söyleyen toplum liderleri, halka, teslimiyetten başka bir politika göstermiyorlar. Yâni şimdi lideri, “teslim ol” derken, bu halk nasıl liderini aşıp da böyle bir teşebbüste bulunsun? Halkın bütün teşebbüs kabiliyetlerini Ankara kırmıyor. Ankara zaten, Batı’nın kendine biçtiği misyonu yerine getiriyor. Ankara böyle yapacak, yâni Ankara adam olacak falan değil. İşte Turgut Bey söyledi, “kalbi mühürlü” diyeceğimiz sınıftandır Ankara’dakiler. Buna mukabil, Ankara’ya muhalefet ettiğini söyleyenlerin, Ankara’nın politikalarına karşı olduğunu söyleyenlerin hiçbiri Turgut Bey’in yaptığını, mevzuunda yaptığını, cansiperâne gayreti göstermiyorlar. Halkı harekete geçirmeye çalışmıyorlar. Kendi tezgâhları bozulmasın diye, “aman teslim olun” diyorlar. Yâni ben bugüne kadar bu grublardan –hiç ayırt etmeden söylüyorum-, yâni muhalefet ettiğini söyleyen grublardan bir tanesinin çıkıp da doğru bir politika ürettiğini görmedim. “Teslim olun! Sesinizi çıkartmayın! Provokasyona gelmeyin!” diyen üç tane cümle duydum sadece. Ben Turgut Bey’i burada hayranlıkla izliyorum. Turgut Bey diyor ki, “harekete geçin!”. “Harekete geçin!” demek, illâ “silahı eline al da ihtilâl yap” demek değil ki… “Harekete geçin, kıpırdayın” diyor. Yâni “bir şeyler yapın” diyor. Partisi kapatılıyor, parti yönetimi diyor ki, “aman kıpırdamayın!”. Yahu ne kaybedeceksin? Zaten partin kapatılıyor. En demokratik eylemleri bile halkın elinden alıyorlar. Yasağı Ankara koymuyor Refah Partililerin önüne. Yasağı Refah Partisi’ni yönetenler koyuyorlar halkın önüne. En basit, en demokratik tepkileri dahi 6 milyon kişilik bir kitleye yaptırmıyorlar. Şimdi bu kadar basit bir şeyden korkan bir liderlik, bu kadar büyük meseleleri nasıl çözer? Ben hep soruyu buraya getirmeye çalışıyorum…
TURGUT CANSEVER: Doğrusu onların çözemeyeceği çok âşikâr. Çünkü biraz evvel söylediğim gibi, onların danışma, bir bilginin arkasından gitme gibi bir şeyleri de yok. Başlarına gelen de ondan geliyor. Onun için orada bir sakatlar köprüsünden geçiyoruz biz, Nietzsche’nin Zerdüşt’ün 4. kitabında söylediği gibi… O sakatlar köprüsündeki sakatlar, bizim gözümüzde bir yaştan başka bir şey olamazlar. Onları tartışmak bile bence gündemin dışında olmalı. Biz bugün, 70 senedir şehir nüfusunun yarısını gecekondularda yaşamaya, diğer yarısını da havasız çirkinlikler içinde yaşamaya, bu şehirlerde yaşayanların ömürlerinin % 15’ini hebâ etmeye mecbur eden yanlış şehirleşme politikalarını, doğru şehirleşme politikalarıyla değiştirerek, gelecekteki nesilleri bu felaketi yaşamaktan kurtaracak adımları, gelecek nesillere sorumluluk duygumuzdan hareket ederek atmayı bir vazife bilerek bunu söylüyoruz. Ve diyoruz ki, buna katılın!
HARUN YÜKSEL: Evet.
TURGUT CANSEVER: Buna katılırken de diyoruz ki: “Ankara’dakiler! Siz, skandallar, parasızlık, bütçe yetersizliği vesaire ile bu işleri yapamıyor musunuz? Bırakın! Şehirlerimizdeki düzensizliği, anarşiyi, zabıta ve jandarmaya ayırdığınız paraları, o alanlarda sarf ettiğiniz gayretleri asgarîleştirecek bir çözümlemeyi biz üretelim. Bu üretimde, sizden yalnız şunu istiyoruz: Bu ürettiğimiz çözümü, bugün idraki içerisinde bulunan en gelişmiş noktalardaki, yörelerdeki, Ege, Marmara yöresi gibi yerlerde oluşmasına ilaveten, ülkemizin en az gelişmiş olan yerlerinde de gelişmeyi hızlandıracak, doğru çözümü geliştirecek, en büyük felâketi yaşayan oradaki nüfusa da saadet sağlayacak çözümleri üretmek üzere, son derece küçük bir şey: Bütçenizden ufacık payları bu yerlerin mahallî gelişme plânlarını hazırlamak için tahsis edin. Bunu tahsis ettikten sonra da oradaki insanların, ülkemizin gelişmiş yerlerinden gelecek olanlarla beraber, o insanların saadetini sağlayacak, üretim yapılabilir hâle gelmesini temin edici yatırımları halkın yapmasına engel olmayın.” Doğrusu, konuyu bu şekilde vaz’ettiğimiz zaman ve geliştirdiğimiz çözümlerin bir tarih hayranlığı romantizminden değil, yaratılış zarûretlerinden neş’et eden çözümler olduğunu, yaratılışın zarûretinden neşet eden çözümler olmaları hasebiyle, yalnız geçmiş İslâm medeniyetlerinin tatbik ettiği çözümler değil, bugünün hayranı olduğunuz, yâni maymunluğunu yapmaya namzet olduğumuz memleketin gerçek çözümleri de olduğunu görün diyoruz. “Bunu görün” derken de, “100 sene evvel yapılmış yanlışları âdeta putlar hâline getirmeyiniz” diyoruz. “O putları kıralım” diyoruz. Burada halkımıza da diyoruz ki, “çocuklarınızın geleceği için burada beraber olalım.” Tabiî basınımıza diyoruz ki, “bunu halkımıza duyurmak için bize yardım edin. Elbirliğiyle hareket edelim.” Bunları söyledikten sonra, meydana getireceğimiz güzelin ne olduğunu sanırım sunmamız lâzım ki, -hem Ankara’dakilere, hem halkımıza-, o güzel için bir araya gelmeye yönelik davet…
HARUN YÜKSEL: En azından gelme niyeti olanlara kapı açsın.
TURGUT CANSEVER: Evet. Gelme niyetinde olanlara da hangi yolda ilerleyebileceklerini gösteren bir işaret olsun.
MUSTAFA ARMAĞAN: Geçenlerde Bakanlar Kurulu kararıyla bazı yerler yerleşime açıldı, imâra açıldı.
HARUN YÜKSEL: Talana açıldı yâni…
MUSTAFA ARMAĞAN: İstanbul da bundan çok büyük şekilde nasibini aldı.
TURGUT CANSEVER: Orada halk teşebbüsü sonunda bunu geri almak mecburiyetini ortaya…
MUSTAFA ARMAĞAN: Evet. Turgut Bey’in dediği tabiî lokal şeyler oluyor. Bir de tabiî böyle arada bir Bakanlar Kurulu kararında… Nasıl olsa bir dokunulmazlık kazanmışlar, belli kişiler onları oraya getirmiş. Onun için sessiz sedasız ormanları, kıyıları, yağmaya, talana açıverdiler. Ama meselâ böyle bir hareketin başını Deniz Baykal’ın çekmesi…
TURGUT CANSEVER: O da ilginç, değil mi?..
MUSTAFA ARMAĞAN: İlginç, yâni…
TURGUT CANSEVER: O da sevinilecek bir şey…
MUSTAFA ARMAĞAN: Yâni… Onun açısından sevinilecek… Ama rüzgârı arkasına almayı bilen adam olması da ilginç…
TURGUT CANSEVER: Bakınız. Bu hareket olunca, insanların, tam halis niyetlere sahib olmayanları bile rüzgâra karşı tükürmekten vazgeçecektir.
HARUN YÜKSEL: Fakat çok güçlü bir rüzgâr olması gerekiyor.
TURGUT CANSEVER: O rüzgârı, doğrusu, haberleşme sistemleriyle, halkımıza ulaştırarak meydana getirebiliriz. En sonunda, Mustafa Bey’in sözünü ettiği Bakanlar Kurulu’nun kararı İstanbul’da esen rüzgâr ile Deniz Baykal’ı yanına çekti.
HARUN YÜKSEL: Şu veya bu sebeble çekti yâni…
TURGUT CANSEVER: Şu veya bu sebeble… Meselâ Sosyal Demokratlar Türkiye’de bugün dine karşılar değil mi? Ama Sosyal Demokratlar halkın âdil bir yerleşme nizâmı içinde yerleşmelerine karşı çıkabilirler mi? Hatta Sosyal Demokrasi’nin Proudhon’la başlayan tipi, konut yerleşme yerlerine adaletten geliyor…
HARUN YÜKSEL: Çıkmamaları gerekiyor yâni…
TURGUT CANSEVER: Çıkamazlar. Tabiî herhangi bir adalet hissine sahib İslâmî kesim de çıkamaz. O zaman bunların arasında kalanlar da… Bunu gerçekleştirebilme yolu, eğer liberal bir işleyiş, halkın katılımına dayanıyorsa, onların da çıkmamaları gerekir. Dolayısıyla, bizim doğru politikaları, doğru biçimlerde ifâde etmemiz gerekiyor, duyurmamız gerekiyor ve bunun arkasında tıpkı İstanbul’da olan olayda olduğu gibi bir miktar haberleşme sistemlerinin katkısını temin etmemiz gerekiyor. Şimdi bu çözüme nasıl gideriz?
HARUN YÜKSEL: Evet efendim, şimdi…
İZLEYİCİ: Bir soru sorabilir miyim?
HARUN YÜKSEL: Buyurun efendim…
İZLEYİCİ: Bu söylediklerinizi hayata geçirme noktasında siyasî çevrelerden hiç kimse gelip de, “hocam! Bu konudaki sizin görüşlerinizi hayata geçirmek istiyoruz, istifade etmek istiyoruz” gibi bir durumla karşılaştınız mı?
TURGUT CANSEVER: Hayır, hayır… Ama meselâ bakın. Biraz önce sözünü ettiğim Diyarbakır’daki hadiseyi, -Ali Topuz benim talebem oldu, benim yanımda çalıştı filan-, Ali Topuz’a anlattım. Dedim ki, “bu Diyarbakır’ın, bu fakir insanlarını, bir yerlere yerleştirecek bir plânlamanın, bir girişimin, bir patronaja ihtiyacı var.” Dedi ki, “Bunu Hikmet Çetin Bey yapar ve çok sevinir. O da Diyarbakırlıdır.” Şimdi doğrusu hepimize küçükken anlatılan masallardaki ufak hikmetin yüceliğini anlamamız lâzım: Keloğlan, Padişah’ın kızı Sultan’ı esir etmiş, devin elinden onu kurtarmak için. Zümrüd-ü Anka kuşuna “gak” deyince et, “guk” deyince su vererek… Çölün ortasında kaleye geldiğinde, kalenin kapısında aslanın önünde ot, koyunun önünde et bulunuyor. Koyunun önündeki eti aslanın önüne, aslanın önündeki otu koyunun önüne koyduğu zaman, bunlar kalenin kapısını ona açıyorlar. Ondan sonra kof bir heyûladan ibaret olan dev kolayca yeniliyor. Biz, bütün bu programı, toplum içindeki bu çelişkileri çözerek, haksızlıkları bertaraf ederek ilerlemek suretiyle, bir heyûladan ibaret olan yanılgının temsilcisini… bir bulut olmak… (Gülüşmeler)
HARUN YÜKSEL: İnşallah efendim.
TURGUT CANSEVER: Tebahhur olmak… noktasına getirebiliriz… Başka yolu yok! Tabiî, ortaya koyacağımız güzelliğin yapısı bile devi eritmek için bir başka sebeb olacaktır. Yâni kılıç çekmeye bile ihtiyaç olmayabilir!
HARUN YÜKSEL: Şimdi şunu söyleyeyim. Sizin mevzuunuzdaki bu gerçekten aydına yakışır tavrınız, cesur tavrınız, haysiyetli tavrınız, sabırlı tavrınız, gayretli tavrınız… Türkiye’nin aydınlarına da örnek olması gerekiyor. Bu tavırların aydınlarda yaygınlaşması gerekiyor. “Korkusuz tavrınız” da diyeyim…
TURGUT CANSEVER: Hamdederim. Allah’tan başka kimseden korkmadığımı herkes bilmeli! Herkes derken buna inanmalıdır. Ve bununla ayakta durulabileceğine de inanmalıdır!
HARUN YÜKSEL: Evet, oradan şeye geleceğim. Meselâ, bir Hayrettin Karaca var. TEMA Vakfı başkanı. O da kendi alanında, kendini tahsis ettiği alanda, dervişâne bir gayretle bir çalışmada bulunuyor. İşte, erozyondan kurtaracak, meraları kurtaracak filan. Bunlar çok güzel teşebbüsler, bunlar çok güzel aydın teşebbüsleri, bunlar halka örnek olacak teşebbüsler. Fakat, bizim Türkiye’deki aydınlar, tıpkı fanatik kulüp taraftarları gibi dar bir çerçeveye kendilerini kıstırıyorlar. Ondan sonra bu çevrenin dışına çıkamıyorlar. Yâni halka liderlik edecek, gayreti, kuvveti, cesareti, metaneti gösteremiyorlar. Öncelikle, bizim aydınlarımızın şöyle meydan yerine çıkması ve halkın aydın görmesi lâzım.
TURGUT CANSEVER: Şimdi bakın, orada yapılabilecek şey başkası değil! Biraz evvel söylediğim gibi: “Zerdüşt Dedi ki”; Nietzsche’nin kitabının 4. bölümünde; “kulakları, gözleri mühürlenmiş yahut kendisi bir puta tapar hâle gelmiş”… Yalnız o puta tapan kişiler aydın da değiller ama… Okuyup yazdıkları için ve yazmaya devam ettikleri için, belirli yerlerde bulundukları için “aydın” deniyor onlara, değil mi? O insanlar gözümüzde bir yaş damlasıdır. Onların içerisinde kendisini bu düştüğü yanılgıdan, yâni bir puta tapar hâle düşmüş olmanın yanılgısını fark ederek kurtarırsa, tabiî ki o kendi kurtuluşunu sağlamış olacaktır. Ve bu ülkenin insanlarına sağlanacak saadeti, güzelliği inşâ etmeye katıldığı zaman, o da bunun saadetini yaşamak imkânına sahib olacaktır. Biz bugün, böyle bir doğruyu halka duyuracak güçlerle, bizi dinleyen, bunları nakleden, beraberce bunun için teşkilâtlanan… HABITAT Konferansı sırasında meselâ kadın platformları, Gökkuşağı Platformu çok ciddi bir çaba sarf ettiler. Tabiî onlar meselelerini yalnız kadın meselesi olarak değil, çocuklarının meselesi olarak da görmek mecburiyetindeler. Çocukları için yapılacak bu çabayı, kadın meseleleri çerçevesine hapsetmeden, bir içtimaî-insanî mesele, insanlarımızın meseleleri olarak, ülkenin meseleleri olarak savunmak durumundalar. Onu yaptıkları zaman, bugün bir ânda her aile içerisinde Türkiye şehirleşmesinin ufukları açılacaktır. Elbette ki, günde 1.5 saatini, ömrünün % 15’ini yollarda kaybeden erkeklerin de bu savaşı vermeleri lâzım. Onların da buna katılmaları lâzım. İsrafı önlemek isteyen iktisatçılar da katılmalıdır. O iktisatçılar ki, Türkiye için konuşuyorlar bugün. Türkiye’de aydın denen kesim içinde meseleyi konuşanlar yalnızca iktisatçılar. İktisatçılar da bunu söylemeliler. Hukukçular da artık hukuk savunmalarının ötesinde, gerçek, demokratik bir toplumun oluşabilmesi için, insanların içerisinde yaşadıkları çevreyi inşâ etme haklarını insanlara vermek lâzım geldiğini… Bir de, aydın denen insanlar son 70-80 sene içerisinde, yalnızca bu 80 senenin başında 4 milyon insan şehir ve kasabalarda evlere sahibken, geçen 70 sene içerisinde 30-35 milyonluk şehirlerde yalnız 17 milyon insana bugünkü usullerle, merî yasalarla çirkin apartmanlar inşâ etmekten başka hiçbir şey yapamadığımızı… Bu temel yanlışı onların da açıkça söylemeleri gerekiyor. Bu temel yanlışı, şairi, yazarı, romancısı, köşe yazarı, herkesin bu açık hakikati dile getirmesi gerekiyor. O zaman bu yoldan ilerleyerek değil, başka bir yoldan hareket ederek… Ben doğrusu burada ne tür bir güzellikten söz etmemiz gerekir, ona dair bir kaç şey söyleyeceğim.
HARUN YÜKSEL: Efendim zaten vaktimiz daralıyor, lütfen oraya gelelim…
TURGUT CANSEVER: Evet. Her insanın oluşumuna katıldığı bir çevre… Yâni insanın Allah’ın ona tevdî ettiği dünyayı güzelleştirme vazifesine… “İnsanın dünyada esas vazifesi dünyayı güzelleştirmektir” Hadis-i Şerifi’yle ifâde edilen bu vazifeyi yaparak… Allah’ın dünyada halifesi, eşref-i mahlûkat mertebesine yükselmesini sağlayacak bir şekilde dünyanın güzelleşmesine katılarak; bu dünyayı, bu şehirleri inşâ etmesini mümkün kılacak düzeni getirmemiz lâzım. O da nedir? Eğer bir insan komşusuyla güzel bir ilişki içerisinde bulunmaya kararlıysa; evini, sosyal ilişkiler plânında komşusunu rahatsız etmeyecek bir noktaya yerleştirme kararını verirse, o açıdan sosyal ilişkiler plânında, dünyanın güzelleştirilmesine iştirak edecektir. Eğer insan, her aile reisi, o ev yapılırken kendi kaprislerini gündeme getirmeden biraz evvel sözünü ettiğim o mimarînin en yüce çözümlemesine saygıyla razı olursa, o rızayı ortaya koyarsa, o zaman, kendisinden başkalarının, herkesin, gerçek değer ve sistemlerinden hareket ederek, herhangi bir yanlıştan içtinab ederek, tevazuun, mutlak doğruların yansıması olan nizâmın, yakîni, yansıması olan bir mimarî çözümlemeye tekabül eden standartları, kendi keyfi için her gün değiştirmeden, en üst seviyede bunları hakikate, maddî varlık âlemine yansıtarak, güzellikler dünyasını ortaya çıkaracak seçkinlerin tesis ettiği standartlara razı olurlarsa, herkesin bir köşede bir şey uydurarak meydana getirdiği seviyesizlikler dünyasının ötesine geçmeye iştirak ederek, bu dünyanın güzelleştirilmesine katkıda bulunmuş olacaklardır.
Şimdi bu güzelliklerin neler olabileceğini kısaca ifâde etmeye çalışalım. Bir kere yaşanan dünyada yapılanın sorumluluğunun açık ve berrak bir şekilde görülmesi, berraklığın ve sâdeliğin, okunabilirliğe yardımcı olmasıyla mimarîye yansıdığı zaman, o berraklığa ve sadeliğe dayalı bir güzelliğin ürününü ortaya koymuş olacağız. Standartlar düzeninin güzelliği, berraklık ve sadeliğin düzeni. Bu güzellik, insanları tek tek Allah’a karşı sorumlu yüce varlıklar addeden İslâm’ın, insan ve Allah ilişkisine tekabül eden yapılaşmasına benzer bir yapılaşmayı gündeme getiriyorsa, her aile reisinin tek tek Allah’a karşı sorumluluğundan dolayı komşularına göre ilişkilerini düzenlemeye tekabül eden evlerin münasebetinden oluşan bir mahalle düzeni meydana getirmek gerekir. Bu evler Allah’ın yarattığı dünyaya göre mütevazı ise, Allah’ın yarattığı dağa göre mütevazı, Allah’ın yarattığı yüce ağaçlara göre, çınar ağaçlarına göre mütevazı evler arasından Allah’ın yarattığı ağaçların güzellikleri eğer sokaklara yansıyorsa, çiçeklerin güzellikleri sokaklara yansıyorsa, o güzellikleri herkese sunarak, onlarla paylaşarak, içerisinde yaşanacak sokakların vücuda getirildiği mahalleler inşâ etmek…
Bu mahallelerin Allah’ın bir lütfu, ihsanı olarak insanlara ulaştırdığı bize tebliğ edilen güzelliklerin öğrenildiği, hep beraber O’na inandığımızın ifâdesi olan ibadetimizi beraberce yaptığımız mahalle mescitlerine göre bu evlerin daha mütevazı, ona daha büyük bir saygı gösterdiğimizin nişânesi olmak üzere daha mütevazı yapıldığı; şehirlerimizin merkezinde şehir halkının bütününün bu davranışının, bu yaklaşımının cereyan edeceği Ulucamiler’de, ibadet ettiğimiz Ulucamiler’in, onların şehre göre, şehrin içerisinde bütün bu inancımızın sembolü olarak var olmasını temin edecek şekilde, bu âbidelerle şehir ilişkilerini kuracak şehirleri vücuda getirmemiz gerekiyor.
Bu şehirlerin transandantal, İlahî idrakin yansımaları olarak vücuda getirilmeleri, objektif âleme yansıtılmaları, yaptıklarımızın, her binanın, her evin ve her mahallenin, her şehrin bir tezyini, bir ziynetler bütünlüğü gibi oluşmasını mümkün kıldığı zaman; biz bunun bütününü gerçekleştiren şehirleri ortaya koyduğumuz zaman, her noktasında İlahî iradeye uyarak, maddî varlık alanında, sosyal varlık alanında, tasavvufun bize öğrettiği tasavvufî hâl ve davranışların yansımaları olarak ve kozmik bütünlüğün, İlahî bütünlüğün, bütün bunların hepsini biçimlendirdiği, hepsi karşısında alınacak tavrı bize öğrettiği bilgi içerisinde davrandığımız zaman, dünyada cennetleri yükseltmiş olacağız.
Gelecek nesillere karşı vazifemiz bunu gerçekleştirmektir. Aksi takdirde her gün önünden geçerken ağlayacak hâle geldiğim Taksim’de, 3 yaşındaki 5 yaşındaki kız çocuklarını buz gibi havada neredeyse yarı çıplak dilendiren, onları buna mahkûm eden bir toplumun alçaklığını, utancını hepimiz yaşayacağız, günahının bedelini hepimiz ödeyeceğiz. Bu günahı ödememek niyetindeysek, bundan utanıyorsak, hep beraber, kadın-erkek hep beraber bu savaşı vermek mecburiyetindeyiz. Ben 78 yaşındayım. Bunun başarısı sizlerin olacaktır.
HARUN YÜKSEL: Çok teşekkür ediyorum efendim.
TURGUT CANSEVER: Yalnızca söylemekten ibarettir ve bunun yollarını ortaya koymaktan ibarettir yapabileceğimiz. Bu fırsatı bana verdiğiniz için…
HARUN YÜKSEL: Estağfirullah efendim. Yâni biz… Ayaklarımız yerden kesildi, söyleyecek söz bulamıyorum. Çok teşekkür ediyorum. Sorusu olan var mı efendim? Buyurun.
İZLEYİCİ: (Soru net anlaşılmıyor. Suudi Arabistan’daki uygulamalarla ilgili bir şey söylüyor.)
HARUN YÜKSEL: Teşekkür ediyoruz efendim.
TURGUT CANSEVER: Bir şey söyleyebilir miyim bu konuda?
HARUN YÜKSEL: Lütfen…
TURGUT CANSEVER: Bakınız efendim. Galiba Abdülhamid, -galiba değil, muhakkak Abdülhamid-, Hayreddin Efendi isminde Şeyhülislâmlık da yapmış bir zatı, Vahhabîliğin Suudî Arabistan’da yaygınlaşması üzerine, Mekke’ye veya Medine-i Münevvere’ye yolluyor; Vahhabîliğin incelenmesi için… Hayreddin Efendi Risâlesi diye bir risâle var. Ben görmedim, Nevzad Yalçıntaş’tan dinledim. Risâle şöyle bitiyormuş: “Vahhabîlik Hicaz’a hâkim olursa, Hac yapmak farz olmaktan çıkar.” Şimdi siz orada bir hususu ifâde ettiniz. “Şeriat’ın hâkim olduğu” dediniz. Kim Şeriat’ı temsil ediyor? Kral, değil mi? Kral orada, Mekke-i Münevvere’de, Mekke’nin asırlarca boş kalmış, Hz. Peygamber’in yaşadığı dünyanın parçası olan kayaların üzerine, banyoları ve tuvaletleriyle saray inşâ etti!.. O, Mekke-i Münevvere’nin etrafını sözünü ettiğiniz ve Medine’de sözünü ettiğiniz akıl almaz güzellikteki konakları yıkanlar, evet kral ailesinin mensubları… 19 bin, 15 bin kişi. Onlar yıkıyorlar. Para kazanmak için! Para vurmak için!..
HARUN YÜKSEL: Yâni ortada Şeriat yok…
TURGUT CANSEVER: Dolayısıyla, orada Şeriatın hâkim olduğunu söylemek doğru değil. Orada Şeriat lafı ederek İslâm’a ihanet ediliyor.
İZLEYİCİ: (anlaşılmıyor)
TURGUT CANSEVER: Şimdi bakınız. Korku dağları bekler. Yâni bizim çocuklarımızı bekleyen felâket, onların da çocuklarını bekliyor. Onlar bunu görmeliler bir kere.
İZLEYİCİ: Pekiyi, ben asıl soruma gelmek istiyorum…
TURGUT CANSEVER: Bakınız, sizin sorunuzu cevablandıracağım. Meselâ onlar güçleri ellerinde tutmak için diyebilirler ki, “Devletin mülkiyetinde bulunan araziyi kimseye vermeyiz.” Biz de diyebiliriz ki, “Evet, biz de bunu istiyoruz. Devletin mülkiyetinde bulunan araziyi kimseye verme. Yalnız, onun üzerinde ev yapacaklara, o arazi üzerinde, yalnız 1-2 katlı, kendi ailesini barındıracak kadar ev yapma hakkını ver.” Hazine arazilerini gecekonduculara tapuluyorlar değil mi? “Senin olsun” diyorlar. Hayır! Biz de demeliyiz ki, “Senin olsun deme, sen yalnız kullanma hakkını ver.” Yâni, Osmanlı’nın yaptığı gibi…
MUSTAFA ARMAĞAN: Mirî arazi değil mi?
TURGUT CANSEVER: Osmanlı’nın yaptığı gibi, kullanma hakkını ver… Bakın, şimdi burada şunu söylemek istiyorum. Mevcut hukuk sistemi içerisinde, o hukuk sistemini ahlâksızlığa ve felâkete sebeb olacak şekilde işletme; iyiyi sağlayacak şekilde işlet!.. Çünkü devletin sahib olduğu araziyi, bugün kanunlar çıkartarak, “senin mülkündür” demek imkânı da var. Öyle yapma! Yalnız meşrû ve güzel düzeni sağlayacak şekilde tahsis et, kullanma hakkını ver. Demek istediğim, hukuk sistemini doğru işletmemiz gerekiyor.
MUSTAFA ARMAĞAN: Londra’nın belediye arazisi galiba böyle bir sistemle işleniyor…
TURGUT CANSEVER: Tabiî. Yalnız Londra’nın değil, İngiltere’nin bütün arazisi böyle…
HARUN YÜKSEL: Yalnız efendim, şimdi şöyle bir farkımız var bizim. Sürekli ben politik alana çekiyorum mevzuu. Tabiî politik alan bizim şu ândaki mevzumuz değil ama zorunlu olarak oraya geliyor. Zannederim arkadaşın sorusu da oraya gelecek. Bizim Batı ülkeleriyle, yâni normal devletlerle diyelim, ideolojisi ne olursa olsun, inancı ne olursa olsun, hangi temellere dayanıyor olursa olsun, bizim siyasî yapımızın şöyle bir farkı var. Aşağı yukarı halkının tamamını düşman gören hiçbir yönetim yok orada. İşte Kürtler düşman, Müslümanlar düşman, Ülkücüler düşman… Geriye ne kaldı? Bir bunlar kaldı. Şimdi, böyle bir yönetimle, böyle politik bir problemle başa çıkabilmek için bir çözüm bulmamız lâzım. Bu söylenenlerin hepsi güzel, fakat buradaki düşman zihniyeti aşmadan, bizim bu güzellikleri hayata geçirmemiz mümkün değil.
TURGUT CANSEVER: Bakın o düşman zihniyeti aşmak için iki âlet var elimizde. Bir tanesi, “Bil ki, usûllerini terk etmezsen, sen, çocukların her şey yok olacak!”
HARUN YÜKSEL: “Olsun” diyor adamlar!
TURGUT CANSEVER: Hayır, henüz bilmiyorlar, bilmiyorlar!
İZLEYİCİ: Avrupa’da yaşıyor onlar. Yâni işgal edilmiş toprakların sömürge valileri onlar!
TURGUT CANSEVER: Tamamen öyle!
İZLEYİCİ: Kendilerini bu şekilde tanımlıyorlar aynı zamanda. Ve kendi çocuklarının istikbâlini bu topraklarda görmüyorlar. Avrupa’da görüyorlar, Amerika’da görüyorlar, dolayısıyla, onları çocuklarının istikbâliyle tehdit etmek çözüm değil.
TURGUT CANSEVER: Şimdi bakınız. Eğer bu durum açıkça ortaya konulursa, -tam bir berraklıkla- “Kim kendini bu memleketin bir parçası sayıyorsa, o zaman bizimle beraberdir; kim karşı sayıyorsa, o zaman da bu memleketin düşmanıdır.” demek imkânına sahib olacağız. Yâni bakın, burada, bu alandan hareket edildiğinde, çok yüksek düşünce seviyesinde savunulacak metafizik, kozmolojik mülâhazaların sonucu olan değerlendirmeleri savunmak yerine… Yâni onları savunmanın biraz mücerret alanında bulunduğunuz zaman, senin o söylediklerine hep “akılsızlıklardır, gericiliklerdir” filân gibi yaftalar yapıştıran, elinde de tabancası bulunan bir güçle, bu yaftaları yapıştırarak hiçbir şey yapma fırsatını ortada bırakmayan bir hareket var. Hâlbuki söylediğimiz şekilde hareket ettiğimiz zaman, hem kendi değerlerimizi savunma imkânına sahibiz, hem de açıkça ortaya koymak –maddî varlık alanında-, imkânına sahibiz ki, bu yanlış politikalar ekonomiyi de çökertiyor. İnsanlar, evsiz. İnsanlar, birbiriyle düşman. Bugün büyük sosyal çatışmalar oluyor. Bu sosyal çatışmalar, bugünkü ölçü ile kıyas edilemeyecek kadar çok daha büyük bir ölçüye doğru gidiyor. Bu, maddî varlık alanındaki israf ve ekonomik çöküntü, sosyal varlık alanındaki sosyal çatışmalar, kültürel varlık alanındaki çözümsüzlük, bunların hepsini aşabiliriz, bu yolda harekete geçerek…
HARUN YÜKSEL: Çok teşekkür ediyoruz efendim…
Geçmişten Günümüze Anadolu’da İnsan ve Mekân – I (1. Kısım) okumak için tıklayınız.