“Siz delilerden hanginizin cesareti var?”…
Başrollerinde ünlü oyuncu Jack Nicholsun’un, Randle P. McMurphy karakteriyle söylediği bu replik, 1975 yapımı Milos Forman imzalı “Guguk Kuşu” filminin ana hikayesini ortaya koymaya yetiyor aslında.
Burada kronolojik olarak filmin gidişatını ve konusunu aktarmaktan ziyade, sahneler üzerinden bende uyandırdığı ruh hâlini tasvire çalışacağım. Fakat yine de, kısaca filmin konusunu hatırlatmakta yarar var:
Orijinal ismi “One Flew Over the Cuckoo’s Nest” ve aynı isimli kitabtan sinemaya uyarlanan film, deli olup olmadığına karar verilmesi için, güvenlik önlemleri daha az olan bir akıl hastahânesine sevkedilen bir mahkumun (Jack Nicholson) geçirdiği zamanı konu alıyor. McMurphy, bu süre içerisinde bir yandan kaçma planları yaparken bir yandan da diğer mahkum hastaları ayaklandırarak otoriteye başkaldırmanın irkiltici zevkini gösteriyor. Lâkin bu durum, otoriteyi temsil eden ve McMurphy’nin hastalara kötü örnek olduğunu düşünen başhemşire Ratched Mildred tarafından hoş karşılanmayacak ve filmin sonuna kadar kıyasıya bir mücadeleye girişeceklerdir. Sinirleri sağlam olanın ayakta kalacağı bir mücadele…
Kahramanımız, klasik mânâda bir akıl hastası değildir gerçekte. Sistemin ve kanun koyucuların dayatmalarına karşı mizahî zekasıyla muzip eylemler bulan, sıradan ve keyif düşkünü bir vatandaştır. Zaman ve mekân gözetmeksizin, içinde bulunduğu her şartta keyfine göre yaşamayı bilen ve kurulu nizamları görmezden gelen bir insandır. Fakat sistem, kendi otoritesine başkaldıran insanları aforoz etmek için kullandığı argümanları onun için de kullanır ve deli yaftasını yakıştırır. Forman, bu filmde, tüm insanlığın mücadelesini bir mekana sığdırmaya çalışmıştır bir bakıma.
Nedir bu mücadele? Kanun koyucularla, o kanuna itaat etmeleri istenen insanlar arasındaki mücadele. Kimileri kayıtsız şartsız otoriteye itaat ederken, kimileriyse tahakküm altına girmez ve sesini yükseltir. Devletle fert arasındaki ihtilâl nitelikli çatışmaların ilk kaynağı. Gerçi bu filmde kahramanımızın yaptığı ufak çapta isyan hareketleri ihtilâlci argümanlarla örtüşse de, siyasi bir kimlik arzetmediği ve mahallî olduğu için ona devrimci diyemeyiz. Tam olarak karşılamasa da, yarı anarşist tâbiri onun karakterine daha uygun düşer. Fakat apolitik ve basit insanların başkaldırması, isyan hareketini fazlasıyla değerli kılıyor.
Milos Forman, filmlerinde -genellikle- isyankâr karakterler vasıtasıyla, kendi geçmişine de bir yolculuk yapmaktadır sanki. Forman’ın, çocuk yaşında ailesini Auschwitz kampında kaybeden ve Çekoslovakya’nın karanlık komünizm günlerinde acıyla ve baskıyla yoğrulan bir hayat hikayesi var zaten. Filmlerindeki delilik ve deha arasında ince bir çizgide yaşayan kahramanlarına giydirdiği isyankâr kimlik sayesinde, bir nevi geçmişten ve baskıcı otoritelerden intikam almaktadır bir nevi.
Yönetmen Milos Forman, yabancısı olduğumuz bir dünyada yâni bu akıl hastahânesinde, inanılmaz bir tasvirle gezintiye çıkarır bizi. Dışarıda geçen bir filmde herkes kendinden bişeyler bulabilir, empati yapabilir. Fakat hayatında hiç kapalı bir mekana tıkılmamış insanlara orasının ruhî portresini çizmek zordur.
Mekânın insan ruhiyatına etkisi inkâr edilemez ayrıca. Meselâ, izbe ve köhne bir yere gittiğimizde, yüreğimize nasıl bir kasvet çöker. Aksine, aydınlık ve hoş bir mekana gittiğimizde, nasıl ferahlar yüreğimiz. Meşhur Alman mütefekkir Goethe şu cümleleri zikreder mekana dair:
– “Kendi içinde büyük bir bütünlüğü düzene koyup tamamlamak için ne çok çaba, ne çok düşünce gücü harcanıyor; ve sonra bunu uygun bir akılcılıkla dile getirmek için ne çok güç, hayatta nasıl sakin, rahatsız edilmemiş bir mekân gerekli!”
Evet, hep bir mekân arayışı var insanoğlunda. Kimisi kendini güvende hissedecek bir mekân arar, kimisi eserlerini rahatça meydana getireceği bir mekan. Kimisi de o mekanlarda kendini arar. Kaçış yoktur mekandan. Tüm hayatımız boyunca o mekandan bu mekana savrulur dururuz bu yüzden. Mekanlardan bir şeyler umarız hep. Sanki onun elinde bir sihirli değnek vardır da, dokununca farklı bir ruh hâline büründürecektir bizi. Yeri gelir kollar, yeri gelir savunmasız ve çıplak bırakır bizi bu güç. Mekanlar farklı da olsa, dünyanın farklı yerlerindeki dekorlardan başka bir şey değildir aslında hepsi.
Tüm film neredeyse tek bir mekanda geçmektedir. Yaşamak için kendi iradesinin dışında bir yere kapatılan, günlük hayat faaliyetlerini bile başkalarının belirlediği bir mekanda yaşamaya, aynı zamanda mevcut otoriteye karşı koymaya çalışan insanların mücadelesidir bu. Ağın içinden kurtulmaya çalışan bir balık misâlincedirler. Kurtulmak için hızla ağa doğru daha hamleler yapan, fakat her hamlede daha fazla ağın içine sıkışan balıklar. Oradan kurtulmanın imkansız olduğunu bilen, lâkin yine de hep şansını yeniden deneyen balıklar veya mahpuslar. Kahramanımız McMurphy gibi tıpkı.
McMurphy ile kliniğin başhemşiresi arasındaki savaş, Amerikan futbolu finallerini izlemek için izin istemesiyle başlayacaktır. Hemşire Ratched, ilk başta buna razı gelmese de, hastalar üzerinde o zamana kadar koruduğu otoritesine güvenerek televizyonun açılıp açılamayacağı konusunda bir oylamaya razı olur. Oylamanın sonucu başhemşirenin istediği gibi çıkar, zira sadece 2 kişi elini kaldırmıştır ve ilk gün maçları izlenmez. Fakat kahramanımızın pes etmeye niyeti yoktur. Ertesi gün şansını yine dener ve bir oylama daha ister.
Onun bu inançlı ve kararlı tavrı, diğer hasta mahkumlar arasında da bir hareketlilik doğuracaktır. Zira o, şimdiye kadar hiç kimsenin cesaret edemediğini yapmakta ve mevcut idareye başkaldırmaktadır. Onun bu cesur tavrından güç alan hastaların bu defa 9 tanesi elini kaldırır oylamada. Toplam 18 kişidir zaten mevcut. Yâni sonuç berabere çıkar.
Ancak, kötürüm durumda 2 hasta daha vardır ve onları da el kaldırmayanlara saymıştır hemşire. Ne var ki, buna itiraz eden McMurphy’nin kolay kolay pes etmeye niyeti yoktur. Sağır ve dilsiz olduğu düşünülen iri yarı Kızılderili Chief’i daha sonra elini kaldırarak oy vermesi konusunda ikna ederse de, hemşire Ratched otoritesinden taviz vermeyerek oylama zamanının geçtiğini ve televizyonun açılmayacağını söyler. Aynı şekilde, oylamayı sonlandırıp bu meselenin kapandığını ekler.
Kahramanımız yine boş durmaz ve herkesi şaşırtacak bir hamle daha yapar. Kapalı olan TV’nin karşısına oturur ve sanki futbol maçını izliyormuş gibi heyecanlı hareketler yapmaya, oturduğu yerden oyunculara talimatlar yağdırmaya başlar. Bu durumu gören diğer hastalar da boş ekranın başına toplanmış ve onunla birlikte olmayan maçı izlemeye başlamıştır. Bu durum hemşirenin hoşuna gitmeyecek, McMurphy’yi uyuşturarak cezalandırmasına sebeb olacaktır.
Hani neredeyse tüm film kapalı bir mekanda geçmektedir demiştik ya, McMurph’nin cesaretiyle sadece bir sahnede mekanımızın dışına çıkılır. Kahramanımız zekasıyla oradaki mahkumları alıp bir otobüsle dışarı kaçırmış ve bir sahil kenarına götürerek onları bir bot gezintisine çıkarmıştır.
Bu arada, o içine kapanık ve somurtkan akıl hastaları “anormal” tepkiler verirler dışarıda. Mekân değişikliği onların ruhî durumuna da etki ettiğinden, kimisi sevinçten kahkalar atarken, kimisi bir tekneyle oradan kaçış planları yapmakta, kimisi de panikleyerek ağlamaktadır.
Ne var ki, hepsini yakalayıp geri tıkarlar çok geçmeden. Her isyanın bir bedeli vardır tabiî. Elebaşları McMurphy başta olmak üzere hepsi, ceberut başhemşire Ratched Mildred tarafından cezalandırılırlar. En büyük cezayı da McMurphy görür. Elleri kolları bağlanarak uyuşturucu verilir ve elektrikle şok uygulanır kendisine. Zira arı kovanına çomak sokmuş ve kral çıplak demiştir kahramanımız.
Yine filmdeki en etkileyici sahnelerden biri de banyoda geçer. Kahramanımız yerle bütünleşmiş olan ve kaldırılması imkansız su tankını kaldırıp oradan kaçacaklarını söyler. Diğerleri bunun imkansız olacağını iddia edince, onlarla parasına bahse girer. Tüm gücüyle yüklenerek tankı kaldırmaya çalışır McMurphy ama nafile. Bir milim bile kımıldatamaz. Birkaç denemeden sonra pes eder ve böylece bahsi de kaybeder. Cebindeki parayı çıkarıp verirken, hasta mahkumlardan biri “dostum, o lanet şeyi kaldıramayacağını çok iyi biliyordun, neden bahse girdin ki?” diye sorunca şöyle cevab verir: “Ama ben denedim, değil mi? Lanet olsun, en azından denedim”…
McMurphy’nin, yaptığı her isyan eyleminden sonra ceza alıp daha kötü duruma düşmesine rağmen, diğer mahkumların daha rahat şartlara kavuşması, filmin en büyük ironisini teşkil eder. İşlediği bir suçun akabinde McMurphy yine cezalandırılınca, hastalara dönerek “benim başıma bunların geleceğini biliyor muydunuz?” diye sorar. Hepsi, “evet, biliyorduk” der. Cevabı şu olur McMurphy’nin: “Başıma bunların geleceğini bildiğiniz hâlde, beni neden uyarmadınız peki?”…
İnsanlar, siz onları mutlu, huzurlu ve zevkle meşgul ettiğiniz sürece, sizin ne durumda olduğunuzla veya başınıza neyin geleceğiyle ilgilenmezler pek. Sizin onların ihtiyaçlarını görmenizdir onlar için asıl mesele. McMurphy’nin ve başka birçok “kahraman”ın bile bile ödediği borç da budur işte.
KAYNAK: Akademya Dergisi, II. Dönem, Sayı 5, Temmuz-Eylül 2014.